31 Mayıs 2015 Pazar

BANA VATANA İHANETİN TANIMINI YAPABİLİR MİSİN ABİDİN?


Tayyip Erdoğan son zamanlarda özellikle de Mısır eski Devlet Başkanı’nın idama mahkum edilmesinden sonra, anlamsız bir şekilde “Beni sadece vatana ihanetten” yargılayabilirsiniz demeye başladı.
Hatta o kadar ileri gitti ki bir gazetenin internet sitesinde Mısırdaki olayla ilgili açıklamasının resmiyle verilmesi üstüne “Vay bende yüzde elli iki ile seçilmiştim, beni mi ima ediyorsunuz?”  gibi akıllara durgunluk verecek açıklamalarda bulundu.
        1991 yılında kaldırılan, Hıyanet i Vataniye Kanunu suçu ve cezayı tarif ediyordu. Bu kanun yürürlülükten kaldırıldığı için günümüze bir etkisi kalmadığı düşüncesiyle böyle söylüyor her halde.
Elbette Tayyip Erdoğan bunları bilemez, bunu ona etrafındaki hukuk dehaları söyletiyorlardır, ama bana sorarsa buna çok güvenmesin.
Bazı Anayasacılar da özelliklede rahmetli Aldıkaçtı Hoca, Cumhurbaşkanın yeminine aykırı hareketlerinin vatana ihanet olarak değerlendirilebileceğini savunurdu.
Bana göre sağlıklı bir görüş değil.
Ama eğer TBMM’ de bu görüş egemen olursa, Tayyip Bey her konuşmasında en azından “tarafsızlık ilkesini” alenen çiğnediğinden maazallah başı çok ağrır.
Türk hukukunda vatana ihanet kavramı yasalarda tarif edilmemiş olsa bile, hukukçular arasında genel kabul bulan görüşe göre  devletin bütünlüğüne, anayasal rejime karşı işlenen suçların bu kapsamda değerlendirileceği konusunda tartışma pek yoktur.
Bizim hukuk düzenimiz, hangi fiillerin vatana ihanet suçunu oluşturacağını (askerler hariç) açıkça belirtmemiş olması nedeniyle TBMM’nin takdir yetkisi kullanacağı açıktır.
Yani Cumhurbaşkanının herhangi bir suç oluşturan eyleminin vatana ihanet kavramı içinde değerlendirilip değerlendirmeyeceğine TBMM karar verecektir.
Elbette TBMM bir fiilin vatana ihanet kavramı içinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceğine, fiilin vahametine, fiilin işlendiği tarihteki ülke şartlarına bakarak karar verecektir.   
Bugün hukukçuların hem fikir olduğu konulardan biri “Devletin Bütünlüğü”dür.
Eğer bir Cumhurbaşkanı devletin bütünlüğüne yönelik bir fiilin içinde olursa bunun vatana ihanet suçu oluşturacağı her türlü tartışmanın dışındadır.
  Dünya da örneklerini görüyoruz, kendisine veya yakınlarına menfaat temin eden devlet adamları yargılanıp tıpış tıpış  hapse de giriyorlar.
Hiç kimsenin aklına, o makama gelmiş bir insanın kendisine veya yakınlarına çıkar sağlayacağı gelmez, ama böyle bir durumda söz konusu olursa da bunun vatana ihanet kavramı içinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceğine TBMM karar verecektir.
Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden bir kimsenin yasaları ve anayasal hükümleri ihlal ederek suç işlemesi düşünülemez.
Cumhurbaşkanın halkı kin ve düşmanlığa sevk edebilecek konuşmalar yapması beklenemez. Örneğin Gezi olayları sırasında toplumun yüzde elli ikisini evde zor tutuyorum demek gibi.
Cumhurbaşkanının ülkeyi bir savaş tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak şekilde, aramızda savaş hali bulunmayan BM üyesi bir ülkenin  rejimine karşı savaşacak “savaşçı” toplamasına göz yummasının  beklenemeyeceği gibi.
Cumhurbaşkanı ister yüzde 50.1 ile ister yüzde 90 oyla seçilsin, fiili eğer hukukumuza göre suç teşkil ediyorsa, bunun vatana ihanet olup olmayacağının takdiri TBMM’ye kalmıştır.
TBMM kararı sadece bir iddianame niteliğindedir, yoksa onun iradesi tek başına bir mahkûmiyetin tescili değildir.
Fiilin vatana ihanet suçu oluşturup oluşturmadığına Yüce Divan karar verecektir.
O da aynı şekilde TBMM gibi fiilin vahametine, fiilin işlendiği tarihteki ülke şartlarına bakarak hüküm tesis edecektir.
Türkiye bir hukuk devletidir, Cumhurbaşkanı da göreve başlarken “anayasa ve hukukun üstünlüğüne” bağlı kalacağına dair yemin ettiğine göre, Cumhurbaşkanın da işlediği suçtan sorumsuz olması düşünülemez.
Hukuk devletinde hiç kimse krallar ve padişahlar gibi mukaddes ve mutlak dokunulmaz değillerdir; onun için Cumhurbaşkanları da yargılanırlar.





