29 Ekim 2019 Salı

GÖZDEN KAÇAN

Türkiye-Suriye ilişkilerinin geleceği bağlamında yapılan tartışmalarda eksik bir taraf var gibi...


Son Soçi Muhtırasında atıf yapılınca, Türkiye-Suriye arasındaki 1998 Adana Mutabakatı yeniden gündeme girdi. Muhtıra'nın 4. maddesinde “her iki tarafın Adana Anlaşması’nın önemini teyit ettiği ve Rusya Federasyonu’nun mevcut koşullarda Adana Anlaşması’nın uygulanmasını kolaylaştıracağı” kayıtlı..

Adana Mutabakatı’na göre Suriye şu yükümlülüklerde bulunmuştu:


--- PKK'nın silah, lojistik ve mali destek sağlamasına ve propaganda faaliyetlerine izin vermeyecek;

--- PKK'yı terör örgütü olarak ilan etti;

--- PKK'nın topraklarında eğitim kampı kurmasını ve ticari faaliyetlerde bulunmasını yasakladı;

--- PKK üyelerinin transit yollarla üçüncü ülkelere gitmesine izin vermeyecek;

--- PKK’lıların topraklarına girmesini engelleyecek ve gümrük yetkililerine bunun için talimat verecek.


Türk tarafının Soçi Muhtırasında Adana Mutabakatı’nın önemini teyid etmesi iyi bir gelişmedir. Şam yönetiminin toprakları üzerindeki egemenliği zımnen tanıdığımız anlamına gelir. Zira, Adana Mutabakatı’nda kayıtlı yükümlülüklerini hakkıyla yerine getirebilmesi, Şam yönetiminin sınırlarına ve topraklarının tümüne hakim olmasına bağlıdır. Şimdilik böyle bir hakimiyeti yok.


Türkiye ile Suriye arasında imzalanmış önemli başka bir metin daha var ve o metinden söz edilmiyor…


Suriye ile 2010 yılında Ankara’da "Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması" imzalandı ve bu anlaşma Adana Mutabakatı geliştirerek, bir bakıma Mutabakat'ın yerini aldı. (***)

Adana Mutabakatı Suriye’ye tek taraflı yükümlülükler getirmişti. Anlaşma ise bundan farklı olarak, taahhütler arasında bir denge oluşturdu. Suriye'nin PKK'yı ve onunla ilişkili veya onun uzantısı olan örgütleri barındırmayacağı taahhüdüne karşılık, taraflar, karşılıklı olarak, başka terör örgütlerini barındırmayacakları yükümlülüğünü de üstlendi.


Buna göre, Türkiye ve Suriye, terör örgütlerinin;


-- Kamp, eğitim tesisi kurmalarına;

-- Militan toplama, lojistik destek sağlamalarına;

-- Kaçakçılık ve ticaret yapmalarına;

-- Propaganda yapmalarına;

-- Görsel ve yazılı basın faaliyetinde bulunmalarına;

-- Yasadışı sınır geçişi yapmalarına


izin vermeyecekler.


Suriye devletinin halen mutlak egemenliği altında olan bölgelerde PKK ve ilintili örgütler zaten yok.


Buna karşılık, AKP iktidarının "kuva-i milliye" olarak gördüğü Özgür Suriye Ordusu (yeni verdiğimiz isimle Milli Suriye Ordusu) içindekiler, Suriye bakımından terörist örgütlerin en hası! Bu örgütlerin anlaşmanın yasakladığı yukarıda sayılan faaliyetlerin neredeyse tümünü topraklarımızda icra ettikleri ve üstelik bu “ordu”yu büyük ölçüde Türkiye'nin finanse ettiği basında yazılıyor, söyleniyor...

Eylül 2015’de Esad'ın daveti üzerine Rusya’nın sahaya girmesiyle tablonun Esad rejimi lehine değişeceğini görülmeli ve Esad karşıtlığına dayanan politikalarda radikal değişiklikler yapılmalıydı. Küçük de olsa, bazı değişiklik emareleri ancak dört yıl sonra şimdilerde görülüyor. Ne var ki, Esad eskiye göre çok güçlü. İlişkilerin normalleşmesine doğru adımlar atılsa bile, bunların sonuçlandırılması konusunda koşulları olacak.

