27 Kasım 2013 Çarşamba

FIKRA GİBİ


Basında yer alan haberlere göre,  Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinin (Amerika, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin) Daimi üye olmayan Almanya’yla birlikte Cenevre’de İran’la yürüttüğü müzakereler olumlu sonuç vermiş ve İran’ın nükleer faaliyetlerini kısıtlayacak ve Amerika’nın ve diğer Batılı ülkelerin İran’a karşı yürüttüğü yaptırımları hafifletecek bir antlaşmaya varıldığı, anlaşılıyor.
Gerçek acaba böylemi? Batılıların istediklerimi oldu yoksa:
BM Güvenlik Konseyi 2006’dan beri İran’ın nükleer programı konusunda altı karar kabul etti. Bu kararların hepsinde İran’dan, barışçıl olduğuna ilişkin güven sağlanıncaya kadar,  nükleer programını “askıya alması” talep ediliyordu. Son varılan Cenevre anlaşmasına göre, BMGK’nın beş daimi üyesi kendi aldıkları kararın etrafından dolaştılar.  Altı ay boyunca, İran’ın uranyum zenginleştirme yapmasına onay verdiler. Böylece, BMGK kararlarının delinebileceğini göstermiş mi oldular? 
Daha net bir söylemle,ABD ve İsrail İran’ın bütün uranyum zenginleştirme faaliyetlerin durdurmasını isterken bunu başaramamışlar mıdır?.
Barışçıl amaçlarla kullanılmak şartıyla, uranyum zenginleştirme, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na göre her devletin hakkıdır. P5+1 İran’ın bu hakkını teslim ediyorlardı (zaten Antlaşma bu hakkı veriyor), ama, pratikte uygulamasına karşı çıkıyorlardı. Cenevre anlaşmasına göre, şimdi pratiğe de onay verdiler. İran, zenginleştirilmiş uranyum stokunu arttırmamak kaydıyla, mevcut kapasitesini kullanarak,  zenginleştirme çalışmalarına devam edebilecektir.
Bu İran’ın lehine olan ve ileride çok rahat kullanabileceği bir kazançtır.
  Zaten, Cenevre anlaşması, ileride varılacak kapsamlı bir anlaşmanın da genel bir çerçevesini çiziyor.
İran’ın ilerideki uranyum zenginleştirme çalışmalarının ihtiyaçlara göre karşılıklı anlaşma ile belirleneceğini söylüyor. Yani, İran’ın nükleer tesislerinin tümüyle sökülmesi ve çalışmalarının durdurulması artık gündemden düşmüş oluyor. 
Sadece bu değil, İran’ın elindeki zenginleştirilmiş uranyum stoklarını Türkiye üzerinden nükleer yakıta değiştirilmesi yolunda Türkiye ve Brezilya tarafından 2010 yılında yapılan öneride aynı şekilde gündemden düşmüş oluyor.
Bu önemli ilkesel kazançları karşılığında, İran, genel hatları itibariyle, mevcut nükleer altyapısını ve çalışmalarını altı ay süreyle genişletmemeyi, her hangi bir zorunluluk olmadan  gönüllü olarak  kabul ediyor.  
Yayılan iyimser havaya rağmen,  kapsamlı anlaşmaya varmak kolay olmayacak. Zira, İran’ın batı ile sorunları yalnızca nükleer dosya ile sınırlı değil. Batı, İran’dan, terörizme (Hizbullah, Hamas gibi) verdiği desteği kesmesini, İsaril'i tehdit etmekten vazgeçmesini isteyecek
. İran ise, özellikle ABD’den, rejimini tanımasını talep edecek. Bunlar kolay halledilebilecek konular değil.
Ancak, İran ve ABD bir nihai anlaşmaya varırlarsa, bu, bölgede bütün taşların yerinden oynaması anlamına gelecek. İran’ın bölgedeki eli rahatlayacak. Bu durum, özellikle körfez bölgesinde yeni sorunların önünü açabilecek. Bölgede rahatlayınca, İran, “devrim ihracı” politikasını yeniden döner mi, özellikle bizim dikkat etmemiz gerekecek.
           O nedenle, İran’ tahrik edecek “mezhepçi” dış politika anlayışını biran evvel terk etmemizde hayati yararlar var.
Cenevre’de varılan geçici anlaşma hiç olmazsa altı ay süre ile İran’a yapılacak bir askeri müdahaleyi gündemden düşürüyor. Ancak, bu süre sonunda kapsamlı bir anlaşma ortaya çıkarılamaz ise, bu defa müdahale olasılığı ciddi biçimde artacak.
Varılan anlaşma ile Batı, İran'ın Suriye'ye aktif müdahalesini de zımnen kabul etmiş oldu. Nitekim, İran'ın 22 Ocak'da yapılacak ikinci Suriye konferansına davet edilebileceği konuşuluyor.
            Dünde basınında fıkra gibi bir haber vardı.  Davutoğlu’nun son haftalarda aktif diplomasi yürüttüğü ve taraflara uzlaşmaya varmaları telkininde bulunduğu ve Cenevre  antlaşmasında katkısı olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılıyor.


