29 Ekim 2018 Pazartesi

CUMHURİYET VE ÖZGÜRLÜK


Türkiye Devleti’nin karşısında bulunduğu güç ve önemli iç ve dış işlerini kolaylıkla sonuçlandırabilmesi için çok güçlü ve Meclis’in tam güvenini kazanmış bir bakanlar kuruluna kesin gereksinim bulunduğu kanaatindeyiz. Bunun için, Yüksek meclis’in her bakımdan güvenine ve yardımına dayanan bir bakanlar kurulunun kurulmasına hizmet etmek amacıyla çekildiğimizi üstün saygılarla bilginize sunarız efendim”

Bu yazı 27 Eylül 1923 Cumartesi günü Parti Genel Başkanlığı aracıyla Meclis Başkanlığına sunulan  Bakanlar Kurulu’nun  çekilme yazısıdır.

Olaylar bu noktaya gelirken, Mustafa Kemal, Meclis’te ‘’ gizli ve muhalif ,bir grup bulunduğunu sezmiş , Meclis çalışmalarında duyguların hakim olduğunu ‘’ görmüştür. Atatürk’e göre ;iktidar tutkusu olan bu grubu Hükümet kurmakla büsbütün serbest bırakmak gerekmektedir.25 Ekim 1923 günü yapılan toplantıda mevcut Hükümetin çekilerek , Meclisi aldatmaya çalışan ve iktidar hırsına bürünmüş bu gurubun, Hükümet kurmasına olanak sağlanması ,Hükümet kurmayı başarabilmesi halinde  de , yönetim biçimini ve yönetimdeki becerisinin bir süre izlenmesine karar verilmiştir. Kurulacak Hükümet ülkeyi yönetmede sapma ya da güçsüzlük gösterirse ,bunu  Meclis’ de açıklayarak soruna köklü bir çözüm bulunması düşünülmüştür.

       Meclis’te görüşmeler 28 Ekim günü geç vakitlere kadar sürmüş, ancak soruna bir çözüm bulunamamıştı. Hiçbir grup Meclis’e kabul olunabilecek ve kamuoyunca iyi karşılanacak adları içeren bir liste saptayamamıştı.

Çankaya’ya gitmek üzere Meclis’ten ayrılan Mustafa Kemal ,  İsmet Paşa ile Kazım Paşa’ya ve Fethi Beye birlikte  Çankaya’ya gelmelerini söyler. Kendisi ile görüşmek üzere   Ankara’ da bulunan ve Meclis koridorlarında beklemekte olan Kemalettin Sami ve Halit Paşalarında yemeğe çağrılmalarını Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa’dan ister. Çankaya’ya varıldığında beklemekte olan Rize Milletvekili Fuat ve Afyon Milletvekili Ruşen Eşref Bey’leri de yemeğe davet eden Mustafa Kemal , Meclis ‘teki karışıklığı giderir.

       ‘’Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz’’

 Öneri benimsenmiştir. Yemeğin bitiminden sonra izlenecek yöntem saptanır ve misafirler dağılırlar. Yalnız İsmet Paşa kalır Çankaya’da. Birlikte bir yasa tasarısı hazırlarlar.

29 Ekim 1923 de gün boyu süren  Meclis tartışmaları sonunda Anayasa değişiklik tasarısı kabul edilmiştir.

Bunları Cumhuriyetin ilanın 95. Yılında şunun için yazdım. O günkü Mecliste, O, faşist olmakla suçlanan insanlar, Mecliste gün boyu tarışmışlardır.

Cumhuriyeti kuranlar, aynı hedefe yönelmiş bir büyük dehanın önderliğinde bir kadro harekatıdır.

O gün Meclisteki özgürlük, serbest tartışma ortamı bugün var diyebilir miyiz. Bugün partilerin olaylara yaklaşımı Genel başkanlarının iki dudağının arasından çıkanla sınırlıdır.
Bu Cumhuriyeti bize armağan edenlerin ruhları şad olsun. Manevi huzurlarında  saygıyla eğilmek, Ne mutlu Türk’üm diyebilene, diye haykırmak bir vicdan borcudur.

26 Ekim 2018 Cuma

ADALETE KARŞI ADALETSİZLİK




“İnsanlar bir ölçüye kadar özgürlük kısıntılarına, baskıya, zulme katlanabilirler, ama haksızlığa adaletsizliğe katlanamazlar. En zayıf en ürkek insan bile haksızlık adaletsizlik karşısında tepki duyar ve tepkisini hiç beklenmedik biçimde ve ölçüde açığa vurabilir.

Toplumda huzur sağlamanın, insan ilişkilerini de yurttaş devlet ilişkilerini de sağlıklı ve düzgün yürütebilmenin başta gelen koşulu adalettir.

