27 Şubat 2012 Pazartesi

KEMALİZMİ DOĞRU ANLAMAK

CHP yönetimi ve kimi köşe yazarları tarafından  “tutucu” olarak nitelendirilen ulusalcı kanadın tasfiyesi sanki partinin önünü açacakmış gibi gösteriliyor.

Elbette kişilerin düşüncelerine katılmasak bile saygı duymak, ama bunu yaparken de, yanlış bulduğumuz bazı noktaları dile getirmek zorundayız.

Ulusalcıların, Kemalistlerin en haksız şekilde ve fakat en çok eleştirildiği konular, geçmişte yaşanmış olayları bugünün siyasal, sosyal algılamaları ile değerlendirip, geçmişi, bu ülkeyi, bu Cumhuriyeti bize bırakanları haksız ve yanlış bir şekilde eleştirenlere tepki vermeleri ve partinin  sosyal demokrat çizgiden uzaklaştırıldığı iddialarıdır.

Tarih bir defa yaşanır, bir daha herhangi bir laboratuarda tekrarlanamaz. O bakımdan, tarihi olayları yorumlarken, bir bütün içindeki tek bir olayı, diğerlerinden kopararak yorumlayamazsınız, yorumlamamalısınız.

Gerek 1915 Ermeni tehciri ve gerekse  1937-38 Dersim olaylarını  geçmişi ve oluştukları koşulları hiç irdelemeden yorumlarsanız çok farklı sonuçlara varırsınız.

İşte Kemalistler ve ulusalcılar, numaralı Cumhuriyetçilerin, bölünme yanlılarının olayları değerlendirirken, tarihi olayları  bütünün tek bir parçasına bakarak değerlendirmezsiniz  ve eleştiremezsiniz dedikleri için bu çevrelerce tutucu ve çağdışı olmakla suçlanmaktadırlar.

Büyük bir özgüvenle, rahmetli Ahmet Taner Kışlalının söylediği gibi, KEMALİZM  GEÇMİŞİN BEKÇİLİĞİ DEĞİL, GELECEĞİN ÖNCÜLÜĞÜDÜR, diyoruz.

Bunun, yakın tarihimizde devlet hayatımızı, dolayısıyla vatandaş olarak her birimizi ayrı ayrı ilgilendiren pek çok örnekleri vardır.

Bakın 1920-1923 Kuvvetler Birliğinin uygulandığı devrim Meclisinden, Kuvvetler Ayrılığının hayata geçirilmesi için  1958  İlk Hedefler bildirgesinde dile getirilenler, nasıl ilerici olduklarının en net göstergesidir.

Daha dünya da bir çok ülkede henüz telaffuz dahi edilmediği bir dönemde, CHP li Kemalistler 1958 ilk hedefler bildirgesinde, Çift Meclis, Kişi Özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, Anayasa Yargısı, İdarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine tabii olmasını dile getiriyorlardı.Bu kurumların hepsi 1961 Anayasasında da hayata geçirildi.

O tarihte de şimdi baş tacı yapılmaya çalışılan zamanın siyasi iktidarının mensupları, basın özgürlüğünün olmazsa olmazlarından biri olan “ispat hakkı” ile ilgili olarak, “Ne o, İsmail Hakkı mı dedin?” diye kabaca alay ediyorlardı.

Bugün CHP’nin gerçek bir sosyal demokrat parti olmadığını söyleyenler, ya bilgisizlikten veya kötü niyetlerinden bazı şeyleri görmezlikten geliyorlar.

Genel ve eşit oy hakkı, sekiz saatlik iş günü, gelire göre değişen vergileme, parasız eğitim bunlar Kemalizmin hayata geçirdiği sosyal demokrat dünya görüşünün yansımalarıdır.

Sosyal demokrasi sınıf mücadelesinden yana değildir. Kemalizmin  “Halkçılık” ilkesi de sınıfsal çatışma eğilimlerine karşı getirilmiş bir ilkedir.

“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” söylemi, ülküsü, sosyal demokrasinin çok bilinen barışçı anlayışının, Kemalistler tarafından ifade edilme şeklidir

Kemalizmin özel sektörü red etmeyen anlayışının yanında, devletçilik ilkesi, sosyal demokrasinin gerektiği zaman, devletin toplum yararına ekonomiye müdahale anlayışının iz düşümüdür.

1960 lı yılların başında bir CHP İktidarı döneminde Türk İşçisine tanınan “grev ve toplu sözleşme hakları” Kemalist devrimcilik anlayışının, çalışanlar lehine  hayata geçirdiği kazanımlardır.

Batıda uzun süren mücadeleler sonucu acı ve gözyaşı dökülerek elde edilen haklar, Kemalist devrimcilik anlayışı sayesinde, çok daha çabuk, acı ve göz yaşı dökmeden sağlanmıştır.

Atatürk’ü ve  onun partisini, bilgi sahibi olmadan kulağına fısıldananlarla haksız,  yalan  yanlış suçlayarak, aşağılamaya çalışarak kendilerini entel, ilerici (!) olarak görenler, 2. Cumhuriyetçilerin katkılarıyla oluşan bir ortamın, nesebi gayri sahih meyveleridir.

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra, CHP’nin büyümesinin tek şartı vardır.O da halkına “güven vermek ve umut yaratabilmektir” Bu güveni ve umudu, parti yönetiminde her kafadan ayrı bir sesin çıkmadığı, uzun tartışmalardan sonra ortaya çıkan ortak aklın egemen kılındığı bir yapı verir.




