29 Mayıs 2013 Çarşamba

EKSİK OLSUN O SİYASİ PRİM


Başbakan Salı günü yaptığı grup konuşmasında alkollü içki yasağı ile ilgili olarak :  “Bunu birçok yere çekenler olabilir. İnancı nedeniyle yapıyor. İşte, İslam böyle emrettiği için yapıyor… Yahu, bir defa, şecaat arz ederken sirkatin söylüyor. Yani, hangi din olursa olsun, bir din yanlışı değil, doğruyu emrediyor. Ve doğruyu emrediyorsa, bunu din emrediyor diye karşısında mı duracaksınız? İki tane ayyaşın yaptığı yasa sizin için muteber oluyor da, inancın emrettiği bir gerçek, bir vakıa, niçin sizler için reddedilmesi gereken bir olay haline geliyor?..." dedi.
Başbakanın bu sözlerini sadece basit alkol yasağı konusuna indirgersek yanılgıya düşeriz.
Tartışılan konu, gençleri alkolden korumak değildir. Tartışılan konu, Türkiye Cumhuriyeti’nde laiklik anlayışının, ilkesinin yaşamaya devam edip, etmeyeceğidir.
Tayyip Erdoğan’ın tutumu, kutsal dini inançları siyasetin parçası haline getirme çabasıdır. Bu çaba da başarılı olursa, artık özgür düşünceden, insan eşitliğinden, aydınlanmış kafadan söz etmek mümkün değildir.
Tayyip Erdoğan laikliğin belirleyici olmadığı bir yeni rejim özlemektedir.
Laiklikte üstünde önemle durulması gereken konu, yapılmak istenen yasal düzenlemelerin, hukuki düzenlemelerin dini temellerle dayandırılmıyor olmasıdır.
Başbakan konuşmasında yapılan  bir yasal düzenlemeyi “dini referans alarak” savunmaktadır.
Elbette din kuralları kötü yapın demez. Ama Başbakanın da laik demokratik Türkiye’de vatandaşına, bir şeriat devleti olan İran da olduğu gibi, evinde iç, dışarıda da ibadet et deme hakkı da yoktur.
AKP’nin Türkiye’yi götürmek istediği  nokta, Türkiye’nin laik cumhuriyet anlayışını yıkıp bertaraf etmektir.
Laiklik ortadan kaldırıldığı zaman, hayatın nasıl olacağı için deneme yapmaya gerek yoktur. Çevrenize komşularınıza, İran’a Irak’a, Filistin’e,Lübnan’a  bakar sizi hangi tehlikelerin beklediğini görebilirsiniz.
Bugün Türkiye’yi yöneten bu kadro, siyasi yetişme dönemlerinden başlayarak laikliği ve cumhuriyeti içlerine sindirememişlerdir.
Bu Cumhuriyetin kurucusunun Anıt’ına gitmeyi “Sap gibi durmak” diye niteleyenler, bugün iktidarı ellerinde bulunduranlar değil midir?
Anayasa da “türban yasağı” kaldırılması tartışılırken, Anayasa Mahkemesi bu değişikliği esastan değil, sadece şekil olarak inceleyebilir diyerek aslında Anayasayı çiğnediklerin bilmelerine rağmen, bunun esastan incelenemeyeceğini söyleyerek bilerek ve isteyerek bunu yaptıklarını itiraf etmemişler miydi?
Bu örnekler daha çok uzatılabilinir.
Sadece bu örnekler dahi, artık  AKP iktidarının kafasının arkasında bir başka plan mı var düşündürmeyecek kadar nettir.
Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının laik Cumhuriyetle sorunları vardır.
Cumhuriyet tarihimizde ilk kez, İktidar eliyle,laik demokratik cumhuriyeti tehdit eden, bu yapının özüne, ruhuna aykırı bir anlayış, laiklik karşıtı bir değerler sistemi uygulamaya geçirilmek istenmektedir.
Zannedilmesin ki, bu alkol yasağı ile yapılmak istenen Anayasanın 58. Maddesinin 2. Fıkrasında belirtilen gençleri alkol ve uyuşturucudan korumak konusuyla sınırlıdır.
Dikkat edilirse düzenleme yapılırken, süreç işletilirken çok masum ve iyi niyetli, kimsenin karşı çıkamayacağı “gençlerin kötü alışkanlıklardan” korunması motifi işlenmiştir.
Buna karşı çıkılmazsa daha teokratik bir toplum olmaya sürükleniriz, demokrasi ve insan hakları uygulamaları teokratik bir yapı içinde de söz konusu olamaz.
Dini inançların tartışılmaz ilkeleri vardır, dogmaları vardır. Teokratik bir yapı içinde bu doğaldır ama demokrasinin dogması yoktur yani demokrasi dogma kaldırmaz, demokrasi fikirlerin özgürce tartışılmasını ister.
Gelinen noktada, maalesef günlük siyasi yarar, ülke çıkarının önüne geçmiş durumdadır.
Bu durumda demokrasiyi işletmek zorlaşır.
Bu süreçte tek sorumlu bu yasal düzenlemeyi TBMM’ye taşıyan AKP değildir; siyasi prim yapabileceklerini akıllarından geçirebilen, laikliğe karşı gevşek bir durum sergileyerek, dini motif ve söylemleri kullanarak siyaset yapan diğerleri de sorumludur.
Vermesinler o siyasi primi, eksik olsun o siyasi prim       


     

