31 Ekim 2012 Çarşamba

HALKTAN KORKAN İKTİDAR


       
Tayyip Erdoğan “eski Başbakan” olmaktan korkmaya başladı. Lafın nereye gideceğini düşünmeden, aklına gelenleri hezeyan içinde söylüyor.
Örnek o kadar çok ki, ama biz sade ikisini vereceğiz.
Başbakan bir yıl önce Milli Bayramlarımızın, böyle hipodromlarda, stadyumlarda askeri törenlerle kutlanmasını tek parti anlayışı, faşistlik olarak nitelemiş ve “bırakın halk bunu kendi istediği gibi kutlasın” gibi sözde “çok demokrat” söylemlerde bulunmuştu.
Bu yıl da tam da Başbakanın bir yıl evvel söylediklerine uygun bir şekilde, sivil toplum kuruluşları, halk büyük bir coşkuyla 29 Ekim’i  kutlama hazırlığına girişti.
Tayyip Erdoğan ve tayfası sivil toplum kuruluşlarının, halkın Cumhuriyet Bayramını bu kadar büyük bir coşkuyla kutlayabileceklerini düşünememişlerdi.
Ancak her geçen gün ülkenin dört bir yanından insanların Ankara’ya akıp, Cumhuriyetin ilan edildiği Birinci Meclis önünde buluşup, oradan Atanın huzuruna çıkmayı planlamaya başlamasından sonra,  bu insan topluluğunun milyonu aşacağı belli oldu.
Bu barışçıl kutlamadan rahatsız olan, halkın kendi demokratik gücünün farkına varmasından korkan AKP iktidarı yasak getirdi. Aynen bir yıl evvel suçladığı otoriter ülkelerde olduğu gibi.
Halbuki, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasında basın açıklaması yapmayı, Anıtkabire gitmeyi, bayram kutlaması yapmayı izne bağlayan bir hüküm de söz konusu değildir
Başbakan iyice dengesini kaybetti ve bir yıl evvel söylediklerini unuttu, “Kutlamaysa gelin Hipodromda kutlayın” dedi.
Hani öyle kutlamalar faşizandı, tek parti özentisiydi, Başbakanın hangi söylediğine inanacak bu halk.    
Yapılan barışçıl bir Cumhuriyet Bayramı kutlamasıydı, Anayasamızda, İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde ve Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar sözleşmesinde koruma altına alınmış bir toplanma hakkının kullanılmasıydı.
Ama siyasi iktidar, halktan korktuğu için bu barışçıl toplantıyı, “kışkırtıcıların olay çıkartacağına dair” istihbarat aldık, o nedenle yasakladık demek aczi yetini gösterdi.
Demokratik bir ülkede devletin görevi, vatandaşının temel bir hakkını kullanmasının önündeki bütün engelleri kaldırmaktır.
Eğer kışkırtıcılar varsa onları engellemektir devletin görevi, yoksa  vatandaşın barışçıl bir toplantısını yasaklamak değil.
İktidarın durumu, “okullar olmasaydı, maarifi ne güzel yönetirdim” diyen Maarif  nazırını anımsatıyor.
Ülkenin Başbakanı Ulus’a gelen Sivil Toplum kuruluşlarını, “yasadışı örgüt” olarak niteledi.
Bu sivil Toplum kuruluşlarından bir tanesi Kamu Yararına Dernek olan Atatürkçü Düşünce Derneğidir, bir diğeri Türkiye Gençlik Birliğidir ve diğerleri de yasalara göre kurulmuş sendika ve derneklerdir.
Bunlardan hangisi yasa dışı örgüttür, Başbakan bunu açıklamak zorundadır. Kişi ve kurumları lekelemeğe suçlamaya hakkı yoktur.
Kendi bakanı bile “kışkırtıcı bir olayın olmadığını” söylemek zorunda kaldı.
AKP iktidarı, ulusal ve uluslararası hukuka aykırı bir şeyler yapacağı zaman gizemli sözcük “istihbarat”ın arkasına sığınıyor; ya da  birileri bunlarla argo tabiriyle “kafa buluyor”. Bunların bütün istihbaratları fos çıkıyor ve alay konusu oluyorlar.
Tayyip Erdoğan “Ulusta Türk Bayrakları ile yürümek önemli değil, Hakkari de yürüsene” diye bilecek kadar dengesini yitirmiştir.
Eğer bu ülkede Türk Bayrağı ile yürünemeyecek bir yer varsa, bunun hesabını vermesi gereken kişi Başbakandır.
On yıldır iktidardasın artık kimseyi suçlayacak durumda değilsin.
Ama artık halk uyandı, kömürle, makarnayla kandırabileceklerinin dışında, kendi günlük çıkarlarından önce ülkesinin menfaatlerini düşünen milyonlar uyandı.
Başbakanı asıl korkutan, dengesini bozan,  artık kurtarıcı beklemekten vaz geçip, demokratik haklarını kullanarak kendini kurtarmaya karar veren, Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkan büyük halk  kitlelerdir.
Başbakan ve şürekâsı halkın demokratik tepkisinden korkuyorlar.
Eski Başbakanlar onurlarıyla yaşarlar, tabii  hesap vermekten korkmuyorlarsa. Ama verilemeyecek hesabı olan Başbakan olmak hakikaten çok zor ve ürkütücüdür.
İktidar ve özellikle de Tayyip Erdoğan eski olmaktan korkmaya başladı.