Adaletin dayanağı ise, yargı erkinin yargı organlarının bağımsızlığıdır.

Yargı organları yeterince bağımsız değilse, yargıçlar yeterli güvenceden yoksunsa, mahkemelerin vereceği en adaletli kararlar bile inandırıcı olmaz, mahkemelerin vereceği en adaletli kararlar bile inandırıcı olmaz; halk adalete inancını, devlete güvenini yitirir.

Adalete inanç ve devlete güven sarsıldıkça da hakkına razı olmayanlar artar. Yargı organları dışında hak arama eğilimleri yaygınlaşır, toplumsal ilişkiler zedelenir ve kötü anlamıyla anarşi ortaya çıkar. O durumda anarşiyi önlemenin koyu bir baskı rejimi kurmaktan başka çaresi görülemez olur ve demokratik hukuk devletinin yolu tıkanır.

Onun için yargı erkinin bağımsızlığı, adaletin dayanağı olduğu kadar, demokrasinin de gereğidir.

Eğer Türkiye’de gerçek demokrasi amaçlanıyorsa, yargı erkinin bağımsızlığını ve yargıç güvencesini zedelemekten kaçınılmalıdır.”

Okuduğunuz bu satırlar sanki bugün için yeni kaleme alınmış  gibi geliyor değil mi?

Hayır bu yazı bundan tam 37 sene evvel 12 Eylül Askeri rejimi döneminde yazılmış ve o gün yapılan yasa değişikliklerine karşı eleştiri olarak yazılmıştır.

Ben bu açıklamayı yapmasam her okuyucu sanki bugünü, yargının bugün içine düşürüldüğü durumu anlatıyormuşum diye düşünürdü.

Yani askeri cuntanın yaptığı hatalar,  bugünde tekrar ediliyor. Demek ki tekerrür eden tarih değil hatalarmış.

Siyasetçi daha doğru bir ifadeyle iktidar gücünü elinde bulunduranlar, Türkiye’yi Dünya devletleri arasında saygın bir yere oturtmak istiyorlarsa,yargı bağımsızlığını sağlamak zorundadırlar.

19. Yüzyılda yayınlanmış “History of Ottoman Turks” adlı kitabın  104. Sayfasında “İstanbul Fatihi (Sultan Mehmet) büyük bir imparatorluğu kurabilmek ve elde tutabilmek için kaba güçten ve askerlik yeteneğinden daha öte bir şey gerektiğini biliyordu……Adaletin gereğince işleyebilmesi için adalet dağıtanların saygı görmeleri gerektiğini; saygı görmek içinde yalnız bilgi ve sağlam karakterli olmanın  yetmediğini, Devlette yüksek ve onurlu bir yerlerinin bulunması gerektiğini biliyordu” diye yazmıştı.

Hakime saygının ne demek olduğunu anlatan, bugünlerde kınanan diktatörlük diye aşağılanan tek parti döneminde yaşanmış bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim.

Dönem tek parti dönemi, dönemin güçlü adamı Türk Hukuk Devrimini mimarı, Büyük hukukçu Mahmut Esat Bozkurt tek parti döneminin adalet bakanıdır. Afyona  Adalet Bakanı olarak gider, Kentin Ağır Ceza Reisi bakanı karşılamaya gelmez.  Bugün olduğu gibi o günlerde de ispiyoncu, yalaklar vardır. Bakana Ağır Ceza Hâkiminin kendisini karşılamaya gelmediğini söylerler. Mahmut Esat bugünkülere ders olacak nitelikte “Hakim kimsenin ayağına gitmez, biz Reis beyi ziyarete gidelim” der ve ziyaret eder.

İşte bugünlerde saldırılmanın ilericilik kabul edildiği tek parti döneminin bakanı ve bir de şimdikiler. 

