31 Aralık 2014 Çarşamba

ÜLKE NASIL BU HALE GELDİ?


  Belli ki, hükümetin dilinden düşürmediği "kamu düzeni"nden anladığı, devletin hiçbir olaya müdahale etmemesi. Böylece, "düzen" çatışan taraflar arasında müzakere edilerek sağlanıyor. Devlet egemenlik haklarını kullanmayınca, güvenlik güçleri de haliyle kimsenin kılına zarar vermiyor! Böyle bir devlete "devlet" denir mi!
Elbette denmez, ama bu noktaya gelmenin/getirilmenin 20-25 yıllık bir süreç  içinde beş önemli dönüm noktasından geçilerek bu noktaya gelindi.
Birinci kritik dönüm noktası Saddam'ın Kuveyt'i işgali (1990).
 ABD'nin Bağdat'daki o zamanki kadın büyükelçisinin Saddam'ı işgale cesaretlendirdiği söylenmişti. Başta saçma gelen bu iddia, işgale bağlı sonraki yıllardaki gelişmelere bakınca mantıksız görünmüyor.
Burada kilit kelime "Kurdistan".
Kuveyt, 1991 yılında kurtarıldı.
ABD kuvvetleri Irak'a girdi. Bağdat'a gelince durdu. Oysa, Bağdat'a girip Saddam'ı devirmek işten değildi. Neden devirmedi? Çünkü, ABD'nin bölgesel çıkarları Saddam'ın daha bir süre Irak'ın başında kalmasını gerekli kılıyordu. Böylece iki stratejik hedefe ulaşıldı:
1. Saddam tehdidi nedeniyle Körfez'deki siyasi ve askeri varlığını sürdürdü,güçlendirdi.
2. Türkiye sınırına kaçan kürtleri bahane edip, Kuzey Irak'daki kürtleri Saddam'ın kontrolü dışına çıkardı. "Kürdistan" binasına ilk tuğla böylece konulmuş oldu.
Kuzey Irak'ın güvenliği İncirlik'de konuşlu ABD, İngiliz ve Fransız hava kuvvetleri tarafından sağlandı.
Baba Bush, bu düzenlemeye razı olması için Turgut Özal'ı kolayca ikna etti.
Oysa, tarihsel geçmiş gösteriyordu ki, Kürtler, içinde yaşadıkları devletlerin merkezi otoritesinin dışına ne zaman çıkarılsa, bütün bölgede huzursuzluklar oluyordu.
Böylece, o tarihe kadar başta Almanya'nın uyguladığı politikalarla olgunlaştırılan, ancak yine de büyük ölçüde "Türkiye'nin kendi iç meselesi" olarak algılanan Kürt konusu, olmaması gerektiği şekilde  uluslararasılaştırıldı.
Kuzey Irak'ın Saddam'ın denetimi dışında tutulması için sürdürülen İncirlik merkezli operasyonlara (Çekiç Güç, Huzur Harekâtı, Kuzeyden Keşif) TBMM altı ayda bir ONAY VERDİ.
2003 Mart'ında Irak işgal edilip Saddam devrilince, ABD'nin onay almaya da, Türkiye'ye de ihtiyacı kalmadı. 