22 Şubat 2012 Çarşamba

KAYIKÇI KAVGASINDA TARAF OLMAK




Bilindiği üzere 2007 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlarının görev süresi beş yıla indirilmiş ve ikinci defa seçilme hakkı tanınmıştı.

Yani Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi Ağustos 2012 de sona eriyordu. Bunun böyle olduğunu sadece Anayasa Hukukçuları değil anayasa ile ilgilenen herkes biliyor ve söylüyordu.

Anayasa koyucunun abesle iştigal edeceği düşünülemeyeceğine göre, eğer böyle bir iradesi olsa idi, Anayasa’ya geçici bir madde koyarak Gül’ün görev süresinin yedi yıl olduğunu Anayasa maddesi haline getirirlerdi.

Bu yapılmamış ve fakat bir Anayasal düzenleme, normal bir uyum yasası ile Tayyip Erdoğan’ın işine geldiği şekilde değiştirilerek Abdullah Gül’ün görev süresi yedi yıl olarak tespit edilmiştir.

Abdullah Gül, Ağustos 2012 den sonra o koltukta oturmaya devam edecek olsaydı, makamı işgal etmesinin meşruiyeti tartışılmaya başlanırdı.

Abdullah Gül, kendisini ilgilendirse bile açıkça Anayasaya aykırı bu hükmü, kendisi Anayasa Mahkemesi’ne götürmemiş, adeta Ana muhalefet partisini basın üzerinden yönlendirmiştir.

Salı günü grup toplantısı çıkışında Kemal Kılıçdaroğlu, yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götüreceklerini ilan etmiştir.

Bu yasanın Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesinin Ana muhalefet partisi açısından hiçbir mantıki ve siyasi getirisi yoktur.

Bu maalesef AKP’nin iç çatışmasına taraf olmaktır.

Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı’na aday olur mu?  Olmaz mı?

Aday olursa kazanır mı? Kazanmaz mı? Bunlar ayrı konu.

Ama asıl olan Tayyip Erdoğan’ın bir rakibini tasfiye işlemine ortak olmak gerekir mi? Gerekmez mi? Bunu çok iyi irdelemek gerekir.

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı koltuğunu işgal eden zatın, ABD yetkililerine, CHP’nin her yasayı Mahkeme’ye taşıyarak demokratikleşmenin önünü tıkadığını söylediği ortalara saçılan Wikkileaks belgelerinde görüldü.

Bir partinin hükmi şahsiyetine karşı bu kadar hasmane bir davranış içinde bulunan bir kişinin başında bulunduğu bir Mahkemeye baş vurmanın akıllıca olmadığı kanısındayım.

Ana muhalefet partisi tarafından açılacak bu dava Mahkeme tarafından red edildiği takdirde, anayasaya aykırılığı açık olan  yasa tartışılamaz  hale gelmiş olacak ve aynı zamanda Tayyip Erdoğan kendi partisi içindeki bir rakibini Ana muhalefetin yardımıyla tasfiye etmiş olacaktır.

Ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ile  yasal olarak tek söz söyleme hakkına sahip olan Yüksek Seçim Kurulu’nun  söz söyleyemez hale getirilmesi içinde gerekçe yaratılacaktır.

Böyle bir davranışın CHP’ye hiçbir yararı yoktur. Bu AKP içindeki tartışmaları, düşünülenin aksine bitirecek Tayyip Erdoğan’ın elini güçlendirecektir.

Halbuki Ana muhalefet partisi Anayasa yargısına bu işi taşımasaydı, Ağustos 2012 den itibaren Abdullah Gül tartışılır hale gelecekti.

O bunu göze alamayacağına göre Ağustos ayından en az 60 gün evvel görevi bırakmak zorunda kalacak ve Tayyip Erdoğan’ın oyununu bozulacaktı.

Anayasa yargısına gidip gitmemek her zaman hukuki değil, bazen tamamıyla siyasi bir tercihtir.

Abdullah Gül, “anayasaya aykırı bu yasa sadece beni ilgilendirir o nedenle Anayasa Mahkemesi’ne ben gitmiyorum” diyemez. 

Zira ettiği yeminde , anayasa ve hukukun üstünlüğüne bağlı kalacağına yemin eden bir kişinin, önüne gelen yasa benim şahsımı ilgilendiriyor, bu nedenle bunu ben yargı denetimine götürmüyorum demek hakkına sahip değildir.

Bunu Anayasa Mahkemesine götürmeyerek, açıkça anayasaya aykırı bir yasaya göz yummuş olmuştur.

Kendisini de yüce Divan’a kadar götürme tehlikesi olan, MİT Musteşarının suçlandığı olayda, Ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik eylemleri yargı denetiminden kaçırmak için MİT yasasındaki değişikliği süratle imzalayan Cumhurbaşkanı o günde ettiği yemine sadık kalmamıştır.

 İşte bu yasayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacak Ana Muhalefet Partisi, maalesef AKP’nin değirmenine su taşımış olmaktadır.

Tayyip Erdoğan bundan daha iyisini bulamazdı. CHP kendi davranışlarıyla AKP’nin elini rahatlatmıştır.

Hayırlısı olsun.






19 Şubat 2012 Pazar

DEMOKRASI AYIBI



Geçtiğimiz hafta siyasi iktidar  kendisine uzanmasından korktuğu için MİT Müsteşarı’nın Özel Yetkili Savcı tarafından ifadeye çağrılması üzerine, MİT kanunun 26. Maddesinde yıldırım hızıyla KİŞİYE ÖZEL BİR DEĞİŞİKLİK GERÇEKLEŞTİRDİ.

