28 Mart 2016 Pazartesi

AŞİRET DEVLETİ GİBİ


AKP iktidarı sayesinde  çok ciddi devlet geleneği olan Türkiye Cumhuriyeti, aşiret devletine dönüştürülüyor.
Geçtiğimiz Cuma günü bunun yeni bir örneğini, Tayyip Erdoğan’ın Yozgat Bozok Üniversitesinde yaptığı konuşmada yaşadık.
Tayyip Erdoğan’ın gazeteciler  Can Dündar ve Erdem Gül’ün duruşmasını izlemeye giden başkonsoloslara yönelik sözleri, devlet geleneği olan bir ülke Cumhurbaşkanı’ndan ziyade aşiret reisi  düzeyindeydi.
Tayyip Erdoğan Başkonsoloslara “…Siz kimsiniz ya, sizin ne işiniz var orada. Yani diplomasinin de bir adabı var. Burası senin ülken değil, burası Türkiye. Sen konsolosluk binası ve sınırları içinde hareket edebilirsin. Diğerleri izne tabiidir.” diyerek yüklendi.
Bu konuşma neresinden alırsanız alın, gerek seçilen muhataplar açısından ve gerekse de içerik olarak, yani hukuken de yanlıştı.
Yabancı devlet temsilcilerinin kendi vatandaşlarını ilgilendirmeyen davalara izleyici olarak katılmaları elbette hoş karşılanacak bir durum değildir.
Hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı evrensel insan hakları olduğundan ve on üç yıllık AKP iktidarı döneminde de bu değerlerin ağır hasar gördüğü, haklı kanaati  dünya genelinde yaygın  kanı haline gelmişse, başkonsolosların bu davayı takip etmelerini  yadırgamamak gerekir.
Ülkemizi yönetenlerin yapmaları gereken ise, bu olumsuz yargıyı giderecek önlemleri almalarıdır.
Ciddi devlet, görevi dışında faaliyetlerde bulunduğunu düşündüğü yabancı konsolosluk temsilcileri hakkında “istenmeyen kişi, (persona non grata)  işlemi yapar ve ülkeden çıkartır.
Cumhurbaşkanları, devlet başkanları başkonsolosları muhatap almazlar ve onları ulu orta azarlamazlar. Azarlayıp da gereği yapılmaz ise, yani “istenmeyen kişi” ilan edilmezse, bu kez de bağıran, azarlayan Cumhurbaşkanı açısından  ağır bir itibar kaybı söz konusu olur.
Siyaset adamlarının hepsinin hukukçu olmak zorunluluğu elbette yoktur. Ancak siyasete girildiği andan itibaren de hukuka uygun davranmak ve konuşmak zorunluluğu vardır.
Bu nedenle başkonsolosların davaları izlemelerinin görevleri arasında bulunmadığını iddia etmek de uluslararası hukuk bakımından da doğru değildir.
1963 Konsolosluk İlişkileri hakkında Viyan’a sözleşmesinin 5. Maddesine  göre, konsolos, bağlı bulunduğu devlet tarafından kendisine verilen ve kabul eden devlet kanun ve düzenlemelerinin yasaklamadığı veya bu devletin karşı çıkmadığı görevleri de yapar.
Yani bizim yasalarımız yasaklamamışsa, ki böyle bir yasak söz konusu değildir, yabancı konsolosluk temsilcilerinin  dava izlemelerinde uluslararası hukuka aykırı bir durum da   yoktur.
Elbette Cumhurbaşkanları her şeyi bilmek durumunda değillerdir, işte danışmanlar böyle işler ve zamanlar için vardırlar.
Konuşmalarını hazırlayanlar bu tür basit sıradan yanlışları yapmazlar, yapmamaları gerekir.
Tabii bunun ön şartı danışmanlığın çok ciddi bir görev olduğunu kabul ederek, liyakat sahibi insanların o görevlere seçilmeleri gerekir.
Sırf eş dost, “benim yandaşım” diye işe yaramayan onlarca danışman seçerseniz, bu tür yanlışlar da kaçınılmaz olur.     