Barzani ile ilişkileri ısıttı. O kadar ısıttı ki, bu gelişmeden ABD bile rahatsız oldu. Mezhepçi politikalarla merkezi Irak hükümeti dışlandı. 
2009 Habur rezaleti ile inkıtaya uğrayan "süreç", 2011 seçimlerinden sonra hızlanarak devam etti. Güneydoğu'da devlet eğemenliği adım adım PKK'ya devredildi.
İkinci kritik dönüm noktası AKP'nin iktidara getirilmesi (2002)
 Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin Irak'ın işgaline ve dolayısıyla Kürdistan projesine yol vermeyeceğinin belli olması üzerine, Kemal Derviş durup dururken erken seçim lâfını ortaya attı. Nedendir açıklanmadı, Devlet Bahçeli de hemen razı oldu. Kasım 2002 seçimlerinde daha bir önceki yıl kurulmuş olan AKP yüzde 34 ile iktidara geldi. ANAP, DYP ve MHP yüzde 9'lar oranında oylarla TBMM'ne giremedi. Uzan'ın Genç Partisi yüzde 7'ler oranında oy almasa idi, gireceklerdi ve AKP tek başına hükümet olamayacaktı. Seçimlerde sınırsız para harcayan bu Genç Parti'nin nereden çıktığı ve o kadar parayı nereden bulduğu sorgulanmadı.
Irak tümüyle ABD'nin denetimine geçince, PKK'nın palazlanmasının da yolu açıldı.
TSK'nın Irak'ın Kuzeyindeki terör yuvalarına en küçük bir müdahalesine izin vermeyen ABD bizi güya terör karşıtı lâflarla ve istihbarat desteği aldatmacasıyla oyaladı. Daha doğrusu, meşruiyetini dışarıya dayandıran ve Batının her dediğini yerine getiren AKP hükümeti oyalandırılmaya çanak tuttu.
 1999'da, Suriye'deki varlığı tasfiye edilen PKK böylece 2003 yılında ABD'nin kanatları altında Kuzey Irak'da karargâh kurdu.
O zamana kadar TSK'nın, PKK'ya, Bağdat ile mevcut "sıcak takip" anlaşması uyarınca karadan ve ayrıca havadan vurduğu darbeler sürdürülemedi. Zira, ABD izin vermedi.
 Üçüncü kritik dönüm noktası Silivri davaları
 Artık açık şekilde belli oldu ki, bu davalar, TSK'nin, Türkiye'nin iç ve dış güvenlik mimarisinin oluşturulmasının tümüyle dışına çıkarılmasıydı. Başarıldı. Böylece, ipler tamamen AKP hükümetinin ve ABD'nin eline geçmiş oldu. Oysa, bütün demokratik ülkelerde silahlı kuvvetler özellikle dış  politikanın ve güvenlik politikasının oluşturulmasında merkezi rol oynarlar. 
 Dördüncü kritik dönüm noktası "açılım" süreci
 Silivri davaları ile eş zamanlı olarak, AKP hükümetinin PKK ile müzakerelere başladığı ortaya çıktı (Oslo görüşmeleri). Kendine yönelik terörizm ile dünyanın her yerinde mücadele edilmesi gerektiğini savunan ABD, PKK ile müzakereleri memnuniyetle karşıladı. Aynı dönemde, AKP, ABD'
nin telkin ve teşviki ile, daha önce "aşiret reisi" diye küçümsediği durumda bırakacak malzeme birikmiştir. Hükümet bu sayılanların rehini halindedir.
Türkiye'nin ulusal güvenliği yaşayan bellek içinde hiç bu kadar tehlike içinde kalmamıştır.
https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gif
 Silivri davaları ile eş zamanlı olarak, AKP hükümetinin PKK ile müzakerelere başladığı ortaya çıktı (Oslo görüşmeleri). Kendine yönelik terörizm ile dünyanın her yerinde mücadele edilmesi gerektiğini savunan ABD, PKK ile müzakereleri memnuniyetle karşıladı. Aynı dönemde, AKP, ABD'nin telkin ve teşviki ile, daha önce "aşiret reisi" diye küçümsediği Barzani ile ilişkileri ısıttı. O kadar ısıttı ki, bu gelişmeden ABD bile rahatsız oldu. Mezhepçi politikalarla merkezi Irak hükümeti dışlandı. 
2009 Habur rezaleti ile inkıtaya uğrayan "süreç", 2011 seçimlerinden sonra hızlanarak devam etti. Güneydoğu'da devlet eğemenliği adım adım PKK'ya devredildi.
 Beşinci kritik dönüm noktası Suriye politikası
 "Arap Baharı"nın rüzgarına kendini kaptıran AKP, Suriye'de de alelacele yapılacak seçimlerle Müslüman kardeşlerin iktidara getirileceğini, böylece Müslüman kardeşlerin yönettiği ülkelerin ağabeyi olacağını hesap etti.
Bir histeri krizine tutulmuş gibi, Esad'ı devirmek için ne lazımsa yaptı. Sınırlar delik deşik oldu. Dünyanın her yanından gözü dönmüş cihatcıların Suriye'ye girmeleri sağlandı. Ellerine silah, cephane verildi. Her türlü lojistik destek eksik edilmedi. Büyük ölçüde AKP politikaları yüzünden Suriye'de yüzbinlerce insan öldü.
AKP'nin yaptığı mezhepçi hesap tutmadı. Tutması da zaten mümkün değildi. Rusya ve İran'ın Esad rejiminin devrilmesine izin vermeyecekleri o histeri krizi içinde hesap edilemedi.
İŞİD ile mücadeleye ve İran ile nükleer müzakerelere öncelik veren ve dolayısıyla İran'ı rahatsız edecek hamlelerden kaçınan ABD de, Esad'ın devrilmesini öncelikli gündem olmaktan çıkardı. AKP yalnız başına kaldı.
O dönem içinde Türkiye'ye milyonlarca Suriyeli sığınmacı girdi.  Yarattıkları sosyal ve ekonomik sorunları bir kanera bırakalım, sığınmacılarla birlikte gözü dönmüş cihatçılar, Suriye rejiminin muhaberatçıları, her ülkenin casusları Türkiye'ye doluştu.
Terör örgütleri ülke içinde birbirleriyle çatışmaya başladı. Büyük şehirlerde Kalaşnikov silahlarla cinayetler işlenir oldu.
Devlet, ülkenin bir kısmında, egemenlik hakkını kullanmaktan kaçınır duruma geldi.
Ülke, bölünmenin ve bir kıvılcımla ülkenin her yerinde kargaşalara savrulmanın eşiğini getirildi.
 Sonuç
AKP hükümeti kendi başına karar alıp uygulama yeteneğini hemen hemen tümüyle yitirmiş durumdadır.
ABD'nin, Almanya başta olmak üzere AB'nin, İran'ın ve PKK'nın elinde hükümeti ve mensuplarını Türkiye içinde ve uluslararası alanda çok zor durumda bırakacak malzeme birikmiştir. Hükümet bu sayılanların rehini halindedir.
Türkiye'nin ulusal güvenliği yaşayan bellek içinde hiç bu kadar tehlike içinde kalmamıştır.
Yani AKP’nin bizzat kendisi bir ulusal güvenlik sorunu haline gelmiştir.
https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gif