27 Mayıs 2015 Çarşamba

TAYYİP BEY FARKI


Tayyip Erdoğan hoşuna gitmeyen bir şeyi yazan, söyleyen herkesi“haddini bil” diye uyarıyor.
Kızmaya görsün sen kimsin “haddini bil”i yapıştırıyor.
Kimlere demedi ki, Ana muhalefet partisi genel başkanına söyledi, HDP’nin genel başkanıda, TÜSİAD Başkanına  ve şimdi de hızını alamayıp New York Times’a söyledi.
Bizde gelenek Cumhurbaşkanları argo kullanmazlar. “Ya” “Yahu” gibi söylemlerde bulunmazlar.
Tayyip Bey kendisini hiçbir hukuk ve nezaket kuralı ile bağlı saymadığı gibi devlet gelenekleri de onun için bir anlam ifade etmiyor.
Demokrasilerde herkesin eleştirilebileceğini ve de özellikle siyasetçilerin en sert şekilde eleştirilebileceğini birilerinin Tayyip Erdoğan’a anlatması lazım.
New York Times’a mahalle vari bir üslupla “Ya sen bir gazetesin haddini bileceksin. Sen bir defa bunu yazmakla böyle bir haberi yapmakla kendi özgürlük alanının dışına çıkmakla Türkiye’ye müdahale ediyorsun” diyerek saldırmış.
Bak Tayyip bey, eğer New York Times, sana veya çevrendeki hukuk dehalarına göre özgürlük alanının dışına çıkmışsa, basın özgürlüğünü çiğnemişse, ekonomik bir sıkıntında olmadığına göre  hemen Amerika’da bir dava açarsın.
Hatta hatta bu gazete Türkiye’de de satılıyorsa burada da dava açabilirsin.
Ama ben sizin  yerinizde olsam Amerika’da açarım bu davayı, New York Times’a haddini bildirir, Amerikalı siyasetçilere de ders verirdim.
Siz  hoşlanmadığınızı bir şey söyleyene kaba bir üslupla saldırıyorsunuz.
TÜSİAD’ın yeni başkanı hanımefendi bir açıklama yapmış, hemen saldırdınız “Bunlar haddini bilmiyor, çünkü bunlarda insaf yok. Sermayeleri bu dönemde 5’e katlandı. Onun şımarıklığı içinde bunu yapıyorlar” buyurmuşsunuz.
Sermayeleri beşe katlanmış mı katlanmamış mı onu bilmek bizim açımızdan mümkün değil, velev ki de katlandı, eğer işlemlerinde hukuka aykırılık yoksa size ne.
Dünün çoluk çocuğu, babaları olmasa sokak da zor simit satacak adamların gemicikleri, trilyonluk vakıfları oluyor da bir şirketin sermayesini beşe katlaması sizi niye rahatsız ediyor, ne var bunda.
Daha Başbakanlığınız sırasında, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Kılıçdaroğlu’nun adaylıkla ilgili sözleri üstüne partinizin grup toplantısında, Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken “Siyasi parti liderlerinin Cumhurbaşkanı adayı olmasını istemiyormuş. Sen nasıl siyasetçisin ya. Önce sen kimsin ya. Önce haddini bil. Siyaseti inkar eden siyasetçi olabilir mi” demiştiniz.
Vah Türkiye’m vah. Bir siyasetçinin suç teşkil etmeyen, düşünce açıklamasına bile tahammülü olamayan bir siyasetçi. Ben de Kılıçdaroğlu’nun gösterdiği adaya hep karşı oldum ama, Kılıçdaroğlu’nun bu söylediğinin neresinde siyaseti inkar var.
Bir başka gün HDP Genel Başkanı Demirtaş’ın söylediğine kızdınız, “Birileri çıkmış ne diyor:’Artık sen tek adamsın, yanın da kimse yok’ Ya bunlar çok zavallı. Ya ben cumhurun başkanıyım. Ben bu milletin başkanıyım. Büyüklerimizin güzel bir lafı var, çok güzel bir laf ‘kendini bil, haddini bil, neslini bil’ Ama bunlarda hiç birisi yok”
Üslup şahane, “Ya”,”Neslini bil” …
Hasbelkader geldiğiniz makamın bir konuşma üslubu, zarafeti vardır.Siz bunlardan hiç nasibinizi almamışsınız.
Çevrenizde kimler var bilemem, ama birilerinin size önce demokrasi, basın özgürlüğü, devlet geleneği, devlet adamlığı duruşu hakkında bir şeyler anlatması lazım.
Her geçen gün, güç kaybettiğinizi anladıkça daha da hırçınlaşıyor ve üslubunuzu bozuyorsunuz.
Eski Başbakanlar, eski Cumhurbaşkanları korkacakları bir şey yoksa şerefleriyle yaşarlar.
Aslında bakarsanız, siyasi parti genel başkanlığından gelip Cumhurbaşkanlığı makamına oturan, ne rahmetli Turgut Özal ve ne de Süleyman Demirel böyle bir üslup kullanmadılar, davranış sergilemediler.
Yazımın başında, New York Times’ı Amerika’da dava et, dememin sebebi, oradaki hakimin birinin size basın özgürlüğü dersi verebileceğini düşündüğüm içindi.
Siz bu ülkede  Başbakan ve Cumhurbaşkanı oluncaya kadar, devlettin üst katmanlarında  bir zarafet hakimdi. Bu nedenle  siz “kes ulan” diye konuşan HDP milletvekilini eleştiremezsiniz. Bu üslubu siz getirdiniz Türk siyasetine.