Bu yapılan değişiklik, hem gereksiz ve hem de yasa yapma tekniğine aykırı olduğu gibi, aslında demokratik olduğunu iddia eden bir ülkede olmaması gereken bir demokrasi ayıbıdır.

Kendi yargısına güvenmeyen, demokrasi kültürü tam oturmamış ülkelerde, devlet bazı organlarını görevleri bakımından korumak için bunlara dokunulmazlık tanımıştır.

Demokrasinin yerleştiği ülkelerde, dokunulmazlık sadece kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılmış yasama dokunulmazlığı ve  görevlerini rahat yapabilmeleri için uluslar arası hukukun dayatmasıyla yabancı ülke diplomatlarına tanınan dokunulmazlıklardır.

Ancak, MİT yasasında yapılan değişiklik olaya yanlış yerden bakılarak tartışılıyor.

Anayasamızı 129. Maddesi,  memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri iddia edilen suçlardan ötürü sadece ceza kovuşturması açılmasını izne tabii kılmıştır.

Anayasanın bu maddesi görmezden gelinerek, bütün yasal düzenlemelerde soruşturma evresi de izne tabii kılınmıştır.

Bu değişiklikte öncelikle Anayasanın 129. Maddesine aykırılık teşkil ettiği gibi, aslında böyle bir Anayasa Maddesi’nin varlığı başlı başına kendisi bir demokrasi  ayıbıdır. 

Memurlara böyle bir dokunulmazlık zırhının tanınması, ortadan kaldırılacağı iddia edilen derin devlet yerine, yeni  derin devletler yaratır.

Hiçbir yetki, görevlendirme kişilere suç işleme özgürlüğü vermez/vermemelidir.  

Demokrasinin bütün değerleriyle yaşanan, bunun bir çoğunluk diktası olmadığını içselleştirilmiş ülkelerde böyle bir dokunulmazlığı kabul etmek mümkün değildir.

Yasama Dokunulmazlığının sadece kürsü masuniyeti, yani Milletvekili’nin Meclisteki  söz ve oyundan ötürü soruşturulamaması sonsuza dek devam eder. Ama Milletvekilliği sona erdiği anda dokunulmazlığı kalktığı için diğer fiillerinden dolayı kendisine yargı yolu açılır.

Halbuki kamu görevlisine tanınan bu dokunulmazlık aynen kürsü dokunulmazlığı gibi sonsuza dek sürecektir.

Yani siyasi iktidar tarafından himaye edilen bir kamu görevlisi suç işlemiş olsa dahi bundan dolayı bir daha  yargı önüne çıkartılamayacaktır.

Hiçbir görev kim tarafından verilirse verilsin, kamu görevlisine suç işlemek hakkı ve yetkisi vermez.

Bunun yanında “kanunların suç olarak kabul ettiği” bir fiil “kamu görevi” olarak nitelendirilerek dokunulmazlık zırhına büründürülemez.

Böyle bir durumda, yürüttüğü bir soruşturma nedeniyle Başbakan’ın veya Bakan’ın izin vermemesi halinde Savcının İdari Yargıya baş vurabileceği düşünüle bilinir.

Ama yargının  bugün içinde bulunduğu koşullar karşısında, böyle bir düşünce  gerçekçi değildir.

Başbakan’a yakınlığı ile bilinen bir kamu görevlisi hakkında soruşturma açtı diye, dosyası elinden alınan ve hemen hakkında alelacele soruşturma açılan bir savcının durumu ortadayken, böyle bir iznin verilmemesi halinde kaçtane yürekli Savcı çıkarda  İdari Yargıya gidebilir.

Hele bu Savcı veya Hakim, arkasında her türlü siyasi baskı ve yönlendirmeye açık  bir Hakimler ve  Savcılar Yüksek Kurulu olduğunu bilirken buna nasıl yapar.

Şimdi yapılması gereken önce  olaylara doğru teşhis koymaktır.

Öncelikle, Milletvekilinin kürsü dokunulmazlığı ve Uluslar arası hukuktan kaynaklanan diplomatik dokunulmazlıklar dışındaki  bütün dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır.

Yargının  bağımsızlığını ve yansızlığını süratle kurmak gerekir.

Suç işlediği iddia edilen kişileri bizden, bizden olmayan diye ayırmadan, öncelikle hukuktan yana olmayı öğrenmemiz ve suç işlediği iddia edilen kişileri, haklarındaki Mahkeme kararları kesinleşinceye kadar masum kabul ederek, onları bağımsız ve yansız bir yargının yargılamasının koşullarının oluşturulması gerekir.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin isim değiştirmiş şekli olan Özel Yetkili Ağır Caza Mahkemeleri süratle kaldırılmalıdır.

 Bunlar yapılmadığı takdirde suç işleme ayrıcalığı olan memurlar ve Anayasaya ve kanunlara aykırı  emir verme hakkına sahip olduğuna inanan siyasetçiler,  DEMOKRASİ AYIBI OALARAK ORTADA DOLAŞACAKTIRLAR.  

Her çoğunluğu eline geçiren siyasi iktidar, kendi özel örgütünü kurar; yakın geçmişimizde bunun varlığı çok tartışıldı, eğer bundan sonra da durum değişmez ise yenileri tartışılmaya devam edecektir.

