29 Eylül 2017 Cuma

VAH CANIM ÜLKEM VAH



Hafta içinde yandaş ve yanaşma basın ağız birliği etmişçesine aynı "şarkı"yı başlık yapmış: Bir gece ansızın gelebiliriz! Bunu söyleyebilmek için, yani ansızın gidebilmek  için Amerika’dan icazet almayan, dik duran bir iktidara ihtiyaç var.
Birisi de çıkıp da, "Haydi, gidin de görelim.. Petrol vanasını çevirin de görelim... Habur'u giriş-çıkışa kapatın da görelim" dese, diyebilse  blöf anlaşılacak da bunları kim söyleyecek.
Ama maalesef Meclisteki siyasi partiler, ülke çıkarı, ülkenin bölünmez bütünlüğü söz konusu iken bile Washington’u kızdırmamak çabası içindeler.
 Barzani ile yıllar içinde gelişen ilişkilerde, Kürtler küser, Amerika kızar diye  ses çıkarmayanlardan ciddi bir şey beklemek hatadır.
iktidarın ciddi bir yaptırım adımı atmaya niyetli olmadığını Dışişleri Bakanı hafta içinde  bir TV programında “Habur sınır kapısında muhatabımız bölgesel yönetim değil Bağdat yönetimidir. Habur'u kapatmıyoruz.” Demiş.  Hani Habur da  gidiş gelişleri yasaklayacaktınız. Ülkeyi öyle bir iktidar yönetiyor ki, İktidarın başı başka şey söylüyor, bakanı çıkıp tam aksini söylüyor.
Bunları halka anlatacak basında maalesef bir iki tane var.
İktidar mensupları, “Kerkük'te Türkmenlere saldırı olursa gereği yapılır” diyerek insanların aklıyla alay ediyorlar, Kerkük’te Türkmenlere zaten saldırılıyor da,  ayrıca saldırı beklemeye de lüzum  yok. Barzani Kerkük'ün tamamını yuttu. Gereği ne ise, yapsanıza, soydaşlarımızın mal ve can güvenliği kalmamış, hadi, soydaşlarımızın mal ve can güvenliğini korumak için “Bir gece ansızın gelebilirim” diye halkımızın gazını alacağınıza ansızın,  gidiverin.
Kifayetsiz iktidar konuşuyor “Bağdat talep ederse, ortak bir tehdit çıktığı zaman birlikte hareket edermişiz.”
Yani tehdidin Türkiye ve Irak’a ortak mı olması gerektiğini söylüyorlar. Bizim ülke bütünlüğümüz tehdit altında girerse, Irak bizimle olmaz ise gereğini yapmayacak mıyız?
Acaba aslında, itiraf edemediğiniz gerçek korkunuz,  FETÖ terör örgütüyle kurduğunuz kumpas Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalar ile orduyu bitirdiğiniz olgusu mudur? Amerika’nın eğittiği donattığı 150.000 kişilik Peşmerge ordusundan mı çekiniyorsunuz. 
 “Biz Erbil Başkonsolosluğunu açarken  Erbil'den izin almadık, Bağdat'tan izin aldık” gibi dolambaçlı laflar söylemeye gerek yok. Erbil’deki konsolosluğu kapatmayacağınızı, başkonsolosu da çekmeyeceğinizi açıkça söyleyin.  
Biz o başkonsolosluğu kapatırsak, Amerikalı ağbilerimiz çok kızar diye korktuğunuz için,  bizim  muhatabımız Bağdat yönetimidir, Irak Dışişleri Bakanlığıdır, diyerek Başkonsolosu çekmeyeceğinizi, Kürt yönetimiyle her türlü ilişkiyi sürdüreceğinizi dolaylı olarak söylüyorsunuz.
Zaten de ne vana kapatıldı, ne hava sahası ve ne de Habur hudut kapısı. Habur’a alternatif kapı arıyormuşuz(!)
Ceyhan’dan dünyaya satılan Kürt petrolünü taşıyan gemiler  kime aitti.Hadi bir söyleyiverin.
İktidar sahipleri “Bir ülkenin içerisine askeri olarak girebilmemiz için o ülkeden davet gelmesi gerekiyor. Burada da bizim muhatabımız Bağdat'tır.” Diyerek kendi başımıza bir şey yapamayız diyorlar. Sanki aklımızla alay ediyorlar. Birleşmiş Milletler anlaşmasına göre benim Türkiye olarak “Sıcak takip hakkım yok mu? 1926 Ankara Antlaşması ve ekleri Türkiye’ye tek başına hareket imkânı vermiyor mu?
Türkiye Kıbrıs’a çıkarken birisi bizi davet mi etmişti?
Efendiler dürüst olun, Amerikalı ağabilerimiz kızar, biz onların izni olmadan bir şey yapamayız deyin ve rahatlayın.
İktidar, Washington'u kızdırmamak ona sempatik görünmek için elinden  geleni yapıyor.
Barzani bile Lozan ve 1926 Ankara antlaşmalarından kaynaklanan  haklarımızın farkında olduğu için  “Diğer ülkelerin ne dediği önemli  değil, burada Türkiye'nin ne dediği önemli, Türkiye'nin tavsiyelerini dinleriz.”  demişti. Ama sizi dinlemedin, siz her zaman ki gibi gene aldatılmış  oldunuz. 
Barzani lütufta bulunmuş, “hudutları değiştirmeyeceğiz” demiş. Buna da susuyoruz ya……
Çok zavallı durumdayız, vah canım ülkem vah.