28 Aralık 2014 Pazar

BU NASIL BİR ÜLKE


Aslında bugün İsmet Paşa ve reddi mirası yazacaktım. Ancak Pazar günkü Hürriyet Gazetesi’nde Yalçın Bayer’in köşesinde, torunu CHP Milletvekili Sayın Gülsün Toker’in, Malatya’da İnönü’nüyü anma törenlerine gönderdiği mesajı yayınlamış.
Öncelikle medyanın büyük bölümünün ulusalcıları özellikle “görmemeye” çaba sarf ettikleri bir dönemde, bu açıklamaya yer verdiği için kendisini kutluyorum.
Bunu okuyunca artık  bugün için bu konuda  bir şey yazmama  lüzum kalmadığı kanısına vardım.
Ancak bir şeyi yazmaktan da kendimi alamadım. Sayın Bilgehan’ın açıklaması sadece iktidara değil, onu red ve inkar etme çabasındaki herkese ve her kuruma cevaptır.
Cizre’ de silahlı çatışma çıkıyor, PKK ile HÜDA-PAR üyeleri herkesin gözü önünde çatışıyor, devletin kolluk kuvvetleri olaya müdahale edemesin diye, sokak eşkıyası tarafından şehrin ortasına hendek kazılıyor, bu ülkenin sözde Başbakanı çıkıp “Cizre’deki olayları abartıyorlar” diyebiliyor.
İnsanlar ölmüş, eli silahlı çapulcular, aynen 1930 larda olduğu gibi bölgede hakimiyet kavgası veriyorlar. Siyasiler sanki bu ülkede böyle bir olay yaşanmıyormuş gibi sessizliklerini koruyorlar.
İşte Cumhuriyeti kuranlarla, şimdikilerin arasındaki fark.
Aynı siyasiler, etnik bölücülere sempatik görünmek için Ayn el Arap’da yaşanan İŞİD saldırılarına daha çok tepki veriyorlardı.
Hatta Anayasayı çiğnemeyi dahi göze aldılar. Bu ihlali bile yetersiz bulanlar çıktı, Meclisten teskere çıkartıp oraya asker gönderelim bile dediler.
Aynı kişiler, Cizre’de yaşanan olaylar hakkında tek kelime sarf etmemeyi bir politika yapmak zannediyorlar.
Onlara birisinin “eylemsizliğinde bir eylem olduğunu” anlatması lazım.
Bir gün hem siyaseten ve hem de hukuken bu eylemsizliklerinin hesabının sorulabileceğini bunlara öğretmesi lazım.
Eşkıya şehrin ortasına devletin kolluk güçleri olaya müdahale edemesin diye hendek kazıyor. Bugün ki  iktidarda bunu seyrediyor.
Egemen bir devlet eşkıyanın bu davranışı karşısında olayı bastırmak için oraya müdahale ederse, elbette orada bazı acılar yaşanacaktır.
Bunun sorumlusu devlet mi, yoksa bölgede egemenlik kurmaya çalışan, devlet otoritesini ortadan kaldıran eşkıya mı olacaktır?
Şimdi niçin seksen yıl evvel yaşanmış olaylardan ötürü CHP özür dilesin diye bağırıldığını anlayabiliyor musunuz?
Bölücü orada egemenliğini sağlasın, devlette buna “ne olur ne olmaz, günahsız sivillerde ölebilir” diye müdahale etmesin.Terör örgütü egemenliğini iyice pekiştirsin, isteniyor.
Böyle bir müdahale olursa eşkıyanın hiçbir suçu yok, ama eşkıyayı yok eden devlet suçlu olacak.
Hep oynan oyun bu.
Dün Hatay sorunu vardı, bugün büyük Kürdistan’ın kurulması projesi.
Eşkıya yol kesiyor adam öldürüyor, bir kısım zavallı da çıkıp, “Açılım süreci bir  kısım karanlık güçler tarafından sabote ediliyor” diye bağırıyor.
Hadi iktidar ülkenin bölünmesine gidecek yol konusunda terör örgütüyle masaya oturmuş ve anlaşmış. Bu nedenle onun sessizliğini anlamak mümkün, ya muhalefetin bu sessizliğine  ne demeli.
Muhalefet, ya bu açılım rezaletine sessiz kalırsa oradan oy alacağı yönünde kandırılıyor, ya da hakikaten onlarda bu bölünmeye giden  süreci destekliyorlar.
Yaşanan bir başka rezalette, Galatasaray Kulübü Futbol takımının kaçak saraya yaptığı ziyaret.
Elbette kökü Galatasaray lisesi gibi bir irfan yuvasına dayanan bir kulübü okullular değil parası olanlar yönetmeye başlarsa böyle olur.
Kurucu Başkanı Galatasaray Lisesi mezunu, edebiyatımızın en büyük isimlerinden, hırsızlığa, rüşvete, kayırmacılığa karşı şiirleriyle mücadele etmiş bir düşün adamı  Tevfik Fikret olan kulübü, kimsenin bu hallere düşürmeye hakkı yoktur.
Unutmayın ki bugün bu hallere düşürülen Galatasaray Kulübü’nün asıl kaynağı olan bu irfan yuvasının öğrencileri, sporcuları ve müstahdemleri, Müslüman, gayrimüslim ayırımı yapmaksızın birlikte Çanakkale Cephesine koşup, vatan müdafaasında hazır bulunmuşlar ve Galatasaray Lisesi 1915 yılında mezun verememiştir.
Hadi liseliler artık bu işe bir el koyun, size yakışanı yapın. Size yakışan bir kulüp yönetimi oluşturun.




24 Aralık 2014 Çarşamba

SİYASETTE TUTARLI OLMAK


CHP yönetimini eleştirdiğimiz zaman, bir kısım partili, son zamanlarda çok da azalmış olsa, “eleştirme” diyorlar.
Bir siyaset adamı iktidar hedefliyorsa  tutarlı ve   sözünün eri olması gerekir.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçildiği ilk Kurultay konuşmasını düşünün, iki vurgusu çok önemliydi, bir, her yerde önseçim yapılacağı, ikincisi de hep doğru söyleyeceği vurgusuydu.
Yasaya aykırı olarak, yönetmelikte yaptırdığı değişiklikle ön seçimi işlevsiz kıldı.
Ön seçim, dostlar alışverişte görsüne döndü.
Zira 115 milletvekilini kendisi atayacak.
Bu Milletvekilleri AKP ve HDP’nin hazırlayacakları bölünme Anayasası’na destek verecek kişilerden oluşacak.
CHP tabanı kim ne derse desin, Cumhuriyetin temel değerlerine bağlı insanlardır. Onların seçecekleri, bölünme anayasasına destek verecek insanlar olmayacaktı.Bu yönetmelik değişikliği ile ulusalcıların Meclise girmesi önlenmiş oldu.
Kendisinin bir iktidar beklentisi de zaten yok. Zira Bekir Coşkun’un sorusu üstüne iktidar beklemediğini açıkça itiraf etmiş.
Demek ki Kılıçdaroğlu’nun bütün derdi, kendisini, bölücüleri, F tipi Cemaat yandaşlarını, Atatürk düşmanlarını Meclise taşımak. Bu arada birkaç tane ulusalcı geçineni de kenar süsü olarak kullanacak.
Bu yönetmelik değişikliğinin elbette yargıdan dönme ihtimali de var. Ya dönerse ne olacak, gene AKP’lilerin ağzına, Şişliden sonra ikinci bir sakız verilmiş olacak.
Bir Milletvekilini bir başka organ, bir diğerini bir başka organ Yüksek Disiplin Kuruluna sevk ediyor.
Hakikaten çok merak ediyorum, bu kadar çok hukuki  yanlışı hangi hukuk dehası yaptırıyor.
Kılıçdaroğlu, Kurultay konuşmasında hiç yalan söylemeyeceğine vurgu yapmıştı.
Her yerde ön seçim dedikten sonra, bu ön seçimi işlevsiz kılma çabası nedir?
Cevabı açık, delegenin aklıyla alay etmektir.
Zaten ön seçim yapılan  yerlerde 2011 de olduğu gibi tetikçiler vasıtasıyla istemediklerini seçtirmeyecekler. Bari gerçek olmasa bile Gandicilik oynamaya devam etseydi de, ön seçim yapıyor gibi yapsaydı.
Bu partiye demokrasiyi ben getirdim, diyerek geçmiş Genel Başkan ve yöneticileri itham ederken bir düşüneceksin.
Onlar en azından dürüst davranıp Merkez yoklaması yapacaklarını mertçe ilan ediyorlardı.
Delegenin sabrını zorluyorlardı ama aklıyla alay etmiyorlardı.
İnsanın aklına hakikaten çok kötü şeyler geliyor.
Bu kadar çok kasıtlı  yanlış, bu partinin ve devletin kurucularından öç alınmak için partiyi sıfırlamak, tarihe gömmek çabası mı?
CHP önceki Milletvekillerinden, TBMM önceki Başkan vekillerinden Mustafa Kemal Palaoğlu, Eskişehir Milletvekili Süheyl Batum’un CHP’den ihracı ile ilgili bir üzüntülerini belirten, bunu yaparken de bazılarını düşünmeye sevk edecek bir not göndermiş aynen aktarıyorum.
“Sayın Süheyl Batum’un ihracı kararını dehşetle karşıladım, ama hayret etmedim:
Y CHP’den beklenen bu idi. Sayın Batum bence de o sözde gerekçelerle değil, “Anayasa uzlaşma komisyonu”ndaki sözleri, duruşu ve tarihe düşürdüğü notlar dolayısıyla ihraç edildi. Türkiye ahalisi değil Türk vatandaşlığı dediği için, vatanda ortaklık değil, vatanın bütünlüğü dediği için.
Bütün bunları, o tuzak komisyonun tamamına karşı söyledi ve bence şunu anlatmaya çalıştı:
YANLIŞ DOĞRU YERDE ARANMAZ.
Görüntüde üç adaylı, ama gerçekte “Atatürk’ün Cumhuriyetci’mi, karşıtlarımı? Referandumundan başka bir şey olmayan Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru tavır koyduğu için.
CHP’nin öz yapısında parti disiplini aynı zamanda TARİHSELDİR. Sayın Batum’un ihracı için oy verenler de ve bu karar karşısında susanlarda unutmasınlar ki TARİH İNSANLARI, YAPTIKLARI İÇİN DE, YAPMASI GEREKENİ YAPMADIKLARI İÇİN DE YARGILAR”
Sayın Palaoğlu’nun bu açıklamasına, bize de  sadece doğru söze nedenir, demek kalıyor.
Bu önseçimi işlevsiz kılan yönetmelik oyununa sessiz kalanlar, aynen  Palaoğlu’nun söylediği gibi, tarih sizleri bu çirkinliğe sessiz kaldığınız içinde mahkum edecek.    