Örneğin Suriye 2010 anlaşmasına atıfla, "Milli Suriye Ordusu dediğiniz yapı içindeki örgütlerin faaliyetlerini engelle, Suriye vatandaşı olan teröristleri bize iade et, karşılığında biz de yükümlülüklerimizi yerine getirelim" derse ne olacak? İsteneni yapacak mıyız?



Bu anlaşma yürürlükte ise, işimiz zor...

25 Ekim 2019 Cuma

İŞTE SONUÇ



Beşar Esad'ın yıkılması için 8 yıldır siyasi ve askeri olarak yapmadığımızı bırakmadık. Şimdi tersini yapıyoruz. Siyasi ve askeri imkanlarımızı bu defa Esad'ın durumunu sağlamlaştırması ve üzerindeki egemenliğini kaybettiği topraklarını parça parça geri alabilmesi için seferber etmiş durumdayız. 
Böyle bir saçmalık sanırım dünya siyasi tarihinde görülmemiştir.
Rusya ile varılan Soçi mutabakatı da, ABD ile yapılan Ankara mutabakatında olduğu gibi, zafer naraları ile karşılanıyor.
Ankara Mutabakatı, Soçi Mutabakatı derken kazananlar  Rusya ve Suriye tek kaybeden Türkiye. İki toplantı sonrası çıkan sonuçlar.,
1-Fırat'ın doğusunda tamamen kontrol edeceğimiz 480 km. uzunluğunda bir "güvenli bölge" tesisi iddiamızdan geri dönülemeyecek şekilde vazgeçiyoruz;
2- 120 km. dışında kalan sınır bölgesinde kontrol tamamen Rusya ve Suriye'ye geçiyor. 
3- Böyle bir "güvenli bölge"yi oluşturamayınca, sığınmacıların yerleştirilmesi konusu da Rusya ve Suriye’nin  inisiyatifine ve insaflarına  bırakılıyor;
4- YPG, TSK'nın elinden ABD ve Rusya işbirliği ile kurtarılıyor, Suriye'nin Güneydoğusunda oluşturulan ve geniş bir alan oluşturan bir "YPG güvenli bölgesi"ne çekiliyor. 
5- ABD askerlerinin tamamını Suriye'den çekmeyecek, kuzeydekiler gidecek, ancak,  YPG için oluşturulan bu "güvenli bölge"nin güvenliği, ABD'nin o bölgede bırakacağı yüzlerce askeri personel ve şimdilerde gönderdiği yeni tank birlikleri tarafından sağlanacak. Böylece  YPG masaya belirli siyasi/kültürel/idari imtiyazlar koparmak için kuvvetli oturmuş olacak.
6- Türkiye, Rusya tarafından Şam rejimi ile doğrudan temas kurması için zorlanacak. (Soçi metnine göre Rusya Adana mutabakatının uygulanmasını kolaylaştıracak) Ancak, güçlenen Esad'ın bu konuda koşulları olacak.
7- Esad, alacağı katı tutumun işaretini dün verdi. Soçi'de Erdoğan-Putin görüşmesi devam ederken, alışılmadık biçimde, Suriye ordusunun İdlib'deki mevzilerine gitti. Orada verdiği demeçte, Suriye'nin topraklarını çaldığı gerekçesiyle, Erdoğan'ı "hırsız" olmakla suçladı, topraklarını geri almayı vaat etti. Zirve sonrası Putin'e telefonla teşekkür ettiği basına yansıdı. Bu arada Esad, önümüzdeki günlerde terörist saydığı Milli Suriye Ordusu çapulcularını "bana verin" derse şaşırmayalım;
8- Milli Suriye Ordusu dediğimiz çapulcular/cihatçılar güruhu başımıza çok işler açacak. 22 Ekim günü  ABD Savunma Bakanı Esper CNN'de Amanpour'a konuştu ve Türkiye'nin desteklediği milislerin "Suriye Kürtlerine" karşı işledikleri "savaş suçlarından" Türkiye'nin sorumlu tutulması gerektiğini bildirdi. Esper aynen şunları söyledi: "Çok feci bazı raporlar gördüm. Bu raporlar eğer doğru ise, -ki doğru olduklarını varsayıyorum- yapılanlar savaş suçu olur. Sorumlular hesap vermelidir. Birçok olay bakımından hesap vermesi gereken Türk hükümetidir". 
Esper'in bu ifadeleri, Trump'ın mektubunda Erdoğan'a yazdığı "binlerce insanı katletmekten sorumlu tutulmak istemezsin" tehdidinle neyin kast edildiğini ortaya koymuş olmuyor mu?;
9- Benzer iddialar ve dosyalar kuşkusuz Putin'in çekmecelerinde de duruyordur. Hem ABD'ne hem Rusya'ya rehin durumdayız. İkisinin birbiriyle çelişen çıkarları arasında savrulmaktayız. 
Bu tablo karşısında yandaş ve yalaka basının yaptığı gibi sadece  zafer naraları atmak yetmez, gündüz vakti havai fişek gösterisi de yapılmak gerekir .