   


15 Şubat 2012 Çarşamba

UMUT OLABİLMEK

        
Türkiye’nin çevresi siyasi olarak tam bir ateş çemberi; ekonomi her dakika kötüye gidiyor, baştan beri siyasi iktidara destek veren iş çevreleri de artık hem ekonominin kötüye gittiğini ve hem de hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkelerinin çiğnenmeye başladığını  dillendirmeye  başladılar.
Hükümet gözünü karartmış, kendisine uzanabilecek en ufak davranışı en sert şekilde cezalandırırken,  ekonomik sıkıntı her gün daha da yoğunlaşırken iktidarın oyları da bütün bunlara rağmen  artmaya devam ediyor.
Bunun sebebi ana muhalefet partisinin   toplumda heyecan yaratacak projeler üretemediği gibi gerek söylemlerinin ve gerekse kadrolarının tutarlı olamamasıdır.
Parti küçük olsun benim olsun düşüncesi ile herkesi dışlamak nasıl marifet değilse ve bunun da marifet olmadığı yaşanarak görülmüşse, sırf büyüyoruz görüntüsü yaratarak benzemezleri bir araya getirerek güçlü olunacağını düşünmekte o kadar yanlıştır.
Bütün siyasi partiler ama özellikle sol olduğunu iddia eden partiler, gerek söylemlerinde ve gerekse kadroları konusunda tutarlı olmak zorundadırlar.
Örneğin, Cumhuriyet Halk Partisi gibi, güçlü gelenekleri olan Kemalist ve ulusalcı, batılılaşmadan yana olan, en azından göreceli olarak geri kalmış bölgelerde  planlı ekonomiye ve devlet yatırımlarının hayata geçirilmesini bölgenin istikrarı için şart kabul eden bir partiye Atatürk’e ve onun dönemine küfür etmeyi ilericilik kabul edenleri; federasyonu savunanları,tarikatçıları, ekonomide devletin varlığını ve planlamayı red edenleri, buna safsata olarak bakanları, batıcıları davet etmek partiyi büyütmediği gibi güçte vermez.
Böyle bir parti kamuoyunda güven yaratabilir mi? HAYIR
Kendi becerisi dışında oluşan şartlardan dolayı da olsa iktidara ulaşabilir mi? HAYIR
Haydi hasbelkader iktidara geldiğini kabul edelim, başarılı olabilir mi? HAYIR
Elbette, anti Kemalistlerin, federasyon yanlılarının, bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler mantığına sahip olanların da bu ülkede siyaset yapmak hakları vardır ve onların da partileri olmalıdır ve zaten de vardır.
İşte Cumhuriyet Halk Partisi’nde olmaması gereken bu insanlarda o partilerde siyaset yapmalıdırlar.
Eğer bunlar iyi niyetli olsalardı; davet edilmelerine rağmen, kan uyuşmazlığından ötürü  Cumhuriyet Halk Partisine gelmemeleri gerekirdi. Siyasi erdem  bunu gerektirir.
Ama şimdi anlatacaklarımız bu gibilerin iyi niyetli olmadıkları gibi, bizim de düşmanca tutum ve davranışları göremediğimizi, anlayamadığımızı ortaya koymaktadır.
2. Dünya Harbi’nin ünlü generali Douglas Mc Arthur, savaşta başarısızlığın şu  iki kelimeyle özetlenebileceğini ifade etmiştir; ÇOK GECİKMEK.
Gizli düşmanın can alıcı amacını anlamakta ÇOK GECİKMEK;
Öldürücü tehlikeyi idrak etmekte ÇOK GECİKMEK;
Direniş için mümkün olan kuvvetlerin hepsini birleştirmekte ÇOK GECİKME;
Dostlarla ittifak etmekte ÇOK GECİKME.
Atatürk ve onun dönemine küfür etmeyi ilericilik kabul edenlerin; federasyonu savunanların, ekonomide devletin varlığını ve geri kalmış bölgelere yönelik planlı kalkınmayı dahi red edenlerin, buna safsata olarak bakanların Cumhuriyet Halk Partisinde  ne işleri olduğunu anlayamadığımız  gibi, hayatında hiç bu partiye oy vermemiş bazı köşe yazarlarının bu sözde büyümeye ve değişime (!) alkış tutmalarının altındaki gerçek niyeti de algılayamadık.
Bu benzemezlerin bir araya getirilmesinin gizli bir amaç taşıdığını anlamakta çok geciktik.
2000 li yılların başından beri ABD de  Cumhuriyet Halk Partisi ile ilgili yapılan araştırmaların ulusalcıları ve Kemalistlerin tasfiyesi amacını taşıdığını bunun hem Cumhuriyet Halk Partisi  ve hem de ülke için öldürücü bir tehlike olduğunu anlamakta çok geciktik.
Türkiye’de önce sağdaki millicilerin, sonra sol kanattaki ulusalcıları ve en sonunda da Cumhuriyet Halk Partisi içindeki ulusalcı ve Kemalistlerin tasfiyesinin öldürücü bir tehlike olduğunu anlamakta çok geç kaldık.
Şimdi de bu oynan oyuna karşı direniş için mümkün olan partili potansiyeli, çeşitli siyasi çıkar hesaplarıyla birleşmeleri gerekirken  birleşmekte çok geç kalıyorlar.
Bazı dostlarımız da, gerçek Cumhuriyet Halk Partili dostlarıyla ittifak etmekte ÇOK GECİKİYORLAR.
Daha da  gecikmemek için bugünden mücadeleye başlamak lazım.








