30 Haziran 2013 Pazar

NİÇİN SUSTUKLARI ANLAŞILIYOR

     
Geçtiğimiz Perşembe günü yayınlanan yazımda “Susmak Destek Vermektir” demiştim.
Son zamanlarda yaşanan ve ülkenin bölünmesinin  alt yapısını hazırlayan bazı olaylara değinmiş ve CHP yönetiminin bunlara tepki vermediğini dile getirmiştim.
Geçen hafta Salı Günü Tayyip Erdoğan,  sık sık yaptığı gibi İsmet Paşa’nın aziz hatırasına “ faşist diktatör” diyerek saldırmıştır. Bu  onun aziz hatırasına olduğu kadar, aynı zamanda  CHP’nin   tarihine de saldırıdır.
Demokratik rejim demiş, demokratik rejimi istemiş ve hayata geçirmiş, dünyaca saygın bir devlet adamına ve onun başından bulunduğu Partiye yapılan bu çirkin ve gerçek dışı saldırıya, bugüne kadar Kemal Kılıçdaroğlu tarafından bir cevap verilmemiş olması kaygı verici, kaygı verici olduğu kadar da düşündürücüdür.
Kılıçdaroğlu, Baykal’dan sonra ilk seçiliği Kurultay’da “ Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün, Bülent Ecevit’in  ve Deniz Baykal’ın koltuğunda oturmanın sorumluluğu ile hareket edeceğim” demişti.
Bu söylem hem bu eski liderlere ve hem de Partinin onurlu tarihine sahip  çıkacağı anlamındaydı;  en azından  dinleyenler ve izleyenler bunu böyle algıladılar.
Kemal Kılıçdaroğlu sadece bu haksız ve çirkin saldırılara cevap vermemekle kalmadı,  Tayyip Erdoğan’ın “Sözde Akil Adamları”nın hazırladığı PKK’yı bile geride  bırakan taleplerinde var olan; cadde, sokak, havaalanı gibi yerlerde, İnönü, Fevzi Çakmak, Abdullah Alpdoğan, Sabiha Gökçen gibi isimlendirilmelerin terk edilmesi isteğine de sessiz kaldı.
İnönü’ye duyulan nefretin temelinde hem Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı olması ve hem de Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yapanlardan biri ve Lozanı’nın büyük diplomatı olmasıdır.
Aslına bakarsanız bu suskunluk, sadece Tayyip Erdoğan’a katkı sağlıyor; açılım konusunda  Türk Milleti, ABD ve Abdullah Öcalan arasına sıkışmış olan AKP’ye can simidi atmak   oluyor.
Öcalan açılımına sessiz kalarak destek veren, Kılıçdaroğlu’nun “İhtiyarı Dışında” partiye yerleştirildiğini düşündüğüm Sezgin Tanrıkulu ve onunla beraber hareket edenlerin sağladıkları bu sessizlik ve görmezden gelmeler, onlar için bir başarıdır.
Böylece bunlar partiyi sesiz bırakarak ve olayları görmezden getirerek, Öcalan açılımına destek sağlıyorlar.
Abdullah Öcalan CHP’nin bu açılım sürecine dâhil edilmesini istemişti. Sezgin Tanrıkulu ve beraberindekiler, partiyi sessizliğe gömerek,  bu isteği dolaylı olarak hayata geçirmiş oluyorlar.
 CHP Kültüründen gelen birisi,   Tek dil ve tek bayrak olmasın” “Türk Bayrağı, Türk Milleti gibi kalıplaşmış deyimlerden vazgeçilsin” “emperyalist uşağı Şeyh Sait, Saidi Nursi gibi hainlere/isyancılara itibarları iade edilsin”  gibi taleplere destek veremez.
Bu nedenle şu anda Sezgin Tanrıkulu ve beraberindekiler, bu isteklere açıkça destek vermeye korktukları için, bunu Partiyi sessiz bırakarak gerçekleştiriyorlar.
Bu sessizliği kalıcı kılmak içinde, Sezgin Tanrıkulu ve yandaşları “Anadilde savunma”, “Anadilde eğitim”, “ihaleye fesat karıştırma suçlarında indirim”, “Milletvekillerine kıyak” gibi konularda parti program ve felsefesine uygun davranan milletvekillerinin de TBMM Adalet Komisyonundan tasfiyelerini gerçekleştirileceklerdir.
Bunun adımlarının da  atılmaya başlandığı görülüyor.
“Anadilde savunma” ile ilgili yasa Adalet komisyonun da konuşulurken Komisyonun CHP li milletvekilleri, Parti Programına uygun olarak  buna karşı çıkmışlarsa da,  Sezgin Tanrıkulu ve arkadaşları, alışılmışın dışında komisyona gelip, Parti görüşünün tam aksine,  bu değişikliğe destek vermişlerdir. Böylece Abdullah Öcalan’ın  emrini yerine getirerek, açılıma kendi çaplarında destek sağlamışlardı.
Kemal Kılıçdaroğlu’da o zaman, Sezgin Tanrıkulu’nun Parti disiplin ve  geleneklerine uymayan bu davranışına, her hangi bir tepki vermemiş idi.
Bütün bu yaşanmış olaylar CHP yönetiminin, Parti tabanından  korktuğu için, ülkenin bölünmesini öngören açılıma,  açıkça veremediği desteği,  sessiz kalarak verdiği gerçeğini ortaya koymaktadır.
CHP liler, “ihtiyar dışı” partiye yerleştirilmiş, bölünmeden yana olanlara, teslim olmamalıdırlar.  Bu partinin her kademesinde  yıllarca görev yapmış olanların , susma hakları  yoktur.
Ülke süratle bölünmeye doğru giderken, her gün tarihi değerlerimize saldırılırken, buna sessiz kalanlara karşı ses çıkartmak zorundasınız/zorundayız. Susarsak/susarsanız tarih bizleri  affetmeyecektir. 
Bu süreçte yerel seçimler yaklaşıyor diyerek sessiz kalanların tutumu, sakalı yanan adama, dur şu sigaramı senin sakalından yakayım demeye benzer.




  


 



26 Haziran 2013 Çarşamba

SUSMAK DESTEK VERMEKTİR.