24 Mayıs 2015 Pazar

İNSAF ET BEKAROĞLU



Şu seçim atmosferinde CHP ile ilgili yazmayalım diyoruz ama parti yöneticileri, kendi elleriyle ana muhalefete zarar vermeye devam ediyorlar...Biri kalkıyor 1930’ların CHP’si diye bilip bilmeden sallıyor, biri çıkıyor bir konuşuyor ki, adamın parti programını bile bilmediği ortaya çıkıyor.
Bunlara sessiz kalırsak, bunların partiye verdiği zararı kim engelleyecek.
Y-CHP’nin “tanıtımdan sorumlu, Atatürk’ten “kefere” diye söz edebilen Genel Başkan Yardımcısı Bekaroğlu geçen hafta içinde Hürriyet gazetesinde partiyi “tanıtmış!”
Tanıtırken partinin programını bile bilmediğini ortaya koymuş.
Beyzadem partiyi tanıtırken, CHP’nin Kılıçdaroğlu ile “kimlik siyasetinden çıktığını” söylemiş.
Böyle bir laf etmek eğer bilgisizlikten ileri gelmiyorsa en hafif tabiri ile insafsız olmayı gerektirir.
“Devletin kimliklere karşı kör olması gerektiğini” her ortamda ve ısrarla söyleyen Deniz Baykal’dı.
Yıllardır devlet etnik kör olmalıdır der.
Hatta bu konu CHP’nin 2008 Kurultayından geçen parti programında yer almıştır.
Bugüne kadar kimlik üstünden siyaset yapılmasına bu kadar açıktan ne tavrı başka hiçbir siyasetçi almamıştı.
Parti programının 46. Sayfasında “ETNİK FARKLILIKLAR ÜLKEMİZN ZENGİLİĞİDİR” dedikten sonra aynen “ Ülkemizde farklı etnik yapıların, farklı kültür ve kimliklerin var olması, bunların varlıklarını sürdürmesi ulusal zenginliğimizdir.
CHP, Lozan Antlaşması ile azınlık olarak nitelenmiş olan yurttaşlarımızın, kendilerine tanınmış olan dini ve kültürel azınlık haklarından eksiksiz olarak yararlanmalarını amaçlar. Yeni azınlıklar yaratılmasına karşıdır.
CHP daha 1989 yılında Kürt kökenli yurttaşlarımızın karşılaştıkları sorunları açık yüreklikle ortaya koymuş; etnik köken farklılıklarına, kültürel çoğulculuğa, bireysel kültürel haklara olan saygımız, demokratik değerlere, eşitliğe ve hoşgörüye olan bağlılığımız çerçevesinde toplumumuza, üniter devlet ve ulus devlet temeli dikkate alınarak kısıtlamaların kaldırılması ve çağdaş, kalıcı çözümler bulunması için politikalarını sunmuştur.
Etnik Kimlik Bir Şereftir.
CHP devletin etnik farklılıklar üzerine politikalar oluşturmasını benimsemez.
Devletin görevi bütün etnik kimliklerin din ve mezhep farklılıklarının üzerine çıkarak insanı odak yapan yaklaşımları ortaya koymak, ortak değerleri bulup çıkartmaktır. Ancak etnik kimliğine bireysel olarak vurgulamak isteyenleri saygıyla karşılar ve etnik kimliği insanların şerefi sayar.Devletin vatandaşları etnik kökenine, dinini ve mezhebini görmeyen, bütün vatandaşlara eşit davranan bir yapıya sahip olmasını savunur.Sorunların sadece yasalardaki eksikliklerden değil, uygulamadaki bazı yanlışlıklardan kaynaklanabileceğini düşünerek bu evrensel insan hakları ve özgürlükler değerlerini hayata geçirmeye özen göstermelidir.
Yurttaşlarımızın farklı etnik kökenden gelmeleri, farklı kültürel, mezhepsel, dinsel özellikler taşımaları, birlikteliklerinin ve ortak bir ulus oluşturmalarının engeli olamaz.Bu farklılıklar ulus olarak zenginliğimizdir, güç kaynağımızdır.
Kişisel kültürel haklara saygı, kişinin kimliğine saygıdır; insana, insan haklarına ve çoğulcu demokrasiye saygının gereğidir. Kişisel kültürel haklar hiçbir erk tarafından çiğnenemez.” Diyerek devam etmektedir.
Bu program mı kimlik siyasetini öne çıkarıyor.
Baykal zamanında hiçbir aday şimdi yapıldığı için Ermeni veya Çingene diye aday gösterilip ifşa edilmedi.
İnsanları din ve etnik kökenleri ile halka tanıtıp aday göstermek mi, kimlik siyasetinden çıkmak.
Biraz insaf Bekaroğlu, bu partini ulusalcı kanadından nefret ediyor olabilirsin ama bari isafsızlık etme.
Atatürk’e “kefere”, “katliamcı”, 1930’ların CHP’sine  içerden Genel Başkan düzeyinden başlayarak yapılan, haksız, mesnetsiz saldırılarınızı acıyarak seyrediyorum.
Ama asil hayret ettiğim, bu yaptığınız haksız, yersiz ve zaman zaman da çirkin saldırılarınızı sessizlik içinde seyreden gerçek CHP’liler.