28 Ekim 2012 Pazar

SUÇLU KİM


                     
Son yıllarda ülkemizde Dünyada eşine ender rastlanan bir aydın ihaneti yaşanmaktadır.
Kendini aydın diye niteleyen, her hangi bir şekilde elde edilmiş, isminin önünde  “Prof. Dr”, “gazeteci” yazan bir grup, ülkede olan bütün olumsuzluklardan muhalefeti sorumlu tutuyor.
Halkçı, devrimci ve laiklik niteliğini yitirmiş bir muhalefet bile ne yaparsa, Baasçı, İttihatçı, derin devletçi ve hatta Atatürkçü olmakla suçlanıyor.
Dünya’nın hiçbir demokratik ülkesinde olumsuzlukların sorumlusu muhalefet gösterilemez.
Ayrıca Dünyanın hiçbir yerinde  Devletin kurucuları bu kadar çirkin itham edilemez. Siz hiç ABD de Lincoln’e, İngiltere’de Churchill’e ve Fransa’da Charles de Gaulle bizdeki gibi haksız ve yalan yere hakaret edildiğini gördünüz mü?
Muhalefet Irak’ın işgaline karşı çıkınca,  itham ederler, ama bu arada milyonlarca insanın öldürülmesine, kadının, kızın ırzına geçilmesine seslerini bile çıkarmazlar/çıkaramazlar, zira Irak’ta ABD’nin dedikleri olmuş ve Irak bölünmüştür.
Kuzey Irak’ta Özerk Kürdistan kurulmuş, aynı oyun Suriye’de de oynanmak istenirken  Türkiye’de adım adım bölünmeye gitmektedir, bu onları çok fazla ırgalamaz, zira mühim olan ağa babalarının isteğinin adım adım gerçekleşmesidir.
Saldırırlar, aşağılamaya çalışırlar ülkenin bölünmez bütünlüğünden yana olanları, Atatürkçüleri küçümserler, çünkü bunların varlığı devşirilmiş, elde edilmiş aydınları rahatsız eder.
Aslında bu rahatsızlık değil, çok ciddi bir korkudur.Ya Türk halkı bir gün bu yapılanların ihanet olduğunu anlarda “suratımıza tükürürse” korkusu.
Mütareke döneminde de bunlardan vardı, millet bunların önce suratlarına tükürdü, tükürdü ama, o beğenmediğiniz o hep  ceberut olmakla suçladığınız devlet, suçların şahsiliği ilkesine saygı gösterip çoluğunun çocuğunun önünü tıkamadı.
Büyük elçi yaptı. Hem de kimin zamanında, elbirliği ile  katil ilan etmeğe çalıştığınız İsmet Paşa  zamanında, zira o zaman kişinin kim ve kimden olduğu değil liyakat önemliydi.
Dünyanın hangi uygar ülkesinde hakkında kesinleşmiş mahkeme kararı bulunmayan insanları sırf ulusalcı ve Atatürkçü oldukları için  vicdanlarda mahkum etmeye çalışan aydın olur.
Yapılan hukuksuzluklar ayyuka çıkmışken, yargılananlara duydukları kin ve nefret duygularından ötürü hukuksuzluğa tepki vermeyen, tam aksine buna alkış tutan insana aydın denebilir mi?
Bunlar zamanın da aydın sorumluluğunu üstlenip yapılan haksızlıklara tepki veremezler, her gelenin önünde diz çökmekten dizleri nasır tutmuş bu zavallılar, özgürlükler ucuzlayınca kahraman kesilirler
Bir zamanlar patronlarına  baskı yapıldığı için işten atıldığını, susturulduğunu iddia edenler, bugün Tayyip Erdoğan’ın sevmediği, kızdığı hadi bir adım daha ileri gidip söyleyelim, yasak koyduğu insanlara sütunlarında veya ekranlarında yer veriyorlar mı?
Türkiye’nin en büyük şansızlığı aydının veya kendini aydın diye topluma sunanların ihanetine uğramış olmasıdır.
Köyünde, kasabasında, şehrinde işinde gücünde olan, ekmek kavgası veren bu insanlar bu ülkeye nasıl ihanet edecekler, elbette etmeyecekler. Bu ülkeye asıl ihaneti, okumuş ama aydınlanmamış, ufak menfaatler karşılığı elde edilebilen  beyinler ederler.
Bu ülkede kindar bir nesil yetiştirmek, dış politikadaki, ekonomideki ortada olan olumsuzluklar, önünde diz çöktükleri, biat ettikleri siyasi iktidarın yanlışlarıdır.
 Bu yanlışları hiç dile getirebilirler mi?
Yoook canım hadlerine mi düşmüş.
 İktidardan  şikayet etmeye ancak kendilerine dokunulduğu veya dokunulma ihtimali olduğu zaman başlarlar, onu da açıkça söyleyemezler, ağızlarının  içinde gevelerler.
Bu ülkede yaşanan olumsuzlukların en büyük müsebbibi toplumuna ihanet eden aydınıdır.
Evvelce de yazmıştım bu ülkenin aydın sorunu vardır.
Ama birde bu ülkenin halkçılık, devrimcilik ve laiklik niteliğini yitirmiş, yukarıda saydıklarımızdan bir kısmını da içine almış muhalefet sorunu vardır.