AKP İktidarının, bölücü örgüt üst düzey yöneticileri ile  önce gizliden,  “Oslo Görüşmeleri”nin ortaya dökülmesinden sonra da açıktan görüştüğü bilinmektedir.
“Barış Süreci”, “Çözüm Süreci” isimleri verilerek yürütülen bu görüşmeler hakkında, ana muhalefet partisi yetkilileri, süreç hakkında kendilerine bilgi verilmemesi nedeniyle, katkı veya eleştiride bulunamadıklarını haklı olarak dile getirmişlerdi.
Ülke açısından çok önemli bir konu hakkında, gerek  ana muhalefet partisine ve gerekse Mecliste temsil edilmiş olsun veya olmasın belli oya sahip partilere bilgi verilmesi demokrasinin bir gereğidir.
Tayyip Erdoğan bir defa Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanını ve arkadaşlarını Başbakanlık resmi konutuna çağırmış ve sanki mahiyetindeki memurlarla görüşme yapıyormuşçasına bir oturma düzeninde, o güne kadar basına yansımış haberleri, bir defa da kendilerine sözlü olarak iletmiştir.
Ama artık bazı konular o kadar aleni yapılıp söylenmeye başlandı ki,  kimsenin bize bilgi verilmiyor, katkı veya eleştiri de bulunamıyoruz deme hakkı ve şansı kalmamıştır.
Bir ufuk turu yaparsak, bazı gerçekleri görmek ve nelere susulduğunu anlamak mümkün olur.
Gezi olaylarının en yoğun olarak yaşandığı 15-16 Haziran günlerinde  Diyarbakır’da “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Toplantısı” adı altında bir toplantı gerçekleştirildi.
Bu toplantı sonrasında yayınlanan 13 maddeden oluşan “Sonuç Bildirgesi”nde  T.C Devletine ültimatom olarak nitelenebilecek bir çok şey söylendikten sonra, sanki bir esir değişimi, yapılacakmışçasına başta kırk elli bin kişinin ölümünden sorumlu Abdullah Öcalan’a af, Kürtçenin resmi dil ve eğitim dili olarak kabulü taleplerine yer verilmiştir.
Bu bildirgenin aslında en can alıcı noktası 2. Maddesinde “ Kürdistan Halklarının kendi tercihleriyle statülerini (özerklik-federasyon-bağımsızlık gibi) belirleme hakkına sahip olduğunu, Kürdistan halklarının kendi kaderini tayin hakkının sadece Kürdistan halkının kararına  ve onayına bırakılması Konferansımızda ortaklaşılan bir ilKedir. Konferansımız Kürdistan’ın bir statüsü olmadan Kürt sorunun nihai olarak çözülemeyeceğini karar altına almıştır” şeklindeki açıklamasıdır.
Bu açıklamaya hükümet kanadından bir tepki gelmediğine göre, İktidarın, Oslo Görüşmeleri öncesinden başlayarak, bölücü terör örgütü ile bu konularda anlaştığı ortaya çıkmaktadır.
Peki! Ya ana muhalefet partisi bu konuda ne düşünmektedir.
Bu bildirgenin yayınlanmasından sonra iki Salı Grup Toplantısı geçti. CHP bu konuda tek kelime bir açıklamada bulunmadı.
Sanki bu konuda bir açıklama yapmamak için Gezi Parkı olaylarına sığınıldı
CHP açısından süratle cevaplanması gereken konu, terör örgütünün bağımsızlığa kadar gidecek self determinasyon talebini kabul mü etmektedir?
Amasya Tamimi gibi bu devletin kuruluşunda çok önemli bir tarih olayın yıl dönümünde, orada yapılacak toplantıya giden MYK Üyelerini gece yarısı yoldan çevirip, Gezi Parkı olayları ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı’na başvuru konusunda toplantı yapılabiliniyorsa, ülkenin bölünmesine giden yolda bir toplantı yapılmaması, eğer yapılmış da sonucu halka açıklanmamışsa, bu da  düşündürücüdür. .
Cizre de yüzleri maskeli teröristler yemin edip, Terör Örgütü PKK’ya bağlı, para militer “Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi isimli bir sözde asayiş birimi kuruyor, yani öz savunma gücü denen organizasyonun temelini atıyor, CHP bu konuda tek kelime bir açıklamada bulunmuyor.
CHP  “Öz savunma Gücünün” kurulmasını kabul mü ediyor?
Ancak  akla başka bir soru geliyor; bu konularda size zamanında bilgi verilmişti  de siz onay mı vermiştiniz, ya da bugün susarak, görmezden gelerek mi onay veriyorsunuz?
Bundan birkaç gün önce PKK üst düzey yöneticilerinden Karayılan, Abdullah Öcalan’ın serbest kalacağını açıkladı.
Bir af yasası, bir anayasa sorunu olan bu konuda da en ufak bir açıklama yok.
Bu ülkenin bölünmez bütünlüğünü savunmak, bütün siyasi partilerin Anayasal görevidir.
Ama CHP bu devleti kuran parti olarak, bu devletin bölünmez bütünlüğünün üstüne titremek zorundadır.
Şimdi soruyorum: Ülkemizin Güney Doğu Anadolu bölgesinin Türkiye’den kopartılarak, bir bağımsız Kürdistan kurulmasına giden süreci destekliyor musunuz, desteklemiyor musunuz?
Bunu CHP’ye oy vermiş veya vermemiş herkes  öğrenmek istiyor. Bunu sormak ve öğrenmek vatandaşın hakkıdır. Çünkü CHP herkes için nihai güvencedir.
Eğer bölünmeye giden süreçten yanayım diyorsanız, lütfen o koltuktan kalkın. O koltuk Atatürk’ün oturduğu koltuktur.
  
      