22 Ekim 2018 Pazartesi

NE İŞİMİZ VARDI SURİYE’DE



Soçi’de bulunan Valday Tartışma Kulübünde konuşan Rusya Devlet başkanı Vladimir Putin, Türkiye’nin İdlib’le ilgili sorumluluğunu yerine getirip getirmediği sorusuna cevap verirken, “Türkiye gerektiği gibi ve oldukça etkin bir şekilde çalışıyor. Tekrar ediyorum, gördüğümüz her şey kolay değil. Hatta onlar (Türkiye’yi kast ediyor) bu bölgeye askeri hastane taşıdılar, çünkü kayıplar var. Onlar, bu terörist örgütlere karşı  mücadelede oldukça sert ve çok etkili hareket ediyorlar” demiş.
Suriye parçalanmaya çalışılmasa, ülke bütünlüğünü koruyor olsa idi, bizim askerimizin İdlib’de ne işi olurdu.
Vatan evladı Suriye topraklarında niye gazi veya şehit olsun. Biz Suriye’nin içişlerine, sırf Amerika Esad’ı devirmek istiyor diye müdahil olmasaydık, Suriye’nin Kuzeyinde bizim Güneyimizde Türkiye’yi rahatsız edecek, terörist yapılanmalar olabilir miydi.
Bugün İdlib’de gazilerimiz varsa şehit veriyorsak bunun sorumlusu, “Yurt’ta Sulh Cihan’da Sulh” geleneksel politikamızdan vaz geçip, komşularımızın içişlerine müdahale eden siyasi iktidardır.
Bugün İdlib’de verilen gazi ve şehitlerimizin, Galiçya cephesinde şehit düşen vatan evlatlarından ne farkı var.
Bu coğrafya da Amerikalılar ya da Ruslar hiç kendi çocuklarını dövüştürüyorlar mı? Ne gezer onlar burada vekâlet savaşları yapıyorlar.
Bizim yanlış politikamız sayesinde Ruslar Doğu Akdeniz’deki varlıklarını genişletiyor ve güçlendiriyorlar, Amerikalılar da, Irak’dan sonra şimdi de Suriye’deki ayrılıkçı Kürtleri kullanıp “Büyük Kürdistan” amacını bir adım daha ileriye taşımayı ve bölgedeki doğal kaynakları “ Kürdistan” üzerinden Akdeniz’e ulaştırmayı hedefliyor. Yanlış politikamızla , ABD’ni bu hedef doğrultusunda  önemli mesafe aldığının kabul etmek gerekiyor. AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bu gelişmeleri Rusya ile dayanışma içinde engelleyebileceğini hesap ediyor, ancak yanılıyor.
Birkaç gün önce Rusya Dışişleri bakanı Lavrov’un “ABD’nin  Fırat’ın doğusunda bağımsız bir devlet yapılanması hedefliyor” şeklindeki sözleri yandaş medyada , Türkiye yanlısı  bir politika olarak anlaşıldı ve heyecan yarattı. Oysa bu sözler “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” amacına yönelikti. Rusya’nın da Suriye’de bir federasyon peşinde olduğu biliniyor. PYD/YPG bürosu Moskova’daki faaliyetlerini sürdürüyor.  
   Yaşadığımız bütün  bu sıkıntıların sebebi, Tayyip Erdoğan’ın İslam Dünyasının lideri olmak ham hayalidir. Bu ham hayal nedeni iledir ki, geleneksel Arap politikamız olan, “Arapların içişlerine karışmama, Araplar arası ihtilaflarda taraf olmama” çizgimizde ayrıldık.
Bırakın İslam Dünyası’nın lideri olmayı, bir İslam/Arap Devleti bizim ülkemizde, herhangi bir batı ülkesinde yapamadığı işi burada yapıp  adam öldürebiliyor.
Ama Türkiye’nin bu yanlış dış politikasına, 2010 dan beri ana muhalefet partisinin de bir tepkisi olmuyor, hatta bir dönem Genel başkan yardımcısı, “Biz de Esad’ın gitmesinden yanayız” bile diyerek, Suriye’nin içişlerine müdahale edilmesine destek vermiştir.
Türkiye’nin süratle hiç zaman kaybetmeden Esad ile uzlaşıp elbirliği ile o bölgedeki ayrılıkçı hareketleri bitirip, Suriye’nin toprak bütünlüğünü evvela sağlayıp sonra da garanti etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur.
Atatürkçü dış politikanın iki önemli ayağından birincisi bağımsızlıksa, ikincisi ise ortak güvenliktir. Bağımsızlıktan kimseye taviz verilmeyecektir. Ortak güvenlik içinde komşularla ve de özellikle Iran, Suriye ve Irakla ortak tehdit oluşturan bölünme tehlikesine karşı birlikte hareket etmek gerekir.
Bundan böyle de bölge ülkeleri ile dostluk ilişkilerimizi güçlendirip, bölgedeki yalnızlıktan kurtulmamız gerekmektedir.