24 Ekim 2012 Çarşamba

BUGÜN BAYRAM



Bugün Bayram. Bütün semavi dinler, iyiliği, dostluğu, kardeşliği, dayanışmayı öğütler. İşte bugün kutlamaya başladığımız Kurban Bayramı da, kırgınlıkların unutulduğu küslerin barıştığı, dayanışmanın en üst noktada olması gereken  günlerdendir
Ama maalesef ülkemizde kırgınlıkların, ayrılıkların, düşmanlığın körüklendiği bir  dönem yaşıyoruz.
Bu ülkenin Atatürkçüleri, aydınları, gazetecileri zindanlarda, sevdiklerinden, yakınlarında uzakta bugünleri yaşayacaklar.
Bütün dinler adil olmayı  öğütlerler.
Haksız ve hukuksuz olarak, kamu vicdanını kanatan kararlar sonrasında, Silivri, Hasdal, Metris zindanlarında çürümeye terk edilmiş aydınlarımızın Kurban Bayramlarını kutluyorum.
Atatürk’e, İsmet Paşa’ya katil diyen, biz ulusalcılara “geri zekalı” demek cesaretini gösteren onursuzlara bile iyi bayramlar diliyorum.
Tüm halkımızın Kurban Bayramını en içten duygularımla kutluyorum.
Bu dört günün sonunda kutlamak istediğimiz ama, siyasi iktidarın bir halk tepkisinden korktuğu için kutlamamızı engellemeye çalıştığı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımızı da en içten  duygularımla kutluyorum.
Bu 29 Ekim büyük bir şans eseri Kurban Bayramının bitimine geldi.Böylelikle de 29 Ekim’i halkın kutlamasından korkanlara bir şeyi hatırlatma imkânını da bize verdi.
Bu 29 Ekimi bize sağlayanlar Cumhuriyeti bize armağan etmeselerdi, yasakçılar  Kurban Bayramını elbette kutlayabilirlerdi de ama hangi devletin ikinci sınıf tebaası olarak kutlayacakları bilinmezdi.
Ama tabii bunu anlayabilmek, algılayabilmek ortaçağın karanlıklarından kurtulmuş işleyen bir beyin gerektirir.
O beyne sahip olanlar zaten bunun idraki içindeler.
         Bütün bu duygularla halkımızın  gerek  Kurban Bayramını ve gerekse 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını kutluyorum.
Bu vesile ile bize bağımsız, özgür bir ülkenin onurlu vatandaşları olarak yaşama fırsatını bize veren başta ulu önder Büyük Atatürk ve onun tüm silah ve mücadele arkadaşlarının aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum.
Selamlar olsun zindanlarda fizik yalnızlığa terk edilmiş ama milletin kalplerinde yer bulan aydınlara.



21 Ekim 2012 Pazar

DIŞ POLİTİKA CİDDİ BİR İŞTİR



Başbakan ve onun Hariciye Nazırı derinliği kendinden menkul Davutoğlu Suriye konusunda neler söylüyorlardı neler.
Esad gitti gidiyor,sayılı günleri var.Üç, beş gün sonra devrilecek seçimle veya seçimsiz Esadsız, bassız bir iktidar kurulacak gibi….
Bunun bir ham hayal olduğu, Tayyip bey, Davutoğlu birlikteliğinin Suudi Arabistan ve Katar çizgisindeki  Suriye Politikası, bırakın Rusya ve İran ile örtüşmeyi, Esad sonrası için ABD’nin istekleriylee bile örtüşmediği ortaya çıktı.
Bizimkilerin Esad sonrası beklenti ve arzuları, Sünni bir yönetim altında  azınlık haklarının  güvence altına alındığı bir düzendi.
ABD ise, söylemde Kürtler dahil hiçbir etnik, dinsel veya mezhepsel grubu dışlamayan daha çoğulcu,ama asıl olan özerk Kürt bölgesinin oluşmasını sağlayacak  bir yapının oluşturulmasını istiyor.
Baktığınız zaman Türkiye ile ABD arasında ciddi  bir görüş farkı olduğu ortaya çıkıyor.
ABD için İsrail ne kadar önemli ise Rusya için de Suriye’nin o kadar önemli olduğunu düşünemeyen Tayyip Erdoğan ve Hariciye Nazırı İran Devlet Başkanı Ahmedinejad’ın önerisi üstüne İran ile konuşabileceklerini, bu görüşmelere,  Rusya ve Mısır’ın da katılabileceğini söylemeye başladılar.
Bu dahi dünyayı hiç tanımadıklarını, diplomasiyi bilmediklerini ortaya koyuyor. BM Güvenlik Konseyi üyesi Rusya niye bizimle gerçek bir müzakereye otursun. Böyle bir müzakere ihtiyacı duyarsa bunu ABD ile yapar çünkü Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu’nun onun sözünden çıkamayacaklarını bilir. Onun içinde bu konuda Türkiye ile derinliğine bir müzakere yapmaz.
İran ise diplomasiyi, hedefsiz  müzakereleri kendi yararına zaman kazanmak için kullandığı,  olayları soğutmaya çalıştığı bilinen bir gerçektir.
Rusya ve İran’la Suriye konusunu konuşmaya başlamayı kabul etmek, artık Tayyip Erdoğan’ın da Davutoğlu’nun da Suriye politikasında değişiklik yapmak zorunda olduklarını anladıklarını ortaya koymaktadır.
Rusya ve İran’ın ve asıl özellikle de Rusya’nın, Esad’ın devrilip Baas rejiminin Suriye’nin omurgası olmasından çıkmasını kabul edeceğini hayal bile etmek mümkün değildir.
Türkiye bu gerçek karşısında Suriye’de Esad’ın yani Baas rejiminin yıkılacağı tezinden vaz geçmiş ki, bu konuyu Rusya ve İran ile konuşmayı kabul etmiştir.
Aslında hükümetin bu kabul noktasına gelmesinin sebebi, kendisini Suriye bataklığına itenlerin arkasından durmayıp onu yapayalnız bırakmasıdır.
Zira; daha bundan bir ay önce Davutoğlu, yüz bin mültecinin kritik eşik olduğunu, bunun aşılması halinde eşik aşılırsa, güvenlik koridoru dahil, çeşitli önlemlerin alınabileceğini açıklamıştı
Devlet  bu eşiğin aşıldığını  daha beş altı gün evvel resmen kendisi açıkladı.
Hani o alınabilecek, güvenlik koridoru dahil önlemler nerde?
Nerde olacak gene burada.
Daha fazla mülteci için hazırlık yapmak.
Bu yüzbin kişi, tabii sadece geçici sığınmacı statüsüyle gelenler, ya birde o batı basınına göre pasaportuyla yasal yollardan gelip Hatay, Gaziantep, Kilis gibi şehirlerimize yerleşip ekonomiyi alt üst eden kırkbin kişi.
Türkiye böyle güvenlik tedbirleri alabilecek durumda değil. Bunu yapmak için kişilikli, omurgalı dış politika yürütmek gerekir.
Önce halkından bir şey saklamayacaksın, ona gerçekleri söyleyeceksin.
BM ve NATO kararlarıyla, hükümetin ve bir kısım medyanın yazdığı gibi, Türkiye’ye büyük destek falan vermediğini itiraf edeceksin.
BM Güvenlik Konseyi bir karar (resolutıon) almadı. Bir “Başkanlık açıklaması” da yayınlamayarak, kurumsal olarak kendini bağlayacak bir adım atmadı.
Peki Ne yaptı?
4 Ekim günü bir basın toplantısı yaparak, Güvenlik Konseyini bağlamayan çok zayıf bir adım atarak, taraflara, yani Türkiye dahil herkese  “itidal” çağrısında bulundu.
NATO’nun açıklaması da aynı mahiyette, Türkiye’ye bir silahlı saldırı olduğunu söylemeden, 5 . maddeyi yani silahlı yardım yapacağını söylemeden ve hatta ima bile etmeden geçiştiriyor.
Tabi böyle yapayalnız kalınca frene basıp viraj alırsın.
Dış politika çok ciddi bir iştir, Tayyip bey veya Davutoğlu’nun bilgi birikimiyle götürülebilecek bir iş değildir, asarız keseriz diyerek yapılmaz.
Kıbrıs harekatı sırasındaki CHP iktidarının yaptığı gibi, yapıyorum der ve yaparsın. Omurgalı olursun.   