22 Ekim 2019 Salı

ABD İLE VARILAN MUTABAKAT YENİ SÜRTÜŞMELERE YOL AÇABİLİR.



(Bu yazı 120 saat dolmadan evvel yazılmıştır)
ABD ile 17 Ekim günü Ankara'da varılan ve Kuzey Suriye'deki TSK operasyonunun 120 saat için durdurulmasını öngören "mutabakat" yandaş yalakalar tarafından bir "zafer" olarak nitelendi. Oysa, açıklanan mutabakat metninde "zafer" naraları atmayı haklı kılacak unsurlar yok, Kaldı ki, kapsamlı bir tahlil yapabilmek için yalnızca açıklanan metni yorumlamak yetmez, daha geniş bir perspektifle inceleme yapmak gerekir.
Açıklanan metni, Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'a gönderdiği 9 Ekim tarihli seviyesiz ve aşağılamaya yeltenen mektuptan bağımsız olarak yorumlamak ciddi yanlış olur. Hatırlayalım, doğrudan yapılan hakaretleri dışarıda tutarak, mektup aşağıdaki tehdit ve önerileri içermekte idi :
- Sen, binlerce insanı katletmekten sorumlu olmak istemezsin, ben de Türk ekonomisini yıkmaktan sorumlu olmak istemem -ki bunu yaparım;
- Bunun (ekonomiyi nasıl yıkacağımın) küçük bir örneğini Brunson vesilesiyle gösterdim;
- (YPG "komutanı") "General" Mazlum seninle müzakere etmek istiyor ve şimdiye kadar verilmemiş tavizleri vermeye hazır.
Tehditlerin kuru sıkı olmadığı, uygulamaya konulan ve kongre tarafından, AKP’li  Cumhurbaşkanı'nı da kapsayacak şekilde "ucu gösterilen" ilave yaptırımlardan belli idi. Bunlara ek olarak, aynı günlerde Halkbank iddianamesi ortaya çıkarıldı. Amiyane bir benzetme yapacak olursak, Ankara'daki müzakereler, tarafların birinin tabanca tehdidi altında bulunduğu bir ortamda yürütüldü ve sonuçlandırıldı. Bu koşullardaki müzakereden sağlıklı sonuç çıkmaz.
Bu seviyesiz mektup geri alınmadan ve uygulamaya konulan yaptırımlar kaldırılmadan müzakereye oturulmaması gerekirdi. Kendisine saygısı olan bir devlet ve kendisine güveni olan devlet yöneticileri öyle davranırdı. Maalesef yapılamadı.
Müzakereler sırasındaki oturma düzeni üzerinde çok duruldu. Doğru, Türkiye Cumhurbaşkanının ve ABD Başkan Yardımcısının eşit taraflar gibi oturmamaları gerekiyordu. Ancak. bu yanlışlık öne çıkarılarak, üzerinde asıl durulması gereken bir vahim gelişmenin dikkatten kaçırılması kolaylaştırıldı.
Vahim gelişme, Trump'ın tam da o iğrenç mektubunda istediği gibi, YPG'nin sahadaki elebaşısı terörist "General Mazlum" yani TSK’da bir onbaşı ile muhatap olabilecek bir katil ile bizim heyetimizin ABD heyeti aracılığıyla müzakere etmiş olmasıydı. Bizzat Pence müzakerelerin tamamlanmasından hemen sonra Ankara'da yaptığı açıklamada, gün içinde YPG ile sürekli temas halinde kaldıklarını söyledi. Yani, ABD heyeti bir yandan heyetimiz ile görüşürken, diğer yandan, gelişmeleri "külliye"den açtıkları telefon ile YPG'li teröristlere aktarmış ve varılan mutabakat üzerinde YPG'nin "onayını" almıştı. Zaten Pence silahlı terör unsurlarından "YPG güçleri (forces)" olarak söz etti. Bu atfın anlamı, ABD'nin YPG'yi meşru ve Türkiye'ye eşit bir taraf olarak gördüğü idi.