12 Şubat 2012 Pazar

BU İŞ YÜCE DİVANLIK

             
MİT Müsteşarı’nın özel yetkili Savcılık tarafından, MİT yasasındaki 26. madde dikkate alınmadan ifadeye çağrılması, arkasından bunu yapan savcının soruşturmadan alınması ülke gündemine oturdu.
Durum böyle de olunca öz biçime feda edilerek, asıl konu gözden kaçırıldı.
Asıl tartışılması gereken, MİT’in hükümetin bilgisi dâhilinde PKK’nın şehir yapılanması olan KCK’yı kurdurup kurdurmadığıdır.
  APO denen katilin eylem talimatlarının Kandil Dağına ve terör örgütünün kırsal kadrolarına MİT personeli tarafından iletilip iletilmediğidir.  
Özerk Kürdistan’ın kurulması, bu kurulduktan sonra APO’nun önce ev hapsi ve sonradan özgür bırakılması ve arkasından çok daha vahim olanı BM veya NATO’nun bölgeye müdahalesi konusunda terör örgütüyle uzlaşılmış olup olmadığıdır.
KCK sanıklarının salı verilmesi konusunda taahhütte bulunup bulunmadığıdır.
Demokratik Toplum Kongresi tarafından MİT’in isteği üzerine özerklik ilan edip etmediğidir.
Bütün bu sayılan eylemlerin Hükümetin yani MİT’in bağlı olduğu Başbakan’ın bilgisi dâhilinde olmaması mümkün değildir. Nitekim Demokratik Toplum Kongresi eş başkanı Aysel Tuğluk, “bu süreç durdurulursa” yani “anlaşmadan dönülürse” iç savaş çıkacağını fütursuzca söyleye bildiğine göre,   burada artık asıl tartışılması gereken, hükümetin bu konudaki sorumluluğudur.
İddia edilen bu fiiller Türk Ceza Kanunu’nun dört ve beşinci bölümlerinde yer alan Devletin Güvenliğine, Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar oluşturan fiillerdir.
CHP ve MHP’nin  varlığı  iddia edilen, Aysel Tuğluk’un açıklaması ile de iddia olmaktan öte varlığı ortaya çıkan,  ülkeyi bölmeye yönelik uzlaşmanın/protokolün, hükümetin bilgisi dahilinde olmamasının mümkün olmadığını, kamuoyuna iyice anlatmaları gerekmektedir.
APO’nun verdiği eylem talimatları Kandil Dağı’na  MİT personeli tarafından götürülmüşse, bunu yapanların ve yapılmasına izin verenlerin ellerinde şehitlerin ve ölen ülke insanının  kanı vardır.
O zaman da şehit cenazelerinde atılan  kanı yerde kalmayacak” nutukları da timsahın göz yaşlarıdır.
Burada bir noktayı gözden kaçırmamak lazım, soruşturmayı yürüten savcının görevden alınması, apar topar MİT yasasının 26. maddesine  ek bir fıkra ekleyerek MİT görevlilerinin bu soruşturma kapsamının dışına çıkartılmaya çalışılması, hükümetin suçluların telaşı içinde kendilerini koruma ve olayın üstünü örtme telaşıdır.
Burada gizlenmek istenen, kendi suçluluklarıdır. Yüce Divan yolunu kapama telaşıdır.
Sayılan eylemler eğer doğruysa, bir istihbarat teşkilatının terör örgütü içine sızması veya örgüt içinden adam elde etmesi faaliyetlerinin çok ötesinde, ülkenin bölünmesi için terör örgütüyle işbirliği yapmasıdır. Varılan anlaşmanın nihai hedefi önce Özerk Kürdistan ve giderekte bağımsız bir Kürt devleti kurdurmaktır.
CHP ve MHP’nin zaman geçirmeksizin Hükümet hakkında gensoru önergesi vererek, bu konuyu TBMM taşımaları gerekir.
Şu andaki yapı içinde, PKK’nın avukatları, Atatürk’e  katliamcı diyebilen onursuzlar ve bunların yandaşları bu gensoruya destek vermeyebilirler, ama AKP içinde aynen 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi iyi anlatılmış bir gensoru önergesine destek verecek, bu ülkenin bölünmesine karşı çıkacak vatan sevgisi taşıyan milletvekilleri olduğu inancındayım.
BM veya NATO müdahalesi isteneceğine göre, savaşma motivasyonu düşmüş, komuta kademesi yıpratılmış bir ordu gerekiyordu o da yargı eliyle başarıldı.
Elinde ve emrinde yüz binlerce askeri tankı, topu tüfeği varken darbe yapmamış insanları, bir çoğu sivil hayata geçtikten sonra darbeci ilan ederek içeri almalarının sebebinin bu olduğu da ortaya çıktı.
Bu ülkenin sivil, asker aydınlarını terör örgütü yöneticisi ve üyesi diye zindanlara tıkarken, hükümet adına da ülkenin bölünmesi konusunda terör örgütüyle pazarlıklar yapılırken bir yandan da  yabancı Silahlı Kuvvetlerin ülkeye çağrılmasının alt yapısı hazırlandığı iddia edilmektedir.  
2001 den beri önce merkez sağdaki millicilerin, arkasından ulusalcı solcuların ve en son olarak da son iki yıldır CHP deki  ulusalcı kadroların  tasfiyesinin gerçek sebebi de buymuş demek ki.
Ergenekon davaları ve Silivri’de görülen bütün diğer davalarda kamu vicdanını sızlatacak şekilde infaza dönüşmüş tutuklulukların temel sebebinin, ileride APO’ya af çıkartabilmenin ön hazırlığı olduğunu daha ilk günden beri söyleyen bir kişi olarak bu tezgâh beni hiç şaşırtmadı.
 Bu iş Yüce Divanda biter.



