27 Haziran 2012 Çarşamba

GERÇEKLERİ ÖĞRENME HAKKI



Uçağımız  Akdeniz’de Suriye tarafından  düşürüldü. Uluslar arası hukuka göre kabul edilemez bir durum. Elbette Türkiye bu meydan okumaya sesiz kalamaz, kalmamalıdır da.
Ancak olay soğuk kanlılıkla irdelendiğinde akıllara bir çok soru takılıyor.
Siyasi otorite, Suriye’nin olayla ilgili telsiz konuşmalarını kamuoyuyla paylaşırken, bizim uçağımızın kendi üssü ile yaptığı telsiz konuşmaları nedendir bilinmez  halka açıklanmadığı gibi, muhalefet partisi yetkililerinin açıklamalarından da vardığımız sonuca göre, bu kayıtlar onlara da dinletilmemiş.
Çok önemli bir başka nokta daha var; o da Dünyanın en gelişmiş radar sistemlerini elinde bulunduran ABD ve İngilizler niye acaba ellerindeki görüntüleri Dünyayla paylaşmıyorlar. Rahatsızlık yaratacak bir durum mu söz konusu.
Türkiye, ABD ve İsrail yıllardır bu sularda arama kurtarma tatbikatları yaparlar. Niye bu ülkeler bu iki pilotumuz ve uçağımızla ilgili arama kurtarma çalışmalarına katılmıyorlar.
Olayın yaşandığı yere çok yakın bir noktada Kıbrıs’ta İngilizlerin çok modern teçhizatlarla donatılmış helikopterleri, arama kurtarma gemileri bulunan AĞRATUS (AKROTİRİ) DENİZ ÜSSÜ var. Onlarda bu arama ve kurtarma faaliyetlerine katılmıyorlar.
İnsanın aklına hemen şu soru geliyor. YOKSA BU İKİ PİLOTUN, UÇAĞIN VURULMASINDAN SONRA ATLADIKLARINI VE SURİYE’NİN ELİNDE OLDUKLARINI TESPİT ETTİKLERİ İÇİN Mİ, ARAMA KURTARMA FAALİYETLERİNE KATILMIYORLAR.
Ya da biz bu İki NATO ülkesinden yardım mı istemedik veya istedik de onlar Suriye ile karşı karşıya gelmemek için yardıma mı gelmediler.
Eğer öyle ise, o zaman Türkiye’nin bu işte çok yalnız bırakıldığı gerçeği ortaya çıkar. Nitekim bir yabancı basın organı “Tayyip Erdoğan’ın sert açıklamalarından sonra, NATO’nun açıklaması kafeinsiz kahve hafifliğindeydi” demiştir.
Bu olayın gerçek yüzü uçağın enkazı su yüzüne çıkarıldığı zaman anlaşılacaktır. Ancak bunu beklemeye de lüzum olduğu kanısında değilim. Zira teknolojinin bugün geldiği nokta, denizin dibindeki enkazın en ince ayrıntısına kadar fotoğraflarının çekilebilmesine olanak verirken,  bunun yaptırılmaması da ayrı bir şüphe kaynağı olmaktadır.
 Suriye uluslar arası kurallara göre uçağımıza  yapması gereken uyarıları yapmadığı gibi, askeri uçuşlarla da ilgili bir NOTAM da ilan etmemiştir. O nedenle davranışının kabul edilebilir tarafı yoktur.
Türkiye uçağı düşürüldüğü anda PROTESTO NOTASI vermeliydi. Türkiye’nin Suriye’ye bir nota verdiği açıklandı ama bunun bir PROTESTO notası olduğunun işaretleri görülmemektedir.
Diplomaside eğer bir protesto notası vermiyorsanız, tezlerinizin yeterince güçlü olduğu konusunda, sizinde endişeniz olduğu şeklinde yorumlanır.
Aslında  AKP hükümeti PROTESTO NOTASI vermekte bilindiği üzere biraz çekingendir. Süleymaniye’de Türk askerlerinin kafasına çuval geçirildiği zamanda PROTESTO NOTASI vermeye cesaret edememişti.
Türkiye’nin elbette bu olay karşısında serinkanlı davranarak bir çatışmaya sürüklenmekten kaçınması ne kadar doğruysa, diplomatik tepkilerini de, hamaset kokan nutuklarla değil, ama en sert şekilde vermesi gerekir.
Muhalefetinde tutumu aynen siyasi iktidar gibi içler acısıdır. Kendilerine sadece televizyonlarda anlatıldığı kadar bilgi verildiğini söyleyen muhalefet partileri yöneticileri, olayı aydınlatmaya yarayacak yukarıda bizim sorduğumuz soruları, Başbakan’a sormadılar mı? Sordularsa cevap mı alamadılar?
Şu ana kadar kamuoyuna aktarılan bilgiler ışığında sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek mümkün değildir. Yukarıda sıraladığımız, sorulması gerektiğine inandığımız soruların cevapları alınmadan sağlıklı bir durum tespiti yapmakta mümkün değildir.
O zaman insanın aklına şu soru geliyor; olay hakkında geniş ve kapsamlı bir bilgisi olmayan muhalefet, nasıl oluyor da hükümetin alacağı kararlara peşinen destek verebiliyor.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin benzer siyasi krizlerde benimsediği uygulamaları,  bırakın Siyasi Partileri, halktan bile hiçbir bilginin saklanmamasıdır. Fiilen silahlı çatışmanın içinde yer aldığımız Kıbrıs Barış Harekatında, siyasi otorite dakika dakika kamuoyunu bilgilendirmiştir.
Bir ülkenin kaderini etkileyecek çok önemli konularda halkın geçmişte olduğu gibi, bugünde GERÇEKLERİ ÖĞRENME HAKKI vardır.