ABD heyetinin Türk heyetine ve YPG'li teröristlere eşit taraf muamelesi yapması kabul edilebilir değildi ve heyetimiz tarafından farkına varıldığı anda müzakerelerin kesileceği ABD'li muhataplara bildirilmeliydi. Yapılmadı.
Bu arka plan koşullarında yapılan bir müzakereden, tehdit altındaki tarafın kazançlı çıkması zaten mümkün olamazdı. Nitekim olmadı!
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir: ABD bir "güvenli bölge" kurulmasını yeni kabul etmiş değil. Ağustos ayında yine "zafer" nidalarıyla açıklanan başka bir mutabakat metninde de böyle bir bölgenin kurulmasının kararlaştırıldığı bildirilmişti. Ancak, ABD'nin oyalama ve göz boyama taktikleri yüzünden o mutabakat yürümemişti. Şimdikinin yürüyeceği konusunda da yeterli güvenceler bulunmuyor. Nitekim, "mutabakat" metni belirsizlikler ve tuzaklarla dolu.
En dikkat çeken belirsizlik "güvenli bölge"nin sınırlarının belirlenmemiş olmasıdır. Yetkililerimizin açıklamalarına bakılırsa, bölge, Fırat nehri ile Irak sınırına kadar olan bölgenin tamamında ve 30 km. derinliğinde oluşturulacak. Mutabakatta böyle bir açıklık olmadığı gibi, Pence, Kobani'ye karşı bir harekat yapılmayacağı konusunda Türkiye ile anlaşmaya varıldığını açıklamıştır.
YPG'lilerin nerelerden çekileceği de açık değildir. ABD'nin anlayışının, YPG'nin, TSK'nın halen faal operasyon yaptığı 120 km. genişliğindeki bölgeden çıkması şeklinde olduğu görülüyor. 480 km.lik bir genişlik hedeflediğimize göre, bunun bizim bakımımızdan yeterli olmayacağı açık. "Çekilme" ABD anlayışına göre tamamlandıktan sonra, operasyonları tamamen durdurmamız beklenecek. Dolayısıyla, halen kontrol etiğimiz bölgeyi genişletme olanağımız ortadan kalkmış olacak. Bu konuda bir ihtilaf çıkması pek muhtemel gibi duruyor.
Mutabakat metninde, TSK'nin yerleşim yerlerindeki operasyonlarını kısıtlayabilecek hükümler olduğu gibi, tersten okunduğunda, TSK'nin sanki azınlıklara iyi davranmadığını ima eden ifadeler de var.
Askerlerimize karşı silah kullanılmayacak olması elbette olumlu bir gelişmedir. Ne var ki, "terör örgütünü temizlemek" amacıyla yola çıkılan bir operasyonun, bu amacın çok uzağında iken durdurulmasının bir "zafer" olmadığı açıktır. Öyle bakıldığında, ABD'nin YPG teröristlerini TSK'ın elinden kurtardığını söylemek mümkündür.
Özetlersek, 480 km genişliğe uzanan bir "güvenli bölge" sağlanamadan ve YPG teröristleri temizlenmeden harekat durdurulmuştur. Bundan sonra harekatın yeniden başlatılarak bu iki amacın gerçekleştirilmesi çok zora girmiştir. Artık tabloya Rusya da girmiştir.
Bu sıkıntılı tablo ortada dururken, inanılır gibi değil, ama, CHP'nin dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı, ortaya çıkan sonucun Türkiye bakımından olumlu değerlendirilebileceğini açıkladı. Buna karşın, başka CHP yetkilileri ise, mutabakatı şiddetle eleştirdiler.
Bu vesile ile, CHP'deki kafa karışıklığı, değerlendirme yetersizlikleri ve dağınıklık bir kez daha ortaya çıktı. Mevcut yönetimin CHP'de yaptığı hasar onarılmadan, Türkiye'de işlerin yoluna konulmasının mümkün olmayacağı görülüyor.