26 Mayıs 2013 Pazar

KİFAYETSİZ MUHTERİSLER


Turgut Özal’la başlayıp, AKP  iktidarı ile iyice fütursuzlaşan,  devlette gelenek haline gelmiş, kamuda üst makamlara atama yapılırken “liyakat ve deneyimi” ön plana çıkartan anlayış yok edilmektedir.
Zira liyakat ve deneyim sahibi olduğu için belli görevlere getirilmiş bürokratlar siyasetçiye direnirler ve yanlış yapmalarını engellerler.
İşte Başbakanın “Bürokratik oligarşi” dediği budur. Bunlar kamu yararını siyasetçinin isteklerinden önde gören, liyakat sahibi namuslu memurlardır.
Bu konuda ilk darbeyi önce Maliye yemiştir. Hesapsızlık ve kitapsızlık bir yaşam tarzı olan Özal, önce bu müessesenin hizmet içi eğitim kurumları gibi çalışan,usta çırak ilişkisine dayan  liyakat sahibi, konusuna hâkim insanlar yetiştiren teftiş kurullarını dejenere etti.
AKP iktidarında, bu kurumun dejenere edilmiş şekli, siyasi iktidarın hoşlanmadığı iş adamları üstünde baskı aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Adım adım yargı siyasi iktidarın borazanı haline geldi.
Bu ülkenin Başbakanı işi, “Yargıya talimat verdim” demeye kadar  götürdü. Toplumdan çıt çıkmadığı gibi, aslında başlı başına bir güç olan basın da olayı, görmedi, duymadı, tabii böyle olunca da yazamadı.
Hani o imrendiğimiz demokratik  ülkelerden birinde böyle bir söz sarf edilse o başbakanı batı basını çarmıha gererdi.
Yıllardır bu ülkede yaşayan herkes güvenilir kurumlar dediğiniz zaman size üç tane kurum sayardı, Türk Silahlı Kuvvetleri, Dışişleri Bakanlığı ve Maliye.
Maliye anlattığım şekilde bitirildi.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin vatanperver, yetenekli, iyi eğitilmiş personeli, ABD ve PKK talimatları  doğrultusunda düzmece deliller ve gizli tanıklar sayesinde ya Silivri’ye ya da Hasdal’a tıkıldı, oda toplum indindeki güvenirliliğini yitirdi.
Kala kala bir Dışişleri Bakanlığı kalmıştı. Onu da bitirmeye karar verdiler.
AKP iktidarı ile birlikte, çok istisnai bir durum olan, kariyerden gelmeyen, meslek dışından atanan büyükelçilerin sayısı darbe dönemlerini bile aştığı gibi Dışişleri koridorlarında konuşulan, bu sayının yakın tarihte daha da artacağı yönünde.
İktidar bugüne kadar kendine yandaş insanları liyakatine, deneyimine bakmadan sadece “badem” olmasına bakarak  atamalar yaptı. Anlaşılıyor ki,  Başbakanın tabiriyle “Bürokratik Oligarşiyi” ortadan kaldırmaya bunlarda yetmemiş  olacak ki, 15 Mayıs’ta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bir “torba yasa” sevk edildi. Buda yasalaşırsa artık devlet memurluğu tümden  ortadan kalkacak.
Aslında bu yasayla  yapılmak istenen “bürokratik oligarşiyi” yıkmak falan değil, Cumhuriyetin kurumlarını yıkma arzusu ve  ihtirasıdır.
Özel sektörde veya  serbest meslek erbabı olarak beş yıl çalışmış, lisans diplomasına sahip herkes, kamuda Daire Başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı ve Genel Müdür, Müsteşar Yardımcısı ve   Müsteşar olarak atanabilecek.
Bu devlet memurluğunu bitirmektir.
Asıl tehlikeli olanı, Dünya da saygınlığı olan Türk Dışişleri Bakanlığı kuruluş yasası değiştirilerek yukarıda belirttiğimiz makamlara gelebilmek içinde meslek memuru olmak şartı ortadan kaldırılıyor.
AKP iktidarı ile beraber, Dışişleri Bakanlığında önce gençleştirme gerekçesiyle, dış politika seçeneklerinin belirlenmesi ve oluşturulmasında, özel yetenek isteyen, usta çırak ilişkisi içinde elde edilen yetiler göz ardı edilerek bazı yandaş kişiler, liyakat ve deneyimlerine bakılmaksızın üst görevlere atandıkları için bugün yapılan hatalar ülkeye ağır bedellere mal olmaktadır.
Dış politika seçeneklerinin belirlenmesi ve uygulanması için çok önem taşıyan, farklı özellikleri olması gereken, uzmanlık isteyen Bakanlığın yönetici kadrolarına artık meslekle alakası olmayan kişiler de atanabilecek.
Geçmişi Cumhuriyet öncesine dayanan ve dünya da saygınlığı olan Türk Diplomasisi ağır bir darbe yerken ne meslekten ne de muhalefetten tek bir ses çıkmaması çok üzücüdür.
Kariyerden gelme bir diplomat olan şimdiki müsteşar böyle bir olaya nasıl sessiz kalıyor anlamak mümkün değil.
Tarih siyasetçileri suçlarken, görevini yapmayan bürokratları da yazacaktır.
Sayın Sinirlioğlu inşallah ileride Dışişleri koridorlarında göğsünü gere gere dolaşabilir.
Kifayetsiz muhteris yöneticilerin eline bırakılan kurumların çökmesi, sonuçta bunu gerçekleştiren siyasetçileri de sıkıntıya sokar.
Koca imparatorluk, bu kafa yapısındaki yöneticiler, kurumları kifayetsiz muhterislerin eline bıraktığı için çöktü.   