17 Ekim 2012 Çarşamba

SURİYE OLAYI VE KAOS TEHLİKESİ



Suriye krizinin geldiği son noktada Türkiye kendi hava  sahasını transit geçiş için kullanan  önce bir Suriye uçağını arkasından da bir Ermenistan uçağını indirdi ve aradı.
Bu yapılanlar kalın çizgileriyle uluslararası hukuka uygun görülebilir, ancak sanki biraz keyfilik var gibi geliyor. Olaylar demokratik bir ülkede  cereyan etmesi gerektiği gibi şeffaf bir şekilde yaşanmamaktadır.
Türkiye’nin de imzalayarak taraf olduğu 1944 tarihli  “Uluslararası Sivil Havacılık Sözleşmesi” nin (Chicago sözleşmesi) 35. Maddesi Uluslararası sivil hava taşımacılığı yapan uçakların, savaş mühimmatı ve savaş malzemesi taşıyamayacaklarını söyler.
Anlaşmaya taraf olan devletler, sözleşmenin 35. Maddesinin amaçlarına uygun olarak, nelerin savaş mühimmatı ve savaş malzemesi olduğunu çıkaracakları kendi ulusal mevzuatlarıyla belirleyeceklerdir.
Bu belirlemeler keyfi olmayıp, Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı’nın (ICAO) zaman zaman yapacağı tavsiyelerde göz önüne alınarak düzenlenecektir.
Şimdi Türkiye böyle bir milli mevzuat düzenlemesi yapıp bunun bildirimi yapılmış mıdır?
Bildirim, hukuksal sonuçlar doğuracak nitelikteki belli bir olayı, bir durumu, bir eylemi ya da belgeyi üçüncü kişilerin, devletlerin bilgisine resmen sunma işlemidir.
Türkiye böyle bir iç mevzuat düzenlemesi yapmış mıdır? Eğer yapmış ise, bunu hangi tarihte yapmış ve üçüncü devletlerin bilgisine sunmuş mudur?
Rus uçağında bulunan malzemeler bizim iç hukuk düzenlememizde yasaklanan malzemelerden midir?
Böyle bir bilgilendirme işlemi yapılmış ve hava sahamızı kullanan Ruslar kendilerine de bildirilmiş olan iç mevzuatımıza göre hava sahamızdan sivil uçaklarla taşınması yasak olan malzemeyi taşımışsa, Chicago Sözleşmesi’ne aykırı davranmıştır   
O zaman  Türkiye’nin  Rusya’ya sert bir nota vermesi gerekmez miydi?
Uçakta bulunan malzemelerin listesi ile bizim kendi mevzuatımızla taşınması yasaklanan malzemelerin listesi yan yana yayınlanarak, uçağın niçin indirilip arandığı kamuoyuna açıklanır ve böylece demokratik bir ülkede olması gereken şeffaflık sağlanır, kamuoyu desteği de sağlanırdı.
Ama Hariciye Nazırı derinliği kendinden menkul Davutoğlu kimseyi bilgilendirmek ihtiyacı duymamaktadır.
Uçakların indirilmeye başlandığı andan itibaren, kamuoyuna böyle bir açıklama yapılmadığı için uçak indirme eylemlerinin keyfi olup olmadığı toplum tarafından anlaşılamamaktadır.
Suriye ile aramızda bir ilan edilmiş bir savaş hali yok iken ve ayrıca BM’nin Suriye’ye karşı aldığı bir yaptırım kararı da bulunmazken, yapılan işlem keyfilik taşımıyor mu? En azında bu görüntüyü vermiyor mu?
Kendisini Ortadoğu’nun patronu zanneden iki siyasetçimiz yüzünden, Suriye hava sahasını Türk uçaklarına kapattı. Bu yüzden  THY Ortadoğu ülkelerine yaptığı her sefer başına 1500 dolarlık fazla jet yakıtı kullanmaya başladı.
Türkiye’nin Suriye krizi nedeniyle ekonomik kaybının yıllık 20-25 milyar dolar olduğunu geçtiğimiz haftalarda yazmıştık.
Asıl büyük tehlike, Güneydoğumuzda yaşanan kontrolümüz dışına çıkmış olaylardır.
Batı basınında, en son olarak da New York Time’da , Suudi Arabistan ve Katar’ın Suriyeli muhaliflere  sağladıkları silahların katı İslamcı örgütlerin eline geçmesi üzerine bundan rahatsızlık duyan ABD’nin tedbir almaya çalıştığı, CİA Başkanı’nın geçen ay Türkiye’ye yaptığı ziyaretinin sebebinin bu olduğu ve ajanlarını da Türkiye Suriye hududuna gönderdiği yazılıyor.
Bazı karanlık tiplerin bu bölgede kaçak silah ticareti de yapmaya başladıkları gene batı basınında yer almaktadır.
Türkiye, Suriye olayına bakarken ABD İsrail’e nasıl bakıyorsa, Rusya’nın da İsrail’e öyle baktığını göz ardı etmeden serin kanlı düşünmek zorundadır.
Bugüne kadar uçakta çıkan malzemelerin listesi bir türlü açıklanamamaktadır. Bu durum  Uludere de olduğu gibi kamuoyunu yine yanlış bilgilendirilerek bir oyuna getirildiği düşüncesi yaygınlaştırmaktadır.
Yapılan bu yanlışlıklardan ötürü Suriye ile ilişkilerin sertleşmesine ve bu arada daha da tehlikelisi, hudutlarımızda kontrolden çıkan bu olayların bir iç kaos yaratmaya neden olacağı göz ardı edilmemelidir.
 