24 Haziran 2012 Pazar

DIŞ İŞLERİ BAKANI'NI DİNLERKEN


        
Türk Silahlı kuvvetlerine ait silahsız bir savaş uçağı, bir kısmına göre Suriye topraklarına iki-üç kilometre mesafede uçak savar silahlarının yaptığı atışla, kimine göre de Rusların Suriye’ye kurduğu hava savunma silahı füze atışıyla uluslar arası hava sahası içinde düşürüldü.
Olay nerede gerçekleşmiş olursa olsun, uluslar arası hukukun ihlallidir. Bu uçak Suriye hava sahasını ihlal dahi etmiş olsa, saldırı gerçekleştirmeyen bir uçağa karşı öncelikle, telsiz kanalı ile uyarı, it dalaşı ile hava sahası dışına itmek en sonda inmeye zorlamak gerekirdi.
Suriye bunlardan hiçbirini yapmadan uçağımızı düşürerek uluslar arası hukuku ihlal etmiştir. Türkiye'nin buna diplomatik yollardan tepki vermesi doğru ve gereklidir.
Ancak bunu yaparken de, uçağımızın orada ne aradığını sormak da vatandaş olarak bizim hakkımızdır.
Her ne kadar Dışişleri Bakanı Ulusal Güvenlik Radar Sistemimizin test edilmesine yönelik bir uçuş olduğunu söylese dahi, akıllara gelen kuşkuları giderememiştir.
Eğer bu uçağımız, uçak savar silahları ile vurulmuş ise, bunun uluslar arası hava sahasında olması mümkün değildir. Zira uçaksavar silahlarının menzili en fazla iki üç bin metredir. Bu uçağın Suriye karar sahasına çok yakın ve alçaktan seyrediyor olduğunu gösterir. O zaman bu nasıl bir kendi ulusal radar güvenlik sistemimizin testi uçuşudur.
Eğer uçak Rus yapımı uçak savar füzeleriyle uluslar arası hava sahasında vurulmuş ise, nasıl oluyor da darbe aldığı tarafa doğru dönüp Suriye kara sularına düşebiliyor.
Uzmanların söylediğine göre, füze ile düşen uçak, isabet aldığı anda patlar ve parçalara dağılarak çok yakın bir mesafeye düşer ve deniz üstünde de muhakkak iz bırakması gerekir, uçak parçaları ve deniz üstünde yağlanma gibi. Bu nedenle uçağın bulunduğu yeri tespit etmek de çok kolaydır.
Bu tip bulgular yok ise uçağın alçak irtifada uçarken Suriye karasına çok yakın bir mesafede vurularak düşürüldüğünü, bu nedenle de pilotların atlayamamış olduğunu kabul etmek gerekir.
Bu nedenle Dışişleri Bakanı’nın açıklamaları inandırıcı olmadığı gibi çelişkiler de içermektedir.
Ama Bakanı’nı açıklamasından en net olarak ortaya çıkan nokta, Türkiye’nin en az şimdilik bir askeri gerginlik çıkartmayacağı noktasında olduğunu ortaya koymuştur. Bu doğru bir tutumdur.
Bu tabii sadece Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin tavrı olmayıp Başkan Obama’nın Kasım ayında yapılacak Başkanlık seçimlerine kadar,  her hangi bir askeri harekete sıcak bakmadığını da muhataplarına söylediği artık herkesin bildiği bir gerçektir.
Nitekim bütün NATO üyesi ülkeler Türkiye’ye itidal tavsiye ediyorlar.
Bu soğukkanlı davranma talebi iki nedenden olabilir.
Bunlardan ilki: Suriye’ye karşı bir askeri harekât tırmandırmak en çok Essed Rejiminin işine gelir, zira bu Suriye içinde bir ulusal bütünleşme gerçekleşmense neden olur.
Bu bütünleşmede Essed’e içerdeki CİA destekli muhaliflerini ezip yok etmek için büyük bir fırsat verir. Bu da ABD’nin işine gelmez.
İkincisi ve bence en önemlisi acaba NATO Suriye’de konuşlandırılmış Rus Hava Savunma sistemlerini test etmek istedi de, burada Türkiye mi feda edildi.
Biraz evvel Türkiye’nin NATO’yu Anlaşmanın 4. Maddesine göre toplantıya çağırdığı açıklandı. Şuanda toprak bütünlüğümüz ve güvenliğimizle ilgili bir durumu söz konusu olmadığına göre, bu çağrı iddianın doğru olduğu şüphesini arttırıyor.
Eğer durum böyle ise bu çok daha vahimdir.
Bütün bu şüpheleri yoğunlaştıran bir diğer olguda, uçağın düştüğü/düşürüldüğü olgusunun kamuoyuna yedi sekiz saat sonra açıklanmış olmasıdır.
NATO’nun toplantıya çağrılması bana Friedrich Nietzche’nin bir sözünü anımsattı “Kendin alabileceğin bir hakkı asla başkasının sana vermesine izin verme”