20 Mayıs 2015 Çarşamba

1930’LARIN CHP’SİNİ ANLAYABİLMEK


Kılıçdaroğlu, Fettulah Gülen’e yakınlığı ile bilinen zaman Gazetesi’ne verdiği röportajda, yine Cumhuriyeti ve 1930 lı yılları hedef aldı. AKP iktidarı ile Atatürk’ün Genel Başkanı olduğu CHP’nin tek parti iktidarı döneminin uygulamalarını karşılaştıran Kılıçdaroğlu “Türkiye’de şu anda tek parti devleti var. Bir dönem Valiler CHP’nin İl Başkanıydı. 1930’ ların yapısı…Tek parti döneminde bir parçada olsa adalet vardı, şimdi oda yok. Şu andaki uygulamalar tek parti döneminden daha kötü dedi.
Bu söylemin nedeni olsa olsa, ya Kılıçdaroğlu’nun  Osmanlı’nın küllerinden yeniden doğan yeni Türk devletinin  kuruluşunu içine sindirememesi, ya da tarihi olayları içinde yaşandığı dönemin normları ile değerlendirilmesi gerektiğini  bilmemesidir.
Bugünkü yazımda 1930’lara ışık tutacak iki ünlü isme yer vermek istiyorum.
Birisi yaşamı boyunca  Atatürk’e karşı mücadele vermiş Zekeriya Sertel, diğeri de Dünyanın önde gelen siyaset bilimcisi Maurice Duverger.
Zekeriya Sertel hatıralarında acaba Atatürk diktatör müydü sorusuna, “Kişi yönetiminden çok Meclis egemenliğine, yani halk  egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar O’nun Doğulu bir diktatör olmasına  elverişliydi, fakat, asker olmasına rağmen yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu.Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye dayanıyordu…Günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabiliyorduk. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini O’nun döneminde yazdı” diye cevap veriyor.
Siyaset bilimci Maurice Duverger de, Kemalizmi “Kemalist tek partinin birinci özelliği, demokratik bir ideolojiye sahip bulunmasıydı. Tek partinin şefleri için ideal çoğulculuktu..Mustafa Kemal’in siyasal rejimi çoğulculuğun üstün bir değer olduğunu kabul ediyor ve çoğulcu bir devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu.Üstelik,Türk partisinin yapısal açıdan da otoriterlikle hiçbir ilgisi yoktu.   “ diyerek hak ettiği yere oturtuyor.
Siyasetçi olayları doğru okuyup doğru değerlendirmek zorundadır.
Kurtuluş savaşı döneminden başlayarak 1937-38 lere kadar bu ülke gerici, yobaz ve bölücü isyanlarla uğraşmıştır.
Tek parti döneminin şeflerinin hedefleri çoğulcu demokrasi olmasına rağmen, devrimlerle demokrasi arasında bir tercih yapmak zorunda kaldıklarında, devrimleri seçmişler ve demokrasiyi belirli bir süre için  ertelemişlerdir.
Kılıçdaroğlu ve aynı düşünceyi paylaşanlar, üç beş gerici yobaz oyunu alabilmek için Atatürk ve onun yakın mücadele arkadaşlarına dil uzatmayı siyaset yapmak zannediyorlar.
Eğer 1930’lar Türkiye’sini yönetenler kötü idiyse 19 Mayıs gecesi Anıtkabir’de ne işiniz vardı.
Kimi kandırıyorsunuz?
Siyasetçi siyasal hayata, aynı zamanda devrin koşullarına doğru teşhis koymalıdır.
Kılıçdaroğlu ve arkadaşları geçmişi o günün normları ile okuyamadıkları gibi bugünü de doğru teşhis edemiyorlar, hem de bir Amerikalı muhabir kadar bile doğru teşhis edemiyorlar.
Geçen hafta CNN İnternatıonal’da “Atatürk: Turkey’s Love Affair with its Founder” (Türkiye’nin kurucusu ile olan Aşkı) başlıklı bir haber yayınlandı.
Haberi yazan muhabir, bankalarda okullarda zorunlu olarak asılan Atatürk resimlerinin ilginç olmadığını, ama 2007 den sonra, insanların kahvehanelere, küçük işletmelere, araç tamirhanelerine kendiliklerinden astıkları bu resimlerin olan bitene bir tepki olduğunu, Atatürk resimlerinin Türk insanın hayatında rahatlatıcı bir unsur olduğunu yazdı.
Bir bilim adamı, bir solcu yazarın yazdıklarını, paylaşmamın nedeni, aslında doğrudan Batılılar böyle istiyor diye Atatürk’e ve Kemalizm’e karşı yapılan bilim ve akıl dışı değerlendirmeler ve bunu yapanlar daha iyi anlaşılsın diyedir.
Amerikalı muhabirin yazdıklarına ise, Atatürk’e ve Kemalizm’e yapılan bu akıl ve bilim dışı saldırıların toplumda ters teptiğini görünüz diye yer verdim.
1930’ların Türkiye’sinde adalet, Adalet Bakanı’nı karşılamadı diye şikayet edilen hakim için “Hakim kimsenin ayağına gitmez, biz ona gideriz” diyen Adalet Bakanlarının olduğu dönemdir.  