14 Ekim 2012 Pazar

REFERANDUM



Yerel seçimlerin öne alınmasına ilişkin Anayasa değişikliği teklifi TBMM Genel Kurulundan referandum aralığında geçti.
Nedir referandum aralığı?
Referandum aralığı, Anayasamızın 175. Maddesinin 4.fıkrasına göre, Anayasa değişikliklerinin  meclis üye tam sayısının en az beşte üçü olan 330 kabul oyu ile veya üçte ikisi olan 367 den  az oyla kabul edilmesi durumudur.
Eğer Anayasa değişikliği bu 330-366 aralığında bir oyla kabul edilirse, bu Anayasa değişikliği hakkındaki kanunu Cumhurbaşkanı tekrar görüşülmek üzere Meclise iade etmez ise, halk oyuna sunulmak üzere Resmi gazetede yayınlanır.
Daha açık bir anlatımla Anayasa değişikliği 330 ila 366 kabul oyları ile meclisten geçmiş ise bu Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girip girmeyeceğine Halk oylaması ile karar verilir.
Yerel Seçimlerin öne alınmasına ilişkin  Kanun TBMM’den  geçmiş ama uygulanabilir hale gelebilmesi için, Cumhurbaşkanı bir daha görüşülmek üzere TBMM’ye  iade etmediği takdirde, halk oylamasına katılanların yarısından bir fazlasının  “evet” oyu  vermesi gerekmektedir.
Anayasa değişikliği yapılmış ama , yürürlüğe girip girmeyeceğine seçmenler karar verecektir.
Eğer halk oylamasında “Evet” oyu çıkarsa yasa yürürlüğe girecek ve yerel seçimler 2013 yılının son Pazar günü olan 27 Ekim de yani yapılması gereken süreden beş ay önce yapılacaktır.
Muhalefet partilerinin seçimin erkene alınmasına bir itirazları olamaz, aksi sandıktan kaçmak gibi demokrasilerde izahı ve savunulması mümkün olmayan bir durum ortaya çıkar.
Ancak  Geçici 20. Madde olarak getirilen bu değişikliğin birinci maddesinin ikinci fıkrasında “Seçim Kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde  uygulanmaz” hükmünün 27 Ekimde yapılması düşünülen Yerel Yönetimler seçimlerinde uygulanmayacak olmasıdır.
Böylelikle AKP bu Anayasa değişikliği  referanduma da götürülüp Aralık ayında yapılacak halk oylamasında kabul edilse de bu tarihten bir yıl evvelinden yani 27 Ekim 2012 tarihinden sonra da Yerel yönetimlerle ilgili her türlü yasa değişikliğini işine geldiği şekilde yapıp 2013 te yapılacak yerel seçimlerde uygulayabilecektir.
Gerek seçimlerin öne alınmasına ilişkin birinci fıkra ve asıl önemli olan son bir yıl içinde yapılacak değişikliklerin uygulanması yasağını getiren 2. Fıkrası ayrı ayrı maddeler halinde getirilmeyerek bu hukuksuzluğa tepki verecek hukukun üstünlüğüne inan namuslu milletvekillerinin de hareket kabiliyetleri kısıtlanmış oldu.     
Muhalefet partilerinin karşı çıkması gereken asıl önemli noktanın bu olması gerekirdi.
Anayasanın 67. Maddesinin son fıkrasına 2001 yılında AB’ye uyum çerçevesinde yapılan bu değişiklik, her seçimden evvel siyasi iktidarların seçim kanunlarında işine gelen değişiklikleri yapmasını engellemek için getirilmiş bir düzenlemedir.
Hatırlanacağı üzere, merhum Turgut Özal Başbakanlığı döneminde, bazı illerin birden fazla seçim bölgelerine ayrılması için hem de Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’nı makamına çağırarak seçim bölgelerini kendince partisinin işine gelecek şekilde düzenlemişti.
İşte bu çirkinlikler yaşanmasın diye bu anayasa değişikliği 2001 de demokratikleşme adına yapılmıştı.
Yani şimdi yapılan “Anayasa’yı bir kere delmekten bir şey olmaz” mantığının tekrar hayata geçirilmesidir.
Maalesef bu anayasa delinmesi işlemine MHP de ortak olmaktadır.
Eğer MHP bu değişiklik önergesine imzaları ile destek vermeseydi, AKP en azından hem yerel Seçimleri öne alıp hem de bu değişikliği bir arada yapamazdı.
AKP, ABD ve AB’nin isteği olan  otoriter tek parti hedefine, önünü arkasını okumaktan aciz  böyle muhalefet partileri var oldukça  çok rahat kavuşur. 