20 Haziran 2012 Çarşamba

TARİH ÖNÜNDE BUNUN HESABINI VEREMEZSİNİZ


TARİH ÖNÜNDE  BUNUN HESABINI VEREMEZSİNİZ          
Çukurca’dan yine şehit haberleri, gene alışıldık “kanı yerde kalmayacak”, “karakollar kötüydü”, “deneyimsiz askerler gönderildi” gibi ortak söylemlerden sonra iktidar ve muhalefet partilerinin birbirlerine yönelik alışa geldiğimiz içeriksiz, halkın gözünü boyamaya yönelik suçlamalarını dinledik.
Terörün nasıl sonlandırılacağı artık bir bilinmeyen değil, tam aksine herkesin bildiği bir olgudur.
Öncelikle hem iktidarın ve hem de ana muhalefet partisinin kabul edip içlerine sindirmeleri gereken husus, TERÖRLE MÜZAKERE DEĞİL MÜCADELE EDİLECEĞİ gerçeğidir.
Katillerin ağzıyla konuşarak, yok akil adamlar komisyonu, yok mecliste kurulacak uzlaşı komisyonu gibi Türkiye gerçekleri ile bağdaşmayan söylemlerden vazgeçmek gerekir.
Çünkü bu ve benzeri sözler terör örgütünün iştahını kabartır. Vurdukça, kan döktükçe istediğimi alıyorum der.
Nedir bugüne kadar terör örgütünün istedikleri, ana dilde eğitim, Türk Milleti Kavramının anayasadan çıkartılması, Af ve otuz bin kişinin katiline Mandela modeli uygulanarak önce ev hapsi, sonra siyasetin yolunu açmak ve demokratik özerklik.
Oslo görüşmeleri sırasında anlaşılıyor ki, İktidar tarafından terör örgütüne bu konuların Anayasa değişikliği ile yapılacağı garantisi verilmiş.
Ana muhalefet Partisinin Oslo görüşmelerine sadece gizli yapıldığı için karşı çıktığı, içeriğine itirazı olmadığı, tam aksine  ana dilde eğitim, Türk Milleti Kavramının anayasadan çıkartılması, af, demokratik özerklik konularında destek vermesiyle ortaya çıkmaktadır.
Ana muhalefet partisinin gerek Van Çalış tay’ında aldığı kararlar gerekse parti sözcülerinin çeşitli açıklamaları, terör örgütünün İktidarca da kabul gören bu taleplerine, evet dediğini açıkça ortaya koymuştur.
Bu nedenledir ki, hukuken hiçbir bağlayıcılığı olmayan Anayasa Uzlaşı Komisyonu’ndan tabanın isteğine rağmen çekilmeyeceğini ilan etmiştir.
Oslo görüşmeleri ile Anayasa çalışmaları aynı istek ve yönlendirmenin iz düşümleridir.
Ana dilde eğitim, Türk ve Türk Milleti kavramlarının anayasadan çıkartılması, demokratik özerkliğin hayata geçirilebilmesi, Anayasa değişikliği gerektirir. İşte bu nedenledir ki,  CHP ve MHP bu komisyondan çekilmelidirler.
Bu Anayasa Komisyonu çalışmalarına devam etmek, Oslo görüşmelerine ve orada alınan kararlara destek vermek demektir.
Oslo görüşmeleri bir noktadan da çok önemlidir. Bu önemli nokta, halktan gizli olarak sürdürülen bu görüşmelerin, genç Cumhuriyetin kuruluş aşaması ve kurulduktan sonra bu ülkenin doğu ve güneydoğusunda çıkan bütün ayaklanmaların arkasında olan İNGİLTERE’NİN gözlemciliğinde yapılıyor olmasıdır.
Ne iktidar partisi ve nede Ana muhalefet partisi bu sorunun çözümünde ne düşündüklerini Türk halkına açıklamaktan özenle kaçınmaktadırlar.
Gerek İktidar ve gerekse Ana muhalefet partisi terör örgütü ve ona destek verenlerin ülkeyi etnik temelde bölmeye yönelik taleplerine cevap vermeye çalışmaktadırlar.
Onların bu davranışları da terör örgütünün bölgedeki itibarını arttırmış ve bu terör örgütünü giderek o bölge insanı gözünde meşrulaştırmıştır.
İktidar ve ana muhalefet olarak terör örgütünün taleplerini müzakere yoluyla çözelim derseniz, size DOĞRUDAN TERÖR ÖRGÜTÜYLE MÜZAKERE EDİN DERLER.
İktidar partisinin de içinde vatan sevgisiyle dolu onlarca milletvekilinin olduğundan hiçbir kuşkum yok.
Ama asıl sözüm bu devleti kuran Cumhuriyet Halk Partili milletvekillerinedir.
Bu konuyu hiç bilmiyor olabilirsiniz, bu konuya hiç  kafa da yormamış olabilirsiniz. Sakın parti içindeki bölücülerin ve PKK yandaşlarının söylediklerine inanmayın,  Sayın Deniz Baykal’ın 2009 yılında Başbakan Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektubu okuyun ve diğer partilerdeki arkadaşlarınıza okutun.
Ülkeyi bölünmeye götüren bu süreci engellemeye çalışmazsanız,TARİH ÖNÜNDE BUNUN HESABINI VEREMEZSİNİZ.