24 Kasım 2013 Pazar

DÜNYA LİDERİ TAYYİP


Dış politikada yeni ağır bir darbe yedik.
Mısır, Türkiye ile diplomatik ilişkilerinin seviyesini düşürme kararı aldı Mısır Ankara’daki  Büyükelçisini geri çekerken, Türkiye’nin de Kahire Büyükelçisi’nin  Mısır’ı terk etmesini istemiştir, yani daha açık söylemiyle “istenmeyen kişi” ilan etmiştir.
Buna gerekçe olarak da; içişlerine müdahale edilmesi, Türkiye’nin, uluslar arası toplumu Mısır aleyhine tahrik, ülkede istikrarsızlığa  yol açmaya  çalışan kuruluşlara  yardım etmesini ve Mısır halkının 30 Haziranda ortaya koyduğu iradeyi küçümsemeye devam etmesi olarak gösterilmiştir.
AKP iktidara gelinceye kadar Türkiye’nin Arap dış politikası, Arap ülkelerinin içişlerine karışmamak, Araplar arası ihtilaflarda  taraf olmamak üstüne kurulmuştur.
Tayyip Erdoğan iktidarı ile ve özellikle  değeri kendinden menkul, yeteneksiz ama yeteneksiz olduğu kadar  da hırslı   Davutoğlu’nun  Dışişleri Bakanı olmasından sonra, Türkiye Arap coğrafyasında yürüttüğü geleneksel dış politikadan uzaklaşarak, Arap İslam dünyasında liderliğe soyunmaya başlamıştır.
Bunu yaparken de hiçbir zaman istikrarlı bir tutum sergileyememiş, zikzaklar  çizerek ülke itibarını da  zedelemiştir.
Örneğin önceleri, karşılıklı aile ziyaretleri yaptığı, dostu, kardeşi Esad’ın , ABD’nin füze kalkanı önerisini red etmesi üzerine, bir anda ABD öyle istiyor diye “diktatör, insan haklarına saygısı olmayan, kendi halkını öldürmekten çekinmeyen” bir insan ve düşman olarak ilan edildi.
Esad rejimini devirmeye çalışan, büyük çoğunluğu Suriyeli olmayan isyancılara yardım ettik. Yurt içinde ve yurt dışında Esad’ın on onbeş günlük süresi kaldı derken, ABD’nin Rusya ile anlaşıp Esad’la masaya oturulmasını kararlaştırınca, Türkiye bir anda Suriye Konusunda yalnız kaldı, elimizde de kala kala, sosyal ve ekonomik sorunlar yaratan  yüz binlerce Suriyeli sığınmacı kaldı.
Aynı dış politika yanlışları İsrail ilişkilerinde de  yaşandı. Önce verilen liyakat madalyaları kabul edildi arkasından, “One minute” krizi yaratıldı, verilen demeçlerle astık kestik ama hiçbir şey yapamadık, yapamadığımız gibi Deniz Kuvvetlerimizin kolu kanadı kırıldıktan sonra da, İsrail’in, Doğu Akdeniz’deki mavi vatanımız ve ekonomik çıkar alanlarımızda Güney Kıbrıs Rum yönetimiyle ortak petrol ve doğalgaz aramasını,yani cirit atmasını da, Tayyip Erdoğan sayesinde  mahsun mahsun seyrediyoruz.
Irak ve Kürt politikamız tümüyle iflas etti. Gözümüzün içine baka baka dört ülkedeki Kürtlerin birleştirilmesinden bahis edildi, yani bu ülkeden toprak talebinden bahis edildi hiç sesimiz çıkmadı, çıkamadı.
Bir bölge liderine devlet başkanı muamelesi yaptık.
İran, Amerikan ilişkilerinde önemli bir yumuşama gözle görünür halde, bu durumda İran Amerikan ilişkilerinde zaman zaman Türkiye’nin soyunduğu arabulucu rolüne gerek kalmayabilir  ve dolayısı ile en azından bu sorunda Türkiye’nin jeopolitik önemi azalabilir.
Türk ekonomisine pompalanan İran parası kesilir. Bu ekonomide büyük sorun yaratır.
Bütün bu yanlış dış politika uygulamalarının temelinde, Dış İşleri Bakanlığının deneyimli bürokratlarının  devre dışı bırakılması ve Tayyip Erdoğan’ın hayal aleminde  kurgulanan bu coğrafyanın lideri olmak ihtirası yatmaktadır.
Uluslar arası  lider olabilmek, her şeyden önce teslimiyetçi olmamayı ve başka ülkelerin hukukuna saygı göstermeyi gerektirir.
Ayrıca, liderler yaşadıkları coğrafyayı ve o bölgenin tarihini en azından kendisine anlatılanın yalan olup olmadığını anlayacak kadar  bilmeleri gerekir.Yani geçmişinden okunmuş bir şeyler olmayı gerektirir.
İslam dünyasındaki tüm  Arap ülkelerinin  son kertede yüzlerini Mısır’a döneceklerini bilmek gerekir. Zira Mısır, Arapların  gerçek lideridir.
İlk etapta Mursi’yi destekleyen Suudi Arabistan ve Kuveyt’in nasıl bir anda Sisi rejimini desteklediklerini yaşayarak gördük.
O nedenle Dünya lideri olmak Tayyip beyin boyunu aşan çok zor iştir.
 