22 Mayıs 2013 Çarşamba

MEMLEKET VİRANE, MUHALEFET ŞAHANE



Dünya’da Tayyip Bey kadar şanslı bir siyaset adamı yoktur.
Ne yaparsa yapsın kendisini sıkıştıramayan, gündem tayin edemeyen,  tam aksine Tayyip beyin gündeminin arkasına takılıp giden bir muhalefet var.
Zatı muhterem fiyasko ile neticelenen, Türkiye’nin istediği hiçbir desteği alamadığı sadece “telkinleri” dinlemekle yetindiği  ABD gezisini bile bir anda unutturdu.
Çıktı ve üç sandığı 2014 de ortaya getirebiliriz dedi. Muhalefet üstüne atladı, biz hazırız diye.
Elbette hazır olacaksın, Mahalli İdareler Seçimlerinin beş yılda bir yapılacağı Anayasa emri, ne uzatabilirsin ne kısalta bilirsin.
Cumhurbaşkanı’nın süresi yanlışta olsa Anayasa Mahkemesince yedi yıl olarak belirlendiğine göre Abdullah Gül’ün süresi 2014 de dolacağından, sürenin bitmesinden  altmış gün içinde de Cumhurbaşkanlığı seçim yapılması bir anayasal zorunluluk olduğundan o da zaten 2014 de yapılacak, kala kala anayasa referandumu kalıyor. Bu saatten sonra o da zaten ancak 2014’e yetişir.
Böyle  bir anayasal zorunluluk  ortadayken Başbakan’ın bu açıklamasını ciddiye alıp buna laf yetiştirmek, ABD  gezisindeki fiyaskoyu gündemden düşürmeye yarar, buda ancak bizim muhalefete yakışır
Türkiye üstüne oynana oyunların, yapılan planların burada değil başka yerlerde kotarıldığını anlayıp kafalarını biraz  kaldırıp uzaklara bakacaklar ve bazı şeyleri görebilecekler.
Örnek mi istiyorsunuz?
İşte örnek: ABD’deki Cumhuriyetçilere yakın  Amerikan Girişimi Enstitüsü’nün dergisinde 10 Mayıs’da   “Bağımsız Kürdistan Zamanı Geldi” başlıklı bir  makale yayınlandı.
Kongredeki sandalye dağılımlarını göz önüne aldığınızda,  Cumhuriyetçilerin söylemlerinin önem kazandığı tartışmasız.
Analizlerde Kürdistan’da önce Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir federatif yapı meydana getirileceği, bu  yapılanmanın  geçici düzenlemeler olacağı, federatif yapılanmanın  kaçınılmaz olarak bağımsızlıkla sonuçlanacağı dile getiriliyor.
Bununla ilgili siz bizim muhalefetin tek kelime söylediğini duydunuz mu?
Elbette duymadınız:
Bizim muhalefet Tayyip beyin peşinden gidip onun söylemlerine cevap yetiştirmeye çalışır.
Örneğin Kuzey Kıbrıs’da çok çarpıcı gelişmeler yaşanıyor.
Kuzey Kıbrıs’da bir baskın erken seçim var iken, Kuzey Kıbrıs Başbakanı İrsen Küçük’ün sık ABD’ ye gitmesi, Ercan hava alanının  yap işlet devret modeliyle büyütülüyor ve  Kuzey Kıbrıs’da çok ciddi otel yatırımları yapılıyor olması nedensiz olamaz.
Bunlara neden: Obama yönetiminin de Ercan  Hava Alanının uluslararası trafiğe açılmasına yardımcı olması karşılığında  Kuzey Kıbrıs’da ABD’ye büyük bir Deniz üstü verileceği söylentileri ya da  Limanların Rum kesimine açılmasının pazarlıkları yapıldığı iddiaları doğru olabilir mi?
Obama yönetimi tarafından Türkiye’ye  Akdeniz’deki gücünü arttırması ve bu bağlamda İsrail ile işbirliği yapması,  Suriye yerine Kıbrıs sorunu üzerine eğilinmesinin  telkin edilmesi, tutanak dahi tutulmadığı iddia edilen kırmızı oda toplantısında nelerin konuşulduğu;  bizim muhalefet partilerimiz açısından hiç mi  önemli değil?
Partilerimizin bu konulardaki  görüşlerinin ne olduğu konusunda hiçbir şey duyduk mu?
Duymadık.
Bütün bunlar ,  İsrail’in güvenliği ve ABD’nin ekonomik ve siyasal çıkarları uğruna bu bölgedeki bir Kürt devletinin  kurulacak olmasıdır..Kuzey Kıbrıs da  belli al verlerle bu işin içine sokulacak, Doğu Akdeniz kontrol altına alınacaktır.
Bütün bunlar Türklerin  lehine olacak yutturmacılarıyla yapılmaktadır.
Bizim muhalefet partilerimiz ne ile uğraşıyor.
Uludere emrini kim verdi?
Uludere de katırlarla yapılan, diğer tarafta ağaların beylerin TIRlarla, tankerlerle yaptıkları kaçakçılığın kamuflajıdır.
Uyanın beyler uyanın (!)
Asıl sorulması gereken soru , o  bölgede derebeylerinin yaptığı kaçakçılığa niçin engel olunmadığı/olunamadığıdır.
Muhalefetin yapması gereken,  Reyhanlı’da ölümlerin olmasındaki kusurun, Arapların iç işlerine karışmak, Araplar arası dinsel ve mezhepsel ihtilaflara taraf  olmaktan kaynaklandığını yüksek sesle dillendirmektir.
Var mı böyle bir şey?
Yok.
Dış politika kötüde, ekonomi iyimi?
İşsizlik artmış, büyüme hızı nerdeyse durma noktasına gelmiş, ABD ile hayal edilen serbest ticaret anlaşmasının lafı bile edilmemiş ama  bunu bile anlatacak bir muhalefet yok.
Sorulan soru “Uludere emrini kim verdi”
Başka (!) Çıt yok
Her şeysiyle bitmiş bir iktidar ortada ama onu silkeleyebilecek bir muhalefet yok. Memleket virane, muhalefet şahane.
   