17 Mayıs 2015 Pazar

İNGİLTERE SEÇİMLERİ VE TÜRKİYE


Türkiye’deki Milletvekili Genel Seçiminden tam bir ay önce yani 7 Mayıs 2015 tarihinde İngiltere’de milletvekili genel seçimi yapıldı.
İngiltere’deki seçimin yıldızı İskoç Ulusal Partisi (SNP) ve onun genç ve karizmatik  başkanı bayan Nicola Sturgeon oldu.
Bu seçimden Türkiye’deki siyasi partilerin ve özellikle de CHP’nin dersler çıkartması gerekiyor.
İngiltere seçimleri bize  bölge temelli/etnik ayrımcılık yapan partilere bir defa yol verilince, bölünmenin  derinleştiğini gösterdi.
Türkiye’de ilk defa Erdal İnönü döneminde, o tarihte etnik köken milliyetçiliği yapan HEP Milletvekillerinin SHP kadrolarından meclise taşınmasından sonra ülkemizde bölünme süreci iyice derinleşmeye başladı.
Yörede o günkü HEP bugünkü HDP mecliste ne kadar büyük sayılarla temsil edilirlerse, bölgenin çıkarlarını o kadar iyi savunacaklarını vaat ederek propaganda yaptılar. Bunda da başarılı oldular.
Kamuoyu araştırmaları da HDP’nin ve onun Genel Başkanı’nın seçimin  başarılılarından olacaklarını gösteriyor.
Bir dönemler CHP’nin kalesi olan bölgede artık CHP’nin  esamisi bile okunmaz hale geldi.
O kadar okunmuyor ki; İmralı ve Kandilin söylemleri ile aynı şeyler parti yetkilileri tarafından söylense bile bölge halkı artık  teveccüh göstermiyor.
Halbuki CHP’nin,  1973 seçim bildirgesinde olduğu gibi; bölgede yarı feodal düzenin neden olduğu, toprak dağılımındaki adaletsizliğinin henüz yıkılmayan geleneksel şeyhlik ağalık kurumlarının o bölge halkının siyasal özgürlüğünü de kısıtladığını, bugünlerde söylenmesi gerekiyor.
Zaman zaman siyasi partiler, toplumda  hızlı ve köklü bir değişim talebinin yarattığı gerçekleri kavrayamamakta, kavrayamadığı içinde bu talepleri karşılayamamaktadırlar. Karşılayamadıkları zaman da geri çekilip, kendisi olmayana, dikte edilene sığınma eğilimine kapılırlar.
CHP ulusalcılığını, halkçılığını, devrimciliğini reddedip, sorunları çözmeye değil, dikte edileni yapma kolaycılığına kapılmıştır.
İngiltere’de, İskoç bölgesi dışında kalan seçmen, bölge temelli/etnik politikalara yakın duran partilere değil, bunun karşısında duruş sergileyen Muhafazakar partiye tepki oylarını verdiler.
Elbette kesinlik arz etmemekle beraber, Türkiye’de yapılan kamuoyu araştırmaları da, ayrımcılığa karşı  tepki oyu vermeyi planlayan,ulusalcı seçmenin,ulusal bütünlükten yana olan   partileri tepki oylarıyla destekleyeceğini gösteriyor.
İngiltere’de de ileride İşçi Partisinin, İskoç Ulusal Partisi ile bir koalisyon yapabileceği propagandasının yapılması, böyle bir durumda İskoç Ulusal Partisinin bölgesel taleplerini tatmin uğruna halktan daha çok öz veri isteneceği kuşkusu, İskoç bölgesi dışındaki  seçmeni Muhafazakar partiye yöneltti.
CHP’nin anlamsız bir şekilde HDP’nin barajı aşmasını istemesi, CHP tabanında, seçim sonrasında  CHP’nin, bölünmeye giden yolda  HDP’ye daha çok taviz verebileceği endişesi ve aynı zamanda etkin bir muhalefet yapamayan CHP’nin HDP’den medet umar hale gelmesi, geleneksel CHP’li seçmen tabanının tercihinin ulusal bütünlükten yana olan partilere yöneldiğini gösteriyor.
İngiltere de İşçi Partisinin “harcamaları, sosyal imkânları arttıracağız” yolundaki vaatleri de umulan sonuçları vermedi.
Türkiye’de de kamuoyu araştırmaları şuan için maalesef aynı sonuçları veriyor.
Dünyanın her tarafında seçmen önce inandırıcılık arıyor,bunu bulamadığı zaman,iktidar ne kadar yıpranmış olursa olsun mevcut durumla yetinmeye çalışıyor.
İngiltere de bile seçmen, dış politikada ülkenin çıkarı ne ise onların savunulduğunu görmek istediği için ya da AB’nin politikalarının körü körüne peşine takılınmasından yana tercih kullanmadı.
Nitekim İngiliz Muhafazakarları, İngiliz İşçi Partisinin yaptığı gibi “ABD’yi ve AB’yi rahatsız edecek tutumlardan kaçınalım” şeklinde bir politika yürütmedi,  İngiltere’nin çıkarı neyi gerektiriyorsa o politikaları savundu, seçmende bunun karşılığını verdi.
İngiltere ile Türkiye’nin dünyadaki konumları ve demokrasi kültürleri arasında geniş farklar olduğu bir gerçek, ancak, buna rağmen, seçim kampanyalarında görülen benzerlikler de dikkat çekiyor.
Seçim sonuçları bakımından da benzerlik olacak mı, yaşayarak göreceğiz. 
 