21 Aralık 2014 Pazar

ÖZÜR MEVSİMİ

Mevsimsel olarak ve ama her sene özellikle kış aylarında Türkiye’de bir “Özür” dileme furyası başlar. Zira kış ayları 24 Nisan’ın öncesidir.
Yani sözde “Ermeni Soykırımının” öncesi.
Son yılların kış aylarına bir bakın yoğun bir şekilde Türkiye tarihi ile yüzleşsin diye feryatlar başlar.
Elbette yüzleşelim, ama bütün arşivler açılsın, bir bilim kurulu bunu araştırsın derseniz cevap hemen hazırdır.
“O resmi tarih olur”
Resmi olmayan tarihe nasıl ulaşacağız derseniz cevap hazırdır.
Size “dedikoduları tarih” diye anlatırlar ya da bilimsel bir özelliği olmayan hep birilerinin anlattığı, hikayelerin temel alındığı kitapları önerirler.
Bir de bunların en büyük özelliği, olayları hep kendilerinin istediği tarihten başlatmalarıdır.
Sözde Ermeni Soykırımını mı konuşacağız?
Tartışmanın başlangıç tarihi  1915.
1915 öncesini araştırmazsak, tartışmazsak 1915 de nelerin olduğunu hiç anlayamayız.
Taşnak Örgütünü konuşmayalım mı? 1894 de Diyarbakır Sason daki silahlı ayaklanmayı konuşmayalım mı? 1915 den yirmi yıl önce,1896 da İstanbul’daki Osmanlı Bankası’na saldırıyı tartışmayalım mı?. Bu olay olduğu zaman tehcir yok, herhangi bir olay yok. Ama PKK benzeri Taşnak örgütünün saldırıları var. 1909 da Adana olayları var.
Birinci Dünya Harbi başladıktan sonra Osmanlı Ordusunun cephane ve gıda depolarına saldırılar var.
Devletin resmen tespit ettiği 530 bin Türk öldürülmüş.
Bunları tartışmayalım sadece 1915’i tartışalım.
27 Ekim 1993 de Ermeniler Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde yedi vilayeti işgal etti. Katliamlar yaptı.
Cevap hazır, “Onları karıştırma”.
Ermeni Asala örgütü tarafından öldürülen diplomatlarımızı ağızlarına bile almazlar/alamazlar.
“Dersimden Özür” dileyelim, tarihle yüzleşelim.
Elinizde olan bütün arşivleri açın, Alman, Rus, Fransız, Amerikan arşivlerine de girelim.
Hadi yüzleşelim.
Onların ülkesinin güvenliği önemli ama benim ülkemin güvenliği önemli değil.
Fransız, onların kabul ettiği rakamla 850 bin Cezayirliyi, deniz aşırı  Cezayir’de “Fransa’nın güvenliği” adına katledecek, bunu ağzına bile almayacaksın, Amerikalı 100 binlerce Japon’u toplama kamplarında tutacak, ona söz yok.   

Ama Türkiye’ye geldi mi, özür dile.
Konu Kıbrıs olur. Tarihin başlangıç noktası 1974 Kıbrıs Barış Harekatı.
İşgalcisiniz terk edin adayı.
1963-64 sürecinde 103 Türk Köyü EOKA’cılar tarafından tamamen yakıldı. 25 bin Türk evlerini terk etmek zorunda kaldı. Lord Wills, Kıbrıs’ta olan biteni, Rumların yaptığı soykırım olarak nitelemesi önemli değil.
Anne çocuklarıyla banyo küvetinde katledildi, onlar önemli değil. Biz Türkler kötüyüz, diğerlerinin hepsi pürü pak.
Benim insanımın hakkı,  dediğin zaman, sen ırkçı faşistsin. Onlar etnik köken milliyetçiliği  yaparsa,  demokrat, ben ülkemin yarlarını savunursam ırkçı, gerici, faşist.
Bunların sevdiği aydın tipi hangileridir biliyor musunuz?
Her şart ve ortamda, onları hiç sorgulamadan,  Türkiye’nin izlediği politikaları “pislik”, “soykırım olarak” niteleyen bir avuç zavallılardır.
Bir Fransız’a  Cezayir’de yaptıklarını söyleyin, hemen “O başka” der.
Ruanda’da soykırımın ortağı oldunuz deyin cevap hazır, “O başka”
İngiliz’e Hindistan’da uzak doğu’da yaptıklarını anımsatın, cevap aynı “O başka”
Hollandalı’ya Endenozya’da yaptıklarını anımsatın, cevap yine o tılsımlı sözcükler, “O başka”
Aslında “O başka” cevabının arkasında yatan, size Sevr’de diz çöktüremedik, işte içinizdeki aydın geçinen  zavallıları  da kullanarak öcümüzü böyle alacağız, o gün alamadığımızı bugün bu yolla alacağızdır.
Yine aynı mevsimdeyiz, farkındaysanız şu on dört Aralık operasyonu yapıldı da gündem değişti, “Dersimden özür” diletmek kampanyası bir miktar tavsadı, ama bu böyle gitmeyecek, kısa bir süre sonra bu kez de Ermeni Diasporası’nın isteği ve içerdeki tetikçileri vasıtasıyla “Sözde Ermeni Soykırımından” özür dileyin demeğe başlayacaklar.
Etnik çıkarlarınız için tarihte yaşanmış acı olayları kaşımayın, tarihten husumet çıkartmayın. Bin yıldır bir arada yaşayan bu insanların arasına düşmanlık sokmaya çalışmayın, altında kalırsınız.