23 Haziran 2013 Pazar

HASDAL’DAN MEKTUP VAR-2


Değerli okurlarım, bugün size gene Hasdal tutsaklarından Deniz Kurmay Albay Bora Serdardan aldığım bir mektubu sizlerle paylaşacağım
Kendisiyle hiç yüz yüze gelmedim, ama yazdıklarından adam gibi adam olduğu anlaşılmakla beraber, onun astı olarak çalışmış bir levent bana “Emrinde çalışmış olmaktan onur duymuşumdur” diye söz etmişti.
Mahiyetinde çalışılmaktan onur duyulan, binlercesi gibi yüreği vatan sevgisiyle dolu bir subayın mektubu.
İşte aynen aktarıyorum.
                            “ÇİRKİN İTİRAF”
“Akil İnsanlar” heyeti Karadeniz grup Başkanvekilinin, Bartın Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı tarafından sorulan “İlker BAŞBUĞ terörist damgası suçlamasıyla Silivri cezaevinde yatıyor. İmralı’da yatan Abdullah ÖCALAN mı terörist, İlker Başbuğ mu?” Sorusuna verdiği yanıt oldukça ilgiçtir.(Aydınlık-26 Nisan 2013)
Ülkemiz demokratik bir süreçten geçiyor. Böyle tasfiyelerin olması gerekiyordu. Eğer bu tasfiyeler  yapılmasaydı bugünlere gelemezdik. Bugün burada seçim sürecini tartışamazdık”
Tasfiye sürecine bağlı olarak “balyoz Davası”ndan 28 Aydır Hasdal’da tutuklu bulunan Cumhuriyet  Donanmasının bir subayı öyleyse ben de soruyorum.
Bu yanıt,  çözüm sürecine (!) başlayabilmesi ön şartının TSK’nin tasfiye edilmesi gerektiğini ortaya koyan çok açık bir itiraf değil midir?
Bu “Akil İnsan” zincir baklası gibi bir biri ardında yaratılan Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy ve Askeri Casusluk davalarının TSK’nın tasfiyesine yönelik kurgulanan siyasi davalar olduğunu, kendi askerinin şerefi, onuru, haysiyeti ve namusu ile bilerek oynanmasının insan hakları açısından hiçbir öneminin bulunmadığını, bu durumun “demokratik” bir gereklilikten kaynaklandığını mı söylüyordu?
Çözüm süreci adına,  içeride ve dışarıda  barış ve demokrasi kahramanlığına soyunanların , toplama kamplarına  tıkılan yüzlerce masum insanı demokrasi düşmanıymış gibi gösterme çabaları, hangi gerçekle, hangi insan hakları ile bağdaşmaktadır?
İradenin, “Öngördüğümüz bir süreçti.”, “Hükümetimizin yönettiği bir süreçtir bu” şeklinde verdiği beyanlar, barış rüzgarının etkisi altında yapılan bu çirkin itirafı teyit etmekle kalmıyor, aynı zamanda yargının bağımlı hale getirilerek yaşatılan hukuksuzluğa onay verildiğini de göstermiyor mu?
“Akil İnsan”ın yaklaşımını ve söz konusu beyanları, ABD’nin ve AB’nin çözüm sürecini destekleyen açıklamaları ile birlikte değerlendirdiğimizde, TSK’nın tasfiye edilmesi, “Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden şekillendirilmesi” adına yapılan “bir yol temizliği” değil de nedir?
Yasaların ve iddiaların adamına göre değiştirildiği, yazıldığı veya yorumlandığı günümüz ülkesinde artık hukuk devletinden söz etmek imkansız hale gelmiştir.
Kamu makamlarının hukuka uyma yükümlülüğünü ve adaletin yansız şekilde dağıtılmasını zorunlu kılan “demokrasi” anlayışından gün ve gün uzaklaşılması “İnsan Hakları, Hukuk ve Adalet” adına çok üzücüdür.
Hal böyle iken, “devletin başının” 38. İnsan Hakları Kongresinde  söylediği “İnsan hakları, bir ülkenin, bir milletin onur meselesidir. Vicdan sahibi hiçbir siyasetçi ve devlet adamı, ülkesinde yaygın insan hakları ihlalleri yaşanırken, gerek yurt içinde, gerek yurt dışında başı dik gezemez” sözlerine ise yorum dahi yapamıyorum.
Her neyse, başı eğikler yurt dışında ve içinde gezmeye devam ededursun, üç yıldır adaletsiz hukuka karşı “Diren”en yüreğim bugünlerde bir başka atıyor.
Duvarlarla çevrilmiş, demir parmaklıklarla ve tel örgülerle örülmüş volta attığımız her zamanki “Gezi” avlusu, bir başka gözüküyor gözüme bu sıralarda.
Duvarlar dimdik duran çınar ağaçlarına, demir parmaklıklar dipdiri fidanlara, tel örgüler el ele vermiş sarmaşığa, beton zemin  ise ekilen kin,nefret ve intikam tohumlarını kabul etmeyen bir toprağa dönüşüveriyor.
Tüm avlu, zulme boyun eğmeyen, onur ve özgürlük mücadelesi veren bir “Park” alanı sanki…
Saygılarımla,
                                                                    Bora SERDAR
                                                                   Deniz Kurmay Albay
                                                                    Hasdal-10 Haziran 2013”
Üstüne söylenecek bir söz yok.
        Ülke rahat bölünsün diye, haksız ve hukuksuz zindana kapatılan bir gerçek levent, arkadaşları ile beraber uğradığı bunca haksızlığa rağmen,  denizin mavilikleri gibi pırıl pırıl yüreğinde kin, nefret ve intikam hisleri taşımıyor.
Birileri anlamaz ama  “İNSAN” olmak böyle bir şey herhalde.
                
  


19 Haziran 2013 Çarşamba

CHP ÜLKENİN BÜTÜNLÜĞÜNÜ SAVUNMAKLA GÖREVLİDİR


Salı günleri TBMM de siyasi partilerin grup toplantıları yapılır. Bu toplantılarda,  partilerin genel başkanları ülke sorunlarıyla ilgili görüşlerini açıklarlar.
Devlet adamı niteliği taşıyan deneyimli liderler, bu konuşmalarında ülkenin iç ve dış sorunlarına parmak basarak Türkiye’nin  gündemini  tayin ederler.
Geçtiğimiz Salı günü gene grup toplantıları vardı.
Tayyip Erdoğan beklendiği şekilde, gündemine çok korktuğu Taksim Gezi Parkı direnişini aldı.
Buradan hareketle içeride ve dışarıda herkese saldırdı.
Bu arada Diyarbakır’da , Abdullah Öcalan istediği için  yapılan, en az Taksim Gezi Parkı direnişi kadar önemli olan, ayrılık taleplerinin açıkça dile getirildiğ “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm” adlı konferans  yapıldı.
Bu konferansta ülkemizin  üniter yapısıyla ilgili bir sorunu olmayan her kes açısından dikkatle izlenmesi gereken nokta, “Kürdistan halklarının kendi tercihleriyle statülerini (özerklik-federasyon-bağımsızlık gibi) belirleme hakkına sahip olduğu, Kürdistan  halklarının kendi kaderini tayin hakkının sadece Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması üzerinde  ortaklaşılan bir ilke olduğunun kabul edilmesi ve, Kürdistan’ın bir statüsü olmadan Kürt sorunun nihai olarak çözülemeyeceğini karar altına almıştır” denmesi ve ayrıca terörist başına da özgürlük istenmiş olmasıdır.
Ülkenin bölünmesi talebine Tayyip Erdoğan’ın sessiz kalması kadar doğal bir şey olamaz.
Kendisine başkanlık yolunu açacak bir anayasa değişikliği karşısında, ülkenin bölünüp bölünmeyeceği onu çok ilgilendirmemektedir.
Bölünme anayasası çalışmaları da bunun net bir şekilde ortaya konmasıdır.
Ancak geçtiğimiz Salı günü yapılan CHP grup toplantısında, Kılıçdaroğlu’nun , ayrılıkçı Kürtlerin bu talebine değinmemiş olması inanılır gibi değildir.
Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanı olduğu CHP tüzüğünün “Amaç” başlıklı 3. Maddesinin 2. Fıkrası “ Ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü, ulusal birliği, ekonomik ve siyasal bağımsızlığı, yurtta ve dünyada barışı koruyup;” şeklindedir.
Kürt Konferansından çıkan sonuç bildirgesinde bağımsızlık isteği söz konusu olduğuna göre, CHP’nin buna karşı çıkması önce Tüzüğünün gereğidir.
Salı konuşmasında buna hiç yer verilmemesi bilerek ve isteyerek olmuşsa, bu bir anlamda halk deyiş ile “sükut ikrardan gelir” demektir.Bu da CHP’ye haksızlık olur.
CHP’nin ülkenin bölünmesine sessiz kalması düşünülemez. Bu sadece Tüzüğünün  yüklediği bir sorumluluk değil,aynı zamanda  tarihten gelen sorumluluktur.
Eğer Kürt Konferansının veya bu konferansın sonuçları hakkında bilgileri yoktu da bu nedenle gündeme alınmadıysa; bu da en az bilerek susmak kadar vahimdir.
Bu ülkede yaşananların sağlıklı bir şekilde takip edilemediğini ortaya koyar.
O zamanda, Economist Dergisinin “Acınacak düzeyde bir zayıflık” nitelemesi de haklılık kazanır  
 Kürtlerin bu taleplerine kişi olarak sıcak da bakılabilinir, ama CHP Genel Başkanlarının   bunu şiddetle red etmesi gerekir. Bu bağlı kalacaklarına  yemin ederek göreve başladıkları Anayasa’nın, değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek maddelerinden olan, “Türkiye Devleti, ülkesiyle milletiyle bölünmez bir bütündür” diyen 3. Maddesinin gereğidir.
Siyasette saygın olmak için tutarlı olmak gerekir, bağlı kalacağına yemin ettiğin anayasaya, partinin tüzüğüne ve partinin tarihine sahip çıkmakla olur.
CHP Genel Başkanı bu kadar hassas, ülke bütünlüğünü ilgilendiren bir konuya, grup toplantısında yer vermeyecekse, ne zaman yer verecektir.
İnsanın aklına, “kendi inisiyatifinde olmadan” partiye ve yönetime yerleştirilen,  ayrılıkçılarla aynı görüşleri savunan kişiler rahatsız olur diye, bu konuya değinmediğinden başka bir şey  gelmiyor.
Bu tutarsız  davranışlar, kendini bilmez bazı kişilere  CHP ve onun Genel Başkanı ile alay etme cesaretini veriyor.
 Cumhuriyet Halk Partiler, ATATÜRK İLKE VE DEVRİMLERİNİN BEKÇİSİDİRLER. GÜÇLERİNİ TARİHSEL KÖKLERİNDEN ALIRLAR.
CHP  Genel Başkanı, ülkenin bütünlüğünü savunmakla görevlidir,bu onun oturduğu koltuğun ağırlığından ve kutsallığından gelir,  bu nedenle CHP Genel Başkanı  en az ayrılıkçılar kadar cesur olmak zorundadır.
Ayrılıkçı talepler emperyalizmin bir oyunudur. CHP emperyalizme karşı ulusal başkaldırının öncüsü olan KUVAYİ MİLLİYE, MÜDAFAA-İ HUKUK CEMİYETLERİNİN soylu, ilkeli, onurlu temellerinden gelmiştir.
CHP bu ayrılıkçı talepleri kabul etmeyeceğini ve buna izin vermeyeceğini dosta düşmana, onların anlayabileceği bir dille ilan etmelidir.