8 Şubat 2012 Çarşamba

ZAVALI BİR SALI KONUŞMASI


Deveye sormuşlar boynun niye eğri diye, o da nerem doğru ki demiş, işte  Tayyip Erdoğan’ın Salı günü yaptığı grup konuşması aynen böyle.
Muhterem grup konuşmasında, 31 Mart’ın bir mürteci ayaklanması olmadığını, aynen Menemen faciasında olduğu gibi “dindarları” ezmek için kullanıldığını söylüyor.
31 Mart bu ülkede “şeriat devleti isteriz” sloganı ile sık sık tekrarlanmış gericilik ayaklanmalarının en önemlisi en büyüğüdür.Cumhuriyeti ilk yıllarında çıkartılan Şeyh Sait isyanında da olduğu gibi her gerici ayaklanmanın arkasında  emperyalizm vardır.O tarihte de onun önde giden temsilcisi İngiltere vardı. Bunun nedeni de Osmanlı İmparatorluğunda meşrutiyetin başarıyla uygulanmaya başlaması halinde aynı talebin Mısır’da gündeme geleceği korkusuydu.
Menemen’ de kimin kafası kesildi, orada koyun mu boğazladılar. Menemen bir mürteci ayaklanması değildir diye bilmek için, ya bilgisiz ya da  gerçekleri çarpıtıyor olmak gerekir. Bu bir yorum farkı değildir.
Bu ülkenin Başbakanı bu ülkede camiler kapatıldı derken, hangi Cami’nin hangi gerekçeyle kapatıldığını da söylemesi gerekir.
Kapatıldığını iddia ettiği camiler,  İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların İstanbul’u bombalama ihtimaline karşı, Topkapı Sarayında bulunan “kutsal emanetler” zarar görmesin diye bunların Orta Anadolu kenti olan, o tarihteki teknolojik imkanlarla Almanların vuramayacağı Niğde deki üç ayrı  uygun Camiye  taşıtılıp askerlerce koruma altına alınmasıdır.
Bu mudur Cami kapatmak?
Örnekler vereceksin, bu ülkede Kuran’ın nerede ne zaman yasaklandığına dair.
Tek parti döneminde dinin öğrenilmesi yasaklandı diyorsun, devletin bütün arşivleri elinde, Bu ülkede ilk İlahiyat Fakültesi 21 Nisan 1924 de Daru’l-Funun’a bağlı olarak İstanbul’da açıldı.
Yine 1924 yılında 29 yerde İmam Hatip Okulları açıldı.
21 Şubat 1925 tarihinde TBMM’ne verilen bir önerge üzerine “Kuran-ı Kerim ve Hadis Tercümesi yaptırılması için Diyanet Bütçesi’ne ek bir ödenek konması kabul edilerek “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsir ile Muhtasar-ı Tecrid-i sarih Tercümesi ve Şerhi” yaptırılmıştır.
Bunlar mı dinin yasaklanması? Devletin bütün arşivleri elinde, bunları bilmiyorsan bile öğrenmen on dakikanı alır, bütün bunların dışında İmam Hatip kökenli olduğuna ve “bu konuda mürekkep yaladığını” söylediğine göre bunları bilmediğini kabul etmek mümkün değil, o zaman gerçek dışı beyanda bulunuyorsun. Bütün Semavi Dinler “YALAN SÖYLEMEYİ” yasaklar.
Gerçekleri sırf halkın din duygularını istismar ederek oy bezirganlığı yapmak için mi çarpıtıyorsun? Eğer hakikaten bu konuları bilmiyorsan İslam Dinin “OKUYUNUZ”  buyruğuna uy, oku ve öğren
Her iktidarın kendisine uygun bir nesil tasavvuru olduğunu söylüyorsun, sen demokrasiyi de bilmiyorsun. Bu senin söylediğin tornadan çıkmış gibi nesiller yaratmak “totaliter” rejimlerin tarzıdır.
Bak o suçladığın, laikliği bu ülkeye getiren tek parti rejimi bile dinini bilen insan yetiştirmek için İlahiyat fakültesi ve İmam Hatip okullar açmıştır. Senin söylediğin ve istediğin gibi tek tip insan yaratmak için kimseye bir şeyi dayatmamıştır.
Onlar, fikri hür vicdanı hür nesiller istemişlerdir.
Suriye de insanlık dramı yaşandığını iddia ediyorsun, İran’da yaşanmıyor mu? 2009 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde rejim muhalifleri öldürülmedi mi? Gazeteciler hapis edilmedi mi? O zaman karnından konuşmaktan başka ne yaptın. Ciddi bir eylemde bulundun mu?Tehdit edebildin mi?
Yabancı basının sizin döneminizde Türkiye’ye çok yer verdiğini söylüyorsun.
Bak Sayın Başbakan pek okumaktan hoşlanmıyorsun, onun için ben sana bir gerçek olay anlatayım. Fidel Castro, Gorbacov’a yazdığı mektupta “Düşmanların seni övüyorsa sende bir bokluk var demektir” demiş.
Hatırlayacaksınız o tarihlerde batı basını Garbacov’u yere göğe koyamıyordu.
Bu batı basını yere göğe koymadığına göre, Türkiye’yi Suriye’de maşa olarak mı kullanacak. Bunlara çok dikkat etmek gerekir.
Batı basının şimdi ne yazdığı değil, önemli olan, tarihin ileri de ne yazacağıdır.
Tabii haklısın bu kadar fütursuz ve gerçekleri çarpıtarak  konuşmalar yapmağa, öyle bir muhalefet var ki;  köpeksiz köy buldun değneksiz  dolaşıyorsun.