25 Mart 2016 Cuma

EŞİT VATANDAŞLIK


Geçtiğimiz Salı günü grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’nin çözüm önerisi içeren yasa teklifini gündeme aldırmak için önerge vereceklerin söyledi.
Kılıçdaroğlu aynı zamanda “Devletin fabrika ayarlarına da dönmesi” gerektiğini, dış politikada “Yurt’ta sulh Cihan’da sulh” ilkesinin uygulanması  gerektiğini belirtti.
Tabii fabrika ayarlarına dönmesi gereken bir diğer kurum da Atatürk’ün kurduğu CHP’dir.
Yasa teklifi incelendiğinde daha baştan CHP’nin temel değerleriyle çeliştiği görülecektir.
Teklifte, Kürt sorunun temelinde “eşit vatandaşlığın gereklerinin yerine getirilmemesi ve demokrasi konusundaki eksiklikler….” gösterilmiştir.
Bu açıklamadan anlaşılan, milli devlet ve Türk vatandaşlığına karşı önerilen  model, bizatihi kendisi bir eşitsizliği ortaya koyan “eşit vatandaşlık” modelidir.
Bu model, ulus devletlerin içindeki farklı kültür gruplarının, kültürel farklılıklarını özerkliğe dönüştürme eğilimlerini yansıtan olgudur.
Vatandaşlığı sadece bir hukuki bağ olarak alan anlayış, Osmanlının 1876 tarihli Kanun-i Esasi’sinden başlayarak süre gelen yurttaşlık ve anayasa geleneğinin bir devamıdır.
Nitekim  1876 tarihli Kanun-i Esasinin 8. Maddesinde “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesi herhangi din ve mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur…” denerek tabiyetin bir hukuki bağ olduğu ortaya konmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Anayasası olan 1924 Anayasası’nın 88. Maddesi de “ Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” demiştir.
1961 Anayasasının 54. Maddesinin 1. Fıkrası ve 1982 Anayasasının 66. Maddesinin 1. Fıkrasında aynı “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür”  denmiştir.
Demek ki Anayasanın 66/1  1980 Askeri darbesinden sonra Anayasaya dahil edilmiş değildir. 1924 ve 1876 anayasalarında bu tanım esastır.
Bu yukarıda belirttiğimiz dört tarif de “Vatandaşlığı” bir hukuki bağ olarak tanımlamışlardır.
Bu vatandaşlık tanımında, din,ırk, milliyet gibi kültürel ve etnik özellikler hukuki unsur olarak yer almazlar.
Türk vatandaşlığı eşitlik ilkesine dayanmaktadır. Nitekim Anayasamızın 10. Maddesinde “Herkes, dil,ırk, renk,cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” deniyor.
Demek ki istenen, hedeflenen daha başka şeyler. Yani, mikro milliyetçiliğe dayalı  etnik temelli bir devlet yapılanması
Teklifte eleştirilecek başka konularda olmasına rağmen, bir önemli ve tehlikeli hususlardan biri siyasetteki dil yasaklarının kaldırılması isteğidir.
Alman dil bilimci Wilhelm von Humboldt “Gerçek vatan dildir. Vatandan en hızlı, en kolay uzaklaşma dil yoluyla olur; ve hatta en sessizce gerçekleşen yol da budur”
İşte bu teklifle yapılmak istenen Kürt kökenli Türk vatandaşlarını, ülkeden uzaklaştırmak, yaşadıkları topluma yabancılaştırma arzusudur.
CHP’nin bir konuyu yasa teklifi haline getirebilmesi için, bunun parti programında yer alması gerekir.Her aklına gelen örneğin genel başkan veya TR 705 ve destekçileri istiyor diye parti programında yer almayan hususları yasa teklifi haline getiremez.
Dersim olaylarının araştırılması talebinin altında yatan da, Atatürk’e nefret duyan AKP’lilerin desteğiyle, acaba Atatürk’ü ve devletin kurucularını lekeleye bilir miyiz, böylelikle bölücülere sempatik görünebilir miyiz,  düşüncesinden başka bir şey değildir.