16 Haziran 2013 Pazar

KİM BU GENÇLİK?


Yirmi bir gündür Gezi Parkında ve Türkiye’nin altmış beş ilinde devam eden eylemleri gerçekleştiren bu gençler kim?
Ne istiyorlar?
Bu gençlerin kim olduğunu, ne istediklerini  tespit etmeden, soruyu doğru cevaplandırmak mümkün değildir.
Bu gençler gerçekler karşısında hoşnutsuzluklarını hiç çekinmeden açıkça ortaya koyanlardır.
Sağcısı, solcusu, liberali muhafazakarıyla her görüşten gençlerin  ortaya koydukları tepki,  yaşam ve laik hayat tarzını koruma çabalarıdır.
Gezi direnişi diye adlandırılan olaylara katkı veren Türkiye’nin her tarafındaki, her yaştan genç, kendisine emanet edilen Atatürk devrimlerine ve onun kurduğu Cumhuriyete sahip çıkmaktadırlar.
Eylemlerde Türk bayraklarının ve Atatürk posterlerinin yoğun bir şekilde sallanması bunu ortaya koymaktadır.
Onlar Atatürk Devrimlerinin doğruluğuna herkesten çok inanmış ve en ateşli savunucularıdır.
Onlar, AKP İktidarının yaşam ve laik hayat tarzına müdahaleye başlamasıyla, bu ülkenin çağdaş medeniyetin bir parçası olmaktan uzaklaştırılacağını gördükleri  anda, kimseden yardım beklemeden, bu ülkenin muhalefet partileri vardır demeden, başka güçlerden medet ummadan,  kendisine emanet edilen laik Cumhuriyeti koruma ve kollama kararı vermiş, birileri rahatsız bile olsa Kemalist gençlik bu görevini yapmak için alanlara inmiştir.
Siyasi iktidarın emrindeki kolluk, haksız bir şekilde gelip kendisini yakaladığı zaman bile, davranması gerektiği gibi davranmış, aman dileyip yalvarmamıştır.
Hatta kolluğun kendi  attığı gazdan zarar gören  mensubuna, o beni biraz evvel copluyordu diye düşünmeden, ilk tıbbi müdahaleyi  yapmayı bir insanlık görevi saymıştır.
Geleceğine sahip çıkarken bile, insana verdiği değeri ortaya koyarak, çağdaş bir toplumun üyesi olduğunu göstermiştir.
Kendisinden alınacak çok dersler olduğunu dosta düşmana göstermiştir.
Bu çağdaş yaşamı ve laik düzeni koruma direnişinin içine bölücü ve illegal örgütlerin sızmasını önlemek için, onlardan kendisini dikkatle ayrıştırarak, iktidarın oyununu bozmuştur.
Bölücülerin, illegal örgütlerin bu gruba yaklaşmasını ve sızmasını asıl engellemesi gereken iktidar, bu gençliği toplum vicdanında mahkûm etmek için, bu sızma harekatına göz bile yummuş, ama gençlik bu oyunu da bozmuştur.
Bu gençlik hareketi, gençlik indinde itibarını yitirmiş siyasi partilerden ve yetişkinlerin örgütlerinden bağımsız bir harekettir.
Yaşam tarzlarını ve laik Cumhuriyeti korumak ve kollamak için alanlara çıkanlar, iktidarı elinde bulunduranların, ağababalarından aldıkları talimat doğrultusunda,  Atatürk’ün resimlerini resmi kurumlardan kaldırmaya  çalışsalar da, alanları onun posterleriyle süslemişlerdir.Yani Atatürkçüdürler.
Onların kişilikli duruşu nedeniyle kolluk bile Atatürk Kültür Merkezi’nin üstüne Türk bayrakları ve büyük bir Atatürk Posteri asmak zorunda kalmıştır.
Yani yaşam tarzlarını, laik Cumhuriyeti ve dolayısıyla kişisel özgürlüklerini koruma savaşından,  Atatürk’ün Bursa Nutkunda tarif ettiği Türk gençliği galip çıkmıştır.
Bunlar, namaz kılan arkadaşları kışkırtmaya maruz kalmasınlar diye ibadetleri boyunca onları korumaya almışlardır.
Bunlar kindar bir gençlik değildir, bunlar yürekleri insan sevgisiyle dolu, insanı inançlarından, mezheplerinden, etnik kökenlerinden dolayı değil, insan olduğu için seven ve kollayan Atatürk gençliğidir.
Atatürk’ü toplum hafızasından silmeye, gözden düşürmeye çalışan; Atatürk’e “soykırımcı”, “katil”, “ayyaş”  diyenler ve buna göz yuman hatta destek verenler, şunu unutmayın, bu gençlik Atatürk’ün Bursa Nutkunda tarif ettiği gençliktir, buna izin vermeyecektir.
Birileri bu hareketten ders çıkartmalıdırlar.
Atatürk’ten ve onun devrimlerinden, hangi sebeple olursa olsun uzaklaşanlardan, Atatürk  gençliği de uzaklaşmaktadır.
Atatürkçü bir partinin iktidara gelme şansı olduğuna bu gençlik inansaydı, o partiden kopma olmazdı.
Acı ama gerçek, Atatürk Gençliği indinde itibarını yitirmişlerin bu öğrenci hareketiyle bütünleşmesi mümkün değildir.
Gençlik hareketiyle bütünleşmeyen siyasi partilerin iktidara gelme şansı da yoktur.