      


20 Kasım 2013 Çarşamba

ÇOCUKLARINIZIN, TORUNLARINIZIN YÜZÜNE BAKAMAMAKTAN KORKUN.


 
AKP İktidarının teröristle mücadeleyi bırakıp müzakereye başladığı andan itibaren, daha açık bir söyleyişle Türkiye Cumhuriyeti Devleti terörist başıyla müzakerelere başlayıp, onun terör örgütü önünde diz çöktüğü andan itibaren “Büyük Kürdistan” projesini gerçekleşmesi için adımlar atılmaya başlandı.
Artık,bölücüler dört ülke coğrafyası içinde yaşayan Kürtlerin birliğinden, bir federasyondan çekinmeden söz etmeye başladılar.
AKP iktidara gelinceye kadar Türk siyasetçileri  özenle ayrılıkçıların kullandığı bölge ve şehir isimlerini kullanmazlardı.
Ama maalesef artık iş iyice çığırından çıktı. Bir bölgesel yönetimin başına, Türkiye Cumhuriyetinde sadece misafir devlet başkanlarına uygulanan protokol uygulanarak,kendisi sanki bağımsız bir devletin başkanıymış  gibi,  bölgesel yönetimin bayrakları asılarak karşılandı.
Dört ayrı ülkede yaşayan Kürtleri birleştirmek idealinden bahis etti, buna en ufak bir tepki gelmedi
Kendisine uygulanan Devlet Başkanı muamelesi karşısında, buna o bile inanamadı.
“Rüyamda görsem inanmazdım” dedi.
Bu ülkeyi ziyaret eden herhangi bir ülke eyalet başkanına, bugüne kadar devlet protokolü uygulandığına hiç tanık  oldunuz mu?
Ama geçtiğimiz hafta sonu, Diyarbakır’da maalesef bu yapıldı.
Başbakanların muhatabı  yerel yönetimlerin  liderleri değil, ülkelerin başbakanları olur. Ama bu da görmezden gelindi.
 BM Güvenlik konseyi kararlarıyla ve kendi anayasası ile verilmiş olan, Türkiye’ye yönelik terör faaliyetini engelleme görevini yapmamış, bölgesinden Türkiye’ye terörün girmesine göz yummuş, terör örgütüne kucak açmış bir başka ülkenin yerel bölge lideri ile görüşmek, hayal edilen  Büyük Kürdistan’a ABD böyle istedi diye onay vermektir.
Bu Kuzey Irak Kürt yönetimine ve Bağdat rejimine “Türkiye olarak ben, Kuzey Irak yönetimini bağımsız bir devlet olarak tanıyorum veya en hafifinden onlar bağımsızlık ilan ederlerse ben buna göz yumarım, sessiz kalırım” mesajı vermektir.
Aslında Diyarbakır’da olan bitene çok sert tepki verilmesi gerekirken, bu bir normalleşme olarak görülebilir ve böyle algılatılmaya çalışılmasına tepkisiz kalınabilinir mi?
Kalınamaz, kalınmaması gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin  bölünmesi çabaları,  normalleşme olarak kabul edilemez.
 Başbakanı’nın “Yeni Türkiye” derken  neyi kast ettiğinin kendisinden  sorulması gerekmez mi?
Birinci Mecliste Atatürk de “Kürdistan” demişti, o da mı o zaman bölücüydü diyen Tayyip Erdoğan’a, yakın tarih dersi verecek bir siyaset adamı yok muydu?
Diyarbakır’da yaşananlar sadece Ahmet Kaya isimli ölmüş bir kişinin “Gezi olaylarında” kimin yanında olacağı gibi basit bir olaymış gibi görünebilinir mi?
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı’nın “Kuzey Kürdistan”dan kastının ne olduğunu sormak gerekmiyor  muydu?
Dört ayrı ülkede yaşayan Kürtlerin birliğinden kast edilenin , Büyük Orta Doğu Projesinin hedefi olan Büyük Kürdistan olup olmadığını sormayacak mıyız?
Başbakan buna tepki veremeyecek durumda ise, bu zavallıya haddini bildirecek bir kimse yok mu?
Türkiye’nin Doğu ve Güney doğusunun adının ne zamandan beri “Türkiye Kürdistanı olduğunu sormak, ulusça  hakkımız değil mi?
İşlerine  geldiği zaman “dostluk, kardeşlik” nutukları atanlara ve bu ülke insanın çok büyük bir kesiminin ortak değeri olan “Kemalizm” için tarihin çöplüğüne atıldı diyen küstaha, kimse cevap vermeyecek mi?
Atatürk’ün kurduğu ve emperyalizme karşı büyük bir başkaldırı olan Kurtuluş savaşını yürütmüş bu Mecliste görev yapan  AKP li  Milletvekilleri, genel başkanınızdan korkmayın; bu sessizliğiniz, bu tepkisizliğiniz sonucu Türkiye’den  koparılacak “Kürdistan” nedeniyle çocuklarınızın, torunlarınızın  yüzüne bakamamaktan korkun.