25 Eylül 2017 Pazartesi

KÜRDİSTAN İŞİNİZE GELİRKEN İYİYDİ



1920 den beri emperyalistlerin rüyası  İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak topraklar üzerinde bir kukla Kürt Devleti kurdurmaktır.
2002 den beri ülkeyi tek başına yöneten gerici ve tutucu AKP iktidarı, öngörüsüzlüğünden ötürü  önce 2003 de Irak’ın ve sonra’da 2011 de Suriye’nin bölünmesi oyunları üzerine, değerli Zafer Arapkirli’nin çok doğru tespitiyle  benzin bidonları ile koştukları için, olayların bu noktalara gelmesinin tek sorumlusudurlar.
Türk Ordusunda olsa olsa bir onbaşı ile muhatap olabilecek bir insanı kendi partilerinin genel kuruluna şeref misafiri yapan ve militanlarını “Türk Halkı seninle gurur duyuyor” diye bağırtan, bu düzeyde bir adama devlet başkanı muamelesi yaparak, paçavralarını göndere çektiren bugün ki iktidar, Diyarbakır meydanında ayrılıkçılarla da şov yapmıştı, emperyalizm’den destek alan bir terör örgütü olan PKK ile masaya oturan, PKKlıların ayağına çadır mahkemeleri gönderen  bu iktidar, gelinen noktanın tek sorumlusudur.
Barzani’nin televizyon  kanalı Rudaw her gün yayınladığı hava durumu raporunda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu Kürdistan sınırları içinde gösteriyor.
Bugün ki iktidar değil midir,   Türksat’tan yayın yapan bu televizyona izin veren.
Buna maalesef  muhalefetin de sesi çıkmıyor.
AKP iktidarı bunlara sessiz kaldığı içinde adam her geçen gün daha da küstahlaşıyor.
Ve “bakın siz buradaki Türkmenler ile ilgilenirseniz bende sizdeki 30 milyon Kürt’le ilgilenirim” demek cesaretini gösteriyor.
Türkiye’de  çeşitli siyasi partilere dağılmış   emperyalist uşakları da referanduma karşı çıkanlara her türlü saldırıyı kendilerinde hak görüyorlar.
Tabii bu arada Türkiye’yi yönetenler hala gerçekleri göremiyorlar. Nitekim Başbakan yaptığı açıklamada “Bütün dünyanın karşı olduğu, komşularının hiçbirinin istemediği bu yanlışta ısrar etmenin sonu hayır olmaz. Bunun elbet bir bedeli olacak, ama bedeli masumlar değil kararı veren ödeyecek” dedi.
Bütün Dünya karşı çıksa Barzani böyle bir işe soyunabilir mi? 1920 den beri emperyalistlerin hayali olan bağımsız Kürdistan o “Bütün Dünya” dediklerinin açık veya örtülü desteği ile hayata geçirilmek isteniyor.
Bu iş çok evvelden planlandı bölgenin demografik yapısı silah zoruyla değiştirilirken, soydaşlarımız göçe zorlanırken Türkiye buna sessiz kaldı.
O zaman dahi soydaşlarımızın mal ve can güvenliğini koruyabilirdik. Hududun Irak tarafında  güvenlik sağlanamadığı için müdahale edebilirdik, zira 1926 Ankara Antlaşmasının ekleri bize bu hakkı veriyordu.
Çünkü Türkiye uluslar arası hukuktan kaynaklanan haklarını hem muhataplarına ve hem de  “dostlarına” anlatmadı, anlatamadı.
1974 Kıbrıs Barış harekâtından öncede Başbakan’ın tabiriyle “bütün Dünya” Türkiye’nin bir askeri harekâtına karşı idi. Hem uluslar arası antlaşmalardan doğan haklarımızı iyi anlattık ve hem de kararlılığımızı bütün dünyaya gösterdik.
Bunları yaparken de ne “Ey Amerika ” ve ne de “Ey İngiltere” diye bağırdık. Ne de Süleyman Şah türbesini Baba Esad istiyor diye taşıdık. Hatta oraya yapılacak en ufak saygısızlığı savaş sebebi sayarız dedik.
Ayrıca, bütün Dünya bu referandum olayına karşı falan değil, Amerika,  İngiltere ve Rusya bu işe perde arkasından, İsrail ise açıkça  destek veriyor.Zaten sözüm ona karşı çıkanlar da işin esasına değil, zamanlamasına itiraz ediyorlar.
Bütün Dünya kendisine karşı olsa, Türkiye kararlı bir tutum takınsa,  Barzani böyle bir şeye cesaret edebilir mi idi? Emperyalistlerin yurt içindeki uşakları açıktan bu referandumu savunabilirler miydi. Bağdat hükümetinin karşı çıkmasına (milli damat) para kazanacak diye, Kürt petrolünü satarken bugünleri hiç düşünmediniz mi
Daha düne kadar açıkça atıf yapılmayan Lozan, 1926 Ankara Antlaşması ve Meclisi Akvam kararları yeni dile getiriliyor.
10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görevinden ayrılmasından sonra, yandaş müteahhitlere çıkar sağlamak uğruna  Barzani ile yakın ilişkiler kurarken,  işin bu noktaya geleceğini göremediniz   mi?
Geçmişte her türlü tavizi ver, şimdi güya  diş göster. Dış politika ülke menfaatlerini ödünsüz takip etmeyi ve kararlılık gerektirir. Göz boyama yöntemleri ile dış politikada sonuç alınamaz.  