  

5 Şubat 2012 Pazar

MERT OLUN AÇIKÇA SÖYLEYİN

Son yıllarda bazılarının söylem ve eylemlerine  baktıkça, Atatürk’e ve Türk aydınlanmasına duydukları kin ve nefretin sebebinin onun kurduğu bağımsız, uniter  Cumhuriyet olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Halbuki bir çok İslam Ülkesi’nin kabullendiği, içine sindirdiği,  egemenlik haklarımızdan vaz geçip, İngilizlerin, Amerikalıların idaresine bağlanıp, müstemleke valisinin yönettiği bir “manda” rejimini kabullenseydi, bir ulusa değil, etnisiteye dayalı, bölgelere ayrılmış bir ülke yaratsa, “böl parçala yönete” açık bir yapı oluştursaydı, bu ülkenin sınırları misakı milli’ye göre  değil, işgal kuvvetleri subaylarının cetvelleriyle belirlenseydi, birileri için nede iyi olurdu.
Zira;  o zaman laik demokratik bir cumhuriyet olmaz,  demokrasi, yasa karşısında eşitlik gibi kavramlar müstemleke valisinin verdiği kadar olurdu.
Eğitim seferberliği yapılmaz Türk aydınlanması gerçekleşmez, halkı dogmalarla kandırmak çok daha kolay olurdu.
Kapitülasyonlar devam ederdi. Tuzu kuru devşirmeler hariç bu ülkenin gariban insanları ve yer altı, yer üstü servetleri, ucuz emek, ucuz hammadde deposu olarak, idaresini kabullendikleri devletin ekonomik gelişmişliğine, refahının artmasına katkı yaparlardı.
Lütfedip bir araştırı verin, Londra metrosu yapılırken, kaç Pakistanlı, kaç Hindistanlı can kaybedilmiştir.
Bir bakıverin Çanakkale önlerine gelip, Geliboluya çıkartma yapan İngiliz kuvvetlerinde ne kadar Gurka ne kadar Anzak ölüsüne karşı kaç Britanya adasının has  çocuğu ölmüştür.
Bunları hiç düşündünüz mü? Düşünmezsiniz, düşünmenize izin vermezler. Zira çağımız faşistleri, uşak ruhluları gerçek düşüncelerini  “küreselleşme, globalizasyon, reel politik, kontrolsüz bir serbest bir piyasa” gibi kavramların arkasına saklarlar.
İşte şimdi Atatürk’ten, bu Cumhuriyeti kuranlardan, onların ümmetten bir ulus yaratma çabalarından nefret edenler, bir zamanlar “İngiliz mandası olsun”, “Amerikan mandası olsun” diyenlerin torunlarıdır.
Bunlar dedelerinin yaptığı gibi “Bizi kullan deliğe süpürme” diyenlerdir.
Halbuki bundan tam doksan dört yıl evvel bir avuç namuslu kahraman insan, Sivas Kongresinde, asıl amacın ülkenin tam bağımsızlığı olduğunu ortaya koymuşlardır.
Sıvas Kongresinde genç tıbbiyelinin, büyük kurtarıcıya yönelik söylediği “ sende mandayı kabul edersen seni de suçlarız” sözleri, bugün çağımız faşistleri neo liberallere o tarihte, büyük bir öngörüyle verilmiş en güzel cevaptır. Zira o tarihte de, mandacılığı İngiliz  muhipliğini savunan Anadolu’nun mazlum halkı değil, Damat Feritler, Sait Mollar,Ali Kemaller  gibi tuzu kuru,kendi kişisel çıkarları her şeyin önünde olan ve  TÜRK MİLLİ VARLIĞINA DÜŞMAN OLANLARDIR.
Ogün İngiliz Muhiplerinin gerçek amacı,aynen bugün çağımız faşistlerinin yaptığı gibi,  Anadolu da örgütlenerek isyanlar çıkarmak, milli uyanışı etkisiz hale getirip, YABANCI MÜDAHALESİNİ KOLAYLAŞTIRMAKTIR.
Ogün de, bunların arasında  milli uyanışı, dayanışmayı etkisiz hale getirmek isteyen, siyasetçisi, gazetecisi, okur yazarı vardı;  bugünde.
Bu ülkenin bağımsızlığı için emperyalizme karşı omuz omuza savaş vermiş insanları, bugün etnik ve mezhepsel kökenlerine göre ayrıştırarak bir iç çatışmayı körükleyip, yabancı müdahalesine imkan tanınacak bir ortamı yaratmak isteyen, aynı sıfatlara sahip kişiler var. Yani  zaman su gibi akıp gidiyor ve fakat amaç ve sahnede yer alan karakterler değişmiyor.
Bu ayet mi?  denilen gençliğe hitabesinin hangi cümlesi birilerine batıyor, anlamakta zorluk çekiyorum.
Devletin kurucusunun, bir ülkenin bağımsızlığını, iç ve dış düşmana karşı mücadeleyi gençlere görev olarak vermesini kimi niçin rahatsız ettiğini anlamakta zorluk çekiyorum.
Siz bu ülkenin iç düşmanı mısınız? Siz  bu ülkede isyanlar çıkartmak mı istiyorsunuz? Neden rahatsızsınız.
Siz bu ülkede bölücüler bir iç çatışma çıkarttığı zaman yabancı müdahalesini mi isteyeceksin?
Eğer bunlara “EVET” diyorsanız, o zaman hayatınızda bir kere mert ve dürüst olun, Atatürk’ten ve onun düşüncelerinden, onun kurduğu, laik demokratik cumhuriyetten rahatsız olduğunuzu dünya’ya ilan edin.