18 Ekim 2019 Cuma

KURUMSAL YAPISI ÇÖKERTİLEN BİR CUMHURİYET KALESİ: DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI



Türkiye, içinde bulunduğumuz karmaşık ve emperyalistlerin her türlü çirkin oyunu oynadıkları bu  coğrafyada yüz yıldır varlığını ve bütünlüğünü sürdürebilmiş ise, bu, silahlı kuvvetlerinin caydırıcı gücünün yanında, dünyanın takdirini kazanan diplomasi kadrolarının mahareti ile de olmuştur.
Türk diplomasinin bu başarısında, Dışişleri Bakanlığı'nın kendisini iç siyasi çekişmelerden ve müdahalelerden önemli ölçüde koruyabilmesinin önemli etkisi vardır. Bu sayede bakanlık, siyasi yöneticilerin nabzına göre şerbet vererek değil, özgür ve bağımsız değerlendirmeler yaparak, iktidarlara doğru politika seçenekleri sunabilmiştir. 
Bütün eğitim hayatım Ankara’da geçti  ve 42 yıllık meslek hayatımda, Mecliste bulunduğum dönemde Dışişleri Bakanlığı mensupları ile iş ve dostluk ilişkilerim olması nedeniyle   Bakanlık mensuplarını ve teşkilatı yakından tanıma fırsatı buldum. Yıllar içinde yaptığım gözlemlere göre, Bakanlık bürokrasisinin en belirgin niteliği Cumhuriyet değerlerine ve Atatürk'ün barışçı dış politika ilkelerine gönülden bağlılıklarıdır.
Kendi gözlemlerime göre kamuoyuna yansıtılmaya çalışılan tablonun aksine, bakanlık yüksek disiplin içinde çalışan, geleneklerinin üzerine titreyen bir kurumdur. O kadar ki, meslek memurları arasındaki kıdem hiyerarşisi neredeyse bir askeri yapı kadar titizlikle gözetilir. 
Dışişleri kadrolarını "monşer" diye niteleyerek aşağılamaya yeltenenler biraz araştırsalar, meslek mensuplarının,  çok büyük ağırlıkla, memur ve orta gelir grubu ailelerin başarılı çocuklarından oluştuğunu anlarlar. O “monşer” diye aşağılanan insanlar,  en zor ve en güvenilir sınavlarını geçerek meslek memuru olmuşlardır.
Birilerinin “Monşer” diye aşağıladığı bu  diplomatlarımız, toplumumuzun değer yargıları ve inançlarıyla “Bakara Makara” diye alay etmezler.
Bakanlık üst yönetim kadrolarının taşıdığı "büyükelçi" unvanı, zannedildiği gibi kolay ulaşılabilen bir unvan değildir. Bakanlığın gelenekleri, usta-çırak ilişkisi çerçevesinde, içeride ve dışarıda çeşitli görevlerde özveriyle en az yirmi-yirmibeş yıl deneyim kazanan meslek mensuplarının, dışarıdan kayırma yoluyla değil, kurum için yapılan nesnel değerlendirme sonucu büyükelçi olarak görevlendirilmeleri şeklinde gelişmiştir.
Yukarıda özetle değinilen özelliklerin aslında geçmiş zaman kipi ile yazılması gerekirdi. Zira, artık AKP iktidarı döneminde hiçbirisi geçerli değildir. "Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı" makamı da yok edildi. Bakanlık teşkilatı, kurum dışından atanmış, konulara ve ihtiyaçlara yabancı kişilere emanet edilmiş durumda.
Son yıllarda dönemsel olarak yapılan büyükelçi atamalarıyla, meslek dışından atanmış çok sayıdaki büyükelçiye sürekli yenileri ekleniyor.  Meslek dışından olan büyükelçilerin uluslararası diplomatik ilişkiler, teamüller ve usuller hakkında deneyim ve fikirleri olmadığı gibi, bu şahısların eş-dost-akraba kayırmacılığı ve ideolojik yakınlık ile atandıkları görülüyor. Böyle atamalar diplomasi geleneklerini koruyan köklü devletlerde olmaz. Aşiret devletlerinde ya da aşiret devleti mantığı ile yönetilen devletlerde yaygındır.