22 Eylül 2017 Cuma

BÜTÜN HEDEFLERİ LAİK EĞİTİM


Türk siyasi hayatının en üretken isimlerinden biri olan  4 ve 5. Dönemler  Milletveki Ali Nejat Ölçen’in Ekim 1988 de, Eğitim uzmanı ve çağdaş eğitimin bilgili ve yürekli savunucusu Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü mezunu, önceki dönemler Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili,  Mustafa Gazalcının  “Laik Eğitim” isimli kitabına yazdığı önsözün bir bölümünü, buraya aldım.
Ölçen Türkiye de gerici ve tutucu kadrolar ve onların siyasal partileri, bilimsel açıdan tam bir ikirciklilik ve yüzsüzlük içindedirler. Dine saygılı olmadan prototip dini olgusunu yeniden yaratmaya çalıştıkları ve eğitimi buna göre koşullandırmayı yöntem olarak el aldıkları için. Çünkü o kadroları gereksinim duyduğu kitleler, soru sormayan, sorgulamayan ve inançlarını düşüncenin denetiminden geçirmeyen bireylerden oluşmalıdır. Dogmalara başka türlü bağlı kalınmaz. O nedenledir ki Mustafa Kemal Atatürk’ün  Cumhuriyetin evrensel ilkelerine ve yapılandırdığı demokratik, laik ve ulusalcı devlet modeline karşı çıkacaklar ve siyasal iktidara ortak oldukları zaman, ilk önce Milli Eğitim sistemini ters yüz etmeyi amaç alacaklardır. Ve de demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden söz ederek. ….” Demiştir.
15 yıldır bu ülkeyi yöneten iktid gerici ve tutucu AKP kadroları eğitimi dinselleştirmeye çalıştılar ve hala da çalışıyorlar, 15 yıllık iktidarlarında eğitim yaz boz tahtasına çevirdiler.
Her gelen bakan ki, bugüne kadar 6 bakan görev yapmış hepside bir reform ihtiyacından söz ederek eğitimi içinden çıkılmaz bir hale getirmişlerdir.
Son yapılan TEOG’un kaldırılması bir gereksinimden ziyade Tayyip Erdoğan’ın Amerika gezisindeki muhtemel olumsuzlukları örtmek için yapılmış bir işlemdir. Milyonlar haklı olarak çocuklarının geleceğini etkileyecek bu sınavın kaldırılması ile meşguller.Bu nedenle Amerika gezisindeki olumsuzluklarla meşgul değiller.
İş o kadar zavallı bir hal almış ki, Milli Eğitim bakanı kendisine gazetecilerin yönelttiği sorulara, Tayyip Erdoğan’ın ne diyeceğini bilemediği için cevap dahi veremiyor.
Yaptığı konuşmalarla 13-14 yaşındaki çocukları bile kendisine güldürüyor.
Tayyip Erdoğan her şeyi doğru bildiğinden o kadar emin ki, eğitim gibi çok hassas bir konuda bile karar alırken, kimseye danışmak ihtiyacı duymuyor.
Çok hayranlık duydukları Osmanlı da bile padişahların önemli ve olağan üstü konularda alacağı kararlarda fikir alış verişinde bulunduğu meşveret meclisi vardır.
 Şunu hiç unutmamak lazım ki Osmanlı Padişahları çok iyi eğitilirlerdi buna rağmen, onlar bile danışırlardı.
Dikkat edilirse sadece iki bakanlığın isminin önünde “Milli” yazmaktadır.
Bu iki bakanlığı ilgilendiren konularda, kısır siyasal görüşle karar alınamayacağını gösterir.
Cumhurbaşkanı taa Amerika’dan açıklama yapıyor. Üniversiteye giriş imtihanı da kalkacak diye ama yerine ne getirileceğini söyleyemiyor, zira bu konuda bir fikri yok.
Toplumun geleceği çocuklarımız bir belirsizliğe sürükleniyor.
Hem öğrenciler ve hem de veliler bir belirsizlik içinde  neyin nasıl olacağını bilmiyorlar, hatta bakan bile bilmiyor
Zaman geçirilmeden ülkenin Milli eğitim politikasının belirleneceği ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın düzenleyeceği, öğretmen, veli Örgütlerinin, uzmanların, eğitimcilerin katılacağı bir Milli Eğitim Kurultayı toplanmalıdır.
Çocuklarımızın eğitimi, bir kişinin iki dudağının arasına bırakılamayacak kadar önemli, ülke geleceğini ilgilendiren bir konudur.
OECD yetkililerinin  76 ülkedeki sınav sonuçlarını temel alarak yaptıkları kıyaslama sonucunda Türkiye 41. Sırada yer almaktadır.
Bütün bunları göz önüne alarak, AKP ve benzeri gerici ve tutucu iktidarlar tarafından tahrip edilmiş laik eğitimi tekrar güçlü bir şekilde tesis etmek için uzun vadeli bir plan yapıp bunu uygulamak zorundayız.
AKP ve benzeri gerici ve tutucu iktidarların bütün hedefleri laik eğitimi ortadan kaldırmaktır.
Elbette bunu önlemenin ve kalıcı ve laik bir eğitimin temelini atmak için önce gerçek Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidar olması gerekiyor.