   



19 Ekim 2018 Cuma

TEK KELİMEYLE KEPAZELİK



Macron istedi Fransız gazeteci, Merkel istedi, Türk asıllı Alman gazeteci, Trump istedi Papaz verildi.
Türk yetkililer de “bağımsız yargıdan” söz ediyor. Bunu söylerken de yüzleri bile kızarmıyor.
İçişleri Bakanı olan zat da “Amerika’ya karşı kendimi zor tutuyorum” diyor.
Herhalde Amerika kendisini biraz daha kızdırırsa çeketi atıp Amerika’ya dalacak, bu nasıl bir üslup bu nasıl bir bakan.
 En son olarak da Türkiye’de bir insanın, bir gazetecinin Suudi Arabistan başkonsolosluğunda öldürüldüğü iddia ediliyor, bu konuda ciddi bulgular var ama  Türkiye bu cinayet şüphesi karşısında Suudileri kızdırmamak için gerekeni yapamıyor/yapmıyor.
Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosu da hukuk devleti(!) Türkiye’den Kaçıyor. Tabii kaçtığına inanırsanız.
Türkiye’nin gördüğü en bilgisiz Dış İşleri Bakanı ve  Cumhurbaşkanlığı sözcüsü, acizlerini örtmek için “Konsolosun diplomatik   dokunulmazlığı var, cezai bağışıklığı var, seyahat özgürlüğü var” diye Türk Halkına  yukarıdan aşağıya yanlış açıklamada bulunabiliyorlar.
Aslında Başkonsolosun resmi görevleri haricinde cezai bağışıklığının olmadığını bilmemeleri, bilmiyorlarsa öğrenememeleri mümkün değil. Bu açıklama ile amaçlanan bir yandan Suudi yetkilileri kızdırmamak bir yandan da Başkonsolosun kaçmasına göz yummak için kamuoyu indinde günah çıkartmaktır. 
İşin hukuki boyutu şu;24 Nisan  1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana sözleşmesinin 41. Maddesine göre,hakkında ağır suç iddiaları bulunan başkonsolos veya konsolosluk memurlarının dokunulmazlık hakkı yoktur ve bundan dolayı da yetkili yargı mercii tarafından ifadeye çağrılabilirler, tutuklanabilirler ve haklarında dava açılabilir, dolayısiyle bulunduğu ülke izin vermediği sürece ülkeden çıkış yapamazlar.
Bu açıkça, Suudi Arabistan Başkonsolosu Türkiye’den, Türk yargısından  Türkiye’nin bilgisi dahilinde kaçmış, sırf Suudileri kızdırmamak için  kaçmasına göz yumulmuş demektir.
Nitekim Cumhurbaşkanlığı başdanışmanlarından İlnur Çevik “.. bu olayı kullanıp Dünyayı Suudilerin başına yıkmak yerine yine kraliyet ailesine dostluğunu (!) gösterip olayı fazla deşelemeden, aksine iyi niyetli adımlar atarak Kral Salman’a yardımcı oluyor… işte bu yüzden kral Salman, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı arayıp teşekkür etti.” diye açıklamada bulunabiliyor.
Kral Salman, Tayyip Erdoğan’a yani Türkiye’ye, Türkiye suçu ve suçluyu koruduğu sakladığı için teşekkür etmiştir.
Suçu görmezden gelip suçluyu korumak Türkiye’yi sadece itibarsızlaştırır.
Bu durum Türkiye için utanç verici bir durumdur, tek kelimeyle kepazeliktir. 
AKP iktidarının bu tutum ve davranışlarından sonra, Dünya’nın bize çağdaş uygar bir ülke olarak bakması artık mümkün değildir.
Dünya bize bundan sonra istendiği zaman dış baskılarla, yargısının elinden adam alınabilinen, hunharca insanların öldürülebildiği, katillerin ellerin kollarını sallayarak kaçabildiği bir ülke olarak bakacaktır.
Sadece bakmakla kalmayacak, beklide gizli örgütler bundan böyle Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde  rahatlıkla adam öldürebileceklerdir.
İtibar büyük şatafatlı saraylarda oturmakla kazanılmaz, itibar ciddi devlet olmakla kazanaılır.






15 Ekim 2018 Pazartesi

OLMUYOR KEMAL BEY OLMUYOR.