17 Haziran 2012 Pazar

ANAYASA ELBİRLİĞİ İLE İHLAL EDİLDİ



2007 yılında Cumhurbaşkanlarının görev süresiyle ilgili Anayasada düzenleme yapılırken, 11. Cumhurbaşkanın durumu ile ilgili olarak anayasaya konması gereken geçici madde konulmayarak büyük yanlış yapılmıştır.
Ancak, şimdi mecbur kalınca da Anayasada yapılması gereken düzenleme yasa ile yapılmıştır.
Bu yasanın iptali için de CHP, Ana muhalefet partisi olarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur.   
Anayasa Mahkemesi de geçtiğimiz Cuma günü, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresini yedi yıl olarak düzenleyen ve bir daha seçilmesini engelleyen bu yasayı kısmen iptal ederek, kendini YASAMANIN YERİNE KOYMUŞ, YANİ TALİ KURUCU İKTİDAR GİBİ DAVRANMIŞ ve görev süresinin yedi yıl ve ikinci defa seçilebileceğine karar vermiştir.
1982 Anayasasının 101. Maddesinde değişiklik yapılmadan önce, Cumhurbaşkanlarının görev süresi yedi yıldı. Ancak yedi yıl için seçilen Cumhurbaşkanları ikinci bir defa seçilemezlerdi.
2007 yılında Sayın Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi dolmak üzereyken, Tayyip Erdoğan o tarihte de kendi adayı olan Abdullah Gül’ü dayatmayla Mecliste Cumhurbaşkanı seçtiremeyince, bir kızgınlık ve rövanş almak hırsıyla 2007 de  yapılan bir Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve süresinin de 5+5 olması kuralı getirilmiştir.
Bu değişiklik Sayın Ahmet Necdet Sezer tarafından halk oyuna sunulunca,  AKP, MHP’nin 367 çoğunluğunun bulunmasında kendisine destek vermesiyle, baştan beri dayattığı Abdullah Gül’ü Mecliste Cumhurbaşkanı seçtirdi.
Abdullah Gül seçildiği tarihte Cumhurbaşkanlarının süresini 5+5 olarak düzenleyen Anayasa değişikliği TBMM’den yeterli çoğunlukla geçmiş yani yasalaşmış  ve fakat Sayın Ahmet Necdet Sezer değişikliği anayasal hakkını kullanarak halk oyuna sunduğu için henüz yürürlüğe girmemişti.
Aslında bu Anayasa değişikliği bir kızgınlık ve rövanş düşüncesiyle alelacele yapılmamış olsaydı, Anayasaya bir geçici madde ilavesiyle 11. Cumhurbaşkanının süresinin ne olacağı ve ikinci defa seçilip seçilemeyeceği de düzenlenebilirdi ve düzenlenmesi de gerekirdi.
Böyle bir anayasal düzenleme yapılmadığı için de bir çok hukukçu, Anayasa koyucunun iradesinin 11. Cumhurbaşkanının görev süresinin 5+5 olduğu, eğer anayasa koyucu aksi kanaate olsaydı, yukarıda belirttiğimiz gibi bir geçici madde ilave ederdi görüşündedirler.
Tüm ciddi anayasacıların ortak kanıları da bu düzenlemenin ANAYSADA OLMASI YÖNÜNDEDİR.  
Ama burada asıl önemli olan  nokta, Anayasa Mahkemesi bu kararı ile kendi  varlık nedeni olan yasaların hukuka ve Anayasaya aykırılığını önleme görevini  ihlal etmiştir.
Kararıyla da, ANAYASAYI ÇİĞNEYEREK, Anayasada düzenlenmesi gereken hususların yasayla da yapılabilmesinin yolunu açmıştır.
Ayrıca, çıkartılan ve kısmen iptal edilen yasa bir anlamda yorum yasasıdır. TBMM’nin  yorum yasası yapma hakkı yoktur.Yasama Yorumu” yöntemi ilk  ve sadece 1924 Anayasasında  vardır. 1924 Anayasası kanunların yorumlanması yetkisini mahkemelere değil, yasama organına vermiştir.  “Yasama yorumu ” kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı olduğundan ve hukukçular tarafından da şiddetle  eleştirildiği için ne 61 ve ne de 82 Anayasalarında düzenlenmemiştir.
AKP Meclis çoğunluğu  bir yorum yasası çıkartarak anayasayı çiğnemiş, Anayasa Mahkemesi de bu ihlale kısmen iptal kararı vererek iştirak etmiştir.
Henüz gerekçeli kararı ve muhalefet şerhlerini görmedik ama, Anayasa Mahkemesinin yapması gereken şey “ANAYASAYLA YAPILMASI GEREKEN BİR DÜZENLEMENİN YASAYLA YAPILMASININ MÜMKÜN OLMADIĞI” gerekçesiyle yasayı tümden  iptal etmesiydi.
Bu son karar Anayasa Mahkemesi üyeliğinin, bir Cumhurbaşkanının iki dudağının arasına bırakılmayacak kadar önemli bir konu olduğunu, bu nedenle bu göreve getirilecek veya önerilecek kişilerin en az  iki, üç ay evvelden kamuoyunun bilgisine sunulup, yeterli olup olmadıklarının tartışılabilmesinin yolu açılmalıdır.