18 Eylül 2017 Pazartesi

KORKU DAĞLARI BEKLİYOR,



New York'daki savcının Zarrab iddianamesini Zafer Çağlayan ve Halk Bankası eski Genel. Müdürünü  de kapsayacak şekilde genişletmesi, hükümet dahil, AKP ve AKP’ye yakın çevreler tarafından, kendi açılarından, "Türkiye'ye daha doğrusu Cumhurbaşkanı’na  ve hükümete karşı siyasi hamle" olarak yorumlandı. 
Hükümet sözcüsü Bozdağ konu hakkında şu değerlendirmeyi yaptı: "...17- 25 Aralık sürecinde Fetullahçı Terör Örgütü'nün yargı yoluyla yapmak istediği ama başaramadığı darbe teşebbüsünün aynen Amerika'da Amerikan yargısını kullanmak suretiyle tekrarı...".  gibi her aklı başında insanı güldürecek bir açıklama yaptı.
Savcının iddianameye Zafer Çağlayan’ı ve Halk Bankası eski Genel Müdürünü de kapsayacak şekilde genişletmesinin zamanlamasına ve içeriğine bakınca bu hamlenin siyasi bacağını görmemek mümkün değil..
Hükümet kanadı, ABD'nin, bu dava yoluyla, Cumhurbaşkanını ve hükümeti devirmeye teşebbüs edeceğini savunuyor.
Diğer çevreler ise, özellikle Cumhurbaşkanı  üzerinde baskı oluşturarak, ABD'nin, Türkiye ve bölgedeki gelişmelerde kendi çıkarları istikametinde sonuçlara ulaşmaya yönelik hamle olarak değerlendiriyor.
(Bu gelişmeler içeride "PKK ile barış"; dışarıda, Suriye'de sona gelmekte olan savaş sonrası ülkeye ABD'nin istediği şeklin verilmesi PYD/YPG’ye  otonomi; Irak'daki gelişmeler (özellikle Barzani referandumu); Rusya ile Türkiye’nin  gelişen ilişkileri; Trump, önümüzdeki dönemde İran'a karşı sertleşeceği işareti veriyor. Bu durumda Türkiye'nin tutumu önemli.
Çağlayan'ın iddianameye 16 Nisan referandumundan sonra eklenmiş olması zamanlama bakımından ilginç. Çağlayan'ı da dava ile ilişkilendirecek bilgi ve belgeler muhakkak ki 16 Nisan'dan önce mevcuttu. Ancak, 16 Nisan'da arzu edilen sonucun alınmasını güçleştirebileceği kaygısıyla, iddianameye ekleme yapılması muhtemelen ertelendi. 
Çağlayan'ın ilave edilmesi ile Cumhurbaşkanı’na' ve hükümete "gözdağı" bir kademe yükseltilmiş oldu. Aslında ABD hamleleri başka adımlarla bir süredir devam etmekteydi. 
İddianamenin dikkatle okunması halinde görülüyor, bazı paragraflarda (örneğin 36) atılı suçlar zanlılarla ilişkilendirildikten sonra, atılı suçlara "başkaları (and others)"nın da katıldığından söz ediliyor. Bu "başkaları"nın kimler olduğu söylenmiyor. Bu durum, ileride -gelişmelere göre- başkalarının da iddianameye eklenebileceği izlenimi veriyor. Böylece ABD mengeneyi gerekirse daha sıkılabileceğini gösteriyor.
“The Others” arasında acaba gene müstafi bakanlardan Bayraktar’ın sözünü ettiği kendisine talimat veren kişilerde mi var? Bu tam da aba altından sopa göstermek.
Bekir Bozdağ bu konuyla ilgili son açıklamasında, Çağlayan'ın "Türkiye'nin çıkarlarını savunduğunu" söylemiş. Bozdağ, ilke itibariyle haklı. Devletin bakanı elbette "aman, ABD'nin çıkarına zarar vermeyeyim" diye kaygı duymayacak, Türkiye'nin çıkarları ne ise, onları savunacak ve yapacak. O nedenle, "ABD'nin çıkarına zarar verdiği ve ABD yasalarını ihlal ettiği" iddiasıyla bir Türk bakanın ABD'de yargılanmasına ilkesel olarak kararlı bir şekilde karşı çıkılması gerekiyor. Tamam da, bu "Türkiye'nin çıkarlarını savunanlar" milyonlarca dolar rüşvet aldığı ve kişisel çıkar sağladığı iddiaları ne olacak? Eksik orada!
Bu olayı irdelemesi, eleştirmesi gerekenler rüşvet ağını eleştirmeliler. Yoksa bu ülke de hiç kimse bir bakanı veya diğer “The others”ı Türkiye’nin menfaatlerini savundu diye suçlayamaz.
Konuyu, "Çağlayan'ın ABD'de yargılanmasını içime sindiremiyorum" gibi yüzeysel açıklamalarla geçiştirmek yerine, doğru çerçevede ve bütün boyutlarıyla değerlendirmek gerekiyor. Ne demek yani, Çağlayan "ABD'nin çıkarlarına zarar verdiği için" Türkiye'de mi yargılanmalı?
Eğer rüşvet olayı olmasa, Türkiye’nin hayati çıkarlarına zarar veren İran’a uygulanan ambargoya karşı çıkmak bir görevdir.