  

17 Kasım 2013 Pazar

HALKIN CHP’DEN BEKLEDİĞİ




Halk, CHP’den AKP ile bir ağız dalaşına girmesini değil, Tayyip Erdoğan’ın sırf gündem değiştirmek için ortaya attığı, bu ülkenin temel sorunu olmayan hususlarda ona laf yetiştirmesini istemiyor.
Halk, Türkiye’nin gerek iç ve  gerekse de dış politikada ciddi sorunları olduğunu biliyor.
Halk, CHP’nin bu kısır tartışmaların üstüne çıkarak, doğrudan doğruya kendisine hitaben bu ülkeyi nasıl yönetmeyi düşündüğünü açıklamasını istiyor.
Halk, sırf oy avcılığı yapmak için laikliğin delinerek orta çağ zihniyetine dönüş çabaları karşısında, ona koltuk değneği olunmasını değil, tam aksime ona karşı  direnilmesini istiyor.
 Üniter devlet yapısının bölünmesine giden yolda iktidara payanda olunmamasını istiyor.
Gezi Parkı Direnişini doğru tahlil edilerek, partinin temel felsefesini teşkil eden altı okun, halkçılık ve devrimcilik ilkelerini ön plana çıkartılmasını istiyor.
Gezi Parkı Direnişçilerinin, özgürlükçü, çevreci, laik ve Atatürkçü olduğunun anlaşıdığını, hür ve demokratik bir hayat isteyen bu gençliğe  inandırılmasını istiyor..
İktidar olduğunda memuriyette yandaşlığı değil, liyakati esas alacağını, işciyi,çiftçiyi, emekliyi koruyacağını haykırmasını istiyor.
İktidar olduğunda yapılan tüm hırsızlıkların, soygunların hesabını soracağını, çaldığının çalanın yanında kar  kalmayacağını,  ilan etmesini istiyor.
AKP’den devir alınacak iflasın eşiğindeki ve belki de iflas etmiş ekonomi için neler planladığını, geniş halk kitlelerini koruyacak ne gibi tedbirler düşündüğünü, açıklamasını istiyor.
Artan nüfus ve sınırlı imkanlarla, eşitliği, sefalette değil refahta sağlamak için bölüşülecek pastayı, yani  üretimi nasıl büyüteceğini, arttıracağını  anlatmasını istiyor.
Demokrasinin olmazsa olmazı, yansız ve bağımsız yargıyı nasıl tesis edeceğini duymak istiyor.
Basın Özgürlüğünü hangi yöntem ve yasal düzenlemelerle teminat altına alacağını halk duymak istiyor.
Bazı CHP sözcülerinin şiir manisi kıvamındaki, seçmene hoş görünmek için söyledikleri sözlerin, yaptıkları açıklamaların bir ağırlığı olmuyor.
Tam aksine CHP’nin toplum indindeki ağırlığına zarar veriyor.
Türkiye, AKP İktidarının uyguladığı yanlış dış politika tercihleri ile de köşeye sıkışmış durumdadır.
Kuzey Irak, Suriye, Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege’de ekonomik ve siyasal çıkarlarımızın tehdit altında olduğunun farkında olduğumuzu, bizim, işbirliği ve dostluk anlayışımızın eşitler arasında, mazlum milletleri de koruyup kollayacak bir işbirliği ve dostluk anlayışı olduğunu anlatmamızı istiyor.
Elbette bir siyasi partinin iktidara gelmeden, çok detaylı  planlar projeler ortaya koyması zordur.
Devlet mekanizmasının başına geçip, gerçeklerle yüzleşmeden, çok detaylı mikro ve makro planlar yapmak elbette zordur.
Ama halkta iktidar olunduğunda bu detaylı plan ve projelerin geniş halk kitlelerin yararına yapılacağı inancını yaratmak gerekir.
Halk şu anda CHP’nin ülkenin ağır iç ve dış sorunlarına ciddi surette eğildiğine inanmıyor.
Geniş halk kitleleri AKP’ye karşı büyük kızgınlık içindeyken  hala CHP’yi ciddi bir seçenek olarak görmüyorsa, yönetim kadrolarının dönüp kendilerine bakması gerekir.
Halkın desteğinin nasıl kazanılabileceğinin örneği var. 1973 ve 1977 yıllarında CHP AKP’nin 2002 ve 2007 de aldığı oyların aynısını almıştı.
Ama o zaman halka açıklanan projeler, yönetici kadroların tutarlılığı, dış politikadaki bağımsızlık halkta güven yaratmıştı.
Halkçılık ve devrimcilik ilkemizi ön plana çıkartmış ve halkta umut yaratmıştık.
Partiyi büyütüyoruz diye, partiyle kan ve doku uyuşmazlığı olanlar partiye alınmamıştı.
CHP yönetimi  halka açılıyorum diye, partinin kurucusu Atatürk’e karşı olanları, karşı olmanın da ötesinde ondan nefret edenleri, tekkeler zaviyeler açılsın diyenleri, etnik köken milliyetçilerini, yani bölücüleri, ikinci Cumhuriyetçi liboşları bu partide baş tacı ederse inandırıcılığını yitirir, saygınlık erozyonuna uğrar.
AKP iktidarının çürüdüğü bu dönem de bile umut yaratan bir seçenek olamaz.