       











21 Mart 2016 Pazartesi

DOKUNULMAZLIKLAR


Terörün kol gezdiği bir zamanda şimdi bu konun zamanı mı diye düşünen okurlar olabilir.
Ancak bu terör fırsat bilinerek AKP başkanlık sistemini hayata geçirecek çoğunluğu sağlamanın peşindedir.
AKP’nin kuruluşunda dokunulmazlıkları “Kürsü Masuniyeti” ile sınırlandırılacağını beyan etmiş ve fakat sonra bu kendilerine hatırlatıldığında, yargı tarafsız olmadığı için bundan şimdilik vazgeçtiklerini ilan etmişlerdi.
Dikkatli vatandaşların gözünden kaçmamıştır. AKP önce bazı HDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını gündeme taşıdı.
Muhalefet bunun üstüne, bütün dokunulmazlıklar kalksın demeye başladılar.
AKP’de tam bu noktada olayın kendi istedikleri gibi geliştiğini görünce, “Hadi Anayasanın 83. Maddesine ek bir madde ilave edelim, bir defalık tüm dokunulmazlıkları kaldıralım” restini çekti.
Ülkemizdeki dokunulmazlık uygulaması, adi suçlara kalkan görevi yaptığından, kamuoyu da dokunulmazlık kurumuna haklı olarak sıcak bakmıyor.
TBMM de bekleyen dokunulmazlık dosyalarının partilere göre dağılımına ve yargının bugünkü haline bakınca en şanslı partinin AKP olduğu görülmektedir.
AKP, muhalefetin bu kadar zayıf olduğu bir dönemde bir seçimle, en azından Anayasa değişikliğini referanduma götürecek 330 veya biraz üstü sandalyeye sahip olma arzusu içindedir.
Anayasamızın 78. Maddesinin 3. Fıkrası “….genel seçimlerden otuz ay geçmedikçe ara seçime gidilemez.Ancak, boşalan üyelerin sayısı, üye tam sayısının yüzde beşini bulduğu hallerde, ara seçimlerin üç ay içinde yapılmasına karar verilir.”  demektedir.
Üye tam sayısının yüzde beşi, yirmi altı  sandalye demektedir. Yani en az yirmi altı sandalye boşaltılırsa, boşalmadan itibaren üç ay içinde ara seçim yapılacaktır.
Yargının içinde bulunduğu durumda göz önüne alındığında bu rakamın çok daha üstünde muhalefete ait sandalyenin boşaltılacağını düşünmek için müneccim olmaya lüzum yoktur.
Kamuoyu araştırmaları da, muhalefetin yetersizliği nedeniyle de AKP’nin yüzde ellinin üzerinde desteğe sahip olduğunu bize gösterdiğine göre, bırakın daha yüksek sandalye sayısını otuz kırk civarında boşaltılacak sandalye sayısı için yapılacak ara seçimlerden on üç sandalye eksikliğini tamamlayabilir.
Bu arada düşürülecek milletvekili sayısı da elliden az olmayacaktır.
Kamuoyu araştırmalarına göre HDP’nin yüzde on barajının da altında olduğu göz önüne alınırsa, durum AKP için kaymaklı ekmek kadayıfı olur.
Dikkat edilirse AKP, terör örgütünün siyasi uzantısı olan  HDP’nin kapatılmasını hiç ağzına almıyor, sadece  HDP’li milletvekillerini hedef alıyor.
Bunu siyasi partilerin demokrasinin vazgeçilmez unsursu olduğuna inandığı için değil, işine öyle gelmesi nedeniyle böyle yapmaktadır.
AKP için hedefe giden her yol mubah değil midir? Onlar için demokrasi vakti geldiğinde inilecek bir tramvay değil midir?
AKP’nin bu konudaki hedefine ulaşmasını engelleyebilecek tek bir tehlike var; o da bu konudaki oylamanın gizli oyla yapılacağı ve grup kararı alınamayacak, hatta gruplarda görüşme dahi yapılayacak olmasıdır.
Gizli oylamada kaç milletvekilinin “Hayır” oyu vereceğini öngörmek mümkün değildir.
Yüzde doksanı adi suçlardan olan dokunulmazlıkların gizli oylamada kalkacağını düşünmüyorum.
Tayyip Bey’in de açmazı bu gibi geliyor bana.
         