19 Mayıs 2013 Pazar

WASHİNGTON BRÜKSEL HATTI



Geride bıraktığımız haftanın en önemli iki olayı Başbakan’ın Washington’da, yüksek perdeden dillendirdiği taleplerinin  hiç birini elde edememiş  olması, diğeri de Atatürk’ün koltuğunda oturan CHP Genel Başkanı’na Swoboda isimli Prusya artığının CHP’nin ne yapması  ve CHP Genel Başkanı’nın nasıl konuşması gerektiğini dikte etme cesaretini gösterebilmiş olmasıydı.
Başbakan, ABD’ye giderken Suriye konusunda iki talebi vardı. Birincisi Suriye’nin Kuzey’in de uçuşa yasak bölge ilanı ve ikincisi ise  rejim muhaliflerine öldürücü silah sağlanması.
Uçuşa yasak bölge ilanının  Birleşmiş Milletler kararı gerektirmesinin yanında, daha bu ayın başında, ABD Genel Kurmay Başkanı  bunun Suriyeli Muhaliflere büyük bir katkı sağlamayacağını  belirtmişti.
Nitekim Obama da Tayyip Erdoğan’a bunun olmayacağını bir kere daha söyledi. Suriye’nin toprak bütünlüğünü ortadan kaldıracak,  aynen Irak’ta olduğu gibi bir özerk bölge yaratmaya yönelik bu talep red edildi.
Obama Türkiye istediği için değil, ama Kongre’deki Cumhuriyetçi kanadını bu konudaki talebi karşısında,  denge hesapları nedeniyle esnek davranarak, muhaliflerin rejime karşı kendilerini savunabilmeleri için silah güçlerinin arttırılabileceğini söylerken de, Türkiye’den de bu silahların Suriye’yi bir şeriat devletine dönüştürmek isteyen  El-Kaide gibi kökten dinci örgütlerin eline  geçmesinin önlemesini istedi.
Muhaliflere öldürücü silah istemek, Suriye hududumuz, AKP’nin yanlış politikaları nedeniyle yol geçen hanına dönmüşken ve bu kökten dinci örgütlerin yurt içinde her türlü lojistik ağlarını ördükleri de düşünülürse, Türkiye’nin  bunu engellemeye çalışması halinde, bu silahların Türkiye’ye karşı kullanılması tehlikesiyle de karşı karşıya kalınabilinir.
ABD bu  öldürücü silahları muhalifler verirse, Rusya’nın da rejime silah desteğini arttıracağı ve hemen güneyimizde, bugün yaşan   acımasız, kanlı, Müslümanların  bir birlerini boğazladığı bu iç harp daha da acımasız şekilde devam edecektir.
Obama’nın talimatıyla, diplomatik deyişiyle “telkiniyle” Türkiye bugüne kadar hiçbir şekilde muhatap almayacağını söylediği Baas rejimiyle, dolayısıyla Esad yanlılarının da olduğu bir masaya oturmayı kabul ettiği  gibi,  bir de muhalifleri buna ikna etmekle “talimatlandırılmış !” durumda.
Bu durumda Tayyip Bey Suriye konusunda istediği hiçbir şeyi alamamış tam aksine verilen talimatları dinlemek zorunda kalmış olmaktadır.
Obama’nın, İrak konusunda da  Tayyip Erdoğan’a,Türkiye’nin  Bağdat Yönetimini dışlayarak Kürt Yönetimiyle doğrudan ticari ilişkiye girilmesinden  duyduğu rahatsızlığı da dile getirdiği anlaşılıyor..
Mavi Marmara konusunda İsrail tezlerini kabul ettiğimiz, “sözde” özürden sonra, ABD  şimdi de Türkiye’den İsrail’e en kısa zamanda büyük Elçi atanmasını da istiyor.
Yarın İran’la bir çatışma olursa bizden elbette talepleri olacak o zaman Türkiye iyice açmaza girecek.
Sonuç olarak Araplar arası ihtilaflara, geleneksel dış politikamız dışına çıkıp, taraf olduk ve batılı güçlerin maşası haline geldik.
Peki, bizim şakşakçı basın dışında batı basını bu geziyi nasıl değerlendiriyor; maalesef Türkiye’nin güçlü olmaktan ziyade, yumuşak olduğunu söylüyor ve yazıyorlar. 
Gelelim Brüksel’e:
 CHP nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Hannes Swoboda tarafından kelimenin tam anlamıyla aşağılandı.
Kılıçdaroğlu’nun kişiliğinden ziyade, CHP Genel Başkanı böyle bir aşağılanmaya muhatap olduğu için bunu kabullenmek mümkün değildir.
Saygısız, terbiye yoksunu, megaloman Swoboda, Kılıçdaroğlu’na  CHP’nin  nasıl olması gerektiğini anlatacak kadar ileri gitmiştir.
 Swoboda’ya karşı takınılması gereken tavır daha başlangıçta, bu tarz konuşmaya başladığı anda,  ona haddini bildirip toplantıyı terk etmekti ama yapılmadı
Swoboda’nın, CHP’nin omurgasını teşkil eden ulusalcılara yönelik sözlerine, Kılıçdaroğlu ve arkadaşları hoşlarına gittiği için sessizce dinleyip, tepki verilmediklerinden,  bundan cesaret bularak Swoboda’nın  da iyice küstahlaştığı anlaşılıyor.
Swoboda’nın CHP tarihini bilmesi beklenemez; ama o toplantıya katılanların en azından CHP tarihi ve devrimciliği hakkında kendisine  birkaç cümle söylemeleri beklenirdi.
Maalesef yapılmadığı içindir ki, söylem deki nezaketsizliği dışında daha da küstahlaşmak cesaretini bularak, ev sahibi olduğu randevuyu iptal etmiştir.  
Sözün kısası Washington Brüksel hattında olanlar onurlu bir ülkenin insanlarını üzecek düzeydedir.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

TAYYİP BEY ÇARŞAFA DOLANDI



Atatürk ve devleti kuranlar, Orta Doğu’da  aşiret, mezhep ve dar çıkar temelli kaypak ilişkilerini, harp meydanlarında edindikleri deneyimlerle bildikleri için, Araplar arasındaki ihtilaflardan uzak durmayı Türk dış politikasının düsturu haline getirmişlerdir.
Arapları her hangi bir konu etrafında birleştirebilmek, bir yazarımızın dediği gibi “Hazreti İsa’yı yargılatmamak için Yahudileri ikna etmekten daha güçtür”
Bütün bu gerçekler ortada iken, “Tarihin Türklere bölgede özel sorumluluklar bahşettiği” yolunda komik açıklamalar yapabilen  Davutoğlu’nu kendisine kılavuz seçen  Tayyip Erdoğan, Orta Doğu’ya nizam vermeye çalışarak, Araplar arasındaki ihtilafların içine girmiş, Türkiye’yi de  bir anlamda Suriye bataklığına  sürüklemiştir.
ABD, Rusya İngiltere ve Fransa gibi büyük  devletler, Orta Doğu ile eskisinden çok daha içli dışlıdırlar,  bölgede siyasal ve ekonomik çıkarları vardır.
 Dışarıdan bakan gözlemcilerin değerlendirmelerine göre, Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin,  Orta Doğu’ya nizam vermek ihtirasına karşılık , bu işi yapabilecek kapasite de olmadığı ,en iyi niyetlerle Türkiye’nin batılı güçlerin isteklerini yerine getirdiği  nispette yardımcı aktör olacağı yönündedir.  
Nitekim, AKP hükümeti  hiçbir fedakarlıktan çekinmeyerek destek verdiği Suriye muhalefetini bile kontrol edemez duruma gelmiş, önceleri beraberce bu muhalefete destek verdiği Suudi Arabistan ve Katarla bile ters düşmüştür
Tayyip Erdoğan, ulusumuzun içtenlikle benimsediği hem  “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ve hem de özelinde “Araplar arasındaki ihtilaflardan uzak durmak” prensiplerini göz ardı ederek, ihtirası uğruna  Türkiye’yi  Suriye iç savaşının bir parçası haline getirdi.
Türk halkı Tayyip Erdoğan’ın Suriye politikasını tasvip etmediği ve bu nedenle de arkasında güçlü bir kamu oyu desteği olmadığı için, uğranıl her saldırıdan sonra ya “Sabrımızı denemeyin” ya da “gereken cevap misliyle verilecektir” şeklinde hafif ezik, mahcup açıklamalar yapılmaktadır.
Ankara Suriye ile ilgili bütün politikasını Başkan Esad’ın gitmesi üzerine kurmuş ve Esad’ın on beş gün zor dayanacağı söyleminden nerdeyse üç yıl geçti. Esad’da yerinde oturuyor.
 ABD ve Rusya, ihtilafı  Esad rejimi unsurlarını da katarak,  yani Esad’lı çözüm bulacakları  yolunda işaretler vermeye başladılar..
ABD ve Rusya,  Suriye sorununa mevcut  rejiminde içinde yer alacağı bir çözüm yolu bulurlarsa,  bu Tayyip Erdoğan açısından daha da büyük bir siyasi irtifa kaybı olur; çünkü Suriye’de ağır ağabiliğe soyunurken, ancak büyük güçlerin izin verdiği kadar oyunun içinde yer bulan,  kendini  onların  hamiliğine ihtiyaç duyan bir konumda bulabilir.
Bu durum da  Türkiye Suriye’de hiçbir zaman başat bir rol oynayamayacak, sadece batılı güçlerin siyasal ve ekonomik çıkarlarına yardımcı olacaktır.  
Nitekim bunun ilk işaretleri de önce , “beysbol sopası” göstererek sonra da Gazze gezisi erteletilerek verildi.
Tayyip Erdoğan’ın Suriye’de ve genel olarak da dış politika da yaptığı yanlışlar yurt dışında kendisine ve ülkeye büyük itibar kayıp ettirmektedir
Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Atatürk, Araplar arasındaki ihtilaflara taraf olmamış, bundan özenle kaçınmış ve  asıl önemlisi de  batılı emperyalistlerin Orta Doğu’da ki  çıkarlarına maşalık yapılmamasını salık vermiştir.
Bölgede kurulan Arap ülkeleriyle de Batılı Devletleri  aynı seviyede tutan bir dış politika izlemiş, ancak onların kendi aralarındaki ihtilaflara hiçbir zaman taraf olmamıştır.
İşte Tayyip Erdoğan, Orta Doğu’ da Araplar arası ihtilaflardan uzak durma ve kimsenin maşası olmamak prensiplerinden vaz geçerek uyguladığı dış politika sayesinde tam bir çarşafa dolanmış, dış dünyada da büyük itibar kaybına uğramış,  ancak  yurt içinde,  söylem ve etkinlikleriyle kamuoyunda heyecan yaratacak bir muhalefet olmaması nedeniyle sadece ufak tefek yıpranmayla kendini kurtarmaktadır.
 