13 Kasım 2013 Çarşamba

İKTİDARIN VALİSİ

     
Vali illerde DEVLETİN temsilcisidir. Ama son yıllarda valiler devletin valisi olma niteliklerini kaybettiler,  iktidarların, hükümetlerin valisi oldular.
Benim çiftçim, benim işçim, benim memurumdan ileri demokrasi sayesinde, benim bakanım, benim valime geldik.
Vali olabilmek  için, “benim valim” döneminde  liyakat  değil iktidara, yakın olup olmamak önemli bir hal aldı.
Nitekim son günlerin en çok konuşulan ismi, aslında konuşulmaya bile değmeyecek,  vatandaşa “GAVAT” demek saygısızlığında bulunan Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, “iktidarın valisinin”  en güzel ve en son örneği.
Kim bu iktidarın Valisi?
        Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını İstanbul Belediyesi’nde aklayan kişi.
Bu üstün görev anlayışından olacak ki, önce Kırklareli Valisi ve sonra da sırasıyla Aydın ve Adana Valiliklerine atanan zatı muhterem.
Başbakan, Vali’nin söyleminin “Hoş olmadığını ama Valiyi de kimseye yedirmeyeceğini” söylüyor.
Buna gerekçe olarak da insanların “Hükümet İstifa” diye bağırdıklarını, birisinin de “Allah Belanı versin” dediğini, bunun üzerine Vali’nin KÜFRETTİĞİNİ söylüyor.
“Hükümet istifa”  demek ileri demokrasilerde suç mudur?
Burası nasıl bir demokratik bir ülke?
Başbakan, halkın demokratik tepkisi karşısında, “vatandaşlara küfür eden”  valiyi görevden almayacağını söyleyince de insanın aklına,  acaba bu Valinin İstanbul Belediyesi’nde Tayyip bey ve arkadaşlarını aklarken, bizlerin ve halkın bilemediği bazı bilgilere ulaşmış olması mı, onu halka küfretmesine rağmen, ÖZEL OLARAK HİMAYEYE MAZHAR KILIYOR, sorusunu getiriyor.
Tabi her vali, Adana Valisi gibi, “Başbakan’ın sözleri benim için bir emirdir, ben gereğini yaparım” demez.
Örnek mi istiyorsunuz? İşte örnek.
Özal döneminin Malatya Valisi Naim Cömertoğlu, Başbakan’a “Devletin Valisi” nin ne demek olduğunu anlatan,  adam gibi adam.
Bir gün Vali Coş’un  görevi de bitecek.  Valileri Devletin valisi olarak gören iktidarlar gelince onu  kulağından tutup haklı olarak atacaklar,  birkaç sene sonra Vali Coş’u  kimse hatırlamayacak,  hatırlasalar bile, “hani bir vali vardı, halka küfür eder,  saçını bıyığını boyardı” diye anımsayacaklar.
Ama bakın  Vali Naim Cömertoğlu’nu bugün insanlar hala “devletin valisi” olarak anımsıyorlar.
Elbette böyle devletin valisi olmuş, bu sıfatı hak etmiş onlarca yüzlerce vali vardır. Onları da saygı ile yad etmek lazım.
Devlet ciddiyetinin çivisi, Devlet görevlilerinin maaşını rabıta’ya ödeten Kenan Evren ile çıkmıştır. Turgut Özal’la, “Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz, Benim memurum işini bilir” le devam etmiştir.
  Ama özellikle Tayyip Erdoğan Başbakan olduktan  sonra devletin her kademesindeki görevliden, “bakanım, valim, genel müdürüm” gibi devlet adabıyla bağdaşmayan bir üslupla konuşmaya başlamasıyla da devam etti gidiyor.
Elbette bu düzeyde konuşmanın tek sorumlusu Tayyip Erdoğan değildir, bu tarz bir söyleme muhatap olmasına rağmen bunu içine sindirebilenlerdir.
Artık basında bile dillendirilen, Başbakan’ın bakanlarını dövdüğü, Bakanlarına ve milletvekillerine ettiği küfürlerin haddi hesabı olmadığı söylentilerine rağmen, bunun  yalanlanmasına  bile gerek görülmüyorsa  iş  çığırından çıkmış demektir.
Yalanlanmayan söylentiler doğruysa, yani Başbakan sille tokat Bakan dövüyorsa, küfrediyorsa bu elbette ayıptır.
Ama asıl ayıp ve kınanması gereken, eğer doğruysa,  bunlara muhatap olup da, sessizlik ve korkuyla karışık bir mahcubiyet içinde  bunu sineye çekenlerdir.
Eğer bu yazılanlar, söylenenler doğruysa ,  Başbakan’ın elinde, bu dayak yiyen,  küfre muhatap olan Bakanlar ve vekiller hakkında bazı özel bilgiler mi var da, bu nedenle mi susuyorlar, şüphesi uyanıyor.
Aslında, hakkı ve görevi olmadığı halde insanları göz altına aldıran, halka küfreden vali özel himayeye mazhar olacak, ama bakanlar, vekiller dayak ve küfre muhatap olup susacaklar. Çok manidar.
  