18 Mart 2016 Cuma

İLAHİ TAYYİP BEY

Tayyip Erdoğan, 22. Muhtarlar toplantısında herkesi şaşırtan “Ben gidersem devlet yıkılır” cümlesini sarfetmiş.
Tayyip beyin narsis bir tarafı var ve bu çok açık görülüyordu, ama işin bir megolamani düzeyinde olduğunu hiç düşünmemiştim.
Nedir Megolamani?
Megolamani, büyüklük hezeyanı ya da diğer bir deyişle büyüklük kuruntusu, kişinin kendisine gerçekle uyuşmayan üstün nitelikler yakıştırmasıdır. Megolamani kendi başına bir hastalık değilse de oldukça şaşırtıcı bir psikolojik bir durumdur. Büyüklük hezeyanları kişinin yetenekleri, nitelikleri ve yaşantısı hakkındaki mantıksız inançlara dayanır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihine bakıyorum, Atatürk, İsmet Paşa, Celal Bayar ve daha onlarca Cumhurbaşkanı, başbakanlar geçti, bunların içinde karizması çok güçlü olanlar da vardı, ama  hiçbirisi böyle bir söz sarf etmedi.
Üç yüz, dört yüz yılda bir Dünya’ya gelen, kendisinin değil, yabancı rakiplerinin bile “çağın en büyük devlet adamı” diye nitelediği Atatürk dahi böyle bir cümle sarf etmedi. Tam aksine, insanların fani olduğunu devletin ebedi olduğunu, “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, ama, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır” diyerek, şiirsel bir şekilde anlatmıştır.
Tayyip bey cümleniz, bir büyüklük hezeyanın dışa vurumu da olsa, rakiplerinizden vaz geçtim, en azından kendi siyaset arkadaşlarınıza saygısızlıktır.
Bu söylediğiniz söz, bana “çam ağacının altında ot bitmez” sözünü hatırlattı.
Bu cümlenizle siz,gerek kurucusu ve fiilen başında olduğunuz partinizde ve gerekse de Türk siyasi hayatında benden başka adam yok diyorsunuz.
Allah uzun versin, size bir gün emri hak vaki olursa ne yapacağız, maazallah devlet biter öylemi?
Tayyip bey, dünya, çok önemli, önemli olmanın ötesinde, çok büyük devlet adamları gördü, her insan gibi onlar doğal ömürlerini tamamlayıp öbür dünyaya göçüp gittiler, hiç birisinin başında bulunduğu devlet yok olmadı.
Bu devletin temelleri çok sağlamdır, onun için hiç üzülme sen, senden sonrada bu devlet yaşayacak, hem de gelişerek, özgürleşerek yaşayacak.
Sen zannediyor musun ki, Türk siyasi yaşamı bu kadar sığ adamların elinde sür git kalacak, bu millet en sıkıntılı günlerinde büyük devlet adamları çıkartır.
Bak, Boğazın hasta adamının enkazı  üstüne bu cumhuriyeti kuran dehalar da, bu toplumun içinden çıktılar.
Öyle bir Cumhuriyet kurdular ki, senin gibi kent varoşlarından gelen bir adamın Cumhurbaşkanı olmasının önün açtılar.
Bu, senin yeteneklerinden öte Cumhuriyetin ne güçlü temeller üstüne oturduğunu gösteriyor.
Acaba ben kötü niyetlimi düşünüyorum? Başkanlığı istemenin altında yatan, Türkiye’yi uçuracağın falan olmayıp da, Türk tipi başkanlık sistemi diyerek, kendinden sonra da devletin başına geçecek insanı da tespit ve tayin  etmek istiyor olmayasın.
 Türk milleti sana yüzde elliler civarında oy verir, hatta bu kadar kifayetsiz muhalefet sayesinde daha çok bile oy alabilirsin ama, sana Türk tipi başkanlığı vermezler.
Hele bu sarf ettiğin “Ben gidersem devlet yıkılır” cümlesinden sonra artık hiç şansın kalmadı gibi geliyor bana.

Bunca önemli görevlerde bulunmuşsun ama  vaz geçilmez insan olmadığını öğrenememişsin; ilahi Tayyip Bey,  mezarlıklar kendini vaz geçilmez zannedenlerle doludur.

15 Mart 2016 Salı

Şahin Mengü: HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ

Şahin Mengü: HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ: Pazar akşamı kahpe terör Ankara da gene onlarca can aldı, yüzü aşkın yaralı var. Son üç dört ay içinde bu ülkede verdiğimiz kayıplardan...