17 Aralık 2014 Çarşamba

MEMLEKETİMDEN SİYASETÇİ MANZARALARI


Toprağı bol olsun Aziz Nesin erken ölmüş, bugünleri görebilseydi, bu siyasetçi tipleriyle ilgili tüm hayatı boyunca yazdıklarından daha çoğunu yazardı.
Beyefendi sanki 12 on iki yıldır bu ülkeyi tek başına yönetmiyor da, ülkede bir iktidar değişikliği olmuş,iktidarı yeni devir almış siyasetçi gibi, geçmiş iktidarı eleştirircesine “Soruları çalarak kurumlara sızmışlar” buyurmuş.
Beyefendi zatıaliniz  o dönem de bu ülkede Hükümetin başı değil miydiniz?
Eğer hükümetin başı idiyseniz, ki öyle idiniz, o zaman  birileri sizi işletmiş olmuyor mu? Siz kendinizi hükümetin başı zannederken, güreş tabiriyle birileri sizi tuşlamış olmuyorlar mı?
Tayyip Bey, aklımızla lütfen alay etmeyin, siz değil miydiniz, Fettulah Gülen’e yönelik, “ Ne istediler de vermedik” diyen.
Her istediklerini verdiğiniz gün gibi aşikar, zira bir dönem Genel Başkan Yardımcınız olan Dengir Mir Mehmet Fırat bey “Cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik” diyor
Neymiş o zaman, Cemaat mensupları soru çalarak  kurumlara sızmamışlar, siz bilerek ve isteyerek o tarihlerde ortağınız oldukları için, kurumlara girmişler.
Sayın Demirel’in muhteşem esprisi  ile “Bir yere girebilmek için birisinin de açması gerekir”.
Sizler açmışsınız onlarda girmiş.
Hiç ağlanacak, dertlenecek bir durum söz konusu değil.
 Hatta sayenizde sadece Kurumlara girmemişler, Belediyelerinizden binalar da tahsisi ettirmişsiniz ki, aranız açılınca Belediye Başkanlarından Cemaate verilen binaların geri alınması talimatını vermişsiniz.
Demek ki, aranız açılıncaya kadar beraber yürümüşsünüz o yollarda, beraberce nemalanmışsınız o siyasi bereket yağmurunda..
Acaba eski Bakanınız İdris Naim Şahin’in varlığını iddia ettiği, Partiniz yöneticileri hakkında düzenlenmiş kırmızı dosyaların hazırlanmasında, eski dostunuz, şimdiki düşmanınızın yardımları, katkıları olmuş olmasın?
Basını sustururken, şimdi suçladığınız Cemaatin “kurumlara sızmış” yandaşlarının desteği olmadı mı?
Ha siz böylesiniz de muhalefet daha mı farklı, onlarda sizler gibi evlere şenlik.
 “Yolsuzluğu ayyuka çıkmış bir hükümet hiçbir şey olmamış gibi bir yıldır iktidarda” diye buyurmuş.
Yerden göğe kadar haklı, yolsuzluğa batmış bir iktidarın bir yıldır hiçbir şey olmamış gibi iktidar da kalması, olsa olsa benim kabiliyetsizliğimdendir.
“Ülke sür’atle diktaya gidiyor” buyurmuş.
Beyefendi demokrasilerde bununla mücadele etmek öncelikle meclisteki muhalefetin görevidir.
17 Aralık yolsuzlukları ile ilgili duyurularınıza bilbordlar da yer verilmiyorsa, Anıtkabire, Tandoğan’a yüz binleri toplamak bu kadar zor mudur?
Kanlı terör örgütünün başı “Size 5 ay süre, sabrımın son sınırındayım” deyince, bir tepki verdiniz de biz mi duymadık?
Muhalefet asıl böyle tehlikeli günlerde ülke için lazımdır, hatta elzemdir.Aksi halde bir demokrasi için en tehlikeli durum olan muhalefet boşluğu doğar.
Ama diktaya giden yolda atılan bir takım adımlara, mütedeyyinler ne der, bir takım adımlara da bölücüler bize oy vermez diye sessiz kalınırsa, ülke gerçekten diktaya  kayar.
 Dünün eski yol arkadaşları bugün kanlı bıçaklı olunca, sırf bir şeyler söylemiş olmak  için, Ergenekon, Balyoz gibi davaların yönlendiricisi, günahsız insanları zindanlara attırmanın şampiyonu savcı için “O yalan söylemez” diyerek, kendi Milletvekillerinize, bu ülkenin aydınlarına, komutanlarına karşı kumpas kurulmadığını, bu insanların “haklı olarak mı?” zindanlarda ömür tükettiklerini söylüyorsunuz.
Hem de bunu Silivri Mahkemelerinde sahneye konan bunca hukuk ayıbının ortalara saçıldığı bir dönemde söylüyorsunuz.
Bunu düşünmeden mi söylediniz? Yoksa gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz?
Bunu düşünerek söylediğinize inanmıyorum. Düşünmeden söylendiğini kabul ediyorum.
Kısacası iktidarı ile muhalefeti ile ülkemin siyasetçi manzaraları bunlar, sonumuz inşallah hayırlı olur.