Bakanlık siyasi yönetime doğru yolu gösterme yeteneğini kaybetmiş olmalıdır ki; dış politikada her gün bir yanlışlığı yaşamaktayız . Eş-dost-akraba kayırmacılığı ve ideolojik yakınlık içinde kendilerini hak etmedikleri görevlere kurum dışından atayanlara şükran borcu içinde olan büyükelçiler, Ankara'daki siyasi karar alıcıları ideolojik takıntılardan uzak, bağımsız ve cesur değerlendirmelerle doğru yönlendirmek yerine, nabza göre şerbet vermekten kurtulamazlar. Meslekten atanmış olanlar da baskı ile sindirilmiş durumdadır.
Bu konuda çarpıcı örnek, Arap ülkelerinin "Barış Pınarı" harekatımız karşısında aldıkları, AKP’li  Cumhurbaşkanını şaşırtan ve haklı tepkisine sebep olan tutumdur. Dışişleri bürokrasisinin biriktirdiği deneyimden yararlanılmış olsa idi, "Arap dünyası" denilebilecek yekpare bir yapının mevcut olmadığı, hepsi ayrı telden çalan Arap ülkelerinin üzerinde kolaylıkla anlaşabildikleri belki de yegane konunun "Türk düşmanlığı" olduğu kendilerine anlatılırdı. Bir şaşırma da olmazdı.
Sağcı olanlar başta, geçmiş siyasi iktidarların Dışişleri Bakanlığı'nı da kendi etki alanlarına alarak, kurumun iç işleyişine müdahaleye teşebbüs ettikleri dönemler olmuştur. Bakanlığı bu girişimlerden, dış politikanın Cumhuriyet'in değer ve öğretilerinden uzaklaşmasının yaratabileceği vahim sonuçları bilen "siyaset üstü", “tarafsız”  konumdaki cumhurbaşkanları korumuştur. Nitekim 10.Cumhurbaşkanı Sezer'in varlığının AKP'nin müdahaleci girişimlerini caydırdığını ve engellediğini tahmin etmek zor değildir.
Cumhurbaşkanı Sezer'in 2007'de ayrılmasıyla ve bugün kendilerin sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalışan Ali Babacan'ın bakanlığı döneminde bakanlık gelenekleri zayıflatılmaya başlatıldığı bütün Dışişleri Camiası tarafından bilinmektedir, derinliği kendinden menkul  Davutoğlu'nun Mayıs 2009'da bakan olmasıyla da bu müdahaleler bakanlığın kurumsal kimliğine yönelik bir saldırı halini aldığı tüm dost sohbetlerinde dile getiriliyor, basında çıkan haberlerin satır aralarında görülüyordu. 
Şimdilerde dış politikanın içinden çıkılmaz bir kargaşa haline geldiği çok söyleniyor da, bunun belli başlı sebepleri arasında Dışişleri Bakanlığının kurumsal yapısının da, diğer bir çok Cumhuriyetin temel kurumlarında olduğu gibi AKP eliyle çökertilmesinin bulunduğu dile getirilmiyor. 
Bakanlığın kurumsal kimliğine yapılan sistemli saldırıların dış ilişkilerimiz bakımından vahim sonuçları olacağı kamuoyunun dikkatine zaman içinde yeterince getirilmediği gibi, TBMM grubu bünyesinde emekli diplomatlar da bulunan CHP'nin yakın ilgi alanına da girmedi.
Dışişleri Bakanlığına  verilen ağır hasar onarılmadan dış politikanın rayına oturtulması da mümkün görülmüyor.