15 Eylül 2017 Cuma

ÇELİŞKİ


Kemal Kılıçdaroğlu İstanbul’da partisinin katılım töreninde yaptığı konuşmada“ …Türkiye Cumhuriyeti’nde Bakanlık yapmış birisinin Amerika’da yolsuzluk davasından yargılanmasını, ben içime sindiremiyorum. Bizim mahkemelerimiz yok mu, bizde adalet yok mu bizde hak-huk yok mu? Hepsi var….” Demiş.
 Bu muhteşem bir çelişki, ayrıca da yanlış, Çelişkili çünkü;
Kılıçdaroğlu Bu ülkede “Adalet” yok diye haklı olarak yürümüştü. Aslında yürüyüşün yönü  yanlıştı ama teması doğruydu. Türkiye’de adalet,  AKP’nin yaptığı yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran düzenlemelerle büyük yara aldı ve artık kalmadı Onun için yürüyüş yapılacaksa Ankara’dan İstanbul’a doğru değil, İstanbul’dan Ankara’ya doğru yapılmalıydı. Zira bu ülkenin başkenti, yani hükümet merkezi Ankara’dır,yasal düzenlemelerin yapıldığı   yer Ankara’dır.
Şimdi kalkıp bunun tam aksini söyleyerek, hak, hukuk adalet var demek  büyük bir çelişki değil mi? Aynen isim vererek Cumhuriyet Halk Partisine saygısızca, fütursuzca  saldıran Danıştay Başkanı’nın adli yıl açılışında elinin sıkılması gibi.
Kılıçdaroğlu hanımın elini sıkıyor, partinin grup başkan vekili de, hamaset yaparak “Yüreğin yetiyorsa cübbeni çıkart siyasete gir diyor”
Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun söyleminin  içeriği  de yanlış.
Türkiye’nin eski bakanı Türkiye’de yolsuzluk yaptığı, rüşvet aldığı için Amerika’da yargılanmıyor. Yargılanma sebebi, Amerika’nın İran’a uyguladığı ekonomik ambargonunun, Amerikan yasaları açısından, yasa dışı yollardan delinmesine yardım etmek, karapara aklamak ve  bankacılık sistemini zarara uğratmak iddiasıdır. Zamanın da Türkiye’de yargılanıp mahkum olmuş olsaydı bile Amerika’da gene yargılanacaktı.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı bu fahiş hatayı yapma hakkına sahip değildir. Eski bakan, doğru yanlış, Amerikan yasaları ihlal edildiği için yargılanıyor.
Hatırlanacağı üzere Mavi Marmara olayından sonra, uluslararası sularda  Türk teknesi Mavi Marmara’ya , Filistin’e yönelik İsrail ambargosunu deleceği gerekçesiyle saldıran, insanlarımızı öldüren İsrail askeri harekatı nedeniyle Türkiye, kendi insanlarına saldırıldığı  ve Türk yasaları çiğnendiği için, İsrail Genelkurmay başkanı aleyhine Türkiye’de dava açmıştı. Ülkeler kendi kanunları çiğnendiği zaman kim ve nerede olduğuna bakmaksızın dava açabilirler.    
Anlaşılıyor ki, danışmanları kendisine yanlış ve eksik bilgi sunuyorlar.
Ayrıca, Türkiye’de dağıtılan rüşvet Amerikalıları hiç rahatsız etmez, bilakis toplumda çürümeye neden olacağı için bundan memnun bile olurlar.
Amerika’nın eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger  “Biz kendi ülkemizdeki hainleri öldürürüz, başka ülkelerin hainlerinin de sırtını sıvazlarız” demişti.
Bu nedenle bir Türk Bakanı’nın Türkiye’de rüşvet alması, Amerika Birleşik Devletlerini hiç ilgilendirmez. O bizleri, bu ülkenin insanlarını ilgilendirir.
Eski Bakanın Amerika da yargılanma sebebi, Zarrap, Zamanın Başbakanının“hayır sever bir insan”  diye tanımladığı, hani bazı başka eski bakanların da önüne yattığı adamın Türkiye’de  dağıttığı rüşvetler değil.
O rüşvetler sayesinde Amerika’nın İran’a uyguladığı ambargonun delinmesidir.
O nedenle aslında Kılıçdaroğlu’nun zamanında yapması gereken; bu Ambargo Kararı alındığı zaman Türkiye’nin Ana muhalefet partisinin Genel Başkanı olarak, bu ambargo kararı Birleşmiş Milletlerin aldığı bir ambargo kararı değildir  deyip, Bülent Ecevit’in afyon dikim yasağına karşı yaptığı gibi, burası bağımsız bir ülke sizin aldığınız ambargo kararı bizi ilgilendirmez, İran ile ticari ilişkiler bizim için hayatidir, onun için bu karara uyulmaması gerekir demesi lazımdı
Bu ülkede adalet yok diye yürüyüş yaptıktan sonra, bu ülkede, adalet  var demek kendinle çelişmektir.
CHP’liler, AKP’liler gibi böyle çelişkilere alışık değillerdir. Ne İnönü’de, ne Ecevit’te ve ne de Baykal’da böyle çelişkilere rastlayamazsınız.
Bir kısım aklı evvel “şimdi sırası mı”  bir kısmı da “burada yazacağınıza Genel Merkez yöneticilerine söyleseydiniz” diyeceklerdir. Ben bu çelişkiyi duyar duymaz partinin iki numarasına 10 Eylül tarihinde ” (şahsın İsmi)…… Adalet yürüyüşü yaptıktan sonra, bu ülke de  hak, hukuk, ADALET var demek büyük çelişki, kendisini ikaz eder misiniz” diye mesaj attım.  Bana bir dönüş olmadığı gibi konuşma bir şekilde düzeltilmedi de.  

   

 