14 Mart 2016 Pazartesi

HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ


Pazar akşamı kahpe terör Ankara da gene onlarca can aldı, yüzü aşkın yaralı var.
Son üç dört ay içinde bu ülkede verdiğimiz kayıplardan sonra, bir tane sorumlu istifa etmek erdemini göstermedi.
İnsan aklı ile alay edercesine, hep aynı sıradan beylik laflar, “Kimse sabrımızı ölçmesin”, “İstihbarat zafiyeti yok”, “Suçlular yakalanacak” bıktık bu laflardan, duyunca midemiz bulanıyor artık.
Oslo’da terör örgütü mensuplarına “Nerelere mühimmat depoladığınız biliyoruz” diye cilve yapan, “Beğenmediğiniz kamu görevlilerin bize bildirin” diye şirin görünmeye çalışan adam, yargı önüne çıkmayacak mı?
Ona emri veren, sırtını sıvazlayan, hatta korumaya alan zatı muhterem sen, sen nasıl ve kime hesap vereceksin.
“Başkanlık gelirse kaos biter” başlığını atanlar; yoksa sizin bilginiz dahilinde mi bu katliamlar yapılıyor, halkın aman “Başkan olsunda, bu kan dursun” demesini mi bekliyorsunuz?
Zaten bu ülkede kendi söyleminizle “fiili başkanlık sistemi var”  o zaman niye bu terör belası bitmiyor.
Ankara’nın kalbinde bir kilometre çap içinde TBMM, Başbakanlı ve Genel Kurmay Başkanlığı’nın olduğu alanda son bir ay içinde yaşanan ikinci büyük facia. 
Lütfedin de bari bir iki tane sorumluyu, AVM müdür olamayacak yeteneksizlikteki İçişleri Bakanı’nı, koruma görevlisi bile olamayacak ama sizin MİT müsteşarı yaptığınız adamları istifa ettirin, ettirin de bari toplum inanmasa bile, acaba iyi şeyler mi olacak diye biraz umutlansın.
Ama bunu yapamazsınız, nasıl yapacaksınız ki, ya konuşurlarsa, örneğin Sırrı Süreyya Önder’in söylediği, “Biz Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde Kandil’e gittikten” daha ileri şeyler anlatırlarsa.
Tabii asıl suçlu sizsiniz, devleti siz yönetiyorsunuz. Siz yönetiyorsunuz da, köpeksiz köy buldunuz değneksiz dolaşıyorsunuz.
Özellikle de bu terör örgütüyle ilişkilerde sizi eleştiren, sıkıştıran bir muhalefet mi var?
Onlarda aynen sizin yaptığınız gibi, topuklu Kemal Derviş aracılığı ile iktidar olurlarsa PKK terör örgütüyle görüşebileceklerini söylüyorlar, “PKK’lıların da çok acı çektiklerini” söyleyebilen TR-705 kod numaralı ABD görevlisini bağırlarına basıyorlar.
Ülkenin başka hiçbir sorunu yokmuş gibi, bir anayasa tartışmasıdır gidiyor, yok Türk tipi başkanlık olsun, yok “Türk Milleti” anayasada yer almasın, özerklik tanıyalım, ana dilde eğitimin önünü açalım.
Bunların hepsi ucuz halk yardakçılığı yapmaktır. O bölge insanın gerçek sorunlarına hiç parmak bastınız mı?
Hiçbiriniz bugüne kadar, o bölgedeki feodal düzeni değiştireceğiz, ağaların, beylerin gasp ettikleri toprakları alıp, topraksız, yüz yıllardır sömürülen marabaya dağıtacağız dediniz mi?
Sanki o bölge gençliği işsizliğe, açlığa mahkum olsun da, dağa çıksın diye çaba sarf edercesine o bölgede kapatılan, tasfiye edilen KİT’leri ihya edip tekrar açacağınızı hiç ağzınıza aldınız mı?
Ne iktidarı, ne muhalefeti bunu söyleyemezsiniz. Sizi oraya getirmek için tasarlayan irade buna izin vermez.
Söylediklerime hayır diyemezsiniz, yoksa iktidar olmak için okyanus ötesindeki büyük ağabeyinizden icazet almak için yarışmazdınız.
Dökülen kandan, yitip giden canlardan, iktidarı ile muhalefetiyle müştereken  SORUMLUSUNUZ, HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ.