13 Mayıs 2015 Çarşamba

BUNLAR DA KOMPLO MU?


Bazı siyasetçiler haklarında hoşlarına gitmeyen bir yazı çıktımı, hemen damgayı yapıştırıyorlar, “……. Gazetesinin komplosu” diye.
Yazılanlar gerçekten komploysa buna karşı yapılacak şey “dedikodu” yapmak değil, gerçek neyse onu açıklamaktır.
Böylece hem o “komplocu” gazeteyi ezmiş olursun ve hem de halkın gerçekleri öğrenmesini sağlarsın.
Hadi şimdi yazdıklarıma  da “Aydınlık Gazetesi’nin komplosu” de.
Burada bir komplo söz konusuysa bunu yapan Aydınlık Gazetesi olamaz olsa olsa, kriptoyu merkezlerine gönderen yabancı diplomatlar olur.
Onların kendi merkezlerine yanlış bilgi vermeleri düşünülemeyeceğine göre …
Irak Özel temsilcisi sıfatıyla o ülkeye gittikçe, o ülkedeki ABD Büyükelçiliği yetkilileriyle, bir diplomatın kurması gerekenden  daha sıkı bir ilişki kurdun mu, kurmadın mı?
Türkiye’nin devlet ve hükümet olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişki kurmadığı 2007-2008 döneminde, kendi amirlerinden önce, bu ilişkinin olması gerektiğini  Amerikalıları mutlu edecek şekilde,  onlara savunuyor muydun, savunmuyor muydun?
Savunuyordun. Hatta Türkiye’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Bağdat’ı atlayarak ve özellikle de  hidrokarbon anlaşmaları yapması gerektiğini savunuyordun.
Bu konuda o kadar ileri gittin ki; ABD Büyükelçisi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile bir anlaşma yapılacaksa bunun Irak Merkezi Hükümeti üzerinden yapılması gerektiği konusunda seni uyarmadı mı?
Sen, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkiler konusunda, Türkiye’deki kurumlar ve kişiler arasındaki görüş ayrılıklarını ABD’li diplomatlara anlattın mı anlatmadın mı?
Hiç düşünmeden, çok ihtiyatsız bir şekilde,  Türkiye’nin o sırada Irak Hükümetleriyle, PKK, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkiler, Kerkük ve hidrokarbon antlaşmaları üzerine yürüttüğü müzakerelerle ilgili, muhataplarına bilgiler verdin mi vermedin mi?
Verdinse bu bilgilerin ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda, bu bilgileri Irak’lılara iletebileceğini hiç düşünmedin mi?
Bir diplomata yakışmayacak bir şekilde,  Türkiye’nin, Irak’ın iç politikasına ilişkin değerlendirmelerini, seçimlerde kimleri destekleyeceğini, kimleri hiç istemediğini ayrıntılı olarak ABD’li diplomatlara açıkladın mı açıklamadın mı?
Bunu yaparken, Amerikalıların eline Türkiye’nin aleyhine kullanabilecekleri kozlar verdiğini hiç düşünmedin mi?
Amerikalı muhataplarına, Türkiye’nin  Iraklı yetkililer nezdinde yüksek derecede güvenirliliği bulunduğunu tespit ettiğini, 11.06.2008 tarihli kriptoya göre “Türkiye’nin, ABD’nin Irak’daki geniş çıkarlarını desteklemek için  daha fazla şeyler yapabileceğine ve yapması gerektiğine inandığını” söylüyorsun.
Yani daha yalın bir Türkçeyle, Türkiye’nin yüzlerce yıllık beraberliği olan Irak’da yarattığı güven duygusunu ABD’nin çıkarları için kullanması gerektiğini söyledin mi, söylemedin mi?
Nitekim, 31.08.2007 tarihli kriptoya göre, Amerikalılar tarafından “kaynak” olarak nitelen bu arkadaş, Abdullah Gül’ün  Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, hükümetin artık Iraklı Kürtlerle doğrudan ilişki kurması gerektiğin fark ettiğini söyledin mi, söylemedin mi?
Aynı kriptoda yine bu kez, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kürdistan Bağımsız Yönetimi ile ilişkiye girmek için onların PKK’ya karşı harekete geçmeleri yönündeki kuvvetli itirazını hükümetin halletmesi gerektiğini söyledin mi, söylemedin mi?
Ayrıca bu süreçte Irak politikası bağlamında, iki hükümet arasında yakın eş güdüm bulunması gereğine vurgu yaptın mı, yapmadın mı?
Bu süreçte Türk ve Amerikan hükümetleri arasında eş güdüm, seni arzularına da uygun bir şekilde iyi çalışmış ki, Ergenekon, Balyoz gibi bir çok benzer dava tezgâhlanmış.
“Hakkımda yazılanlar komplo” diye insanları itham edip karalamaya çalışarak ahkam keserken, “Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyu” olduğunu da unutmayacaksın.
Sahi, bütün bunları niye yaptın?
Sadece onlara yaranmak için mi, yoksa başka nedenlerinde var mıydı? 
Senin Dünyanda Türkiye’nin ulusal çıkarları diye bir düşünce yok mu?
Sen olsan, seni gibi davranan bir diplomata hangi sıfatı kullanırdın?
Hadi öt bakalım şimdi bu yazılanlar da komplo mu?