  










12 Haziran 2013 Çarşamba

GEZİ PARKI YANIYOR



GEZİ PARKI YANIYOR
Başlığı Gezi Parkı yanıyor diye attık, Park maddeten yanarken, asıl yanan iktidardır.
Gezi Parkı direnişi önce bir çevreci direnişti.
Bütün uygar ülkelerde, tabiat varlıklarına  karşı bir duyarlılık ve hassasiyet söz konusudur.
Bu nedenledir ki; çevreye sahip çıkmak, üçüncü kuşak bir insan hakkıdır. Yani bir temel insan  hakkıdır.
Gezi Parkı’nda başlayan direniş, bu ülke gençlerinin yalnızca tabiat varlıklarına sahip çıkması olayı değil aynı zamanda geleceklerini koruma çabasıdır.
Bu direniş sırasında,  gençler  ne silah kullanıyorlar, ne kamusal yaşama engel oluyorlar ve ne de  AKP yönetiminin kamuya ait yetmiş senelik ağaçları hunharca söküp yok ettiği gibi, kamu malına zarar veriyorlar.
AKP hükümetinin, bu hunharca davranışını engellemek isteyen orta ve üstü gelir ve kültür grubuna mensup, farklı dünya ve siyasi  görüşlere sahip  gençler Atatürk’ün kendilerine vaat ettiği geleceği  korumaya çalışıyorlardı.
Direnişin  başladığı tarihte, bu grup ne bölücü,   ne de diğer illegal örgütleri yanlarına yanaştırmamış ve aralarına sızdırmamışlardı.
Ama AKP İktidarı bir sabah Parkta uyuyan gençlerin üzerine, devletin kolluğunu gladyatörler gibi saldırtmıştır.
Bu İnsan Haklarına aykırı saldırıyla AKP İktidarı hem Anayasayı ve hem de yasaları ihlal etti.
AKP iktidarı, demokratik bir ülkede kabul edilemez  şekilde, “Ben yüzde elli oy aldım, her istediğimi yaparım.” anlayışına girdi.
Bu yanlış algılamanın verdiği şımarıklıkla, toplumun büyük bir çoğunluğunun saygı duyduğu Atatürk’e ve onun en yakın silah arkadaşlarına “AYYAŞ” demek saygısızlığında ve gafletinde bulundu.
Başbakan Milli  Bayramlarda sırf Anıtkabire gitmemek için ya hastalandı, ya yurt dışı seyahat icat etti.
Laikliği yok kabul edercesine, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir İslam Cumhuriyeti  gibi düşünerek “ Ulema dan görüş aldınız mı bile dedi”, Alkol yasasına İslam Dinini referans olarak getirdi.
Türk ve Türk Milleti kavramlarını, kendi söylemlerinden çıkarttığı gibi, Anayasadan bile çıkartmaya çalıştı.
Bu yaptıklarına toplumdan hiçbir tepki gelmeyeceğini zannetti.
Ayrıca arkasına sığındığı  yüzde ellinin geçici süreli bir yetki olduğunu düşünmedi ve de diğer yüzde elliyi yok kabul etti.
Hayatının en büyük yanlışlarından birini yaparak, haddini bilmez bir şekilde, kendini Dünya lideri zannetti. İşlerine geldiği için böyle zannetmesini sağlayan Batılılar, önce “beysbol sopası” gösterdiler, arkasından Orta Doğu da istediği her şeyi red ettiler, yani bir anlamda kendisine “haddini bildirdiler”.
Elbette bu ülkenin vatandaşı olarak, Tayyip Erdoğan için değil ama Türkiye Cumhuriyeti adına üzülmemek mümkün değil.
Batmaya başladıkça gerçekleri de çarpıtmaya başladı.
Türkiye’de yaşanan olaylarda, üç vatandaşın ölmesi üzerine, buna mazeret gösterircesine  “Amerika da Wall Street’in işgali eylemlerinde on yedi kişi öldü” dedi. Buna karşılık Amerika bu söylemi anında  yalanladı, “O olaylar sırasında can kaybı olmadı” dedi.
Halkı bir birine düşürmek için, her zaman yaptığı gibi, kutsal din duygularını kullandı.
“Dolmabahçe camiine ayakkabıları ile girip içki içtiler” dedi. Bu sefer Camii imamı kendisini yalanladı. Böyle bir şeyin olmadığını açıkladı. Kendisinin insanların sığınması için Camii’nin kapılarını açtığını, içki de içilmediğini söyledi.
İmamın söylemediği, “Bana göstericiler baskı yaptı” sözünü sanki imam söylemiş gibi söyledi.
Olayları çarpıtarak, başı örtülü bir yakının tacize uğradığı iddiasında bulundu. Gerçek dışı açıklama da asıl dikkat edilmesi gereken nokta, tacize uğradığı iddia edilenin  “Başı örtülü” bir kadın olması.
Bu tam bir tahriktir.
Adana da, koşarken yüksek bir noktadan düşerek hayatını kaybeden, elbette görev şehidi olan bir polisimiz için, hiç sıkılmadan “şehit edildi” dedi. Şehit edilmek, için askerin ya da polisin, bir başka güç veya kişi tarafından yani  mevcut hükümetin uzlaştığı  PKK lılar tarafından öldürülmesi halidir.
O polisimiz, görev sırasında, kaza geçirerek şehit olmuştur.
Bütün bu söylemler, davranışlar, iktidarını devam ettirebilmek için toplumu bölüp çatıştırmak içindir.
İktidarlar yıprandıkça serleşirler, setleştikçe hata yapmaya başlarlar.
Hadi Türk basını yandaş hepsi senin iktidarın aleyhine çalışıyor da, dış basında mı senin aleyhine çalışıyor?
Amanpour gibi  dünyaca ünlü bir gazetecinin de mi seninle bir alıp veremediği var.
İktidar,  Gezi Parkı direnişini ve Türkiye’nin her yerinde yaygınlaşan tepki hareketlerini doğru okumak durumundadır. Bunu doğru okuyamadığı zaman yanan Gezi Parkı değil iktidar olur.