,

12 Mayıs 2013 Pazar

TAM BİR FİYASKO



Cumartesi günü Reyhanlı’da, bu yazıyı kaleme aldığımız saat itibariyle, 42 kişinin öldüğü ve 140 kişinin de  yaralandığı bir  terör saldırısı oldu.
Terör kimden gelirse gelsin, sivil, savunmasız insanlara  yönelik kahpe ve hain bir saldırıdır.
Saldırıdan hemen çok kısa bir süre sonra, hükümet yetkilileri  telaş içinde Suriye istihbaratını sorumlu tutan açıklamalar yaptılar. Bu kadar kısa bir sürede bunu belirleme yeteneğine sahip olan güvenlik güçleri, nasıl olmuşta bunun istihbaratını önceden alıp önleyememiştir.
Bunun Suriye rejiminin işi olması  olası  görülmüyorsa da,  göz ardı etmemek lazım.Çünkü:
Uçağı biz düşürdük dedik sesleri çıkmadı.
Hudut kapısında bomba patlattık çıtları çıkmadı.
Bunlar sade boş konuşur diye de düşünmüş de olabilirler.
Her ne kadar muhaliflere karşı bazı başarılarda kazanmış olsa da, henüz  sorunları devam eden rejim niçin Türkiye’yi tahrik etsin.Ama zayıf da olsa bu  ihtimalde göz önünde tutmak lazım.
Bunun Türkiye’yi Suriye’de sıcak bir çatışmanın içine çekmek isteyenlerin bir tahriki olma ihtimali daha yüksektir.
Suriye’de çeşitli ülkeler tarafından  farklı nedenlerle desteklenen çok sayıda silahlı gruplar var. Bunların içinde El Kaide var, Nusayriler var, Selefiler var, Cihatçılar var, PKK yanlısı PYD var, Özgür Suriye Ordusu var.  
Mayıs ayının ilk haftası içinde, bölgeyi çok iyi tanıyan ABD’nin  Ankara ve Bağdat   Büyük elçiliklerini  yapmış olan James Jeffery, Amerika’nın  prestijli düşünce kuruluşlarından biri olan Washington  İnstitute’a Türk araştırmacısı Soner Çağaptay ile birlikte yaptıkları  analizde, sanki bugün olacakları  işaret etmiş gibiler.
Bu analizde özetle “Ankara, Esad’ı devirmek amacıyla, 2011 sonbaharından beri cihatçılar dahil, yabancı savaşçıların Suriye’ye girmesine izin veriyor. Bu Türkiye için ağır riskler taşımaktadır.Türkiye üzerinden geçen cihatçılar kaçınılmaz biçimde ülkede iz bırakacaklardır. Bu iz, kişisel bağlantılar kurmak, ikmal yeteneklerini geliştirmek, ilerideki operasyonları desteklemek maksadıyla, sahte isimlerle banka hesapları açmak gibi şekillerde olabilir.Bu cihatçıların bir gün Türkiye’yi hedef almayacaklarının güvencesi yoktur. Şimdi Türkiye cihatçılardan yararlandığını düşünüyor olsa da, aslında cihatçılar Türkiye’den yararlanıyor olabilirler. Sınır delil deşik olduğundan, Türkiye kendisini  bir cihatçı/el kaide problemi ile karşı karşıya bulabilir” demişlerdir.    
 BBC de olaydan sonra yaptığı yorumlarda El Kaide’yi işaret etti.
Ulusal çıkarlarımız açısından Türkiye’nin bu çatışmaların dışında kalması gerekirken, Türkiye ABD’nin Suriye’ye bir askeri müdahalede bulunmasını istemekte ve bunu zorlarken de destek vereceğini söylemektedir.
Tayyip Erdoğan NBC Televizyonuna verdiği mülakatta, Suriye üzerinde bir uçuşa yasak bölge ilanını Türkiye’nin destekleyeceğini açıkladı. Televizyon kanallarına çıkan iktidara şirin gözükmek çabasındaki uzmanlarda bunu desteklediler.
Bu aynen Irak’ta olduğu gibi Suriye’nin bölünmesine yol açacağı gibi, Birleşmiş Milletler kararı olmadan da yapılacak böyle bir operasyonun  meşruiyet sorunu çıkar.
Rusya ve Çinin,  Suriye olayına bakışı ortaydayken böyle bir kararın Güvenlik Konseyinden çıkması da zaten mümkün değildir.
Böyle bir kararın alınmasının mümkün görünmediği, hem ABD Genel Kurmay Başkanı’nın  Nisan ayı sonunda  ve hem de ABD Dışişleri Bakanı  John Kerry’nin   7 Mayıs günü Moskova ziyaretti sonrası yaptığı açıklamalarda  ortaya çıkmıştır.
ABD Genel Kurmay Başkanı yaptığı değerlendirmede; uçuşa yasak bölge ilanının askeri bakımdan mümkün olsa bile çok etkili olmayacağını, zira Esad Rejimi tarafından muhaliflere verdirilen zararın yüzde 90 nının  kara harekatı sonucu  olduğunu açıkladı.
John Kerry de, ABD ve Rusya’nı Suriye sorununa 2012 Haziran ayında yayınlanan Cenevre Deklarasyonu temelinde , siyasi bir çözüm bulunması ve bu amaçla rejim temsilcileriyle muhalifleri bir araya getirecek bir konferans toplanması konusunda anlaştıklarını açıkladı.
Bütün bu açıklamalar ve ABD’nin pasifik ve kendi Ana karası dışında fiili askeri güç kullanmayacağı yönündeki politika değişikliği de göz önüne alınırsa, ABD’nin Suriye’de bir askeri harekât yapmayacak olduğu ortaya çıkmış durumda.
ABD’nin Suriye’ye karşı bir askeri harekât isteksizliği ve Rusya’nın kararlı tutumu da Esad rejimine cesaret vermiş olabilir.
İster muhalifler yapmış olsun, ister rejim.
Bizim açımızdan tam bir fiyasko.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