13 Haziran 2012 Çarşamba

CHP TARİHİNDE İLK DEFA


               
Devletten evvel var olan, devleti kuran  CHP ve onun önderleri hakkında karşıtları, zaman zaman çok acımasız, haksız saldırılarda bulunmuşlardır.
Bazen  o kadar ileri gitmişlerdir ki; İnönü savaşlarının ve “Garp Cephesi”nin komutanı İsmet Paşaya,  “asker kaçağı” bile diyebilmişlerdir.
Başbakan gibi elinde devletin bütün arşivleri olanlar bile, hangi nedenle kapatıldıklarını  bildikleri  halde cami kapatma olaylarını çarpıtılmışlardır.
En haksız şekilde askeri darbelerin sorumluluğu CHP’ye yüklenmiştir.
Bunlar ve benzeri suçlamalara, deli saçması, zırva  der ve geçersin.
Ama birkaç gün önce MHP si Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP sini AKP’nin peşine takılarak ve BDP ile birleşerek “bölücülüğün şeytan üçgenini oluşturduğunu” söylemiştir.
CHP böyle bir suçlamaya tarihinde ilk defa muhatap olmaktadır.
Devlet Bahçeli’nin bu ithamı haksız olabilir, gerçek CHPlileri rencide de edebilir. Ama şuanda Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylemleri, en azından hukuk açısından baktığınız zaman Devlet Bahçeli’nin suçlamasını “görünen gerçeğe uygun” hale getirmektedir.
Zira; Kemal Kılıçdaroğlu ilk önce “Bizim çözüm önerilerimiz var ama dayatıyorlar demesinler diye sunmuyoruz” şeklinde bir açıklama yaptıktan sonrada “Benim  Genel Başkanlığıma mal olsa da bu sorunu çözeceğim” demiştir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu iki açıklamasını bir arada düşündüğünüz zaman, böyle yanlış bir düşünceye sahip olabilirsiniz. Zira, CHP nin Meclisteki sandalye sayısı bu sorunu tek başına çözmeye yetmemektedir. O zaman birileriyle uzlaşmak zorundadır. Kimdir bunlar AKP ve BDP dir.
  O zaman da kamuoyu en azından parti tabanının kabullenmesi mümkün olmayan bazı şeyler mi var, diye düşünür.
Terör örgütünün ve onun siyasi uzantısının nihai hedefi “Bağımsız bir Kürt Devleti” kurmaktır.Ancak bu nihai hedefe varmak için yapılması gereken, atılması gereken adımlar vardır.
Terör örgütü öncelikle “demokratik özerklik” diye nitelenen, kendi güvenlik güçlerini kurup, “içişlerinde serbest, dışarıya karşı Türkiye’nin bünyesinde FEDERAL bir yapı elde etmek ister.
Anayasadan “Türk” ibarelerinin kaldırılması, Anayasadaki “Herkes Türk’tür ibaresinin yerine “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” nı getirilmesi, başlangıçta “Kürtçe’nin seçmeli ders olması” sonradan ana dilde eğitim, evvelce değiştirilmiş, “Kürtçe yer isimlerinin iadesi”, Genel Af,  Akil Adamlar Komisyonu, Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulması da terör örgütünün talepleridir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Genel Başkanlığıma mal olsa da” demesinin altında, bugüne kadar halktan ve parti tabanından ısrarla saklanan “Van Çalıştay” raporunda,  bu yukarıda terör örgütünün istemleriyle bire bir örtüşen,Yeni anayasal vatandaşlık tanımı, idari özerklik yolunu açacak, Avrupa Yerel Yönetimler özerklik şartına Türkiye’nin koyduğu çekinceleri  kaldırarak demokratik özerkliğin yolunu açmak arzusu mu var?
Kürtçenin seçimlik ders olarak okutulması, Genel af, Hakikatleri Araştırma Komisyonu, gibi terör örgütü ve onların siyasi uzantılarının söylemleri ile örtüşen söylemlerin varlığımı, bu çözüm önerilerinin gizlenmesine  neden oluyor.
Geniş halk kitleleri, CHP ne oy vermeyenlerde dahil, CHP sinin bu ülkenin temel taşı olduğuna inanır ve onun böyle ülkenin bölünmesine giden yolda herhangi bir davranış içinde olabileceğini düşünemezler bile.
Yeni azınlıklar yaratılmasına karşı olan CHP  tabanı, CHP yönetiminin  ülkeyi bölünmeye götürecek bir çözüm önerisine izin vermez.
CHP daha 1989 yılında Kürt kökenli yurttaşlarımızın karşılaştıkları sorunları açık yüreklilikle ortaya koymuş; etnik köken farklılıklarına, kültürel çoğulculuğa, bireysel kültürel haklara olan saygısını, demokratik değerlere eşitliğe ve hoşgörüye olan bağlılığı çerçevesinde toplumumuza ve üniter ulus devlet temeli dikkate alınarak kısıtlamaların kaldırılması ve çağdaş, kalıcı çözümler bulunması için politikalarını sunmuştur.
BU NEDENLE SIFATI NE OLURSA OLSUN,  HİÇ KİMSENİN GÜCÜ CHP’Nİ BÖLÜCÜLERİN  DÜMEN SUYUNDA,  BU ÜLKEYİ BÖLÜNMEYE GÖTÜRMEYE GÜCÜ YETMEZ.