9 Kasım 2013 Cumartesi

BAŞBAKANLAR GERÇEKLERİ ÇARPITMAZ


Başbakan, “Biz kızların, erkeklerin devletin yurtlarında karışık kalmasına müsaade etmedik, etmiyoruz” dedi.
Bu ülkede ne zaman kızlar ve erkekler devletin yurtlarında karışık olarak kaldı.
Devletin yurtları bir tarafa,  bir tane bile özel yurt gösteremezsin.
Başbakan aslında bunun böyle olmadığını çok iyi biliyor, ama sırf tartışma zeminini bu platforma çekip, bu toplumun büyük çoğunluğunun kabul etmeyeceğini bildiği bir konuyu sanki varmış gibi göstererek gündemi değiştirmek istedi ve bundan da başarılı oldu.
Zira muhalefette tam bu noktada, Başbakan’ın istediği zeminde tartışmaya katıldı.
Muhalefet sözcülerinin de yardımıyla tartışma, Türk halkının büyük çoğunluğunun içine sindiremeyeceği, kabul etmeyeceği ve anlamayacağı “kız erkek beraber kalma özgürlüğü”ne dönüştü.
Başbakan böylece bir taşla iki kuş birden vurmuş oldu
İlk olarak asıl tartışmamız gereken, işsizlik, açlık sınırı altında yaşayan milyonlar, emeklilerin, işçilerin durumu, dünyanın en büyük borç yükü altında ezilen dördüncü ülke olma sorunu, kadın cinayetleri, sekiz yaşında bir çocuk gelinin gerdek gecesinde ölmesi, dış politika da yaşanan felaketler, ABD’nin hoşuna gitmek için Ermenistan kapısını açma hazırlıkları hepsi güme gitti, bunlar Türkiye’nin gündeminden düştü.
İkincisi muhafazakar aileleri tedirgin ederek, hem onlara sempatik görünmeye çalışıyor ve hem de bu muhafazakar aileleri kızlarını üniversiteye göndermekten caydırabileceğini düşünüyor.
Oysa Başbakan’ın anlattığı gibi kız erkek bir arada yaşanan öğrenci yurtları bu ülkede hiçbir zaman olmadı.
Ama o kadar çirkin kelime oyunu yapıyor ki, sanki eskiden böyle yurtlar vardı da, AKP İktidarı ile buna son verildi şeklinde bir anlam çıkacak biçimde “Biz kızların, erkeklerin devletin yurtlarında karışık kalmasına müsaade etmedik, etmiyoruz .” diyebiliyor.
Geçmiş iktidarlar buna müsaade etmiş miydi?
Bir tane örnek versene.
Veremez? Veremez  zira bunun doğru olmadığını da en iyi kendisi bilir.
Ama sekiz yaşında bir çocuğun kırk yaşındaki bir sapıkla evlendirilmesine, küçücük çocuğun gerdek gecesinde ölmesine en ufak bir tepki vermez.
Çocuk sekiz yaşında olduğuna göre, bunun resmi evlilik olması da mümkün olamaz.
Bu ve benzer ahlaksız sapıkların   fiilleri “Çocukların cinsel istismarına” girer.
Bu tür ahlaksızlıkla mücadele etsinler diye yetkili makamlara talimat verdin mi?
Çocuk gelinlerden rahatsız olmayan bir Başbakan, reşit insanların bir arada olmasından niye rahatsız olsun,  onun derdi  bu ülkeye şeriat düzenini getirmek, imam nikahını veya muta nikahını yaygınlaştırmak.
Aynı evde de kalırsın, birisinin ikinci üçüncü karısı da olursun.
Var mı imam nikahın? Koyuver gitsin.
Başbakan bilerek ve isteyerek yaptığı bu gerçek dışı açıklamasıyla, kız çocuğu olan aileleri tedirgin ediyor, ediyor ki, okuyan kız çocuğu sayısı her gecen gün azalsın.
İki reşit insanın ilişkisi çevreyi rahatsız etmiyorsa kimseyi ilgilendirmez.
Zira kanunların yasakladığı sadece “Alenen cinsel ilişkide bulunmak ve teşhircilik”  yapmaktır.
Ama Başbakan’a söylenecek söz, yukarıda yazdığımız şekilde  bir  tartışmaya katılıp onun ekmeğine yağ sürmek değildi.
Tam aksine ona, işsizlik sorunu nasıl çözmeyi düşündüğünü sormak gerekirdi,
Açlık sınırı altında yaşayan milyonların, emeklilerin, işçilerin durumunu sormak gerekirdi.
 Dünyanın en büyük borç yükü altında ezilen dördüncü ülkesinin başbakanı olarak ne düşündüğünü sormak gerekirdi.
Kadın cinayetleri sorulabilirdi.
Dış politika da yaşanan başarısızlıklar  ile  ABD’nin hoşuna gitmek için Ermenistan kapısını açma hazırlıkları olup olmadığı sorulabilirdi.
 Ama maalesef  bu konular konuşulmuyor. Gündem Başbakan’ın istediği gibi şekilleniyor.
Aslında Başbakan, muhafazakar insanların duygu dünyasını kaşıyarak gündemi değiştirmeye kalkınca, kendisine  “BAŞBAKANLAR GERÇEKLERİ ÇARPITMAZ” sen şimdi ülkenin gerçek gündemine gel şu sorulara cevap ver denebilirdi.