11 Eylül 2017 Pazartesi

REJİM DEĞİŞİKLİĞİNE MEŞRUİYET TANIMAK


2010 Anayasa değişikliğinden bu tarafa rejim değişikliği muhalefet partilerinin tutum ve davranışıyla meşru hale getirildi.
AKP iktidarı tarafından:
_Anayasa ve yasalar fütursuzca çiğneniyor;
_Bürokrasi tümüyle İktidara çalışıyor
_Devletin bütün alt yapı ve ulaşım olanakları tek taraflı olarak iktidar tarafından kullanılıyor;
_Medya birkaç gazete ve televizyon kanalı dışında rehin alınmış vaziyette, hoşlanılmayan medya mensupları sudan gerekçelerle ya işinden ediliyor, ya da hapse atılıyor;
_Halkın vergisiyle çalışan Radyo ve Televizyon AKP iktidarının borazanı haline gelmiş durumda;
_ Demokratik bir ortamın oluşmasını sağlaması gereken yargı tarafsızlığını yitirmiş, tümüyle yanlı ve bağımlı hale gelmiş, Anayasa Mahkemesi, iktidara yaranmak için kendi içtihatlarından hiçbir bilimsel gerekçe göstermeden dönüyor, Yüksek Seçim Kuruluda kanunun emredici  hükmünü, siyasi iktidara yaranmak gayesiyle ihlal ediyor;
_OHAL döneminde siyasetçiler “terörist” olarak suçlanıp hapse atılıyor.
_Toplumda en zayıf muhalif sese bile tahammülsüzlük gösterilip susturuluyor;
_Mülkiyet güvencesi tümüyle yok edilerek, mahkeme kararı beklenmeksizin, insanların mal varlıklarına el konuluyor;
Tabii bu listeyi daha da uzatmak mümkündür.
Bu saydığımız olumsuzlukları önümüzdeki seçimlerde değişme ihtimali var mı? Hayır, değişme ihtimali olmadığı gibi daha başka olumsuzluklarda bunlara eklenecektir.
Bugüne kadar muhalefet partilerinin sanki gayet demokratik bir ortam varmış ve seçimler yargı güvencesi altında, eşit imkanlarla sahip parti ve adaylar arasında yürütülüyormuş gibi, seçim stratejileri tartışmak rejime meşruiyet tanımak anlamına gelir.
Muhalefet partilerinin yapması gereken, yaşanan ortamın demokratik hale getirilmesinin mücadelesi olması gerekirdi. Ama maalesef çok geç kalındı.
Bu konuda halkı bilinçlendirmesi gerekenler, maalesef bunu yapmayarak “mışcasına” hep şikayetçi oldular.
Sorunları çözeceğiz demek yetmiyor,nasıl çözeceğinizi somut olarak söyleyeceksiniz.
Yukarıda saydığımız bir kısım hukuksuzlukların bir tanesi bile olduğu gün, demokratik ve hukuki tepkisini ortaya koymayanlar, bu gayrimeşru davranışlara meşruiyet kazandırdılar.
Etkili olacak kararları almaktan kaçındılar, bu kifayetsiz tavırlarını şimdide sürdürüyorlar. Sanki normal, demokratik ortamda, yargı güvencesi altında bir seçim olacakmış gibi davranmak halkı aldatmaktır.
“Biz Parlamenter rejim istiyoruz” demek yetmez.  Bu söylemlerin somut anayasa önerisi ile desteklenmesi gerekir.
Muhalefet partilerinde hiç böyle bir anlayış yok. Yani AKP iktidarı tarafından özü ile oynanan anayasanın yerine nasıl bir anayasa önerildiği açıkça halka anlatılmalıdır.
Soyut bir şekilde “parlamenter rejimi savunacağız” söylemi yetmiyor, bu söylem anayasayı değiştirmek konusunda güçlü bir iradeyi yansıtmıyor.
Halbuki gecikerek de olsa  16 Nisan referandumuna ve de haklı olarak Yüksek Seçim Kurulunun tam kanunsuz kararından sonra seçim sonucuna ve anayasa değişikliğine “gayrimeşru” diyen kendileri idi.
Bir tarafta bunu söyleyeceksin diğer taraftan da, Türkiye’de hak hukuk adalet var demek kendi söylemleriyle çelişmektir.
Bu çelişkiler halkta inançsızlık yaratmaktadır.
Eğer 16 Nisan referandum sonuçları gayrimeşru ise, bir meşruiyet tartışması açmak gerekmiyor mu?
Halkı bu konuda bilinçlendirmek gerekmiyor mu?
Tabii bunu yapabilmek için AKP iktidarı tarafından Cumhuriyetin temellerine saldırılırken Kuzey Irakta ülkenin toprak bütünlüğüne açıkça tehdit oluşturan bir halk oylamasına, Kürt seçmene, bu ülkenin bölünmesini daha 1920’ lerden beri planlayan emperyalistlere  sempatik görünmek için sessiz kalınırsa inandırıcı olunamaz.
Görünen o ki, toplumun en aydınlanmış beyinleri rejimin ve ülke bütünlüğünün tehlikede olduğunu görmemektedirler. Muhalefet partilerinin onlara öndelik yapması gerekmektedir.
Muhalefet çelişkiler içinde olduğundan söylemlerinde de inandırıcı olamıyor. Bu muhalefet yapısı Türkiye için büyük talihsizliktir. 
  


8 Eylül 2017 Cuma

BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN İLANI SAVAŞ SEBEBİDİR

BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN İLANI SAVAŞ SEBEBİDİR
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin 25 Eylül’de yapmayı planladığı bağımsızlık referandumu  uluslararası hukuka aykırı olduğu gibi Türkiye’nin toprak bütünlüğüne de saldırı niteliğindedir.
Bir halkın geleceğini  kendilerinin saptaması hakkı self determinasyon hakkıdır.
Kuzey Irak bölgesinde, Arap’ı, Türkmen’i, Kürt’ü bir arada yaşamaktadır. Hatırlanacağı üzere, Kürtler bölgeye silah zoruyla egemen olduklarında bölgenin demokrafig yapısını değiştirebilmek için Türkmenleri ve Arapları bölgeden sürerken nüfus  ve tapu idarelerini de yakmışlardı. Bunu bölgenin demografik yapısını lehlerine çevirmek için yaptılar.
 Uluslararası hukuka göre bağımsız bir devlet kurulabilmenin ana koşulunun sömürge  altında bir halkın var olması  kabul edilmektedir. Bölgede sadece bir Kürt halkı olmadığı gibi, bölge bir sömürge de değildir.
Kuzey Irak Kürt yönetimi anayasasında yırtıp, tarihin çöplüğüne attığımız Sevr antlaşmasına atıf vardır. Bu, anayasa taslağını yazıp ellerine veren emperyalistlerin arzusudur.
Kuzey Irak Kürt yönetiminin kurulmasını isteyenler, emperyalistlerdir. Daha 1920 de Londra konferansı sırasında, İngiltere’nin bölgede bir Kürdistan devleti kurdurma isteği vardı. Bugün de bu istek aynen devam etmektedir.
Kukla Kürt Devletinin kurulması, Türkiye, İngiltere ve Irak arasında akt edilen 1926 Ankara Antlaşmasıyla belirlenen Türkiye-Irak sınırının değişmesi anlamına gelecektir. Türkiye-Irak sınırında şimdi Ankara antlaşmasına taraf olmayan bir de Kürdistan olacaktır.
Aslında bu Kuzey Irak Kürt yönetiminin kurulması, üçüncü Balkanizasyon hareketidir.
Bilindiği üzere birinci Balkanizasyon hareketi Yunanistan’ın Osmanlıdan bağımsızlığını kazanması ve 1. 2. Balkan savaşları sonrası Osmanlı’nın Balkanlardaki topraklarının büyük bölümünü kaybetmesi ve bu bölgede bağımsız devletlerin kurulmasıdır.
2. Balkanizasyon ise Yugoslavya’nın dağılma sürecidir. 3.sü ise Ortadoğu da oynanmak istenmektedir.
25 Eylül de yapılacak bağımsızlık oylaması ise bunun ilk adımı olacaktır.
Bu oylama da sadece Kuzey Irak Kürt bölgesinin değil, diğer komşu ülkelerdeki Kürtlerinde bağımsızlığı da oylanmaktadır.  Bu oylamadan sonra aynı senaryo ülkemiz toprakları üzerinde uygulanmak istenecektir.
Böylece kukla Kürdistan devleti, sayesinde petrol ve doğalgaz  Akdeniz’e ulaşacaktır.
Emperyalistlerin bölgede Kürdistan  adı ile bağımsız bir devlet kurmasının altında yatan en önemli  sebep  Türkiye ile Türkiye’nin tarihi bağları olan Musul arasında kendi kontrollerinde tampon bir bölge sağlama düşüncesidir.
Emperyalistler  Anadolu’yu bölmek için bugün de 1920’lerde de olduğu gibi Kürtçülük propagandalarına hız verdiler, bundaki başlıca amaçları  Musul ve Kerkük petrollerin koruyacak kendilerinin güdümünde kukla bir Kürt Devleti kurdurmaktır.
Kurulacak olan Kürt Devleti  ve yapılan oylama Türkiye’nin toprak bütünlüğüne karşı da bir tehdittir. Sorulan soru da ileride Türkiye’de de aynı konun gündeme getirileceğinin işaretidir.
Bir yabancı ülkede ve hem de o ülkenin meşru yönetiminin iradesi dışında  Türkiye’nin toprak bütünlüğüne karşı bir halk oylamasına gidilmektedir.
Bu durum Türkiye’nin o bölgeye askeri harekât yapmasını meşru kılar. Bu tehlikeli durum “karşımızda bir devlet yok ki” sözü ile geçiştirilemeyecek kadar vahim bir durumdur.
Karşımızda henüz bir devlet yoksa da, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik  talepleri de gündeme getiren silahlı bir örgüt söz konusudur. Bu durum Türkiye açısından  bir savaş sebebidir.
Tabii ilk hata Türk ordusunda en fazla bir onbaşı ile muhatap olabilecek bir insanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı düzeyinde muhatap kabul edip sözde bayraklarını göndere çektirmektir.