Dün CHP genel başkanına rahip Brunson kararını sormuşlar. Aynen şunları söylemiş: 
"Önce kararı görmemiz lazım. Hangi gerekçelerle bu kararın verildiğine bakmak gerekiyor."
Bu cevap gerçek CHPli herkesi  çileden çıkarır. 
Sorulan soru salt hukuk kuralları içinde görülmüş olan bir davaya ilişkin olsa, elbette öyle bir yanıt vermek gerekir. Oysa, o davanın tümüyle siyasallaştığı ayan beyan ortada. Bunu dünya alem öyle görüyor.
Cumhurbaşkanı, birkaç ay önce, "verin papazı, verelim papazı" diyerek rahibin pazarlık için tutulduğunu açıkça ilan etmişti.
Rahip için ABD ayağa kalktı. Trump ve yardımcısı Pence, Cumhurbaşkanı’na  ve hükümete rahibi derhal serbest bırakmaları, bunu yapmadıkları takdirde sonuçlarına katlanacakları tehditleri savurdular. Ambargolar koydular.
Dünkü duruşma başladığı sıralarda Trump "Rahip Brunson ile ilgili çok çalışıyoruz (Working very hard on pastor Brunson)" şeklinde bir tweet atarak baskıyı sürdürdüklerini ima etti. Rahibin kısa sürede ülkesine döneceğini de ekledi ve dün ülkesine dönen rahip Beyaz Saray’da Oval Ofiste ağırlandı.
Rahipte Trump’a gösterdiği çabalardan ötürü teşekkür etti.Trump’ta “Uzun süre müzakere ettik, kesinlikle fidye ödemeyeceğimizi söyledik. Erdoğan’a teşekkür ediyorum, onun içinde kolay değildi….” Diyerek kararın hukuki değil siyasi olduğunu, ABD’nin tehdit ve baskılarıyla olduğunu  beyan etmiştir,
Zaten, dava görülürken bir ABD uçağının rahibi götürmek üzere hazır bekletildiği sonradan anlaşıldı. 
35 yıl hapis talebiyle yargılanan birisinin infaz hükümlerinden yararlandırılarak serbest bırakılmasını mümkün kılacak bir sürede  az bir ceza ile kurtarması içeride ve dışarıda çok dikkat çekti.
Genel başkan, daha önceki örnekleri (mesela Deniz Yücel olayını) hatırlatarak, yargının ne hale getirildiğini ve Türkiye'nin içine düşürüldüğü dış baskılara açık hazin durumu gösteren bu net tabloyu halka anlatacak yerde,  bir değerlendirme yapmak için gerekçeyi görecekmiş. Gerekçe kim bilir ne zaman yayınlanacak!
Bu ülkede bir çok namuslu, haysiyetli hukukçular var, bunlardan bir teki dahi verilen kararın hukuki olduğunu söylemez/söyleyemez. Bu kararın bağımsızlığını yitirmiş yargıya talimat ile  verdirilmiş bir karar olduğunu söyleyeceklerdir. 
İktidara her konuda stepnelik yapan Devlet Bahçeli bile kararı eleştirdi.
Kılıçdaroğlu adet haline getirdi, olaylar güncel ve sıcak iken Recep Tayyip Erdoğan’ı ve partisi AKP'yi hırpalayacak bir söz söylemekten ısrarla kaçınıyor. 
Mesela, darbe girişimi sonrası saraya ve Yenikapı mitingine gitti. İş işten geçtikten sonra, darbe girişiminin "kontrollü" olduğunu ve esas darbenin AKP tarafından yapıldığını söyledi. Bu sözlerinin hiçbir etkisi olmadı haliyle
Suriye politikası uygulamaya konulurken ya da açılım politikalarına  etkili bir karşı duruş göstermedi. Şimdi eleştiri yapıyor tabii kimse ciddiye almıyor, dinlemiyor.
16 Nisan referandumunun ve 24 Haziran seçimlerinin "gayrı meşru" olduğunu ilan etmek için haftalar bekledi, espri  konusu oldu.
Şimdi iktidar daha doğrusu Tayyip Erdoğan  Atatürk’ün vasiyetini çiğneyecek ona bile tepki vermiyor.
Genel başkan ABD'nin aldığı buyurgan tavrı da eleştirebilirdi. Herhalde aman ABD'ni kırmayalım diye onu da yapmadı ki; Cumhuriyet Halk Partisi tarihinde hem de Amerika’ya karşı çok onurlu haysiyetli tavırlar sergilenmesi vardır.”Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır” gibi,  Afyon kararı gibi, Kıbrıs çıkartması gibi….
Kılıçdaroğlu aynı açıklamasında, "Darısı, harp okulları öğrencilerinin, er ve erbaşların başına. Onlar da inşallah kısa süre içinde tahliye olurlar" da demiş.
Birisi hatırlatsa iyi olur: Siyasi parti genel başkanları etkili eylemlerle destekli politikalar benimseyip uygulayarak sonuç alırlar. "İnşallah" ile temennide bulunmak sokaktaki sıradan vatandaşların yapacağı iştir.
Halimiz tam da bir dostumun yazdığı,” Mozart’ın saraydan kız kaçırma operası vardı, dünyanın bildiği şimdi de bizim Saraydan Papaz kaçırma güldürümüz oldu, dünyanın güldüğü.” gibi