10 Ekim 2012 Çarşamba

ULUSAL ONUR ULUSAL ÇIKAR




Türkiye dış politikasını dost (!) ülkelerin siyasal çıkar ve hedeflerini gerçekleştirmek için yaptıkları telkin ve baskılara göre değil, kendi ülkesinin refahı ve halkının gönenci için oluşturmalıdır.
Türkiye, on yıllık AKP iktidarı döneminde böyle davranmamış, tam aksine orta doğu ve Suriye politikalarını oluştururken, kendi çıkarlarını korumak yerine ABD’ninkileri korumaya çalışmıştır.
ABD’nin, demokrasi getirme yalanı altında, yönetimlerini değiştirmek istediği yedi ülkeden üçü olan İran, Irak ve Libya orta doğunun en büyük petrol ihracatçısı olan ülkelerdir.
ABD yönetimi, Ortadoğu petrollerine, kendi halkının mutluluğu için muhtaçtır. Bugün için ABD, tükettiği petrolün yarısına yakınını ithal etmektedir. 2025 yılına kadarda bu payın %70 lere yaklaşacağı hesaplanmaktadır.
Sadece bu anlatım bile, bu yedi ülkeye demokrasi getireceğiz söylemlerinin basit birer kandırmaca olduğunu ortaya koymaktadır.
Suriye petrol ihracatçısı bir ülke olmamakla beraber bölünmesi ve kuzey Suriye’de  kuzey Irakla bütünleşmiş bir Kürt bölgesinin oluşması ile Musul ve Kerkük petrollerinin Türkiye’ye muhtaç olmadan Akdeniz’e,  dolayısıyla Hayfa limanına kadar ulaşması sağlanmış ve ABD’nin buradan çekeceği petrol güvence altına alınmış olacaktır.
Ülkeler dış politikalarını, ABD örneğinde olduğu gibi, kendi ekonomik ve siyasi çıkarları üstüne planlarlar.
Dış politika planlaması böyle yapılması gerekirken, Türkiye ne yapmaktadır?
 Kendi halkının mutluluğunu hiçe saymış, ABD’nin tetikçiliğine soyunmuştur.
ABD öyle istiyor diye, ne idiğü belirsiz, mensuplarının büyük çoğunluğu başka ülkelerden gelmiş olan Özgür Suriye Ordusu’na, dış politikamızın temelini oluşturan “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkemizi çiğneyerek destek sağlamış ve böylece  ebedi bir komşumuzla, ebedi düşmanlık yaratmıştır.
Çukurova Üniversitesi öğretim üyelerinden Zirai Ekonomi Profesörü dostum Prof. Dr. Oktay Gürsoy hükümetin Suriye politikasının  ülkemizin  ekonomik çıkarlarına nasıl zarar verdiğini  anlatan bir mektup gönderdi.
Bir kısmını aynen alıyorum.
“….Suriye krizinin her geçen gün Suriye sınırı ve yakını illerin ekonomilerini çökerttiğini bu kayıpların ülke ekonomisini de çok olumsuz etkilediği açıkça ortadır.
Rakam tartışılabilinir, ancak bana göre ülkemizin yıllık kaybı 20-25 milyar doları bulacak durumdadır. Öncelikle Suriye ve Türkiye arasında kriz öncesi ekonomi bahar havası içinde Suriye’nin ülkemizden ithalatı, diğer Arap Yarım Adası ülkelerine yapılan transit ihracat, turizm, inşaat ihaleleri, sınai ve diğer ortak yatırımlar iş olanakları, sınır ticareti, taşımacılık dikkate alınmalıdır.
Örneğin, şu günlerde narenciye hasadı başlamıştır ve çiftçi kan ağlamaktadır.
2005 yılından beri portakal 30 kuruş düzeyinde fiyat bulmaktadır ve bugünde aynı fiyat verilmektedir. Ne var ki mazot, ilaç, gübre fiyatları en az %60 artiş sergilemiş ve bu geçen yedi yıl içinde enflasyon reel anlamda 2005 yılına göre %100 artmıştır.
Bu durum bölgede yetişen tüm ürünler için geçerlidir ve olan çiftçiye olmaktadır.
Aynı biçimde sınır illerinde Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlı Urfa, Mardin illerinde pek çok sanayi, ticari ve hizmet sektörü firması kapanmış veya kapanma noktasına gelmiştir.
Bir diğer örnek ise Suriye de  üç oteli olan bir otel zinciri de bunları kapatmak zorunda kalmıştır.
Daha yüzlerce örnek verilebilinir.
Sadece Suriye ile değil yaklaşık olarak 22 Arap ülkesi ile olumsuz hava teneffüs edilmektedir. Ne olursa olsun Arap ülkelerinde gizli bir Arap milliyetçiliği vardır ve ilk bakışta görünmeyen bu duygular savaş durumunda çok belirgin olarak ortaya çıkacak ve o zaman ekonomik kayıplar daha da büyüyecektir.” Diyor Sayın Gürsoy.
Türkiye, böyle aklıselim sahibi insanları değil, kendisini Pargalı İbrahim zanneden Hariciye Nazırı Davutoğlu’nun çizdiği yol haritasıyla, tarafsızlığını korumak yerine, kendisi için tehlikeli bir bataklık olan Suriye işine bulaştırılmıştır.
Türkiye’nin ulusal onuru, kimseye tetikçilik yapmadan, tarafsız kalarak Suriye bataklığına bulaşmadan korunabilirdi, maalesef bu yapılmadı. Ulusal çıkarı ise, en az ABD yöneticileri kadar halkının mutluluğunu düşünerek sağlanabilirdi, bu da yapılmadı, ABD halkının mutluluğu, Türk Halkının mutluluğundan daha üstün tutuldu.   