9 Haziran 2013 Pazar

MUHALEFET BOŞLUĞU

MUHALEFET BOŞLUĞU
Günler önce Taksim Gezi Parkında başlayan, demokratik bir direniş hareketi,  AKP iktidarının anlamsız sertliği karşısında bütün Türkiye’ye yayıldı.
Yaygın demokratik toplum tepkisinin altında yatanın, AKP İktidarının giderek artan bir dozda özgürlükleri daraltmaya yönelik davranışları olduğunu anlamak gerekiyor.
Bir ülkede toplumun her kesiminden, her siyasi görüşten insan bir araya gelerek, siyasal iktidara karşı, hiçbir örgütün planlaması olmadan , hak talebinde bulunmaya başlıyorlarsa, burada iktidarın otoritrleşmesi  sorunu olduğu kadar, bir muhalefet boşluğu olduğunu da görmek ve kabul etmek gerekir.
Yaygın toplumsal hareket doğru okunduğu takdirde , halkın özgürlük, yaşamına müdahale edilmemesini, daha açık bir deyimle uygar bir ülkede yaşamak istediği, üçüncü sınıf bir demokrasinin yaşandığı bir ülkenin vatandaşı olmak istemediği görülecektir.
Ezilmişlik, ötelenmişlik iddiasıyla topluma daha iyi bir demokrasi vaat ederek iktidar olan AKP’nin, her geçen gün otoriterleşmeye başladığı, tek adam yönetimine kaydığı endişesi toplumda yaygınlaştığı zaman, toplum, sığınacağı, programıyla, söylemleriyle, çabalarıyla halka güven veren bir muhalefeti arkasında görmek ister.
Onun için toplumun, bir CHP iktidarında nelerin yapılacağını bilmesi gerekir.
Toplum temel hak ve özgürlüklerinin nasıl teminat altına alınacağını görmek ister.    
Temel hak ve özgürlüklerin en büyük iki teminatından biri bağımsız yargı,  diğeri de özgür  basındır.
CHP iktidar olduğu zaman yansız ve bağımsız bir yargıyı nasıl kuracağını topluma anlatmak zorundadır.
Eğer yargı yansız ve bağımsız değilse, anayasanızda, yasalarınızda ne yazarsa yazsın, demokrasiyi içselleştirememiş, demokrasiyi kendi kişisel yönetimini kurmak için bir araç olarak kabul eden  AKP iktidarı gibi  bir iktidar geldiği zaman,  temel hak ve özgürlükler şimdi olduğu gibi, teminatsız  kalacaktır.
CHP’nin onun için, programında yazan “Hiçbir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere “Yargıya gereken talimatı verdim” diyemeyeceği, ileri bir Hukuk Devleti anlayışını ülkede nasıl etkin kılacağını  halka anlatması ve halkta umut yaratması gerekir.
Basındaki sermaye yapısının değişmesi nedeniyle, AKP iktidarı basın patronlarını, haksız, hukuksuz vergi cezalarıyla susturmuş ve hatta istemediği haberlerin yapılmasının önüne geçtiği gibi, istemediği gazetecileri de  işlerinden bile attırabilmiştir.
Demokrasilerde insanlardan kahramanlık beklemek hakkımız yoktur. Demokrasilerde insanların işlerini, hayatlarını kimseden ve özellikle de iktidar sahiplerinden,  korkmadan geliştirip yürütebileceği ortamı sağlamak siyasetin görevidir.
Eğer iktidar bunu yerine getirmiyorsa, bu gücünü, hukuk dışı hatta ahlak dışı baskı unsuru olarak kullanıyorsa, muhalefet bu hukuksuzlukların, baskıların önüne geçmek için gerekli çabaları gösterecek ve iktidar olduğu zaman da bu yaşanların bir daha olmaması için neleri hayata geçireceğini halka anlatması gerekmektedir.
Basın üstünde bu siyasi iktidar tarafından kurulan korkunç baskının bir daha yaşanmaması için, CHP iktidarında siyasi iktidarın güdümünden kurtarılmış özerk ama etkin, hukuka saygılı bir vergi denetim mekanizmasını nasıl ve hangi değişiklikleri yaparak sağlayacağını halka anlatması gerekmektedir.
Eğitimde AKP’nin yarattığı tahribatı nasıl gidereceğini halka anlatmak zorundadır.
Genç işsiz nüfusun derdine nasıl çare bulacağını, nasıl ve hangi koşullarda yeni iş alanları yaratacağını  gençlere anlatmak zorundadır.
Kuşa çevrilen sendikal hakları nasıl çağdaş bir düzeye getireceğini, emek sınıfına anlatmak zorundadır. 
Maalesef bugün CHP, bu anlattıklarımızın hiçbiriyle meşgul değildir,  Başbakanın tayin ettiği gündemin peşine takılıp ona sığ ve içeriksiz cevaplar vermeye çalışmaktadır.
Artık halk, kurtarıcı beklemeden vaz geçip kendini kurtarmaya karar verdiğine ve demokrasiden başka talebi de olmadığına göre, CHP de halkın bu talepleri doğrultusunda neleri yapacağını anlatarak sandıktan çıkmak zorunadır.
Yaşanan olaylardan CHP’nin de kendisine dersler çıkartıp, en tepesinden,
 örgütün en uç birimine kadar kendisini yenilemek zorundadır.

Halkın taleplerine cevap verebilmek, muhalefet boşluğunu ortadan kaldırmak için en azından halkın duygu, düşünce ve istemlerini algılayabilecek, bunu gün be gün takip edebilecek, bir yapılanmayı gerçekleştirmek zorundadır.