14 Aralık 2014 Pazar

NE YAMAN ÇELİŞKİ


Aslında bu okuduğunuz yazı yerine, Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyet döneminde insanlara gösterebileceğiniz ne yapıldı ya cevap niteliğinde bir şeyler yazayım diye düşünüyordum, ama Pazar sabahı baktık ki günlerdir yapılacağı söylenen Cemaate karşı operasyon başlamış.
Ama Tayyip Bey’in söylediklerine birkaç kelimeyle de olsa cevap vermezsek, sonra “O” her söylediğinin doğru olduğunu zanneder diye, bir iki şey söylemek ihtiyacını duydum.
Bak Tayyip Bey, Cumhuriyet döneminde bu ülkeye nelerin kazandırıldığını, kaç kilometre demiryolunun yabancılardan parası verilerek satın alındığını, on iki ay açık yol bulunmayan dönemde bu ülkede karayolları yapıldığını, sata sata bitiremediğin o değerlerin tamamının Cumhuriyet yönetimlerinin eserleri olduğunu, Osmanlı borçlarının son meteliğine kadar ödendiğini, biz anlattık ama sen anlamak, görmek istemiyorsun.
Bir eser bırakmayı sadece estetikten yoksun bina yapmak zannediyorsun, onun için sana sadece Ankara’da yapılanları kısaca özetleyeceğim.
Öncelikle Anıtkabir, tabii bunu duymaktan çok hoşlanmayacaksın, zira orada bir türlü milletin gönlünden silemediğin Atatürk yatıyor.
Dünyanın en güzel parlamento binalarından biri olan TBMM var. Hani o senin ve yandaşlarının faşist, diktatör olmakla suçladıklarınız var ya, daha 1938 yılında Prof. Clemento Holzmeister’in projesini seçtiler o projede daha Türkiye’de kimsenin aklından bile geçmediği tek parti döneminde Senato salonu ve siyasi partiler grup salonları  var.
Bakanlıklar var, Ulustaki İş bankası, Ziraat bankası, Osmanlı bankası binaları var.
Opera binası var, Şimdilerde Resim Heykel müzesi olarak kullanılan bina var.
Ankara Gar’ı, Hukuk ve Ziraat Fakülteleri var.
Bir gün o binaları bir dolaş estetik neymiş, abidevi eser nasıl olurmuş bir gör.
Sadece bir küçük Anadolu kasabasından yaratılan Ankara başlı başına bir eserdir. Tabii anlayabilenler için.
Tabii bütün Türkiye’de Cumhuriyetin öyle muhteşem eserleri var ki, yaza yaza bitiremezsin.
Bugün konumuz bunlar değil, eski dostunuz, şimdi büyük düşmanınız Fettullah Gülen Cemaatine karşı başlattığınız operasyon.
Daha düne kadar bugün içeri aldırdığınız Cemaat mensubu polislerin düzmece belgeler düzenleyerek hayatlarını kararttığı insanlara karşı yürütülen operasyonlar sonrasında açılan davaların savcısı siz değil miydiniz?
Fettullah Gülen’e yönelik “ Ne istedin de yapmadık, vermedik”, “ Bu hasret ne zaman bitecek” diyen siz değil miydiniz?
F tipi polislerin yönlendirdiği F tipi savcıların sabaha karşı insanların evlerinde arama yaptırıp, göz altına aldırdıkları günlerde, bu insanları suçlu, darbeci  ilan eden sizler değil miydiniz?
Yıllarca bu insanlar zindanlarda çürürken, ellerini ovuşturarak seyredenler, dünün dostları, bugünün kanlı bıçaklı düşmanları olanlar sizler değil miydiniz?
Adalet, hukuk şimdi mi aklınıza geldi?
Hukuk ve adalet bir gün hepimize lazım olabilir diye hiç düşünmediniz mi?
Beyler ne zaman ve nasıl demokrat olunur biliyor musunuz?
En can düşmanınıza bile hukuksuzluk adaletsizlik yapıldığı zaman isyan edebiliyorsanız, demokratsınızdır.
Haksızlık, hukuksuzluk düşmanınıza yapılırken isyan ediyorsanız, aydın ve demokratsınız demektir.
Yıllar önce Ankara’da ART Tv binasını yine bugünkü gibi polis basmış arama yapıyordu. Milletvekili olarak oraya gittim ve kapı önünde dizilmiş çekim yapmaya gelen TV kameralarına “Bugün bu olayı tepkisiz çekerseniz, yarın sizin kurumlarınıza aynı işlem yapılırken çekecek kamera da bulunmayacak demiştim”
Basının geldiği son nokta bu.
Pazar sabahı Cemaatin yayın organlarına karşı yapılan yayını merkez medya sessizce seyrederken, yandaş medyadan çıt yok. En azından, ben bu yazımı kaleme alıncaya kadar.
Yaşayarak öğreniyoruz, yansız ve tarafsız yargının önemini.
Yargının oncusu buncusu olmaz.
Yargı insanların, korkmadan, güvenerek  sığınabileceği en son liman olmalıdır.
Bu inanç yıkıldığı zaman devlet yıkılır. Bunun için “Adalet mülkün (yani devletin) temelidir” demişler.




  