1 Şubat 2012 Çarşamba

ÇELİŞKİ

            Fransa’da parlamentonun her iki kanadını oluşturan Ulusal Meclis ve Senato’da kabul edilerek yasallaşan, soykırımların varlığını reddenlere ceza vermeyi öngören yasayı 76 Senatör ve 65 Ulusal Meclis üyesi  Fransız Anayasa Konseyi’ne taşıdılar.
Bu elbette olumlu bir gelişmedir.
Ama Türkiye kendi göbeğini kendi kesmeli ve büyük bir hukuk savaşı başlatmalıdır.
Bu savaşa öncelikle İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın Malta’da esir olarak tutulan Osmanlı tebaasındaki tehcir sürecinde Ermenilere katliam yaptığı iddia edilen kişiler hakkında İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından verilen “hukuki bir kovuşturma için yeterli kanıt olmadığına” hükmettiği dosyanın arşivlerden çıkarttırılıp bütün Dünya’ya içindeki belgelerle beraber duyurulması gerekir.
Bunu yaparken Ermeni tezlerinin en önemlisi olan Mavi Kitabın o tarihte İngiltere Savaş ve Propaganda  Bürosu tarafından hazırlanmış, çarpıtılmış, ön yargılı “subjektif hafıza aktarımlara”  dayanan  bir kara propaganda belgesi olduğu dünya’ya iyice anlatılırken, İngiltere nezdinde bunun bir propaganda belgesi olduğunun açıklatılması için diplomatik girişimlerde bulunulmalıdır.
Yine sahte oldukları, gerçeklerle hiçbir ilgisinin olmadığı ispatlanmış Andonya’nın “Talat Paşa Telgrafları”  ve ABD Büyükelçisi Morgenthau’nun anıları ve sonuncusu da fanatik bir İslam düşmanı Alman Protestan papazı olan Lepsius’un Alman arşivinden tahrif ederek düzenlediği  belgeler dünya’ya iyice anlatılmalıdır.
İngiliz Kraliyet Başsavcılığının, bu takipsizlik kararını verirken, sözügeçen dört düzmece belgenin de elinde bulunmasın rağmen, bunlara hukuki bir değer atfetmemiş olmasının  çok önemli olduğu vurgulanarak, Türk Bilim adamlarının başta Rus devlet arşivleri olmak üzere incelemelerinden elde ettikleri Ermeni soykırımı yalanını ortaya koyan belgeleri bütün dünyaya duyurmalıyız
Devlet bütçesinden de bu tür çalışmalar ciddi şekilde desteklenmelidir.
Bütün bunlar ortada iken Türkiye’nin  pasif bir tutum sergileyerek  savunma halinde kalması hem anlamsızdır ve hem de yanlıştır.
Bu konuda ciddi bir bilim adamına yakışır  tutum sergileyerek hukuk kavgası veren ve bu mücadelesini belli noktaya getiren Doğu Perinçek’i zindanda tutuyoruz ama onun AHİM de açtığı davaya da, onun söylediklerinin doğru olduğunu söyleyerek müdahil olarak katılıyoruz.
Daha acısı, birinci Ergenekon davası diye adlandırılan davanın iddianamesinin yirmi değişik yerinde, Perinçek’in bu faaliyetlerini suçluyoruz.
Bu davada göz altına alınıp sorgulananlara sorulan soruların en az dörtte birinin bu konularla ilgili olması da ayrıca çok şaşırtıcıdır
2015, yani sözde Ermeni soykırım iddialarının yüzüncü yılına giderken, Türkiye uluslar arası arenada çok ciddi bir hukuk ve propaganda savaşı başlatmak zorundadır
Bu savaşı sürdürürken siyasi iktidar, kendine yandaş olanlar olmayanlar ayırımı yapmadan, bütün bu konularda söyleyecek sözü olanları sahaya sürerek kesin bir sonuç almak zorundadır.
Bu mücadele bir ülke, bir millet sorunudur.
Ama bunu yaparken burada yaşayan bizim zenginliğimiz olan Ermeni vatandaşlarımız ile hangi yollardan olursa olsun buraya gelip, bizden medet umarak, bir anlamda bize sığınmış işçileri geri göndeririz gibi, basit söylemlerde bulunmadan kendi hukuki ve siyasi mücadelemizi verelim.
Bu mücadeleyi verirken, çelişki içinde bulunmayalım, bu konuda mücadele veren insanları zindanlarda çürütmeyelim.
Bilgi sahibi olmadan kulaktan dolma söylemlerle edinilen bilgilerle hakkındaki hükmü tarihin vereceği/verdiği karara bakmadan, bu devletin itibarını iade ettiği Talat Paşa ve arkadaşlarını karalamaya çalışmayalım.
İşine  geldiği zaman, hem “tarihi tarihçilere bırakalım” diyeceksin ve hem de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğunu zannedip bazı insanlara hakaret edeceksin.
Bu konuda yukarıdan aşağıya dökülüyoruz, bu konuda savaşım veren bilim adamlarını zindana tıkacaksın, devletin iade-i itibar ettiği şahıslar, hakkındaki kararı tarihçiler verir demeden aşağılamaya çalışacaksın.
Bu ne yaman bir çelişkidir.