10 Haziran 2012 Pazar

ETNİK GERGİNLİK TEHLİKESİ


          
CHP, Kürt sorununun meclis çatısı altında çözümüne ilişkin yol haritasını geçtiğimiz hafta Salı günü  AKP’ye iletti.
Ancak, AKP’ye iletilen yol haritasının incelenmesinde olaya, parti programından hareketle değil Abdullah Öcalan ve Kandil’in istekleri doğrultusunda bakıldığı görülmektedir.
Zira “yol haritası” denen belge,  mektup,  adına ne derseniz deyin ciddi bir etnik ayrımcılık, bölücülük kokmaktadır.
Çünkü yeni CHP yönetimi olayı sadece  bir “Kürt Sorunu” olarak algılamaktadır.
Türkiye etnik köken açısından çoğulcu bir yapıya sahiptir.Böyle olduğu içinde Cumhuriyeti kuranlar laikliği ve etnik çoğulculuğu temel ilke olarak kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, CUMHURİYET ÖZÜNDE BİR SİYASAL BİLİNÇ CUMHURİYETİ OLARAK KURULMUŞTUR.
Ancak CHP’nin yeni yönetiminin “yol haritası” diye sunduğu belgenin, etnik kökenciliği istismar edecek olanlara hizmet edercesine, ülke insanını etnik bir sınıflamaya tabii tutmaktadır.
Belgede devamlı olarak “Kürt meselesi” nden söz edilmektedir. Partinin terör politikası, Kürt politikası haline getirilerek  bölücüler tarafından  yaratılmak istenen bu farklılaşmanın üstüne oturtulmaya çalışılmaktadır.
CHP’nin yeni yönetiminin bu davranışı sadece bu belgeyle ortaya çıkmış değildir. HALKTAN VE PARTİ TABANINDAN ISRARLA SAKLANAN Van Çalıştay’ı olarak tarihe geçecek  belgede“Genel af” , “Anadilde eğitim”, “yeni bir anayasal vatandaşlık tanımı”, “CHP’nin iktidarda bulunduğu dönemde bölgedeki olumsuzluklardan dolayı Kürt halkından özür dilemesi”, “Hakikatleri Araştırma Komisyonu”, “Kürt Kelimesinin kullanılması”, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın kabulü” gibi söylemleri CHP’nin görüşü haline getirilerek etnik ayrımcılığın üstünden politika üretilmek istenmektedir.
Bu söylemler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana insanlarımız eşit vatandaşlık anlayışı içersinde yaşamışlardır.
Bu tür söylemler yüzyıllardır beraber yaşamış insanlar arasında etnik ayrışma ve etnik gerginlik yaratacaktır. Bu da ayrılıkçı terör örgütünün istediği iklimin oluşmasına neden olur.
Bilindiği üzere bölge halkının büyük bir çoğunluğu bölgeyi terk edip, yurdun ekonomik ve sosyal olarak daha gelişmiş bölgelerine yerleşerek, mal, mülk, iş sahibi olarak değişik gelir grupları içinde ve fakat eşit yurttaşlar olarak  yaşamaktadırlar.
Anadolu’da yaşayan değişik etnik kökenden gelen bir grubu ön plana çıkartmak,  hiçbir etnik vurgusu olmayan anayasal bir tarifi içine sindirerek kendisini “Türk” olarak algılayan, böyle kabul eden insanlar arasında bir gerginlik mi yaratılmak istenmektedir?
Gerek yol haritasında ve gerekse Van Çalıştay raporunda dile getirilen, Abdullah Öcalan’ın söylemleri olan “Akil Adamlar” , “hakikatleri araştırma komisyonu” gibi söylemlerin hem de CHP li yöneticiler tarafından dile getirilmesi, CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu’ndan evvelki CHP yöneticileri tarafından devamlı olarak vurgulanan, “Terör örgütüyle müzakere edilmez, mücadele edilir” söyleminden dönülerek, PKK’nın doğrudan veya dolaylı olarak muhatap alınmasıdır.
Böyle doğrudan veya dolaylı diyalog, PKK’nın eylemlerini kabullenmek anlamına gelir ki, bu bundan sonra Türkiye’de huzurun ve güvenliğin bir daha hiçbir şekilde sağlanamamasına neden olur.
Bunu bazı başka siyasi partiler dile getirebilirler, ama devleti kurarken etnik çoğulculuğu temel ilke olarak kabul edip, bu cumhuriyeti bir bilinç Cumhuriyeti olarak kuran  CHP’nin , ŞİMDİKİ YÖNETİCİLERİNİN BÖYLE BİR SÖYLEMDE BULUNMA HAKLARI YOKTUR.
Tahmin ediyorum ki; CHP de şuanda görev yapan, Cumhuriyetin temel değerleri ile sorunu olmayan gerçek CHP li milletvekilleri partinin temel felsefesine aykırı, etnik ayrıştırmaya ve bunun doğal sonucu olarak ta etnik çatışmalara yol açacak   bu davranışa  tepki vereceklerdir.
                                                                                   