10 Aralık 2014 Çarşamba

TASFİYE HALİNDE TÜRKİYE CUMHURİYETİ


AKP iktidarı ve daha doğru bir söylemle Tayyip Erdoğan tarafından Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti adım adım tasfiye ediliyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli vasfı, ülkesiyle milletiyle bölünmez bir bütün ve laik olmasıdır.
Önce ülkesiyle milletiyle bölünmez bir bütün olma özelliği ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
Bu açılım süreci diye başladı, ümmet mantığından gelen AKP’nin buna bir itirazı olamazdı.
Önceleri inkar ettikleri terör örgütüyle gizlice görüştükleri ortaya çıkınca artık bunu fütursuzca yapmaya başladılar.
İmralı mahkumu terör örgütü silah bırakmadan masanın öbür tarafına, muzaffer bir ülkenin temsilcisi edasıyla oturdu.
Devleti kuran, Cumhuriyeti kuran CHP’de, etnik bölücüler, İslamcılar ve cemaatçilerle istenildiği şekilde dizayn edildikten sonra işler daha da kolaylaştı.
 Ana muhalefet partisi bu federatif sistem “Mecliste görüşülsün” noktasına getirildi.
Bunun nedeni de, etnik bölücülerin egemen olduğu bölgelerdeki insanlara sempatik görünüp oradan oy alınabileceği düşüncesi oldu.
Meydanı CHP sayesinde boş bulan AKP iktidarı ve onun fiili başı Tayyip Erdoğan, Atatürk’e ve onun söylemlerine karşı çıkmayı bir marifet saydı.
Örneğin 5. Din şurasında, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” öz deyişini eleştirmek için, Kuran-ı Kerim’de inanlar “Akletmez misiniz” şeklinde sürekli uyarılmışken, bu dinin mensubu olanların vahiyi bir kenara koyarak, akıl ve bilimi tek çıkış yolu gibi gösterilmelerinin manidar bulduğunu söyleyebilmektedir.
Tayyip Erdoğan aynı konuşmasında laikliği, kilise ile devlet, kilise ile bilim arasındaki tartışmanın taklidi, Atatürk’ü put olarak nitelemesi, harf devrimine saldırması, Cumhuriyet duyduğu kin ve nefretin dışa vurumudur.
Davutolu’nun da Cumhuriyete bakışı Tayyip Erdoğan’dan farklı değildir.
Nitekim AKP Genel Başkanı seçildikten sonra yaptığı konuşmada “Büyük bir yeni kültürel uyanışın arifesindeyiz, Bu yeni kültürel uyanış, insanlığın temel değerler itibariyle varoluşsal ve epistomolojik problemlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemde bütün insanlığa evrensel bir medeniyet çağrısı yapacak bir uyanıştır” şeklinde açıklama da bulunarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye sürecine girdiğini ilan ediyordu. 
AKP ve Tayyip Erdoğan bilindiği için bunlar çok şaşırtıcı değil. Ama CHP’nin takındığı tavır hakikaten çok şaşırtıcı.
Burada asıl eleştirilmesi gereken Kılıçdaroğlu ve onun partiye devşirdikleri değil.
Onlar ülkenin üniter yapısından vaz geçirilebilmek, ılımlı İslam’ın  yaşama geçirilmesi için getirilmiş kadrolar.
Nitekim, mütedeyyinlerden oy alabiliriz düşüncesiyle, Atatürk’e ve laikliğe yapılan her saldırı sessizce geçiştiriliyor.
Ama CHP içinde asıl eleştirilmesi gerekenler, ülke bölünürken, laik Cumhuriyet tasfiye edilirken, bir daha milletvekili olabilmek için ses çıkarmayan eski ve yeni  milletvekilleri ile, dedelerine “katil, katliamcı” denirken bile bir milletvekilliği uğruna ses çıkartmayanlardır.
Bir dönem en keskin konuşmalar yapıp, “sizinle cumhuriyete bakışımız çok farlı derken” milletvekilliği önerisi üzerine kuzuların sessizliğini oynayan meslek kuruluşu başkanları, dürüstlüğü, namusu kimseye bırakmayan aslan yürekli(!) gazeteciler, bu Cumhuriyet tasfiye olurken takındığınız tavır nedeniyle TARİH SİZLERİ AFFETMEYECEK.
Aldıkları milletvekilliği önerisiyle “kuzuların sessizliğine” bürünen değerleri kendilerinden menkul zevat, sizler Kılıçdaroğlu tarafından  milletvekili yapılabilirsiniz, ama inanın hiçbir  kıymeti harbiniz olmayacak, sizler etnik bölücülerin, laiklik karşıtlarının, cemaatçilerin kenar süsü olacaksınız, CHP tabanına anlatamayacakları o kişileri gözden uzak tutmak için sizleri kullanacaklar.
Eğer CHP’de, etnik bölücüler, Atatürk’e katliamcı, katil demek cesaretini gösterebilenler, laiklik karşıtları, cemaatçiler  yetkili koltuklar da oturabiliyorlarsa, bu bir milletvekilliği uğruna susanlar sayesindedir.
Bu parti köklerinden koparılmış, Atatürk’ün partisi  olmaktan çıkmış, onun kurduğu Cumhuriyette tasfiye haline gelmiştir.








7 Aralık 2014 Pazar

UTANILACAK OLAYLAR

Geçtiğimiz günlerde Yargıtay Onursal Başsavcısı Vural Savaş’ın “CHP Neden İktidar Olamaz” isimli kitabını okudum.
Siyasetle uğraşan herkesin okuması gereken bir kitap. Muhteşem bir arşiv çalışması.
Türkiye Cumhuriyetini her fırsatta, katliam yapmakla suçlayan emperyalizmin yurt içindeki uşakları, efendileri kızmasın diye tetikçisi oldukları Batı’nın tescilli katliamları için sessiz kalırlar Özellikle onlar  bu kitabı okusunlar, efendilerinin vahşetinden belki yüzleri kızarır.
Sözünü ettiğim kitabın 305 ve diğer  Sayfalarında günümüzü çok ilgilendiren bilgiler var.
Demokrasi havarisi Fransa’dan örneklerle başlamakta fayda var .
Bir İngiliz Gazeteci  Fransa Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle, “Siz Cezyir’de bir milyon insanı katlettiniz! Bundan rahatsızlık duymadınız mı?” diye sorar.
De Gaulle şöyle cevaplar :Sözünüzü düzeltiyorum. Biz Cezayir’de 1 milyon değil 850 bin kişi öldürdük. Fransa’nın güvenliği için bu gerekliydi”. Diye cevaplamış.
Tabii bu lafın savunulacak bir tarafı yok, ayrıca kötü örnek örnek de olmaz ama, bizim uşaklar Cezayir’de öldürülen Müslüman kardeşlerimiz için bugüne kadar tek kelime sarf etmişler midir?
Fransa’nın bu vahşetten ötürü özür dilemesini talep etmişler midir?
Ben duymadım, etmişlerse kendilerinden özür dilerim.
Sayın Vural Savaş kitabında bir başka kitaba, önceki Başbakanlık Müsteşarlarından Yaşar Yazıcıoğlu’nun  “Bitmeyen Hesap” kitabına da atıf yaparak oradan da aşağıda verdiğim örnekleri işaret etmiş.
2006 yılında Cezayir’i ziyaret eden Nicholas Sarkozy’den, Cezayir’de  yaptıkları soykırımdan dolayı özür dilemesi istenince “Babaların hatalarından dolayı, oğullardan özür dilemesi istenemez” demiştir.
“19. yüz yılda Erivan’ın %65’i Türk idi. Türk-İslam Kültür yapıtları ile dolu idi. Şimdi ise; bir tek Türk kalmadığı gibi, hiçbir cami, hiçbir mezarda kalmamıştır” (Justin McCarty, Ölüm ve Sürgün s 1-3)
“1963-1964 sürecinde..103 Türk köyü EOKA’cılar tarafından tamamen yakıldı. 25 bin Türk evlerini terk etmek zorunda kaldı… Londra da Lord Wills yaptığı tarihi bir konuşmada “Kıbrıs’ta olan bitenin soykırım olduğunu ve Rumların  Türkleri soykırıma tabii tuttuğunu söyledi” (Sefa M. Yürekel. Soykırımlar tarihi s.71)
Sayın Vural Savaş’ın kitabında Rahmetli Toktamış Ateş’in Cumhuriyet Gazetesi’nin  25  Nisan 2005 tarihli nüshasında yazdığı “…ABD, İkinci Dünya savaşına girdikten sonra, 120 bin Japon'u dört yıl süre ile kamplarda tutmuş, yani ‘tehçir’ etmiş. Kendi vatandaşı olan bu Japonlar, ABD’’ne karşı isyan etmemiş, sabotaj yapmamış ve casuslukla suçlanmamışlardı. Bu insanların çoğu açlık, hastalık ve ağır yaşama koşulları altında yok olmuşlardır.”   Yazısına atıfta bulunmuş.
Bunları bir şeyi savunmak için vermedim.
Ama ülkenin güvenliği gereği girişilen olaylarda acılar yaşanmış olabilir, tarihten husumet çıkarmadan tarihten ders alarak çıkmak gerekmektedir.
6-7 Eylül olaylarını, Kahraman Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını  hiç ağzına almayacaksın ama sırf Cumhuriyeti kuranlara duyduğun kin ve nefret duygusundan ötürü “Dersimi” kaşıyacaksın.
6-7 Eylül Lozan antlaşmasıyla bu ülkenin eşit vatandaşları olarak kabul edilmiş Hıristiyan azınlığa karşı yapıldı.
Kahraman Maraş, Çorum ve Sivas katliamları Cumhuriyetin en sadık savunucuları Alevilere karşı yapıldı.
“Dersim” de yaşananlardan çok sonra yaşanmış bu olaylar hakkında tek kelime etmeyenler, sırf ülkenin iç huzurunu bozmak, bölücülere yeni imkânlar sağlamak için 74 yıl evvel yaşanmış  bu acı olayı kaşımakta fayda umuyorlar.
Siyasetçiler bıraksın bu tarihten husumet çıkartmayı, onun kimseye bir faydası yok.
Tarihi tarihçiler incelesin, siyasetçilerde  bu incelenmenin sonucunda sadece tarihten ders çıkartsınlar, aynı olayları bir daha yaşanmamak üzere tarihe gömelim.
Tabii emperyalizmin yurt içindeki uşakları, paralı askerleri buna  izin verirlerse.