15 Ekim 2019 Salı

YARGI REFORMU KANDIRMACASI



PKK’ya karşı yürütülen operasyon nedeniyle gündemden düşmüş oldu ama üstünde durmamız gereken yargı reformu kandırmacasıdır.
Eğer bir ülkede bağımsız yargı yoksa o ülkede hangi reformu yaparsanız yapın bir anlam ifade etmeyecektir.
O bakımdan AKP iktidarının hazırladığı Yargı Reformu paketinin iyi niyetli olup olmadığı öncelikle o paketten bağımsız yargı bağımsızlığının sağlanıp sağlanmadığına bakılması gerekmektedir.
Hakimlerin bağımsızlığı, onların hiçbir baskı ve etki altında kalmadan hukuka ve vicdanlarına göre karar vermelerini amaçlar.Hakimlerin bu görevlerine  ilişkin nesnel bağımsızlık, onlara tanınan bir ayrıcalık olmayıp; adaletin her türlü etki baskı, yönlendirme ve kuşkudan uzak dağıtılacağı yolundaki güven ve inancı yerleştirmektedir.
Nitekim, Anayasamızın 138. Maddesinin 2. Fıkrasına göre “ Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında , mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez;tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmünü getirmiştir.
Ancak, Anayasanın bu emredici hükmüne karşı AKP İktidarı döneminde hakim teminatı yok edilmiş, mahkemeler  sıradan bir devlet dairesi, hakimler de sıradan bürokratlar haline getirilmiştir.
Hakim sıradan bir bürokrat haline getirildikten sonra, artık o aldığı emri yerine getiren bir görevliden başkası değildir.
Aksi olaydı, mahkemenin tahliyesine karar verdiği bir siyasi hakkında, daha ceza evinden çıkmadan ikinci bir tutuklama kararı verilebilinir miydi?
Ya da rahip Bronson için Trump istedi diye yurtdışı çıkış yasağı kaldırılarak tahliye kararı verilebilinir miydi?
Elbette bu olayda, yani rahip Bronson olayında talimat,  bu ülkenin siyasi otoritesi tarafından verildi.
Hatırlanacağı üzere Başkan Trump, televizyonların önünde “istedim gönderdiler” dedi. Böyle bir saygısızlığı kendi ülkesindeki bir yargı organı için yapabilir miydi?
Haddi bile olmazdı.
İster kızın ister nefret edin ama orada Başkan Trump gibi başkanları bile dizginleyen bir yargı var. 
Eğer bu ülkede yargı gerçekten bağımsız olsaydı Cumhurbaşkanı partili hale geldikten ve yürütmenin başı olduktan sonra, Cumhurbaşkanına yapılan her eleştiri için Cumhurbaşkanına hakaretten dava açılır mıydı, açılsaydı bile bu kadar çok mahkumiyet kararı verilir miydi?
Elbette verilmezdi. Zira bugünkü Cumhurbaşkanı geçmişte ki, başbakanlar ne kadar hukuki korumaya sahipse o kadar korumaya sahip olurlardı.
Bunun için yargı reformuna ihtiyaç yoktur.Bunun için hakim teminatına ve bağımsız yargıya ihtiyaç vardır.
Kişinin hukuk güvenliği, düşünce ve düşünceyi açıklama hürriyeti, bağımsız yargının olmadığı bir ülkede olsa olsa kağıtta bir cümle, ya da siyasetçilerin ağzında güzel bir sözcük olarak kalır.
Özgür basın ve bağımsız yargı yoksa  kağıt üstünde istediğiniz kadar yargıda reform paketleri açıklayın hiçbir anlamı olmayacaktır.
Zira basın özgürlüğü, bağımsız yargı ile teminat altına alınmamış bir ülkede, halkın doğruları öğrenme şansı olmaz. Bu nedenle de siyasal tercihlerini tam ve sağlıklı yapamaz.
Bugün AKP’nin getirdiği yargı reformu paketi tamamiyle bir göz boyamacadır.
Bağımsız yargıyı kurmayan, hakim teminatını güvence altına almayan, bir reform paketine Türkiye Barolar Birliğinin destek vermesini de anlamak mümkün değildir.
Türkiye Barolar Birliği Başkanı ve hem de ilim adamı olan bir Barolar Birliği Başkanının olayı Avukatların yeşil pasaportuna indirgemesini anlamak mümkün değildir.
 