6 Haziran 2012 Çarşamba

BÖLÜNMENİN YOL HARİTASI



Kemal Kılıçdaroğlu Salı günü  CHP grubunda yaptığı konuşmada, “terör sorunu” ile ilgili olarak, “Bizim çözüm önerilerimiz var ama, CHP dayatıyor denmesin diye söylemiyoruz” demiş.
Hakikaten şaka  gibi bir açıklama.
Eğer bir partinin bir ülke sorunu hakkında söyleyecek sözü var ise, bunu açıklamaması, kamuoyuyla paylaşmaması inanılır gibi bir şey değildir.
Siyasi partiler  ülke sorunlarını nasıl çözeceklerini açıklayarak seçmenden oy isterler.
Ayrıca, Türkiye’de ister adına Güneydoğu Anadolu sorunu,  ister terör sorunu deyin, ama bölgede sorun olduğu da bir gerçektir. Böyle bir sorun varken bunun çözümü konusundaki düşüncelerinizi “dayatıyorlar derler” düşüncesiyle halktan saklamanın inandırıcı bir gerekçesi olamaz.
Aslında açıklamama nedenleri,  çözüm önerileri açıklandığı zaman parti tabanından ve genel olarak büyük halk kitlelerinden gelecek tepkiden korkmalarıdır.
Türkiye’de kimsenin  bu konu da  ağzını açamadığı, çalışma yapamadığı dönemde, CHP bu konuya ilişkin  rapor yazmış ve bunu kamuoyu ile paylaşmış bir siyasal partidir.
Bugünkü yönetim, evvelce hazırlanmış bu raporu beğenmemiş olabilir. Bununu üstünde değişiklikler yapmış olabilirler, ama şimdi yapmaları gereken, nasıl bir çözüm önerdiklerini kamuoyuyla paylaşmaktır.
Var olduğu söylenen ama açıklanmayan  çözüm önerileri, 2011 yılı Şubat ayı sonlarında Van’da yapılan ve kararları halkımızdan saklanan “Çalıştay”  kararlarımıdır?
O Çalıştayın kararlarının temelini “Yerel Yönetimlere Özerklik”, “Anadilde eğitim”, “geniş kapsamlı af” T.C Devletinin Turgut Özal zamanında dahi tehlikeli bulduğu “Yerel Yönetimler Özerklik Şartına Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldırmak”  gibi ülke bütünlüğüne yönelik çok tehlikeli maddeler oluşturmaktadır.Bunlar duyulursa düşüncesiyle de halkın gözünden saklamak için bazı sosyal ve ekonomik öneriler de getirilmiştir.
Bu çözüm önerilerinin asıl hedefi,  ülkenin bir bölgesinin koparılmasına yöneliktir.
Eğer CHP oradaki temel sorunun  bir siyasi sorun olduğunu düşünüyorsa, bu düşünce eğer bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa,  ki bilgisizlikten olduğuna hiç inanmıyorum,  kötü niyetten kaynaklanmaktadır.
Zira  bölgedeki terörün temel nedeni bölgenin geri bıraktırılmışlığıdır. Yani ekonomiktir. Bu sorunlar ortada dururken, siyasal çözüm önerileri getirmek tam bir kötü niyettir.
Öncelikle bölgenin sosyal, ekonomik kalkınmasını sağlayarak terörün istismarına neden olan noksanlıkların giderilmesi gerekmektedir.
AKP İktidarından evvel yani 2002 yılında bölgede terör “sıfır” noktasına kadar gerilemişti.Yani terörün şiddet boyutu sona erdirilmişti. Ama AKP o tarihten sonra bölgenin sosyal, ekonomik kalkınmasını sağlayacak  tedbirleri almamıştır.
AKP bu tedbirleri almadığı gibi şimdi “ayrılık” söylemini ön plana çıkaranlar iyi niyetli olsalardı, sosya ekonomik tedbirlerin biran evvel alınması gerektiğini o tarihte dile getirirlerdi, ama bunu yapmadılar. Zira, soysa ekonomik sorunların çözülmesi orada terörü kökten bitirir, ayrılıkçılara söylenecek söz bırakmazdı.
AKP bu tedbirleri almadığı gibi “Oslo Süreci”nde de artık bölgeyi,   etnik milliyetçilere teslim etti.
CHP yönetimi “Oslo sürecine” sadece bu sürecin halktan saklanması noktasında karşı çıkmıştır.
Bu gerekçeyle karşı çıkışını, Van Çalıştay’ının kararları ile beraber düşündüğümüzde,  ŞU ANDAKİ CHP YÖNETİMİNİN DE BÖLGENİN ETNİK MİLLİYETÇİLERE TESLİM EDİLMESİNE, BİR İTİRAZI OLMADIĞINI ORTAYA KOYMAKTADIR.
Şimdi gelinen noktada CHP de görev yapmış, üst düzey sorumluluk yüklenmiş olanların, üç beş zavallının “seçilemediniz de ondan böyle söylüyorsunuz” laflarına hiç aldırmadan, önce ülkeye ve sonra da CHP sine sahip çıkmaları gerekir.
Artık kimsenin susma hakkı yoktur, herkes konuşmak, “ülke bölünmeye gidiyor”  diye haykırmak zorundadır.
Bu bir çözüm önerisi veya yol haritası olmayıp, ÜLKENİN ÇÖZÜLMESİ’NE DESTEKTİR.