7 Ekim 2012 Pazar

SURİYE BATAKLIĞI



Başbakan, “Akçakale’de yaşanan olayı bir ülkede yaşanan çatışmanın sınır ötesini de etkilemesi gibi sıradan hadise olarak telakki edemeyiz. Ulusal güvenliğimize yönelik bu saldırıya, bu provokasyona, hemen akabinde misliyle karşılık verilmiş, belirli hedeflerin vurulması yoluna gidilmiştir” demiştir.
Bu ifade karşısında bazı soruları cevaplamak gerekmektedir.
Türkiye Suriye ilişkileri Sayın Ahmet Necdet Sezer’in Suriye ziyaretiyle başlayarak düzelmiş ve hatta AKP İktidarı döneminde de nerdeyse vıcık vıcık bir ilişkiye dönüşmüştür.
Aile boyu ziyaretler, Esad’ın karısı ve akrabalarıyla ege sahillerinde yat gezileri, ortak bakanlar kurulu gibi.
Esad, ABD’nin kendisine önerdiği füze kalkanı kurma teklifini red etmeseydi, Tayyip bey Suriye’de insan hakları ihlalleri olduğunu dile getirebilecek miydi?
ABD istemese Özgür Suriye Ordusu denen ne idiği belirsiz güruha kucak açar mıydı?
Onlara silah mühimmat ve lojistik destek verir miydi?
O güruhun üst olarak bu ülkenin topraklarını kullanmasına izin verir miydi?
Ulusal güvenliğimiz tehlikeye sokan bu girişimlerin üstüne tuz biber ekercesine, “geçici sığınmacı” kamplarından Suriye topraklarına çatışmaya gidip gelen sığınmacı kisvesi altındaki teröristlere bu serbestîyi tanır mıydı?
Eğer sığınmacılara gerçekten insani yardım yapılmak istense, onları çatışmalardan uzak tutmak için,  o kampların daha iç bölgelere yapılması gerekmez miydi?
Ama amaç insani yardımın çok ötesinde, içinde Suriye vatandaşı olmayan, paralı askerler, CİA tetikçilerini de bulunduran Özgür Suriye Ordusunun üst olarak kullandırılması olduğu için, o kamplar şimdi bulundukları yerlere kurdurulmuştur.
120 bin sığınmacıyı bu ülkeye yerleştiren Tayyip Erdoğan, çatışmanın en yoğun yaşandığı sıfır noktasındaki Akçakale’yi boşaltmayı düşünmeyerek o beş insanımızın ölümünün tek sorumlusudur.
Yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü, bir komşu ülke ile Türkiye savaşma noktasına gelmiştir.
Ulusal güvenliğimizi tehlikeye düşüren Tayyip Erdoğan ve kendisini Osmanlı’nın Hariciye Nazırı  zanneden derinliği kendinden menkul Ahmet Davutoğludur.
Bu nedenle Yüce Divanda hesap vermelidirler.
Türkiye bu denli ABD hesabına tetikçilik yaparken, gerek NATO’dan ve gerekse de BM’den beklediği desteği  görememiştir.
Türkiye ABD’nin tetikçiliğine soyunurken iki, ama çok önemli iki noktayı gözden kaçırmıştır. Oda Orta Doğu’nun Ruslar için ne kadar önemli olduğu gerçeği ve enerji bağımlılığımızdır.
İlk olarak, Eski Varşova Paktı ve Balkan ülkelerini AB’ye kaptırmış olması,  Asya Pasifikte Japonya ve Çinin daha ağırlıklı hale gelmeleri Rusya’nın hareket alanını daraltması nedeniyle şimdi kendisi için en önemli bölge Kafkaslar ve Ortadoğu haline gelmiştir. 
Ayrıca deniz üssü nünde bulunduğu Suriye’yi desteklemekten vaz geçmesi de düşünülemez?
İkinci olarak, enerji konusunda, doğal gaza olan bağımlılığımız sadece ısınma konusunda değildir.Aynı zamanda elektrik üretiminin %33 ü de doğalgaz santrallerinden elde edildiği için Rusya ve İran’ın tepkilerini göz ardı edemezsiniz.
O zamanda iki şey düşünülür, Tayyip Erdoğan ve arkadaşları ya bunları bile göremeyecek kadar dış politika cahilidirler , ya da iç politikada dibe vurdukları için,  bir dış politika macerasıyla  bunun üstüne şal örtmeğe çalışmaktadırlar.
Bir şeyi unutmamız gerekiyor, sonsuza dek aynı bölgede yaşayacağımız ve aramızdaki sorunlar asgariye inmiş bir Suriye’den  yine bir ebedi düşman yarattık.
Geriye dostunuz diye, El Kaide,Taleban, Müslüman kardeşler kaldı.CİA tetikçilerini saymıyorum onlar bugün burada yarın Kuzey Irak’ta PKK’nın eğitimine katkı verirler veya lejyonerliğine soyunurlar.
Ulusal güvenliğimizin üstüne titrediklerini söyleyen Tayyip bey ve arkadaşlarına; Kandilden yönetilen, içerdeki siyasi destekçilerinden de destek alan terör örgütü, iç güvenliğimizi hiç mi tehdit etmiyor, diye sormak gerekiyor.