6 Haziran 2013 Perşembe

İKTİDAR MEŞRUİYETİNİ YİTİRİYOR


Bir siyasi iktidarın  meşruiyeti, sadece iktidara geliş yönteminin hukuka ve yasalara uygun olması ile sağlanmaz; iktidarın kendisini bu mevkie getiren anayasaya uyması ve hukuk düzeni içinde kalarak iktidarını devam ettirmesiyle mümkündür.
AKP iktidarı, on gün kadar önce Taksim Gezi Parkında yeşili korumak amacıyla başlayan, gayet barışçıl bir harekete, hukuksuz bir  şekilde müdahale ederek, hareketin bütün ülke çapında, bir toplumsal muhalefet hareketi haline dönüşmesine yol açmıştır.
İktidar,  bu toplumsal muhalefet hareketinin, laik demokratik cumhuriyeti, hukuk devletini, vatandaşın iktidarın tehdidi altındaki temel hak ve özgürlüklerini koruma hareketi olduğunu anlayamamıştır.  
Anayasanın 34. Maddesinin 1.fıkrasına göre, “Herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” demektedir.
Durum böyle olduğuna göre Gezi Parkında hiçbiri silah taşımayan, kimseye zarar vermeyen, kimseye saldırmayan insanlara sabahın saat 05’inde polis saldırısı düzenletmenin hukuki ve yasal gerekçesi yoktur.
Siyasi iktidar giderek, hayatın her alanına müdahale ederek oligarşik bir yapıya sürüklenmektedir.
Hukuk, adalet, kamu yararı ve vatandaşların hak ve özgürlüklerini koruması gereken siyasi iktidar, son yıllarda ve özellikle son aylarda, şahsi güç ve yandaşlarının menfaatini temsil eden maddi bir güç haline gelmiştir.
Bu gücü kullanırken, devletin temel değerlerini oluşturan, Atatürk ve devrimlerinin izlerini silmeye yönelik çalışmalar yapmayı, Atatürk ve devleti kuranlara devamlı olarak hakaret etmeyi, alışkanlık haline getirmiştir.
İnsanların yaşam biçimine müdahale etmek için çıkarttığı bir yasayı savunurken, anayasaya aykırı olarak, kul ile tanrı arasında kalması gereken, dini söylemi yasanın dayanağı olarak göstermiş ve bu devletin kurucusuna “sarhoş” demek saygısızlığını yaparak toplumu bölmeye çalışmıştır.
Barışçıl bir gösteri karşısında, “Bize oy veren yüzde elliyi  evlerinde zor tutuyorum” diyerek şiddeti çağrıştıran, toplumu kamplara bölen, kardeş kanının akmasına neden olabilecek, suç teşkil eden çok tehlikeli  bir söylem içine girmiştir.
Diğer bir deyişle iktidar, siyasi ve sosyal kurumları ve hatta bunların içinde yaşayan insanları birbirlerine düşürmek yanlışı içine girmiş, kendi kafa yapısına göre belirlediği ahlak ölçülerini bütün topluma dayatmaya başlamıştır.
İktidar partisi, toplumun diğer kesimini yok kabul edip ve sandıktan çıkan çoğunluğun geçici bir yetki olduğunu görmezden gelip, “Ben toplumun yüzde ellisini temsil ediyorum, sandıktan çıktım istediğim her şeyi yaparım” diyerek bir tek parti yönetimi kurma çabası içine girmiştir.
İktidar demokrasinin tek göstergesinin sandık olduğunu düşünmekte ve böyle olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır.
Çok bilinen bir sözdür, her rejimde muhakkak iktidar vardır, ama özgür bir muhalefet yoktur.
İktidar, muhalefetinde en az kendisi kadar sandıktan çıktığını, onun da demokratik hakları olduğunu kabul edecek diğer bir deyişle, iktidarın mutlak hakimi Tayyip Bey tek adamlığı unutup, demokratik kurallara uyan, hukuk devletine saygılı bir başbakan olacaktır.
Her ne kadar Tayyip Bey için, demokrasi, oligarşik bir yapı kurmak için   bir araç  ise de halk muhalefeti, demokrasinin bir amaç olması gerektiğini kendisine  hatırlatmıştır.
AKP iktidarının bugüne kadar sergilediği uygulamalar, demokrasiyi, Cumhuriyetin temel değerlerini önce zayıflatmak, sonra ortadan kaldırıp yok etmek için bir araç olarak kullanmakta olduğu inancını toplumda yaygın kanı haline getirmiştir.
İktidar anayasayı çiğnediği gibi kanunsuz uygulamalarda da bulunmuştur. Kanunsuz eylem yapan topluluklara karşı kullanılması gereken “zor”, masum demokratik hak talepleri karşısında bile devamlı uygulanır hale gelmiştir.
Ünlü Fransız Devlet adamı Talleyrand: “Bir cinayet affedilir, bir hata asla” demiştir.
Fikrin kabul edilemez tarafı bir yana, politikacılar için göz önünde tutulması şart bir hakikat payı taşıdığını da inkar etmek mümkün değildir.
İktidar, demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığını, TBMM’yi bir tasdik makamı, yargıyı da talimat verilebilen bir kurum haline getirerek ortadan kaldırmıştır.
İktidar otoriter bir yapıya doğru süratle kayarak  meşruiyetini yitirmeye başlamıştır.





İKTİDAR MEŞRUİYETİNİ YİTİRİYOR


Bir siyasi iktidarın  meşruiyeti, sadece iktidara geliş yönteminin hukuka ve yasalara uygun olması ile sağlanmaz; iktidarın kendisini bu mevkie getiren anayasaya uyması ve hukuk düzeni içinde kalarak iktidarını devam ettirmesiyle mümkündür.
AKP iktidarı, on gün kadar önce Taksim Gezi Parkında yeşili korumak amacıyla başlayan, gayet barışçıl bir harekete, hukuksuz bir  şekilde müdahale ederek, hareketin bütün ülke çapında, bir toplumsal muhalefet hareketi haline dönüşmesine yol açmıştır.
İktidar,  bu toplumsal muhalefet hareketinin, laik demokratik cumhuriyeti, hukuk devletini, vatandaşın iktidarın tehdidi altındaki temel hak ve özgürlüklerini koruma hareketi olduğunu anlayamamıştır.  
Anayasanın 34. Maddesinin 1.fıkrasına göre, “Herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” demektedir.
Durum böyle olduğuna göre Gezi Parkında hiçbiri silah taşımayan, kimseye zarar vermeyen, kimseye saldırmayan insanlara sabahın saat 05’inde polis saldırısı düzenletmenin hukuki ve yasal gerekçesi yoktur.
Siyasi iktidar giderek, hayatın her alanına müdahale ederek oligarşik bir yapıya sürüklenmektedir.
Hukuk, adalet, kamu yararı ve vatandaşların hak ve özgürlüklerini koruması gereken siyasi iktidar, son yıllarda ve özellikle son aylarda, şahsi güç ve yandaşlarının menfaatini temsil eden maddi bir güç haline gelmiştir.
Bu gücü kullanırken, devletin temel değerlerini oluşturan, Atatürk ve devrimlerinin izlerini silmeye yönelik çalışmalar yapmayı, Atatürk ve devleti kuranlara devamlı olarak hakaret etmeyi, alışkanlık haline getirmiştir.
İnsanların yaşam biçimine müdahale etmek için çıkarttığı bir yasayı savunurken, anayasaya aykırı olarak, kul ile tanrı arasında kalması gereken, dini söylemi yasanın dayanağı olarak göstermiş ve bu devletin kurucusuna “sarhoş” demek saygısızlığını yaparak toplumu bölmeye çalışmıştır.
Barışçıl bir gösteri karşısında, “Bize oy veren yüzde elliyi  evlerinde zor tutuyorum” diyerek şiddeti çağrıştıran, toplumu kamplara bölen, kardeş kanının akmasına neden olabilecek, suç teşkil eden çok tehlikeli  bir söylem içine girmiştir.
Diğer bir deyişle iktidar, siyasi ve sosyal kurumları ve hatta bunların içinde yaşayan insanları birbirlerine düşürmek yanlışı içine girmiş, kendi kafa yapısına göre belirlediği ahlak ölçülerini bütün topluma dayatmaya başlamıştır.
İktidar partisi, toplumun diğer kesimini yok kabul edip ve sandıktan çıkan çoğunluğun geçici bir yetki olduğunu görmezden gelip, “Ben toplumun yüzde ellisini temsil ediyorum, sandıktan çıktım istediğim her şeyi yaparım” diyerek bir tek parti yönetimi kurma çabası içine girmiştir.
İktidar demokrasinin tek göstergesinin sandık olduğunu düşünmekte ve böyle olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır.
Çok bilinen bir sözdür, her rejimde muhakkak iktidar vardır, ama özgür bir muhalefet yoktur.
İktidar, muhalefetinde en az kendisi kadar sandıktan çıktığını, onun da demokratik hakları olduğunu kabul edecek diğer bir deyişle, iktidarın mutlak hakimi Tayyip Bey tek adamlığı unutup, demokratik kurallara uyan, hukuk devletine saygılı bir başbakan olacaktır.
Her ne kadar Tayyip Bey için, demokrasi, oligarşik bir yapı kurmak için   bir araç  ise de halk muhalefeti, demokrasinin bir amaç olması gerektiğini kendisine  hatırlatmıştır.
AKP iktidarının bugüne kadar sergilediği uygulamalar, demokrasiyi, Cumhuriyetin temel değerlerini önce zayıflatmak, sonra ortadan kaldırıp yok etmek için bir araç olarak kullanmakta olduğu inancını toplumda yaygın kanı haline getirmiştir.
İktidar anayasayı çiğnediği gibi kanunsuz uygulamalarda da bulunmuştur. Kanunsuz eylem yapan topluluklara karşı kullanılması gereken “zor”, masum demokratik hak talepleri karşısında bile devamlı uygulanır hale gelmiştir.
Ünlü Fransız Devlet adamı Talleyrand: “Bir cinayet affedilir, bir hata asla” demiştir.
Fikrin kabul edilemez tarafı bir yana, politikacılar için göz önünde tutulması şart bir hakikat payı taşıdığını da inkar etmek mümkün değildir.
İktidar, demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığını, TBMM’yi bir tasdik makamı, yargıyı da talimat verilebilen bir kurum haline getirerek ortadan kaldırmıştır.
İktidar otoriter bir yapıya doğru süratle kayarak  meşruiyetini yitirmeye başlamıştır.