3 Haziran 2012 Pazar

ŞEHİT TORUNU


            
AKP Genel başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan geçen Salı günü AKP Grup toplantısında yaptığı konuşmada : ''1914 yılında Erzincan'da, Osmanlı 3. Ordusu, Doğu'ya doğru hareket ediyor. Sarıkamış'ı düşmandan kurtarmak, oradan Kafkaslar'a akmak için, yüz binlerce Mehmet, yüz binlerce nefer, heyecan içinde, iman içinde, şahadet arzusuyla Allahu Ekber Dağları'na doğru ilerliyor. Biz o dağlarda, soğuktan, maalesef on binlerce askerimizi şehit verdik. Rahmetli dedem de o dağlarda donarak şehit oldu.” demiştir.
Tarihimize Sarıkamış faciası olarak geçen, büyük bir askeri yanlışla zor kış şartlarında Allahuekber dağlarına gönderilip, Ruslara karşı neredeyse tek mermi atmadan, acımasız soğuğa mağlup olup, komutanından rütbesiz erine kadar  on binlerce vatan evladı şehit oldu.
Hepsinin ruhları şad olsun.
Tayyip Erdoğan,orada şehit olan subaylardan hiç bahis etmeden,  rahmetli dedesinin (herhalde nefer) Allahuekber dağlarında şehit olduğunu  söylemiştir.Ayrıca bunu ikinci defa söylemiştir.
İlk söyleminden sonra Sayın Emin Çölaşan bu işi araştırmış ve Milli Savunma Bakanlığı’nın 1998 yılında yayınlanan ,1878 Osmanlı Rus savaşından başlayarak 1998’e kadar PKK terörüne kurban verilen şehitlerimizin de isimleri olan beş ciltlik bir kitap yayınlandığını yazmıştı.
Tayyip Erdoğan’ın söylediğine göre,  o tarihte soyadı kanunu çıkmamış olmasına rağmen,   rahmetli dedesi Rize Güneysu’lu Kemal Mutlu imiş.
Genel Kurmayın bu kitabına göre, Sarıkamış Faciasında Rize’den  Ahmet oğlu Aziz, Memiş oğlu Bayram, Şaban oğlu Bayram isimli üç şehit askerimiz vardır.
Çölaşan bu  konuya iki ayrı yazısında değinmiş Sayın Başbakan dan bu konuda herhangi bir düzeltme gelmemiştir.
Burada bir noktayı dikkatlere sunmak isterim.
Tayyip Erdoğan’ın Salı Günü Grupta taptığı konuşmanın AKP nin sitesine konan yazılı metninde “Rahmetli dedem de o dağlarda donarak şehit oldu” cümlesi yer almamıştı. Sonradan düzelttiler mi? Bilmiyorum.
Tayyip Erdoğan niye böyle bir beyanda bulunmak ihtiyacı duymuştur anlamak mümkün değildir.
Bazı insanların ailesinde şehit olmayabilir. Bu ailesinde şehit bulunmayan insanlar için bir eksiklik veya kusur değildir. Ama olmayan bir şeyin olmuş gibi gösterilmesi de hoş bir şey değildir. Bu tip davranışlar psikoloji ilminin inceleme alanına girer.
Bir ülkenin Başbakanı toplumun zaten dikkatini çeken ergin bir kişidir. Ergin insanın gerçekleri çarpıtarak dikkatleri üstüne toplaması bir narsislik örneği olduğu gibi aynı zamanda patolojik bir vakadır.

Ben siyasi olayların dini söylemlerle tartışılmasından yana değilim. O nedenle gerçek dışı söylemlerin dinimiz ve diğer semavi dinler açısından ne büyük günah olduğunu burada tartışmayacağım.
Bir meslek lisesi olan İmam Hatip lisesi mezunu olan Tayyip Erdoğan da bu kadarını bilir.
Tayyip Erdoğan’ın Şehit Torunu söyleminden başka, önce de  “Tek Dil, Tek Din” demiş  bu söylemi az da olsa bir kısım siyasetçi ve yazarlar tarafından eleştirilince de“Ben böyle bir şey demedim” diyerek gene gerçeği tahrif etmiştir Aslında bu “tek din” beyanı, bilinç altında sakladığı arzusunun dışa vurumudur.
Başbakanın yukarıda örneklerini verdiğimiz gerçek dışı beyanları hayal gücüne dayanmaktadır. Bir şehit torunu olmayı veya bu ülkede İslam’dan başka dinin olmamasını hayal etmektedir
Şuur altında bu ülkede “tek din” olmasını isteyen bir kişinin, bu ülkede yaşayan, diğer dinlere ve hatta mezheplere  mensup kişilerin de  bu ülkenin eşit yurttaşları olduğu söylemine kimse inanır mı?
Ünlü düşünür Weber’e göre, siyasetçi güvenilir olmalıdır.
Yukarıda sadece iki, çok yeni örneğini verdiğimiz gerçek dışı beyanlar, basını özgür, baskı altına alınmamış bir ülkede olsaydı neler olabileceğini, ne sert eleştirilerin yapılacağını düşünebiliyor musunuz?