3 Ekim 2012 Çarşamba

ADIM ADIM BÜYÜK KÜRDİSTAN



Bu sütunlarda defalarca Türkiye’nin Güneydoğu hududunda ilk önce Irak ve Suriye’den ve devam edecek süreçte de Türkiye ve İran’dan koparılacak toprak parçaları ile büyük Kürdistan’ın kurulmak istendiğini, bunun sadece İsrail ve ABD’nin işine yarayacağını yazmıştık.
Son gelişmeler bu yazdıklarımızı doğrular mahiyette.
Kuzey Irak’ta bir Kürt Özerk bölgesi zaten kuruldu, tam bir bağımsız devlet gibi davranıyor, Irak Merkezi Yönetimi’nin itirazlarına rağmen başta Türkiye olmak üzere bir kısım ülkelerle  petrol anlaşmaları imzalıyor.
Türkiye’nin bu yanlış tutumu Irak Merkezi Yönetimi’nin de Türkiye karşıtı tutum takınmasına neden oluyor.
Bu arada Ankara kulislerinde dolaşan söylentilere göre, Neçirvan Barzani’nin Mayıs ayı ortalarında yaptığı Türkiye ziyareti sırasında, Türkiye ile Kuzey Irak Kürt Yönetimi arasında bir “Protokol” imzalandığı, bu protokole göre, ileri bir tarihte Kuzey Irak Kürt Yönetimi bağımsızlığını ilan ederse, Türkiye,  Musul ve Kerkük  petrollerinden verilecek bir pay karşılığında, kırmızı çizgisi olmasına rağmen, buna sessiz kalmayı taahhüt edecekmiş.
Hatta Barzani Türkiye ile bir federasyon oluşturmayı talep ediyormuş.
Önce iktidarın böyle bir protokol yapılıp yapılmadığını Türk Milletine açıklaması gerekir.
Böyle bir oluşum ilk etapta insanın kulağına hoş gelebilir, Musul ve  Kerkük Petrollerinden alınacak pay Türkiye’nin petrole ödediği faturayı hafifletebilir, ayrıca federasyon ülke sınırlarını genişlemesi anlamına gelir.
Artık sağır sultanın bildiği bir gerçeği, yani güneyimizde yani Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt Devletinin kurulmasının, Türkiye’nin toprak bütünlüğü açısından büyük bir tehdit oluşturacağı gibi, bir federasyon oluşumu da Lozan’ın delinmesi olacağını bilmemiz gerekiyor
Federatif birliği bir defa kabul edip birleşmeyi bir kere kabul ederseniz o federatif yapı içindekilerin  zamanı geldiğinde nereleri alıp ayrılacakları bilinemeyeceği  gibi, katılmaya evet dedikten sonra self determinasyon yoluyla da ayrılmaya hayır diyemezsiniz.
Türk basının da pek yazılmamasına rağmen batı basının da yer, zaman  ve tanık göstermek kaydıyla  yer alan,  Türkiye’nin isyancılara, silah gönderildiği iddiaları çok endişe vericidir.
 “Büyük Kürdistan”  hayalini kuranların ekmeğine yağ sürercesine Suriye’yi parçalanmaya götüren isyan sırasında, Türkiye’nin  insan kaçıran, sorgusuz sualsiz insanları öldüren, insan haklarını ihlal eden muhalif güçleri  bu şekilde desteklemesi, Suriye’nin bölünmesine yardımcı olmaktır.
Ama Türkiye bu yanlışı yaparken, bir noktayı gözden kaçırmaktadır. 28 Eylül tarihli New York Times’da yayınlanan bir habere göre, bağrımıza bastığımız, “Türkiye Seninle Gurur Duyuyor” diye tempo tutturduğumuz Barzani, Esad sonrası ortaya çıkacak kargaşadan istifade ederek, şimdilerde Esad’ın  PYD’ye terk ettiği bölgeyi diğer unsurlar aleyhine genişletebilmesi için,  Suriyeli Kürtlere Silahlı eğitim verdiği yazılmaktadır.
Şimdiden zaten o bölgede bulunan hükümet binalarına PYD bayraklarını asıldığı, Kürt okullarını açıldığı yazılıyor.
Türkiye, BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Bayan Navi Pillay ve İnsan Hakları Gözleme Örgütü tarafından insan haklarını ihlal ettiği açıklanan bu unsurlara destek vermiştir. Hem de ne adına, insan haklarını ihlal ettiği ilan edilen Esad’ı devirmek adına.
Eğer Türkiye hakikaten Barzani ile Musul, Kerkük Petrollerinden pay almak pahasına  Kuzey Irak’ın bağımsızlığına sessiz kalırsa, Kuzey Suriye’de oluşacak özerk Kürt bölgesi Kürtlerin denizle buluşmasını ve Türkiye’nin Kürtler üzerindeki jeopolitik üstünlüğünü ortadan kaldırır.
Kuzey Irak Kürt Yönetimi,  Musul ve Kerkük Petrollerini, Kuzey Suriye üzerinden denize ulaştırır dünya pazarlarına ihtiyacı olmadan pazarlar.