10 Mayıs 2015 Pazar

HERŞEY AÇIKÇA OYNANIYOR


Siyasetle uğraşan herkes Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi yolundaki değişimin önce düşünce bazında şekillendirildiğini, sonrada bu düşüncelerin  eyleme dönüştüğünü görürler.
Nitekim CİA eski Ankara İstasyon şefi Graham Füller’in  2008 yılında Türkçeye çevrilen “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında “Türkler Kemalizm’i terk edip ılımlı İslam’ı benimsemelidir. Ilımlı İslam, Kemalizm’i silmeye yönelik bir karşı devrimdir. Bu devrimin karşısındaki tek güç, Türk Ordusu ile ulusalcı aydınlardır ve tasfiye edilmeleri gerekir” diye yazmıştır.
Bu yazılanların hepsi adım adım Türkiye’de gerçekleşmedi mi?
Atatürk terk edilmek istenmiyor mu?
Devletin bütün kurumlarıyla, İktidarın ve muhalefetin elbirliği ile bu yapılıyor.
Ilımlı İslam’ı hayata geçirme çalışmaları yoğunlaşmadı mı?
Hiç şüpheniz olmasın en yoğun şekilde yapılıyor, nere de ise laikiz derken boynumuz büküp, utangaç bir eda ile “maalesef laikiz” diyeceğiz.
Kemalizm’in gerçek savunucuları, tasfiye edilmedi mi?
AB raporlarında “Bir darbe teşebbüsünü araştıran ve ülkedeki demokratik kurumları istikrarsızlaştırmayı hedefleyen bir suç şebekesine  yönelik tarihteki en kapsamlı ilk inceleme diye nitelenen, Ergenekon, Balyoz, Askeri casusluk, fuhuş gibi davalar Türk Silahlı Kuvvetlerinin sindirilmesi için tezgahlanmadı mı?
Böylece “bağımsız Büyük Kürdistan”ın önündeki en büyük engel ortadan kaldırılmadı mı?
Siyasetteki ulusalcıların  tasfiyesi de  bunu için yapılmadı mı?
2008 yılında yayınlanan “Silk  Road”un raporunda CHP’de yapılacak operasyon adım adım yazılmamış mıydı?
Bu rapor da Baykal’ın nasıl CHP’nin başından “def edileceği” yazılmıyor muydu?
Hatta bayan Clinton’un aynı tarihler de Ankara Büyükelçiliğine gönderdiği kriptoda, Baykal’ın yerine geçecek kişinin  ismi verilerek, “Bu işi becerip beceremeyeceği” sorulmuyor muydu?
2009 AB İlerleme raporunda “Kemalizm’i bırakın denmiyor muydu?
Resmi kurumların duvarlarında Atatürk’ün resmlerine ne lüzum var, kaldırın onları denmiyor muydu?
Bütün bunların nedeni, “bağımsız büyük Kürdistan”ı kurma stratejisidir.
Ulus Devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni çok dilliliğe teşvik ediyorlar, resmi dilin Türkçe ile sınırlı olmaması gibi istekleri artık alenen dillendirilir hale geliyor
Ama gelişmelere bakın, bu yönde hazırlıklar yapıldığını, hazırlıkların ötesinde fiili uygulamalara geçildiğini de görüyoruz.
Güneydoğu Anadolu vilayetlerinin bazılarında belediye binalarında, sokak tabelalarında Kürtçe kullanılmaya başlandığını görüyoruz.
Irak’ın toprak bütünlüğü bizim kırmızı çizgimiz iken, bir anda ne oldu da Kuzey Irak Kürt yönetimiyle içli dışlı olduk.
Yukarı da belirttiklerim sadece 2008 ve 2009 yıllarından aklımda kalanlar.
ABD ve AB ne istiyorsa bu ülkede o oluyor.
Bu nedenle de ne ABD’ye ne de AB’ye kızmanın bir âlemi yok. Onlar haklı olarak kendi “ulusal ve bölgesel çıkarları” ne gerektiriyorsa onu yapıyorlar.
İçimizden de elde ettiklerini de istedikleri gibi kullanıyorlar.
Bizim yapacağımız bu elde edilmiş kişileri tespit edip teşhir etmek.
Bu ülkenin “liboşlarının” en büyük mutluluğu “Batılılar tarafından sırtının sıvazlanıp, övülmesidir.”
Sırtı sıvazlanıp, yanağından makas alınan “liboşlar”, nelere alet olduklarının  çoğu zaman farkında bile değildirler.
Ne iktidarın ve ne de muhalefetin ülkenin dış politikasıyla ilgili konuşurlarken hiç ağızlarından “ülke çıkarları” lafının çıktığını duydunuz mu?
Duyamazsınız, iktidara da muhalefette de verilmek istenen biçim verilmiş, artık uygun zaman ve zemin beklenmektedir.
Bu alenen oynan oyunun temelinde yatan, bölgesel şartlar oluşunca ve zamanı gelince oluşturulacak olan “Bağımsız Büyük Kürdistan”a giden yolun
 açık tutulmasıdır. Bu ABD’nin stratejik hedefidir.
Nitekim Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani de geçtiğimiz hafta Washington’daki bir düşünce kuruluşunda yaptığı konuşmada “ bir bağımsız Kürdistan kesinlikle geliyor” dedi.
Her şey gözlerimizin önünde açıkça oynanıyor, gizlisi saklısı yok. Sadece  biraz dikkatli olmak gerekiyor.   