  

  


11 Ekim 2019 Cuma

ÖNGÖREBİLMEK MESELESİ



AKP iktidarı bugün olabilecekleri 2011 yılında Suriye ile ilişkilerimizi bozarken öngöremedi.
Hatırlanacağı üzere 2011 yılında CİA’nın o zamanki başkanı gelip Türkiye’de bir hafta kalıncaya kadar, SURİYE ile ilişkilerimiz çok çok iyiydi. Başkan Esad, kardeşim Esad’dı. Esad ailesi ile Erdoğan ailesi beraberce tatil bile yapıyorlardı. Müşterek bakanlar kurulu toplantıları yapılıyordu, nerdeyse iki ülke arasında seyahatlerde pasaporta bile ihtiyaç kalmayacaktı.
Ama bir anda bunlar unutuldu, Esad’ın kıyıcı bir diktatör olduğu anlaşıldı ve ABD’nin peşine takılarak Suriye’nin içişlerine müdahale eder olduk.
ABD’nin teşviki ile  sokak serserilerinden oluşan Özgür Suriye Ordusu Türkiye tarafından “Eğit Donat” programı çerçevesinde, eğitildi ve donatıldı.
O günlerde, Türk Ordusu’nun bir hafta içinde Şam’a girebileceği hesapları yapılarak, bu ülkeyi yönetenler bir hafta sonra Emevi Camisi’nde namaz kılmayı hayal ediyorlardı.
Tabii bu öngörüsüzlüğün, bilgisizliğin bir söylemi idi. Bu coğrafyada, yani Ortadoğu ve Balkanlar’da bir politika oluştururken, Rusya’yı yok kabul edemezsiniz. Ama maalesef Türkiye’yi yönetenler o tarihte Rusya’yı yok kabul ettiler.
Ama gerçeğin öyle olmadığı çok kısa bir süre içinde ortaya çıktı.  Sonunda Rusya ve İran ile toplantılar yapıldı ama işi işten geçmişti. Çünkü artık güvenilir olmaktan çıkmıştık
AKP iktidarı tarafından, Türkiye, Amerikan’ın dümen suyunda giden bir ülke  konumuna sokulmuştu.
Suriye’de yaşanan bu kaos ortamı bir tek Rusya’nın işine yaradı. Çünkü yüz yıllardır sıcak denizlere inmeyi hayal eden Rusya bizim öngörüsüzlüğümüz sayesinde Doğu Akdeniz’deki deniz kuvvetleri varlığını arttırırken, kara birliklerini de Suriye’ye yerleştirdi.
Suriye oyununda tek kaybeden Türkiye oldu. 2011’e kadar baba Esad zamanında Türkiye’nin o tarihteki Hükümeti’nin kararlı tutumu sayesinde terör elebaşını ve terör örgütünü ülkesinden çıkartmış ve o bölge terörden arındırılmıştı.
Ama 2011 den sonra ABD’nin oyununa gelerek Esad’ı devirmek gayesine yönelik, ayrılıkçı terör örgütü mensuplarının hem de bir 29 Ekim’de Türkiye topraklarından geçerek Suriye’ye girmesini devlet olarak biz sağladık ve hem de Türk Silahlı kuvvetlerinin korumasında.
Bunu yapan AKP iktidarı bugün olacakları, oranın bir terör bataklığı haline geleceğini öngöremedi.
Elbette Türkiye kendisine yönelik terör faaliyetlerini bir komşu ülkede de olsa sıcak takip hakkını kullanarak bastıracaktır.
Ama devlet olmanın gereği bunu ya harekât yaptığı ülkenin yasal ordusu ile beraber yapacaktır ya da tek başına. Ama Özgür Suriye Ordusu gibi çapulcu güruhu ile değil.
AKP iktidarının daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın bu bölgedeki öngörüsüzlüğü sadece bununla sınırlı değil. İslam Dünyası’nın lideri olmak da bir ham hayaldi.
Bakın tüm Arap Dünyası teröre karşı bir hareketimizde bile, bizimle beraber olmuyorlar. Arap Dünyası Türklerden nefret eder, bunu bilerek davranmak gerekir.
Müslüman Türk Kardeşlerimiz Kıbrıs’ta katliama uğrarken bile bizimle değil Rumlarla beraber oldular.
Asıl üzücü olan AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bir danışmanı bir ABD yayın organına,   Türkiye’nin o bölgede ABD’nin menfaatlerini koruduğunu söylemiştir.
Yani bu sözün anlamı şudur şehitler ABD’nin menfaatlerini korumak için ölüyorlar.