11 Mart 2016 Cuma

YALAN DOLAN


Ey Necip Türk halkı birileri bizi her zaman olduğu gibi gene bir güzel kandırıyor.
Kayseri pazarlığı yaptık dediler ya, Kayserililer bu işin arkasını önünü anlayınca inanın bunları, zekalarına hakaretten  mahkemeye verir.
Hiçbir pazarlıkta ve hele uluslar arası pazarlıklarda tüm elini göstermek, akıllı adam işi değildir.
Türk basını tarafından büyük başarı diye yutturulan büyük Türk hamlesi ne biliyor musunuz? 
Özetle şu: “Yunanistan’a, ister Suriyeli olsun ister, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden olsun, yasal olmayan yollardan gitmiş sığınmacıları biz geri alacağız. Karşılığında aynı sayıda sığınmacıyı yasal yollardan Avrupa kabul edecek.
Ancak Davutoğlu, bu alicenaplığı karşısında Türkiye’ye  2018’e kadar 3 milyar Euro daha verilmesini, vizenin de Haziran’da kaldırılmasını, beş başlık açılarak katılım sürecinin hızlandırılmasını istedi.
AB, kendi kontrolünde harcanması şartıyla, para talebini kabul edebilir. Ancak diğer talepleri karşılaması mümkün değildir.
Ne vizeyi kaldırır ve ne de beş başlığı açar.
Davutoğlu’nun para dışındaki önerilerini yerine getirmek,  Türkiye’nin üyeliği konusunda stratejik bir karar değişikliğine gidilmiş olması demektir.
AB evvelce de Türkiye’ye yaptığı vaatleri çoğu zaman yerine getirmemiştir. Bu sadece mali alanda veya göçmenler konusunda değil, üyelik süreci konusunda da böyle olmuştur.
Fransa ve Güney Kıbrıs Rum yönetiminin koyduğu engeller nedeniyle süreç zaten fiilen işlemez durumda idi.
Daha bir iki gün evvel Fransa Devlet başkanı vize konusunda 72 kıstasın yerine getirilmesi halinde vizenin kaldırılacağını söyledi.
Güney Kıbrıs Rum kesimi gemi ve uçaklarına hava alanlarımızı ve limanlarımızı açmadan onlar bu vize işine ne diyecekler.
Türk basının gözünden kaçırdığı en önemli nokta Avrupa ve özellikle de Almanya’da bu bölgeden gelen sığınmacılara duyulan tepki nedeniyle, Merkel, 13 Mart günü Almanya’nın üç eyaletinde yapılacak Parlamento seçimlerini atlatana kadar Türkiye ile sığınmacılar konusunda  bir gerginlik çıkartmak istemiyor.
Ahmet Davutoğlu ve yandaşları içerde nasıl “zafer’den söz ediyorsa, daha doğrusu böyle bir algı operasyonu yapıyorsa, Merkel ve destekçileri de, Davutoğlu’nun önerilerinin sadece sığınmacılara ilişkin kısımlarını kendi kamuoyuna anlatıyor, ama Davutoğlu’nun diğer talepleri, yani paketin tamamı anlatılmıyor. Paketin tamamı  tartışılmaya başlandığında buradaki taleplerin karşılanmasının en azından kısa dönemde imkansızlığı görülecek.
Nitekim, AB’den sorumlu ve Baş müzakereci Volkan Bozkır’da Türkiye’nin önerisinin bir paket olduğunu toplu kabulü gerektiğini, parçalanamıyacağını açıkladı.
Davutoğlu ve yandaşları, AB’nin bazı taktiksel ön kabullerini, burada “stratejik zafer” naralarıyla  Türk kamuoyuna satmak için şimdiden önlemlerini almışlar,bu nedenle de basında büyük başarı hikayeleri anlatılıyor.
Ama AB ülkeleri arasında Türkiye’yle varılacak mutabakat konusunda henüz ortak bir tutum bile tespit edilememiştir.
Daha birkaç gün evvel Merkel’in Maliye Bakanı Schauble, BBC’ye verdiği demeçte “Türkiye’nin üyeliğine karşı olduklarını” açıkladı.
O nedenle, Türk halkında AB konusunda  yalan dolanla büyük beklentiler yaratılmamalıdır. 




.