6 Kasım 2013 Çarşamba

ÖNEMLİ OLAN PYRRHUS ZAFERİ DEĞİLDİR.


Son günlerde tartışılan en güncel konu, AKP li dört kadın milletvekilinin TBMM Genel Kurulu’na dışarıdan ithal, Anadolu kültürüyle hiç ilgisi olmayan “türbanla” girmeleridir.
Bir grup bunu, din ve vicdan özgürlüğü’nün doğal bir sonucu, bir diğer kesim ise bunu  anayasanın laiklik ilkesinin ihlali olarak görmektedir.
Türk siyasi yaşamında din, siyasetçiler açısından daima çok hassas bir konu olarak algılanmıştır.
Aslında dürüst ve derinliği olan siyaset adamları, şark kurnazı basit siyasetçilerin aksine, kutsal din duygularını istismar etmezler. Edilmesine de izin vermezler.
Bu istismarı yapanlar halka yukardan bakıp, onu aşağılayanlardır.
Zira onlar, kutsal din duyguları istismar edilerek halkın  kandırılabileceğini düşünenlerdir.
Kutsal din duygularının istismar etmeyen, edilmesine prim vermeyen siyasetçi, milletine hakikaten güvenen, onu küçük görmeyen, ondaki üstün vasfa ve sağduyuya inanan kimsedir.
Bu nedenle AKP dini simgeleri, dince kutsal değerleri sömürerek siyaset yapıyor ve bu yolla oy topluyor, bizde onlar gibi davranalım, en azından bazı olaylarda sessiz kalalım demek yanlıştır.
 Kadın milletvekillerinin Genel Kurula “Türbanla” girmesi karşısında, rahmetli Ecevit’in verdiği tepkiyi vermeyerek, “AKP’nin oyununu bozduk, bu konuyu istismar etmelerini önledik” tarzındaki söylem, CHP’nin duruşu ve tarzı olamaz.
Eğer bu düşünce tarzı doğru olsaydı, kurtuluş savaşını verenler, o tarih itibariyle hem de dinin en büyüğü halife tarafından dinsizlikle damgalandıklarında, hem kendileri ve hem de halk  bundan etkilenirlerdi. Ama böyle olmadı.
Anadolu insanı o gün de, bugünkü kadar dindardı. Üstelik gerilik ve cehalet çok daha ileri haldeydi. Buna rağmen Anadolu insanı, bu din istismarına kanmamış, sahtekar din bezirganlarını çok güzel ayırmıştır.
“Türban” olayına rahmetli Ecevit’in verdiği tepkiyi verirsek, dinsizlikle itham ediliriz diye düşünmek, gafletin en büyüğüdür.
Bu devletin temelini oluşturan, demokrasinin olmazsa olmazı olan Laiklik ilkesine yapılan saldırılara sessiz kalırsanız, yani laikliği savunmada sağlam durmazsanız, “din üzerinden siyaset prim yapıyor” diye düşünürseniz,  gerçek bir CHP’ linin aklından bile geçirmemesi gereken  çok vahim bir yanlışın  içindesiniz demektir.
TBMM de türbanlı vekilden sonra, türbanlı vali, türbanlı kaymakam v.s yaşama girdiğinde, laiklik artık belirleyici olmayacaktır, yeni bir rejim başlayacaktır.
Açık ve dürüst olalım, meclisteki tutumunuz, “ laikliğin günü doldu, artık biz partimizin temel değeri olan laiklikten vazgeçtik” demektir.
O zaman bunu açıkça ve mertçe söylemekten korkmayın
Aslında gelinen nokta CHP’ye yönelik kaset operasyonuyla, Devletten ve CHP’den ulusalcı Kemalist unsurların tasfiye edilmesinin hangi hedefe yönelik  olduğuna  açıkça meydana çıkarmıştır.
Bu saatten sonra Tayyip Erdoğan’ın kişilerin özel hayatına yaptığı ve yapacağı müdahalelere verdiğiniz ve vereceğiniz tepkiler inandırıcı olmayacaktır.
Bakın daha iki gün evvel Devlet “Nişan”larından Atatürk ve T.C çıkarıldı, ne tepki verdiniz?
Yoksa T.C ve Atatürk konusunda Tayyip Erdoğan gibi mi düşünüyorsunuz?
CHP’nin saygı değer yöneticileri,  Kongre üyesi olmaktan onur duyduğum Büyük Fenerbahçe’nin kongre üyeleri ve Beşiktaş’ın Çarşı Taraftar grubu  Atatürk Cumhuriyeti’ne sahip çıktılar, yani sizin yapmanız gerekipte yapmadığınızı yaptılar..
Laikliklik ihlallerine büyük tepki vermeyelim, din üzerinden siyaset prim yapıyor diye düşünebilirsiniz, belki bunda bir an için  başarılı da olabilirsiniz.
Mühim olan Pyrrhus zaferleri kazanmak değildir. Sonun Pyrrhus’un sonu olmamasıdır.
Sonun Pyrrhus gibi olmasını istemiyorsan,  demokratik yollardan iktidara gelmek idealine, kirli yollara sapmadan ulaşmaya çalış.
Çünkü gerçek CHP liler, halkına ve onun sağduyusuna inanan insanlardır.