TARİH SİZİ AFFETMEYECEK



Kanlı terör örgütü PKK’nın Kandil’de yaşayan elebaşlarından Karayılan’ın Türk Devletine dikte ettiği şekilde, terör örgütü militanları, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın söylediğinin aksine silahlarıyla beraber dün güya ülkemizi terk etmeye başladılar.
Ölürdüler, yaraladılar, kırdılar döktüler, Tayyip Erdoğan’ın isteği üzerine !, hiçbir müdahaleyle karşılaşmadan   ellerini kollarını sallayarak ülkeyi terk ediyorlar.
Bu işlemin emrini verenler ve uygulayanlar  anayasayı çiğnemektedirler.
Anayasanın 87. Maddesi af ilanı ile savaş ve barış yapma yetkisini TBMM ne vermiştir.
 Terör örgütünün, kolluk kuvvetlerinin hiçbir müdahalesi olmadan ülkeyi terk etmelerine göz yummaları, dolaylı da olsa suçlulara af niteliğindedir.
Genel veya özel af ilan etmek Anayasamızın TBMM’nin  Görev ve Yetkilerini düzenleyen 87. Maddesine göre, üye tam sayısını beşte üç çoğunluğunun vereceği bir kararla Büyük Millet Meclisine aittir.
Bu elini kolunu sallayarak  ülkeyi terk etmek dolaylı bir af ilanı olduğuna göre, Başbakan TBMM’ye  ait bir yetkiyi büyük bir fütursuzluk içinde, “Ben yaptım oldu” mantığı ile kullanmaktadır.
Yok eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu eli kanlı  terör örgütünü uluslar arası hukukun tarif ettiği “Savaşan taraf” kabul etti de barış antlaşması yaptıysa bunun da Büyük Millet Meclisinin onayına tabi olduğunu unutmamak gerekir. 
AKP Milletvekilleri  Anayasanın kendilerine verdiği bu  yetkilerin, Tayyip Erdoğan tarafından şahsen kullanmasını ya olayın hukuki ve manevi sorumluluğunu algılayamamış olmalarından ya  da  bir daha ki seçimde listeye konmayız endişesiyle hiçbir tepki vermeden izlemektedirler.
İleride  ülkenin bölünmesine giden süreçte,  bağlı kalacaklarına  yemin ettikleri  Anayasa’nın, kendilerine tanıdığı yetkiyi, anayasayı ihlal ederek   Başbakan’a devretmenin ağır manevi sorumluluğu altında ezilecektirler.
Çocuklarının  yüzüne bakamayacak hale gelirler.
Elbette sadece iktidar partisinin milletvekilleri sorumlu değildir bu açık anayasa ihlalinden.
Bu ihlalden muhalefet milletvekilleri de gerekli hassasiyeti göstermedikleri için aynı derecede sorumludurlar  . “Bize Mecliste bilgi verilmiyor” kolaycılığının arkasına sığınamazlar.
Eğer anayasa çiğneniyorsa bunu Mecliste en sert şekilde dile getirmeleri ve  halka anlatmaları  bunu gerekir.
“Analar ağlamasın”, “kan mı dökülsün?”, “sen barış istemiyor musun?”, “şehit cenazeleri gelmesin” lafları muhalefetin temsilcileri üstünde psikolojik baskı yaratmaya yöneliktir.
Bu sözlerin etkisi altında kalanlar, geçmiş hakkında hiçbir bilgi birikimi olmayanlardır.Bu sözleri söyleyenler ise Kurtuluş Savaşının yüzelliliklerinin bugünkü iz düşümleridir.
Eğer  sorun vatanın bütünlüğü ise  analar da ağlar, şehit cenazesi de gelir. Vatandan ve vatanın bütünlüğünden daha kutsal bir değer yoktur.
Eli kanlı terör örgütü mensupları, silahları ile çekilirken buna sessiz kalan kamu görevlileri, başta valiler, emniyet müdürleri ve askeri yetkililer bu kanunsuz emre uymamak zorundadırlar.
Çünkü verilen emir kanunsuz bir emirdir. Suçluyu bilmesine rağmen bunun kaçmasına, ülkeyi terk etmesine göz yuman kişiler, bu terör örgütü mensuplarına  yardımcı olmaktadırlar, bu nedenle  kanunsuz bir emri yerine getirmektedirler
Bu kanuna aykırı emri yerine getirenler, emrin üstleri tarafından verilmiş ve hatta emirde ısrar de edilmiş olsa sorumluluktan kurtulamazlar.
Anayasanın 137. Maddesinin 2. Fıkrasına göre “ Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir surette yerine getirilmez ; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.
Bu anlattıklarım elbette olayın hukuki boyutu ama birde olayın manevi tarafı vardır. Bu işin  hukuki boyutundan çok daha ağırdır.
Unutmayın ki tarih ülkesine ihanet edenleri hiç unutmaz Sait Mollaları, Ali Kemalleri,  Etemleri unutmadığı gibi.
İster iktidar ve yandaşları arasında, ister ana muhalefet partisi içinde “Barış süreci” çığırtkanlığı yapanlar hata etmemektedirler, bilerek ve isteyerek bu söylemleri dile getirmektedirler.
Nedir istedikleri?
İstedikleri bölünmüş küçülmüş, Sevr’in çizdiği sınırlara hapsolmuş bir Türkiye’dir.
Bu bölünme sürecine,  ister siyasetçi, ister aydın, ister bürokrat olarak katkı yapmış olsunlar tarih bunları affetmeyecektir.
Aynı  mahkeme huzurunda, “Hata etmişim, Kusur etmişim” diyen İngilizlerin oyuncağı olmuş Şeyh Sait gibi.