7 Mart 2016 Pazartesi

BİRİNCİ SINIF DEMOKRASİ


Mecliste temsil edilen partilerin hepsi değişik gerekçelerle Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu söylüyorlar.
 AKP ve PKK’nın siyasal uzantısı olan HDP’nin niçin bir yeni Anayasa
istedikleri net bir şekilde anlaşılıyor.
AKP, daha doğru bir söylemle Tayyip Erdoğan, açıkça kendisini tek adam haline getirecek Türk tipi Başkanlık sistemini savunuyor; müritlerinden oluşan AKP’de buna tartışmasız destek veriyor.
PKK’nın siyasal uzantısı HDP ise, Sevr’i hayata geçirecek özerkliği savunan, ulus devleti inkâr eden bir anayasa istiyor.
CHP ve MHP’nin anayasanın hangi maddesini, nasıl ve ne gerekçeyle değiştirmek istediklerini bugüne kadar öğrenebilmiş değiliz. Aslında onların gayesi de, bu gereksiz anayasa tartışmaları sırasında, kendi kötü yönetiliyor olma sorunlarını unutturmak.
Her ne kadar CHP’nin seçim bildirgesinde, aslında inandıklarından değil, Dünya görüşü olarak HDP’ye yakın bazı parti yöneticilerinin “O bölgeden ancak bunları söyleyerek oy alırız” aldatmacasına kanarak söyledikleri bir şeyler var ama, onların da Anayasanın hangi maddesinin hangi gerekçeyle değiştirilmesini istedikleri net değil.
Geçtiğimiz Cumartesi günü, Kılıçdaroğlu, “BİRİNCİ SINIF DEMOKRASİ İSTİYORUZ” diye dillendirdiği, 16 maddeden oluşan bir çağrı yaptı.
Bunlardan üç tanesi, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği ve “Organ Mahkemeleri” hakikaten anaysa değişikliğine ihtiyaç gösteriyor. Diğerleri zaten bugünkü Anayasa da güvence altına alınmış konular.
Millet vekillerini millet seçsin, Anayasa değil siyasi partiler kanunu sorunu, yüzde on baraj, seçim kanunu sorunu, toplumsal barış, demokrasi anlayışının sorunu, Ortadoğu Bataklığından çıkmak, yasal bir sorun değil dış politika tercihi, Bunların hiç birisi Anayasada düzenlenmediği için sorun olarak önümüze çıkıyor değiller.
Siyasetçilerin demokrasiyi içlerine sindirememeleri nedeniyle yaşanan olumsuzluklar.
Birinci sınıf demokrasi isteyen Kılıçdaroğlu’nun taleplerinin on üç tanesinin bir Anayasa değişikliği gerektirmediği açık.
“Organ Mahkemesi”, denen husus da, hepsinde de değil, daha çok   federal devletlerde bulunan bir mahkeme.
Eğer Y-CHP yöneticilerinin kafasında Türkiye’yi federatif yapıya götürme düşüncesi varsa elbette o ayrı bir konu.
Bu Mahkeme, kuvvetler arasında, yani,  yasama, yürütme ve yargı organları, ya da federe devletler ile federasyon arasında bir sorun çıkarsa bunu çözmesi için düşünülen bir mahkemedir.
Türkiye’de bugüne kadar sadece bir kez, Sayın Ahmet Necdet Sezer’in Kanun gücünde bir kararnameyi imzalamaması üzerine böyle bir sorun ortaya çıkmıştır.
O dönemde anayasacılar ikiye ayrılmış, bir grup anayasacı imzalamama yetkisi var derken, bir kısım anayasacı da, imzalar sonra Anayasa Mahkemesi’ne götürür şeklinde tartışmışlardı.
Ben onun dışında,  herhangi bir zamanda,  ülkede  kuvvetler arasında ciddi bir tartışma yaşandığını hatırlamıyorum.
İleri de bu tür ihtilaflar çıkarsa diye Anayasa Mahkemesi yasasında yapılacak bir değişiklikle, bu görev Anayasa Mahkemesine verilebilinir. Bu nedenle böyle özel bir mahkeme önerisi, sırf yeni bir şey söylüyor olmak için söylenmiş bir laftan ileri gitmez.
Birinci sınıf demokrasiyi tesis etmenin yolu, devleti yönetenlerin demokrasiyi içlerine sindirebilmelerinden geçer; birinci sınıf demokrasi kurabilmek  için tümden yeni bir anayasaya ihtiyaç yoktur. İngiltere’nin Anayasası bile yoktur, ama demokrasisi birinci sınıftır.