  

3 Mayıs 2015 Pazar

SİYASAL YOZLAŞMA


Türk Hukuk literatürü içinde en eksik konulardan biri de “Parti İçi Demokrasi” dir.
Genç bir bilim adamı  Tevfik Sönmez Küçük tarafından doktora tezi konusu yapılmış ve yayınlanmıştır.Muhakkak okunması gereken bir bilimsel eser.
Bu doktora tezinden bir bölümü yaşadığımız siyasal gelişmeleri anımsattığı için okuyucularımla paylaşmak istedim.
“Siyasal Yozlaşma” başlıklı bölümde: “Toplumda demokratik kültür bilincinin , parti içi demokrasi ilkesine etkisinin yanı sıra, Türk  partilerinin iç düzen ve işleyişlerinin demokratikliğini olumsuz yönde etkileyen bir diğer faktör olarak siyasal yozlaşma olgusunun da tahlil edilmesi gerekir. Türk siyasal sistemin en önemli sorunlarından biri olan siyasal yozlaşma, en genel anlatımla siyasal karar alma mekanizmasında rol alan aktörlerin (örneğin seçmenler, politikacılar) bir takım özel menfaatler sağlamak amacıyla toplumda mevcut hukuki, dini, ahlaki ve kültürel normları ihlal edecek davranış ve eylemlerde bulunması demektir. Bu bağlamda, Türkiye’de siyasal düzeyde ortaya çıkan sorunlar çerçevesinde parti içi demokrasi ilkesinin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden birini, Türk toplumu tarafından partilerin kural olarak ekonomik menfaat sağlayan ve rant dağıtan örgütler olarak görülmesi oluşturur. Partilerin yandaşlarının desteğini sürekli kılmak üzere, onlara ekonomik yardım  ve çeşitli aracı hizmetler sağlamaları anlamına gelen parti patronajı ve siyasal kayırmacılık, Türk partilerinin iç düzen ve işleyişlerinin demokratik olmasını önlemektedir.Partilerin ekonomik menfaat dağıtan örgütler olarak değerlendirilmeleri ile birlikte bu kuruluşlar, farklı görüşlerin tartışıldığı ve halkın siyasi iradesinin oluşumuna katkıda bulunan örgütlenmeler olmaktan çıkmıştır. Diğer bir ifade ile Türkiye’de siyaset, artık bir kamu hizmeti aracı olarak algılanmamakta ve üyeler parti içi faaliyetleri çoğunlukla bir yatırım olarak görüp, bunun ekonomik karşılığını beklemektedir.” demiştir.
Bu bölüm kitapta daha uzun ama bu alıntıladığım kısım dahi içinde yaşadığımız süreci çok iyi anlatmaktadır.
Bu siyasal yozlaşmanın önüne geçmek genç bilim adamının da söylediği gibi, parti içi eğitimden geçer.
Bu parti içi eğitim üyelik aidatı kadar olmazsa olmaz bir kural olmalıdır.
Parti üyesinin niceliği değil niteliği önemlidir.
Bir partiye aidiyet duygusunu yaratan sürekli ve devamlı olarak üye aidatı ödemek olduğu gibi belirli bir eğitimden geçmeyen kişilerin parti içi seçimlerde seçme ve seçilme hakkından mahrum bırakılmada, üye ile parti arasındaki ilişkiyi güçlendirir.
Parti içi seçimlerde seçme ve seçilme hakkına sahip olabilmek için üye parti içi eğitimlere katılma arzusu duyacaktır. Bu üyenin niteliğini olumlu yönde etkileyecektir.
Türkiye’de faaliyet gösteren partilerin milyonlarla ifade edilen üyeleri vardır.
Bunların büyük bir çoğunluğunun üyesi olduğu partinin tüzüğünü ve programını okuduğu konusunda çok ciddi şüphelerim var.
Eğer aksi olsaydı, kısa vadeli siyasal çıkarlar uğruna, parti tüzük ve programına aykırı söylemde bulunan parti yöneticilerine tepki vermeleri gerekirdi.
Parti üyeleri ciddi parti içi eğitimden geçmedikleri zaman, hangi söylemin parti programına aykırı olduğunu bilemedikleri içinde tepki verememektedirler.
Parti tüzük, program ve yetkili organların aldıkları kararlara bağlı olunması parti içi disiplini sağlar.
Bu nedenle hiç kimse partisinin, tüzüğüne, programına ve yetkili organlarının aldığı kararlar aleyhine söylemde bulunamaz.
Türkiye’de tüm siyasi partiler de bir yanlış kanı yaygınlaşmıştır. O da Genel Başkanların söylemlerinin partiyi bağlayacağıdır.
Bu kural, parti genel başkanlarının, parti tüzük ve programına aykırı bir söylemde bulunabileceği anlamına gelmez.
Parti genel başkanları da partini tüzük, program ve yetkili organlarının aldığı kararlarla bağlıdırlar.
Parti genel başkanı olmak onlara, istedikleri gibi konuşma hakkı vermez. Onlarda her üye gibi program ve tüzükle bağlıdırlar.