2 Haziran 2013 Pazar

TOPÇU KIŞLASI İRTİCANIN SİMGESİDİR


Hükümetin Taksim Topçu Kışlasını yeniden inşa etme isteğini sadece AVM inşa ederek bazı yandaşlara rant sağlama çabası,  halkın  buna tepkisini de sadece yeşili korumak olarak  görürsek, yaşananları yanlış değerlendirmiş oluruz.
Taksim Kışlası yakın tarihimizde yaşanmış iki  olayın simgesidir.
 Bunlardan ilki, bir gerici ayaklanması olan 31 Mart İsyanı’nda yobazlar bu kışladan çıkarak isyanı başlatmışlardır. Yani kışla irticanın simgesidir.
İkincisi ise İstanbul’un işgali sırasında Fransızların emrindeki Senegalli Askerlerin kışlası olarak kullanılırken aynı zamanda, bağımsızlıktan yana olanlara da işkence hane olarak kullanılmasıdır.
Bu binanın yeniden yapılmak istenmesi, yenileşmeye ve Cumhuriyete karşı duyulan düşmanlığın dışa vurumudur.
İşte halk buna izin vermeyeceğini göstermiştir.
Dokuz bin yıllık İstanbul tarihinin gün ışığına çıkartılmasını, “Çanak Çömlek” diye izah eden bir kafa yapısının,  “Topçu Kışlası”nın yeniden yapımını istemesini sadece yeşil katliamı olarak görmek  büyük bir yanlıştır.  
Bu laik ve demokratik Cumhuriyete duyulan düşmanlığın simgeleştirilmesidir.
Gerek Tayyip Erdoğan ve gerekse AKP yetkilileri, her ağızlarını açtıklarında, devletin temel değeri olan laikliği hedef alan söylemlerde bulunmaktadırlar.
Başbakan laikliğe aykırı bir şekilde,  bir yasanın getirilme nedenini “dini” gerekçelere dayandırırken, Bakanı da, laikliği de içinde barındıran Anayasa’nın ilk üç maddesine ellenebileceğini söyleyebilmiştir.
Tayyip Erdoğan iktidarının ilk gününden beri yapmak istediği, adım adım laik Cumhuriyetin izlerini silmekti; ama  halk buna izin vermeyeceğini, “Yeter artık” diyerek ortaya koydu.
Yeşil elbette çok önemlidir, onun korunması  çağdaş insanın görevidir.
AKP İktidarının yeşile düşmanlığı  sadece Taksim Gezi Parkıyla mı sınırlı?
Atatürk’ün Devlete bağışladığı Atatürk Orman Çiftliğinde yapılan “Saray Yavrusu” için kesilen ağaçlarda bir katliamdır.
Dayanışma haklarından olan “Çevre hakkı”  üçüncü kuşak insan haklarındandır. Elbette ona sahip çıkacağız.
Üçüncü Köprüye Atatürk adını vermeyip, aslında toplumun en azından bir kısmının tepkisini çeken Yavuz Sultan Selim’in adının verilmesi de iç barışı sabote etmeye yöneliktir.
Bir taraftan Genç Cumhuriyet’in kendisini koruma refleksini görmezden gelip, buradan hareketle Atatürk ve onun en yakın çalışma arkadaşlarını katliamcılıkla suçlayacaksın, diğer taraftan da, Alevileri hunharca katlettiği söylenen bir padişahın adını üçüncü köprüye vereceksin.
Bu davranış Türkiye’yi gerer, ayrıştırır. Türkiye’de bir dönem denenmiş ama başarılı olunamamış gerginliklerin tekrar yaşanmasına neden olabilir.
Bunların yapılmasının sebebi,  laik Cumhuriyete, onun kurucularına ve laik Cumhuriyetin baştan beri sadık  destekçisi olan insanlara duyulan düşmanca duygulardır.
İktidarın  bu fütursuzluğunun sebebi, dayatmalarına, zorlamalarına karşı ortaya çıkıp “Ey efendi kendine gel, yanlış yapıyorsun” diyebilecek güçlü bir muhalefetin olmamasıydı, ama milyonlar kendiliğinden sokaklara dökülerek güçlü bir halk muhalefetinin varlığını iktidara da, muhalefete de gösterdi.
AKP Milli Bayramları iptal ederek, katılmayarak, Cumhuriyete ve onun kurucularına duyduğu nefreti en sonunda da “iki sarhoşun yaptığı yasa diyerek” ortaya koyması üzerine, milyonlar sokaklarda “Atatürk’ün askerleriyiz” diye slagonlar atarak artık bunlara göz yummayacağını, her şeyin farkında olduğunu gösterdi.
AKP iktidarı bilerek ve isteyerek toplumun dikkatini başka noktalara çekerek, Cumhuriyetin temel değerlerini tahrip ederken, bir kısım yandaş yardakçı, gerçeği halkın gözünden saklayarak, olayları başka noktalara çekerek AKP iktidarına hizmet etmek  için birbirleriyle yarışmakta ve Türkiye’nin ileri demokrasiye geçtiği yalanını  söyleyebilmektedirler.
Türkiye’de demokrasi ileri falan değildir. Gelişmiş, ileri demokrasilerin en önemli göstergeleri, tüm özgürlüklerin teminatı olan, bağımsız yargı ve özgür basındır.
Bugün Türkiye’de ne özgür basından ve nede bağımsız yargıdan söz edebilmek mümkün değildir. 
İktidarın tek hedefi vardır; o da laik demokratik Cumhuriyeti  ortadan kaldırmak, tek adam istibdadını hayata geçirebilmektir.
Milyonlar buna izin vermeyeceğini, Bursa konuşmasının gereklerini  yapmaya başlayarak  göstermiştir.