12 Ekim 2018 Cuma

AMAÇ ATATÜRK’E DOKUNMAK



AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan  Macaristan dönüşü uçakta, CHP’nin İş Bankası hisselerinin  Hazineye devri için MHP’nin desteği ile bir yasal düzenleme yapılabileceğini açıklamış.
Bu söylemin üç gerekçesi var. İlki toplumun dikkatlerini ekonomik çöküntüden başka noktalara çekmek. Onların beklediği, bu açıklama üzerine toplumun bütün kesimleri dikkatlerini ve haklı eleştirilerini ekonomi üzerinden çeksin bu konuya odaklansınlar.
İkincisi içini boşattıkları devlet bankaları Halk Bank ve Vakıflar Bankasından sonra, İş Bankası’ndan da yandaşlarına fon aktarma arzuları ve asıl önemli olan üçüncüsü de kin ve nefret duydukları Ulu Önder Mustafa Kemal’e bir şekilde dokunmak, hem de hukuku alenen çiğneyerek bunu yapmaya çalışmak.
Zira Medeni Kanuna göre Atatürk’ün vasiyeti açıldıktan sonra ona bir ay içinde iptali istenmediği için kesinleşmiştir.
Vasiyetname, miras bırakanın (olayımızda ulu önder Atatürk) son istek ve arzularını mirasının paylaşım esaslarını belirleyen yazılı belge veya sözlü beyandır.
Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk’ün maddi mirasçısı olmayıp, sadece vasiyeti tenfiz memurudur.
Nedir vasiyeti tenfiz memuru?
Miras bırakan, yasal veya atanmış mirasçıları dışında, bir kişiyi seçerek, son arzularının yerine getirilmesi görevini ona verir.
İşte ulu önder Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi’ni, vasiyetini yerine getirmekle görevlendirmiştir.
Vasiyeti yerine getirme memurları(vasiyeti tenfiz memuru) vasiyetten nemalanmaz sadece vasiyette konu bir akar var ise o akarın, müteveffanın (Olayımızda) ulu önder Atatürk son arzusuna uygun olarak dağıtılıp dağıtılmadığını kontrol eden kişidir.
O nedenle Cumhuriyet Halk Partisi İş Bankasının karından en ufak bir pay almamaktadır.
Aslında bir Cumhurbaşkanı için bu olayın hukuki boyutunu uzmanlara sorup öğrenmesi işten bile değildir.
Ama Recep Tayyip Erdoğan’ın yapmak istediği asıl şey açıkça Atatürk’ün hatırasına saygısızlık edememesi, halkın buna büyük tepki vermesi nedeniyle dolaylı şekilde bunu yapmaya çalışmasıdır.
Bu hukuksuzluğuna da Milliyetçi Hareket Partisini alet etmek istemektedir.
Böylece Atatürk’ün aziz hatırasına bir şekilde tasallut etmiş olacaktır.
Vasiyet bir özel hukuk kurumudur. Bir kişinin iradesine yasa ile müdahale edilmeye başlanırsa ve buna tepkisiz kalınırsa bunun duracağı nokta belli olmaz.
Bana öyle geliyor ki; buna sessiz kalınırsa bundan sonraki aşama Anıtkabiri inşaata açmak olacaktır
İktidarın tüm işlemlerini her daim “Beşuş” bir çehre ve  alkışlarla karşılayan işadamları, bu durum gerçekleşirse, bir sabah kalkarsınız ki bütün malınız mülkünüz, herhangi bir mahkeme kararına da gerek görmeksizin elinizden alınmış olur.
Güncelliğini her daim koruyan bir slogan var “ susma, sustukça sıra sana gelecek” diye, bu suskunluk bana bunu anımsattı.
Bu hukuk güvenliğinin kalmadığını ortaya koyar ki, bu ülkeye yabancı yatırımcı gelmez. İçerdeki yatırımcı da dışarı kaçar. Bu durum kendi ayağına kurşun sıkmaktır.Ülke ekonomisinde çok derin yaralar açar.


   