Peşmerge paçavrasına bayrak, sözde liderine de devlet başkanı muamelesi yapılarak, Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir devlet kurmak isteyenlere  AKP iktidarı tarafından açıkça ve de ana muhalefet partisi tarafından da sessiz kalınarak destek verilmiştir.

4 Eylül 2017 Pazartesi

CUMHURBAŞKANI ADAYLARI


2019 Türk siyasi hayatı için çok önemli bir tarih. Yıpranmış inişe geçmiş bir siyasi iktidardan kurtulma tarihi.
Kamuoyu araştırmalarına göre AKP’nin oy oranı yüzde kırklara, Tayyip Erdoğan’ın şahsi oyu onun da altında yüzde otuz altılara düşmüş.
Tabii bu tarih yani 2019  Tayyip Erdoğan tarafından seçimlerin öne alınmaması halindeki tarihtir.
Tayyip Erdoğan seçimleri kendisi için en uygun olduğuna inandığı bir anda öne alabilir.
Onun için bütün partilerin Cumhurbaşkanı adaylarını şimdiden belirlemesi gerekir.
Nitekim, daha kuruluş aşamasındaki Meral Akşener’in Merkez Partisi dahi Cumhurbaşkanı adayının Meral Akşener olacağını açıkladı.
Cumhurbaşkanı adayının kim olacağını en önce açıklaması gereken ana muhalefet  partisi CHP ısrarla “yıpratılır gerekçesiyle” açıklamıyor.
CHP’nin bu hali geniş parti tabanında gene bir Ekmelettin İhsanoğlu vakasıyla mı karşılaşacağız endişesi yaratıyor.
Kemal Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanının partili olmaması gerektiği gerekçesiyle kendisinin Cumhurbaşkanı adayı olmayacağını söylüyor.
Cumhurbaşkanının partili olmaması doğrudur ancak bunu yapabilmek için önce iktidarı olmak gerekir.
İktidar olmadan bunu dile getirmenin hiçbir pratik anlamı yoktur. Anayasamızın şimdiki hali partili Cumhurbaşkanına izi veriyor ve nitekim Tayyip Erdoğan hem AKP’nin  genel başkanı ve hem de Cumhurbaşkanıdır.
Bu nedenle CHP genel başkanının “Cumhurbaşkanı partili olmamalı ben onun için aday olmayacağım” sözünün  bir geçerliliği yoktur.
CHP ne yapmalıdır. Ben partisiz Cumhurbaşkanı istiyorum söyleminin bir anlamı olmadığına göre. CHP iktidarı ele geçirdiği anda Anayasayı değiştirip tekrar tarafsız bir Cumhurbaşkanlığına ve parlamenter demokrasiye döneceğini ve böylece gazi meclise itibarını iade edeceğini halka ilan etmelidir.
Yoksa bunları yapmadan ben partili Cumhurbaşkanına karşıyım o nedenle aday olmayacağım demek, halkı kör ve sersem zannetmektir.
Bu söylemin tek açıklaması vardır. O da “Aday olmaya benim cesaretim yok, aday olursam ben kesin kaybederim o zaman da parti genel başkanlığını da yitiririm demektir”
CHP tabanı bir yeni Ekmelettin İhsanoğlu faciası yaşamak istemiyorsa olaya şimdiden el koymalıdır.CHP’nin cumhurbaşkanı adayının tespiti Kemal Kılıçdaroğlu’na bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.
Siyasi partiler demokratik yollardan iktidarı ele geçirip, programlarını uygulamak için kurulurlar, eğer siz iktidarı ele geçirip nasıl bir anayasa değişikli yapacağınızı söylemiyorsanız, “ben partili cumhurbaşkanına karşıyım” demenizin geniş halk kitleleri indinde bir karşılığı olmayacaktır.
Şimdiden iktidara geldiğiniz anda UZLAŞMA ile nasıl bir Anayasa değişikliği planladığınızı halka ilan etmeniz gerekir.
CHP’nin söyledikleri ve bugüne kadar yaptıkları, adalet yürüyüşü hariç, halkta bir heyecan yaratmamıştır ve hele son “adalet” kurultayının bir lise öğrencisinin yazacağı kompozisyon düzeyindeki sonuç bildirgesi, bırakın halkta heyecan yaratmayı, sadece alaycı bir tebessüm yarattı.     
Ülkenin geldiği bugünkü nokta, AKP’nin, daha gerçekçi bir söylemle Tayyip Erdoğan’ın tahrip ettiği anayasal düzeni,  sivil siyaset kurumuna düzeltme şansı vermiştir.
CHP’de Cumhurbaşkanlığı’na adı geçen isimlere baktığınızda, referandum sürecinde gösterdiği performans,  entelektüel düzeyi ve  de uluslararası olaylarda ufkun ötesini görme yeteneği ile   tek yakışan isim Deniz Baykal’dır.
Bugünden halka nasıl bir anayasal düzen vaat edildiği açıklanmalıdır. Yargı bağımsızlığının nasıl teminat altına alınacağını, bunu temin için Hakimler ve Savcılar Kurulunun ve Anayasa Mahkemesinin nasıl teşkil edileceğini, eğitimin nasıl tekrar  milli hale getirileceğini, ordunun nasıl yeniden yapılandırılandırılacağının, ilan edilmesi gerekir.
Bunlar yapılmadan bir Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmak cumhurbaşkanlığı makamını, bundan evvelki Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi,  ilk turda Tayyip Erdoğan’a altın tepsi içinde sunmak anlamına gelir.