  



3 Kasım 2013 Pazar

ATATÜRK’Ü KUTUP YILDIZI GİBİ GÖRENLER


31 Ekim’de TBMM de yaşananlar, demokrasiye, hukuka, hukukun üstünlüğüne inan her insanın içini acıtacak olaydı.
Cumhuriyet tarihimiz de ilk kez bu iktidar döneminde, Türkiye’nin içine girdiği doğrultuyu tehdit eden, o doğrultuya özünde ters düşen bir anlayış, bir değerler sistemi, çeşitli oyunlarla ve bahanelerle, muhalefeti de kullanarak yaşama geçirilmek isteniyor.
Ülkenin bunca acil çözülmesi gereken sorunları varken, o temel sorunların çözümüne yardımcı olacak anayasal ve yasal düzenlemeleri yapmıyoruz, ama artık bize bunu dışarıdan dayatanların bile vazgeçtiği siyasal İslamı  hayata geçirecek adımları TBMM’de  muhalefetin de desteğiyle hayata geçiriyoruz.
Yaşanan olay, artık bu ülkede laikliğin belirleyici olmadığı, yeni rejimin belirleyici olduğu anın başlangıcıdır.
İktidar ve muhalefetin elbirliği ile gerçekleştirilen bu anayasaya aykırı zorlamalar, çok önemli siyasal gelişmelere gebedir.
31 Ekim günü TBMM de yaşananlar, LAİKLİĞE ZARAR VERMİŞ, TOPLUMU AYRIŞTIRMIŞTIR.    
Devlet ve siyaset adamı Sayın Onur Öymen, yaşanan tehlikeyi gözler önüne seren, ama umutsuz da olmamız gerektiğini işaret eden bir elektronik mektubu  AKP li dört kadın milletvekilinin meclise türbanla girdiği günün ertesinde gönderdi.
Okunup ders alınması gereken bir yazı.
Sayın Öymen: “4 kadın milletvekilinin meclise türbanla girmesi iktidar yandaşlarıyla dini simgelerden siyasi rant elde etmeye çalışanlar tarafından özgürleşmenin bir işareti gibi yorumlanıp coşkuyla karşılandı.
 Seçilmiş 7 milletvekili hapisteyken bunu siyasette özgürleşmenin bir işareti gibi görenler çıktı. Yüksek mahkemelerimizin üniversitelerdeki türban yasağını anayasamıza uygun gören kararlarına rağmen, bu yasağın kaldırılmasına öncülük yapan bazı muhalefet liderleri, türbanın her derecedeki okullarda ve kamu kuruluşlarında serbest bırakılmasının da yolunu açmış oldular.
Onlar şimdi Meclisteki milletvekillerinin türban takmasını mutlulukla karşılıyorlar.
 Türkiye'de demokratik hakların başta gelen savunucularından olan Bülent Ecevit'in bu konuda Mecliste yapmış olduğu çıkış şimdi demokrasi karşıtı bir tutum gibi sergileniyor.
Eğitimde, toplum yaşamının her kesiminde ve dış politikada Osmanlı dönemine özlem her vesileyle dile getiriliyor ve Türkiye bir din toplumuna dönüştürülüyor.
Her alanda geriye götürülmeye çalıştırılan bir toplumun ileri gitmesi mümkün müdür? Sadece geri vitesi olan bir arabayla ilerleyebilir misiniz? Böyle bir ortamda "ülküm yükselmek, ileri gitmektir" sözlerini içeren Andın kaldırılmasına şaşırılabilinir mi?
Şaşılması gereken husus uzun yıllardan beri ilericiğin, devrimciliğin önderliğini yapan bir partiyi yönetenlerin bütün bunları sineye çekebilmeleridir.
Öteden beri Türkiye'ye demokrasi dersi vermeye çalışan bazı Batılı kuruluşların da Türkiye'deki laiklik karşıtı gelişmeleri dinsel özgürlüklerin geliştirilmesi gibi yorumlayıp alkışlamaları da dikkat çekicidir.
Bütün bu gelişmeler ülkemizi otoriter bir şeriat devleti olmaktan çıkartıp laik, çağdaş bir ülke haline getiren Büyük Atatürk'ün yolundan gidenleri yıldırmamalıdır.
Atatürk'ü bir kutup yıldızı gibi gören toplumumuzun ezici çoğunluğu onun gösterdiği yolda azimle ilerleyecek ve ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyine kavuşturacaktır. Atatürk'ün izinden gitmeye gücü yetmeyenlerden ek dileğimiz Onun eserine gölge düşürmemeleridir. Unutulmasın ki, karanlığın en koyu olduğu an sabahın en yakın olduğu andır.” Diye yazmış.
Evet Atatürk’ü kutup yıldızı gibi görenler, bu büyük mücadeleye devam edecekler. Bu mücadeleyi sonuna kadar inançla götürecek ve ülkesiyle, milletiyle bölünmez LAİK hukuk devleti olan TÜRKİYE CUMHURİYETİNE sahip çıkacaklardır.