4 Mart 2016 Cuma

ATMA RECEP DİN KARDEŞİYİZ


Tayyip Bey seni dinledikçe hayretlere düşmemek mümkün değil, her olayı işine geldiği gibi bir güzel anlatıyorsun ki, değme keyfine.
Zannedersin ki Dünya’da herkes seni dinliyor, sen ne dersen onu yapıyorlar.
İşine o gün nasıl geliyorsa öyle anlatıyorsun. Önünü arkasını düşündüğün falan yok, zaten sana dur, ne yapıyorsun,”Bundan evvel tam aksini söylemiştin”  diyen de yok.
Hatırlıyor musun, PKK ile senin talimatın doğrultusunda görüşmelerin yapıldığı ortaya çıktığı zaman, önce “görüşen şerefsizdir” demiştin ama olay doğrulanınca  “İktidar görüşmedi, devlet görüştü” açıklaması yapmıştın.
Bir terör saldırısından sonra Fransa’ya “Sizin İstihbarat Teşkilatlarınız ne iş yapar diye” kendince ders verdin, fırça attın. Ama o arada bizde daha önce yaşanan Diyarbakır katliamını unutuverdin.
Diyarbakır ve Ankara’da devletin gözü nünde üç olayda, üç yüze yakın insan öldü, senin bakanların bürokratların insanların gözünün içine baka baka “zafiyet söz konusu değil dediler” Yani yalan söylediler.
Güneydoğu Anadolu’da kan gövdeyi götürüyor, tabii orada bir zafiyet yok, açılım kepazeliği sırasında, kolluğun gözleri önünde, bölgeye PKK’nın, mühimmatlarıyla beraber yerleşmesine göz yummak var. Yani ihanet var.
Her lafının başında beni halk seçti, ben milletin yüzde elli ikisinin oyu ile seçildim kandırmacısını öyle güzel anlatıyorsun ki
Tabii böyle süzme bir muhalefeti bulduğun için ilk turda seçime katılan seçmenin yüzde elli ikisinin oyunu alarak seçildin, seçildin ama o seçimde aldığın  oy milletin yüzde elli ikisi falan değil.
Senin seçimin, Cumhuriyet siyasi tarihinin en düşük katılımlı seçimiydi. Katılım yüzde yetmiş üçtü, sen bu katılanların, yani sandığa giden seçmenin yüzde elli ikisinin oyunu aldın, genel seçmen sayısına oranlarsan aldığın oy yüzde otuz sekizler civarında.
Ama sen bunlara aldırma sen, etrafındaki yalakaların söyleminden menkul bir dünya liderisin, herkes sen ne diyorsan inanmak ve uymak zorunda.
Sen Anayasa da bilirsin, bilirsin ama Anayasa’nın 138. Maddesinin hiçbir organ, makam, merci veya kişinin mahkemelere emir ve talimat veremeyeceğini bir türlü öğrenemedin.
Yağdırıyorsun emirleri, savcı itiraz etsin, mahkemeler dirensin.
Emrin olur, başka.
Spor yönetimini de yalamış yutmuşsun. O engin bilginle en son olarak da UEFA’ya  giydirmişsin
Galatasaray’a verilen cezadan ötürü ”Kulübü değil, yöneticileri cezalandırın” demişsin.
Bir de yöneticilere ne ceza vermelerini de söyleseydin çok daha iyi olurdu. Haklısın bizim ülkemizde, futbolcu transferinde milyonlarca euro’yu, doları sokağa atan kulüp yöneticilerine biz ağır cezalar veriyoruz da, Avrupalıların da böyle yapmasını önermen iyi olmuş.
Kime ne anlatıyorsun Tayyip Bey, bugüne kadar bu ülkede  milyonlarca doları acımasızca harcayan, batıran  hangi kulüp yöneticisinden hesap sorduk? Kulübünü milyonlarca dolar borca sokan adamı üstüne üstlük bir de Futbol Federasyonuna başkan yaptık.
Buraya milyonlarca dolara transfer olan topçuların, sonra Avrupa ülkelerinde, burada aldıkları paranın dörtte birine oynaması üzerine hiç ne oluyor efendiler dedik mi?
Demedik.
Tayyip Bey seni dinledikçe aklıma  o “Atma Recep Din Kardeşiyiz” deyişi geliyor.