8 Ekim 2018 Pazartesi

YANLIŞLAR



Yalova’nın Cumhuriyet Halk Partili Belediye başkanı 4-6 yaş arası çocuklar için “SİBYAN” okulu açmış. Sibyan okulu Osmanlı’da var ilk öğretim kurumuna verilen addır.
Günümüzde Osmanlı güzellemesi yapmak moda olduğundan ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel başkanı da, karşı taraftan oy alacağız dediği için Belediye başkanı da bunu yapmış.
Bunu yapmakla karşı cepheden oy alamazsınız ama, gericiliğin kurumsallaşmasında bu iktidara yardımcı olursunuz.
Cumhuriyet halk Partisi’nin sorunu, uzun süreden beri kadro partisi olma niteliğini kaybetmiş, lider partisi, şahıs partisi kimliğine bürünmüş  olmasıdır. 
Bu durum in<<sanların partiden soğumalarına, kaçmalarına neden olmaktadır.
Uzun süreden beri CHP seçmenin yarısı “Genel Başkanlara rağmen” partiye oy verdiğini söylemektedirler.
Halk Partisi’nin seçimleri kazanarak iktidara gelmesini isteyen geniş kitlelerin, partinin yanlışlarını açık yüreklilikle ortaya koymalıdırlar.
Cumhuriyet Halk Partililerin şimdi yapmaları gereken partide tek adam düzenini yıkmalarıdır. Bu parti saltanatı yıkmış yerine Cumhuriyeti kurmuş bir partidir. Kendi söküğünü de dikecektir.
Halk Partililer açık yüreklilikle artık bu gerçekliği ortaya koyup tartışmalıdırlar. Uzun yıllardan beri lider olarak öne çıkan insanların yanında kimler var, var olanlar liyakat sahibi midirler diye baktık mı? Hiç bunu irdeledik mi? Bunların cevabı kocaman bir hayırdır.
Gecikmeden yapılması gereken liderlerin ya da lider adaylarının yanındaki kadrolara bakılması gerektiğini herkese anlatmamız lazım.
Yoksa adamın ağzı iyi laf yapıyormuş Tayyip Beye iyi cevap veriyormuş, bunlar artık sadece miting meydanlarını doldurmaya yarar, partiye oy getirmez.Nitekim en son 24 haziran seçimlerinde bunu gördük, yaşadık.
Cumhuriyet Halk Partisini ve ülkeyi düze çıkartmak için, - Atatürk gibi bir dehayı beklemekten vaz geçip, çünkü öylesi  ancak üç yüz, dört yüz yılda bir belki gelir-, bir kadro harekatı başlatılması gerekir.
O deha ve kadroları, 1923-1938 arasında bu ülkeyi yönetirken ortalama kalkınma hızı yüzde 7.4 dür.
Yerel seçimlerden sonra yapılacak bir Kurultayda, parti meclisine, demokratik toplumcu düşünceye sahip inançlı insanlar getirilirse önce Cumhuriyet Halk Partisi ve sonrada ülke kurtulacaktır.
Oluşturulacak nitelikli  kadrolar, halkın ekonomik sıkıntılarına, yolsuzluk ve hortumlara, politik çıkar tezgahlarına, talancılık  ve siyasal kirlenmeye bir tepki yaratıp, bir alternatif olduğunu geniş kitleleri ikna edip Cumhuriyet halk Partisini iktidara taşıyabilir.
Artık yanlışta ısrar etmenin bir anlamı kalmamıştır. Demokratik rejimlerde umut olabilmenin ön koşulu, geniş kitlelerin umudu olabilmektedir.
Umut yaratmıyorsanız, ağzınız ne kadar iyi laf yaparsa yapsın toplumun umudu olamazsınız.


 
 

5 Ekim 2018 Cuma

REALPOLİTİK, HAMASET VE ETKİSİZ SİYASET


                             