5 Mayıs 2013 Pazar

BRAVO TAYYİP BEY



Olumsuz bir olaydan sonra, “Ben demiştim, ben yazmıştım” demekten hiç hoşlanmıyorum. Zira, bu bir üzüntünün, bir kaybedişin, en hafif söylemiyle bir olumsuzluğun tespiti oluyor.
21 Mart tarihli “Açılımda Büyük Tuzak” başlıklı yazımda, “İktidarın bugüne kadar sergilediği hukuk dışı ve Yüce divanlık suç oluşturan tutum ve davranışları, PKK’ya dolaylı tanıma sağlayarak onu uluslar arası hukukun süjesi haline getirmiştir” demiş idim. Ayrıca hükümetin hangi eylemlerinin PKK’yı meşrulaştırdığını saymış ve “Terör örgütlerinin uluslararası alanda ulaşmak istedikleri temel amaçlardan birisinin  de ‘Savaşan taraf’ statüsü kazanmak olduğunu yazmıştım.
Bugün gelinen noktada PKK,  hem yurt içinde ve hem de yurt dışında, AKP’nin eylemleriyle terör örgütü olmaktan çıkarılıp; meşru bir müzakerenin tarafı haline getirilmiştir.
 Bu durum, basın analizlerinde, resmi açıklamalarda kullanılan söylemlere de yansıdı.
“Akil adam” denen kişilerden biri çıkıp hiç utanmadan, sıkılmadan “Abdullah Öcalan’a artık bebek katili falan gibi sözler söylenmesin” diyebiliyor.
Basının kullandığı dilde değişti. Örneğin Kandildeki katil Karayılan için artık terörist denmiyor, terör örgütünün şehir örgütlenmesi olan KCK’nın “Yürütme Kurulu Başkanı” ünvanı kullanılıyor.
Yani algı yönetimi ile Türk toplumunda hem terör örgütü KCK ve hem de terörist Karayılan için bir meşruiyet algısı yaratılıyor.
Aynı şey, Abdullah Öcalan içinde geçerli, onun bebekler dahil kırk bin kişinin katili olduğunu unutturmak istercesine, bebek katili Abdullah Öcalan  yerine “İmralı” denmeye başlandı,  artık  terörist başına  katil diyen bile nerdeyse kalmadı.
AB’de de durum aynı.
AB Türkiye raporunda teröristler hakkında “Aktivisit”  tabiri kullanıldı. Zannedersiniz ki, “Kadın Hakları Savaşçıları” , “Green Peace” gibi çevreciler.
Karayıla’nın 25 Nisan günü Kandilde yaptığı basın açıklamasıyla  ilgili olarak, ABD Dışişleri sözcüsüne sorulan bir soru üzerine sözcü:  “Kürdistan İşçi Partisinin savaşçılarını Türkiye’den çıkmaya çağırdığına ilişkin basın haberlerini gördük, Bu otuz yıldır süren trajik şiddeti sona erdirecek olumlu bir adımdır. Türkiye Hükümetinin ve bütün ilgili tarafların kalıcı barış tesisine yönelik bu cesur girişimlerini alkışlıyoruz. ABD, Türkiye Halkının demokrasiyi ilerletme ve Türkiye’nin bütün vatandaşlarının yaşamlarını iyileştirme yönündeki gayretlerini  desteklemeye devam edecektir” denmiştir.
Bu açıklama 21 Mart Nevruz mesajından sonra ABD’den  yapılan  açıklamanın aynısıdır.Başından beri olayın planlayıcısı olan  ABD’nin açıklamalarında kullandığı dil  çok dikkatle seçilmektedir. Amaçları  terör ve terör örgütünü meşrulaştırmaya yöneliktir, Kullanılan dil terör örgütünün istediği doğrultudadır.
Dikkat edilirse, terör örgütü için kullanılan “PKK” rumuzu yerine, sanki meşru bir yapıdan bahis edilircesine, “terör örgütü” sıfatı da bilinçli bir şekilde kullanılmayarak sadece “Kürdistan İşçi Partisi”  kullanılmıştır.
Örgüt mensubu teröristler için, terörist tanımı kullanılmadığı gibi militan bile denmiyor, sadece “savaşçı” deniyor.
Zira bu söylem tam terör örgütünün lider kadrolarının ve yurt içindeki yardakçılarının kullandığı, kullanılmasını istedikleri nitelemelerdir.
Türkiye’de otuz yıldır yaşanan, kırk bin insanımızın kanına giren yakın zamana kadar “terör” olarak nitelenen eylemler, şimdi “şiddet” olarak vasıflandırılmaktadır.
Bu şiddetin kaynağının ne olduğuna açıklamada özenle yer verilmemiştir. “Şiddet” devletten de kaynaklanmış olabilir. Bunun bir adım sonrası “Türk Devleti” nin yaptığı  şiddet de olabilir. Zira, ABD’nin  önceki açıklamalarında, PKK’dan “ABD’nin düşmanı terör örgütü PKK” olarak söz edilirken, bir anda terör örgütü söyleminden vaz geçilerek, meşru bir örgütlenme algısı yaratma çabası içinde, PKK rumuzu kullanılmadan“Kürdistan İşçi Partisi” denmeye başlanmıştır.
ABD, PKK’yı meşru taraf olarak kabul ettiğini “Türkiye Hükümeti ile ilgili tarafları alkışlıyor.” diyerek de ortaya koyuyor.
ABD’nin kullandığı  dil terör örgütü ile aynı. Türk  sözünün kullanılmasından ısrarla kaçınılıyor. Türk Hükümeti yerine “Türkiye Hükümeti”, Türk halkı yerine “Türkiye halkı” deniyor. Türk vatandaşı yerine “Türkiye vatandaşları” deniyor.
Yani sözün özü, her şey maalesef önceden yazdığımız şekilde PKK’nın istediği şekilde gelişiyor.
 Bravo Tayyip Bey çok başarılısınız.   