1 Eylül 2017 Cuma

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ


Yazılı ve görsel basın,yani basın yayın organları toplumun gözü kulağıdır.Toplum onlarla görür, onlarla duyar. Ancak yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasıyla beraber, basın yayın organları ülkemizde görevlerini tam olarak yapmaz/yapamaz hale geldiler.
Olayları gelişmeleri objektif olarak yansıtmadılar. İktidar sahiplerini kızdırmayacak, hatta onların hoşuna gidecek şekilde yansıtmaya çalıştılar.
Olayların, gelişmelerin acıda olsa muhtemel sonuçlarını değil ya küçük hesaplarla, ya da iktidar sahiplerini küstürmemek için bu yolu seçtiler.
Tabii basının bu hale gelmesinde Türk aydınlarının da büyük kusuru oldu. Siyasal İktidar basın yayın organlarını baskı altına alıp teslim alma operasyonları yaparken, aydınlar bu büyük ve  yakın tehlikeyi görüp buna ses çıkartmadılar.
Bir ülkede birden fazla siyasi partinin olması, parlamentonun varlığı demokrasinin var olduğunun göstergesi değildir.
Bir ülkede bağımsız yargı ve özgür basın yoksa demokrasinin varlığından söz etmek mümkün değildir.
Toplumda baskı yaratmak isteyen iktidarlar, evvela basını baskı altına alırlar, ondan sonra toplumu istedikleri gibi yönlendirirler.
Baskı altına alınan basın, artık olayları yazarken herhangi bir ikaza bile lüzum kalmadan kendi kendini sansürlemeye başlar.
Basın baskı altına alındıktan sonra iktidar sahipleri diledikleri gazeteciyi işinden eder. Baskı altında ezilen ve aydınlardan dolayısıyla toplumdan destek bulamayan gazete patronları da ister istemez istenilenleri yerine getiriler.
Gazeteci Ertuğrul Akbay’ın geçenlerde basında da yer alan, hem gazete patronlarına ve hem de siyasilere ders niteliğinde bir anısını aktarmak istiyorum.
1978 yılında, Ertuğrul Akbay’ın haberlerinden rahatsız olan rahmetli Ecevit, Akbay’ı kast ederek o günlerde tirajı bir milyonu bulan Günaydın gazetesi yönetimine “ Onu seyahatlerimde görmek istemiyorum, Geziye başka muhabir gönderirseniz memnun olurum” der. Bugün olsa başbakanın telefonu karşısında ağlayan gazete patronu gazeteciyi hemen kovardı ki bunun örnekleri çoktur, ama o tarihte gazetenin patronu Haldun Simavi “ Ertuğrul görevini yapıyor, Sayın Ecevit’e söyleyin, bundan sonraki her geziye o gidecek, başka kimse gitmeyecek” diyerek tavrını ortaya koyar.
Tabii ne Günaydın Gazetesine bir hukuki ve ekonomik baskı uygulanır ve ne de Ertuğrul Akbay’a,
Tabii bugün ne Haldun Simavi gibi dik duran bir gazete patronu ve ne de rahmetli Bülent Ecevit gibi bir devlet adamı var.
Bu baskılara boyun eğen/eğmek zorunda kalan günümüz gazete patronları, üstlerine gelinip kendilerine  baskı uygulandığı zaman, ne halktan, ne siyasilerden ve ne de ekonomik olarak güçlü çevrelerden bir destek gördüler.
Bu baskılar sadece gazete patronuna ve gazeteciye yapılıyor değildir.Bu baskılar sayesinde halkın haber alma özgürlüğünün yanın da siyasal iktidarın denetlenmesine  indirilmiş ağır bir darbe olduğu gibi halkın siyasal tercihlerini doğru yapmasına da engeldir.
Basın özgürlüğü engellendiği zaman, halkın ülkede olup bitenlerden haberdar olması engellenmektedir. Yani vatandaşlar gerçekleri öğrenemediği zaman demokratik tercihlerini de doğru yapmaları mümkün değildir.
Bir gazete, gazeteci, ulusal çıkarlara aykırı davranmadığı, yalan yazmadığı, olayları saptırmadığı, ciddi eleştiri getirdiği sürece hiç kimse ona yazma diyemez, dememelidir.
Bugün Türkiye’de sadece gazete patronlarına baskı yapılmıyor. Hoşlanılmayan gazeteci hapsediliyor.Ülkenin Cumhurbaşkanı da çıkıp bu tutuklulukları savunuyor.
O zaman muhalefetin yapacağı da sosyal medyayı en iyi şekilde kullanmak olmalıdır. İktidarın bütün olumsuzluklarını ve kendi çözüm önerilerini  bu kanalla  halka duyurmalıdır.