 "Realpolitik", 19. yüzyılda Almanya'da ortaya çıkmış Almanca bir kavramdır. Bu kavram, kuramsal, etik ve idealist hedeflerden ziyade, pratik ve maddi unsurlar üzerinden yürütülen politikaları tanımlar. Dünya ve Almanya tarihinden bu kavram doğrultusunda oluşturulan politikalara ilişkin örnekler bulmak mümkündür. 
Cumhurbaşkanı’nın Almanya'ya yaptığı devlet ziyareti bunun son örneğini oluşturdu. Ziyaret, Almanya bakımından, özü itibariyle, tam bir "realpolitik" uygulamasıdır.
Alman kamuoyunun, medyasının ve siyasetçilerinin, Türkiye'yi, üzerinde hiçbir denetim ve kontrol mekanizması bulunmayan bir tek adam rejimine dönüştürmekle, en cılız muhalif sesi bile susturmakla, dünyada en fazla gazeteciyi hapse göndermekle, bazı Alman vatandaşlarını suçsuz yere hapsetmekle suçladığı Recep Tayyip Erdoğan'ın yine de Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier ve Şansölye Merkel tarafından misafir edilmesi, idealist bir dış politika uygulaması olamayacağına göre, ancak "realpolitik" ile izah edilebilir.
Bu "realpolitik" uygulamasının arka planında Almanya bakımından çok önemli sebepler var. 
Bunların başında sığınmacı konusu geliyor. Merkel'in geçmiş yıllarda uyguladığı "açık kapı" politikasının siyasi faturası kendisi için çok ağır oldu. Partisi CDU seçimlerde aşırı sağcı partiler lehine büyük oy kaybına uğradı. Sığınmacı konusu Almanya siyasetinde bütün taşları yerinden oynatabilecek bir faktör olmayı sürdürüyor. Sadece bu konu bile Almanya'nın Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olmasını zaruri kılıyor.
Türkiye'deki ekonomik kötü gidiş Almanya'da endişe ile izleniyor. Bunun sebebi tabii ki Almaların Türkiye aşkı değil. Mercedes, Siemens, Bosch gibi ağır toplar dahil, binlerce irili ufaklı Alman şirketi Türkiye'de faaliyet gösteriyor. Bu şirketler, kötü iktisadi gidişten etkilenmemek için hükümetlerinden Türkiye nezdinde girişim yapmasını istiyor.
Alman kamuoyu, Türkiye'de sebepsiz yere tutuklandıklarına inandığı Alman vatandaşlarının serbest bırakılmasını sağlaması için hükümete baskı yapıyor.
Batılı ülkeler, Türkiye'de bir tek adama rejimi tesisine boşuna destek vermediler. Kendileri için hayati önemde gördükleri meseleleri o tek kişiyi ikna etmeleri halinde kolayca çözebileceklerini biliyorlar. Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya'da ağırlanmasını bu çerçevede görmek gerekir.  
Alman ev sahipleri, bu arada, Türkiye'deki demokrasi karşıtı gelişmeleri ve insan hakları ihlallerini de eleştirdiler. Ne var ki, bu eleştiriler, samimi değildi, evrensel ilkelerden taviz vermiyor gibi bir görüntü vermek için yapılmış göz boyama idi.
Almanya'nın hesabı açıktır: Türkiye'deki gelişmeler hakkındaki eleştirilerini yumuşak tutacak, bunun karşılığında menfaatinin gerektirdiği tavizleri Türkiye'den koparacaktır. 
Bu filmi 1980'lerde de  görmüştük. 1982'den sonra  CDU'lu şansölyenin yönetiminde olan Almanya, 12 Eylül uygulamaları hakkındaki eleştirilerini ılımlı tutmuştu. Karşılığında sağladığı menfaatin en çarpıcı örneği, Türk işgücünün anlaşmalardan doğan (o zamanki AET'de) serbest dolaşım hakkının 1986 yılında rafa kaldırılmasıdır. Almanya, menfaatleri öyle gerektirdiği için, darbeci Kenan Evren'i 1988'de devlet misafiri olarak ağırlamaktan da geri durmamıştı.
Bu defa da Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya'da hüsnü kabul görmüş olmasının Türkiye bakımından anlamı ise, kurulan tek adam rejiminin meşruiyetinin AB'nin en güçlü ülkesi tarafından tanınıyor izlenimini yaratmış olmasından ibarettir. Bunun dışından somut bir çıkar beklentisi yersizdir.
Yöneticilerimiz ve yandaş medya ziyarete öyle bir anlam yüklediler ki, sanki AB ile ilişkiler gelişecek, müzakerelere yeniden dönülecek, ve vize serbestliği sağlanacak. Oysa, bunların hiçbirisi olmayacak.
Türkiye'ye üyelik yerine özel statü verilmesini temel politika olarak benimsemiş olan Merkel'in müzakerelere yeniden başlanmasını samimi olarak istediğini söylemenin imkanı yoktur. 
Vize serbestliği de tam bir hayaldir. Hele, milyonlarca Suriyelinin ve işsiz vatandaşımızın kapağı bir biçimde Avrupa ülkelerine atmak için fırsat kolladığı ve vatandaşlarımızın giderek artan sayılarda AB ülkelerinden siyasi iltica talebinde bulundukları ortamda vize serbestliğinin sağlanacağını düşünmek için saflık ötesi bir durum gerekir. Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier resmi yemekte CB'nımızın yüzüne karşı "Günümüzde Türkiye'den endişe verici derecede çok sayıda insan, sivil topluma yönelik artan baskıdan kaçarak bize sığınıyor" demekten çekinmemiştir.
Hal böyle iken, AB ile ilişkiler ve vize konularında Türk halkına gerçekleşmeyecek ümitler pompalamak hamasetten ibarettir. İlerleme sağlanabilmesi Türkiye'de son 8-10 yılda yaşanan bütün anayasal, yasal ve uygulamaya dönük değişikliklerin geri alınması gerektirir ki, bunun imkânsızlığı da ortadadır.

CHP, tabloyu yukarıda özetlenen şekilde halka anlatacak yerde, hep yaptığı gibi, gerçeklerden uzak talep ve umutlar içeren bir açıklama ile konuyu geçiştirdi. Etkisiz siyaset tarzından vazgeçmeye niyetleri yok!