1 Mayıs 2013 Çarşamba

BARIŞ SÜRECİ



Son günlerde bu ülkede “Barış”, “Barışa karşı mısın” gibi sözler koro halinde söyleniyor.  Devlet bölücüleri ister devletin içinden, ister sivil toplum örgütlerinden olsunlar hep aynı şeyleri koro halinde söylerler.İyi organize olmuşlardır. Bunları iç ve dış mihraklar çok iyi beslerler. Ceplerine paralarını koyarlar sırtlarını sıvazlatıp ve piyasaya sürerler.
Devleti savunanlar organize değillerdir. Hepsi ülkelerini savunmaya çalışırken farklı farklı söylemleri dile getirirler..
Yıkıcılar, dıştan baktığınız zaman kulağa çok hoş gelen, konu hakkında derinlemesine bilgisi olmayan insanları kolayca etkileyecek  sözler söylerler.
Kardeşlik, kan dökülmesin, barış gibi.
Ama gerçek öyle değildir.
Birinci Dünya savaşını bitiren antlaşmalar o tarihteki ki Paris’in banliyölerinde “Barış” adına tezgâhlandı.
Almanya ile Alman İmparatorluğunu yıkan Versay Barış antlaşması imzalandı.
Avusturya Macaristan ile Hapsburg hanedanını yıkan St.Germain Anlaşması imzalanmıştı
Macaristan’la Triannon anlaşması imzalanmıştı
Nihayet Bulgaristan’la da Nöyyi anlaşması imzalanmıştı.
Türkiye’ile de Sevr ” anlaşması imzalanmıştı.
Bunların hepsi Barış anlaşması idi.
Ama bu barış antlaşmalarının  hiç birisi kalıcı bir barış getirmedi.
Bu devletlerden  bir tek Türkiye içinden, iki üç yüz yılda bir yetişen  deha çıktığı için Sevr’i yırtıp atıp, Birinci Dünya savaşını bitiren antlaşmalar arasında yegane eşitler arasında bir anlaşma olan, Lozan’ı yaptı ve harika bir diplomasiyle İkinci Dünya Savaşının yıkımından ülkesini korudu.
O günde Türkiye’de Sevr’i yırtıp Lozan’ı yapmak isteyenlere  şimdi olduğu gibi, ülke yıkıcıları tarafından üç aşağı beş yukarı aynı sözlerle saldırılıyordu.
Sonradan tarihe  150 likler diye geçen, Lozan Antlaşmasında af kapsamı dışında bırakılan, maddi manevi içerden dışarıdan beslenen Osmanlı Vatandaşları gibi.
Karayılan’ın dağda yaptığı açıklamayı okuyan her vasat zeka ve kültürdeki insan, İran, Irak Türkiye ve Suriye’den koparılacak topraklar üstünde bir Kürdistan Devleti kurulacağını anlar.
Nitekim Karayılan denen terörist “Bu nedenle başta Kürdistan üzerinde egemen olan devletler olmak üzere  bölgedeki tüm devletleri ve bölge demokrasi güçlerini bu önemli tarihsel adımı desteklemeye çağırıyoruz” dedi.
Kimdi bu Kürdistan üzerinde egemen olan devletler.
Yukarıda söylediğimiz gibi İran, Irak, Türkiye ve Suriye’dir.
Bu dört devletten sadece Türkiye  kendi sınırların Kurtuluş savaşı sonrası ve devamında Hatay’ın Türkiye’ye katılımıyla çizmiştir.
İran, Irak ve Suriye sınırları Sünni şekillenmeye dayalı olarak İngiliz subayları tarafından cetvellerle çizilmiştir.
Bu yapay devletler aynen Filistin’de olduğu gibi gene aynı dış güçlerin tezgahıyla, Arap, Yahudi diye bölündüler ve  çatıştırılıyorlar.
Irak bölündü, her an bir Arap Kürt  iç çatışması çıkma olasılığı  olduğu  gibi, Yarın İran’da ve Suriye’de Kürt Arap çatışması çıkartılacak, en sonunda da Türklerle Kürtler ve belki de Türkiye  İran, Türkiye Irak, Türkiye Suriye çatışmaları da kaçınılmaz hale gelecektir.
Batının yeni oyunu, daha küçük lokmalara böl ve yönet olarak ortaya çıkıyor. Bu tehlikeler önümüzde bütün çıplaklığı ile dururken, “Barış Süreci” sonunda ülkeye barış geleceğini söyleyenler, bunu aynı kelimeler ve aynı biçimde söyleyenler bilin ki, dışarıdan maddi manevi desteklenen devlet yıkıcılarıdır.
Tabii en az bunun kadar vahim bir durumda, devleti kuran ana muhalefet Partisi yetkililerinin  televizyonlara çıkıp, “ hükümet açılım konusunda bize bir şey söylemiyor ki bizim bir bilgimiz yok ki”, demeleridir.
Devletin yıkımı bu kadar açık bir şekilde tezgâhlanırken bunu göremiyorlarsa demek ki sözün bittiği yerdeyiz.
Eğer bir siyasetçi Terörist Başının Nevruz’da söylediği “….sadece Türkiye’deki Kürt sorunun çözümü değil, tüm parçalardaki Kürt Sorunun çözümü…”, “…Kürdistan üzerinde egemen olan devletler olmak üzere….”, “Önderliğimiz, devletle yaptığı  görüşme ve müzakere sonucunda” cümlelerinden de bir şey öğrenemediğini söylüyorsa, hiç zannetmiyorum ama ya saflığındandır, ya da asıl doğrusu, bu bölünme sürecine sessiz kalarak destek vermek istemesindendir..
Bunun başka bir izahının olması mümkün değildir.     
.