3 Aralık 2014 Çarşamba

İMRALI MAHKUMU BUYURUYOR


Ülke, AKP iktidarı sayesinde PKK karşısında, Birinci Dünya savaşı sonrası, galip devletlerin mağluplara diz çöktürerek imzalattığı barış anlaşmalarına benzer bir durumla karşı karşıyayız.
Abdullah Öcalan’ın Türkiye Cumhuriyetine dayattığı, ulus devletin ortadan kaldırılması ve federatif bir yapıya geçilmesidir.
Bu ilk etaptır, asıl varılmak istenen  bağımsız Kürdistan’ın kurulmasıdır.
Bu hedefe varmak için önce toplumun değişik katmanlarında Kürt sorunu tartıştırılmaya başlandı.
Dikkat edilirse burada sorun bir demokrasi eksikliği sorunu olarak  değil, bir etnisite sorunu olarak tartıştırılmaya başlandı.
Bu yeni bir proje değildir. Nitekim Soli Özel Haber Türk Gazetesi’nde 27 Temmuz 2012 tarihinde köşesinde yazdığı “Komplo tarihe karşı” başlıklı yazısında “Gazeteci Güneri Civalıoğlu’nun 1990-91 deki körfez krizi ve savaşı sırasında yazdığı, daha sonraları da defalarca anımsattığı bir hikaye yeniden ortada. O dönemde bir Amerikalı Albay, Civalıoğlu’na niyetlerinin Kürdistan’ı kurmak olduğunu söylemiş daha sonra bu mesaj bir yarbay tarafından da başka bir ortamda tekrarlanmıştı” diyerek  olayın eski bir Amerikan projesi olduğunu ortaya koymuştur.
Bugün terör örgütü aracılığı ile Türkiye’ye dayatılan Sevr’de yapılmak istenip de başarılamayan çok dilli ve çok etnisiteli bir devlet modelidir.
Irak’ın işgaliyle başlayan Kürdistan’ı kurma operasyonu, Suriye’de çıkartılan iç çatışmayla Suriye’nin kuzeyinde yine özerk bir Kürt bölgesi yaratmakla ikinci etabına erişmek üzeredir.
Kurulması düşünülen, Kürdistan’ın en önemli ayağı ise Türkiye’nin o bölgesinde önce bir özerk bölge tesis edip, aynen Sevr antlaşmasında olduğu gibi, bunun oluşmasından kısa bir süre sonra da yapılacak bir plepistle bağımsızlık ilanıdır.
İşte ABD ve Batı’nın  Abdullah Öcalan vasıtasıyla Türkiye’ye dayattığı budur.
Bunun gerçekleşmesi için Türkiye üzerine oynan oyunların ilk ayağı, Türk Devleti’ni ve Türk Ulusunu itibarsızlaştırmaktır.
Yıllardır, Türkiye üstüne oynanan oyunların temelinde bu vardır. Örneğin son zamanlarda, “Dersimde” devletin katliam yaptığı söylemleri bunun içindir.
Bu yöntemle Alevilerin aşırı İslam’a karşı oluşları, laik yapıları kullanılarak ve yönlendirmelerle konuyu Kürt sorununa kaydırmaktır.
Bunda da bir miktar başarılı da oldular.
Batı aslında Türkiye Cumhuriyeti’ni “Atatürk’ün paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün” olarak niteler.
Sorunun temelinde yatanın bu ulus devleti yıkmak olduğu açıktır.
Bu ulus devlet yıkılsın ki, etnisiteye dayalı küçük küçük özerk yapılar ortaya çıksın.
Bakın bugün Güney Doğu Anadolu’da gerçekleştirilen, “öz savunma  gücü” diye nitelen terör örgütü örgütlenmesi, 2009 tarihinde Abdullah Öcalan’ın 156  sayfalık yol haritasında “Öz savunma ilkesinde” sözü edilen oluşumdur.
Bugünde ağzını her açan bir demokratik anayasadan söz etmektedir.
Nedir bu istenen demokratik Anayasa, çok dilli, çok etnisiteli bir federatif yapıdır.
Buna bilerek veya bilmeyerek “Yerel Yönetimler Özerklik Şartına” Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldıralım diyenler de çanak tutmaktadırlar.
Dünya da ulus devletten federasyona dönmüş bir devlet yoktur, ama olsun varsın, bu diz çöktürerek Türkiye Cumhuriyeti’ne dayatılacaktır.
Bu noktaya gelmenin en büyük sorumlusu elbette 12 yıldır iktidar olan ve hem de tek başına iktidar olan AKP’dir.
Toplumun en hassas olduğu konuda, “analar ağlamasın”, “şehit cenazeleri” gelmesin diyerek,halkın duyguları törpülenip, terör örgütüyle ve hem de elinde silah varken müzakereye başlandı.
Ülkenin bu iç sorunu, üçüncü bir devletim gözetiminde yapıldı.
Kırk bin kişinin ölümünden sorumlu bir terörist başı, bu iktidar sayesinde zafer kazanmış bir devletin  “başkanı” statüsü kazandı.
Durum böyle olunca da İmralı Mahkumu ABD ve Batının istediklerini kendi talebiymiş gibi Türkiye Cumhuriyetine buyuruyorlar.

.