23 Haziran 2017 Cuma

LAİKLİK CİDDİ ŞEKİLDE TEHDİT ALTINDADIR


 Yaşamın bütün yönlerinin islamlaştırılması projesinde durmak yok, yola tam gaz devam...
Geçtiğimiz hafta içinde TBMM'de ilgili komisyonda  kabul edilen "Sanayinin geliştirilmesi ve üretimin teşvik edilmesine dair kanun" tasarısı ilgili komisyonda kabul edilmiş tasarıda  "sanayi tesislerinin hafta sonu çalışmak için artık belediyelerden ruhsat alma zorunluluğu kaldırıldı" gibi bir bölüm dikkat çekiciydi. 
Sanayi tesislerinin hafta sonu çalışabilmek için belediyelerden aldıkları ruhsat bedelinden kurtulmalarını sağlamak amacıyla, lütfen dikkat, 2/1/1924 tarih ve 394 sayılı Hafta Tatili Hakkında Kanun yürürlükten kaldırılmak isteniyor. Bu kanunda 1935'de yapılan değişiklikle  hafta sonu tatili Cuma gününden Pazar gününe alınmış.
Bir yükümlülüğü ortadan kaldırmak bahanesiyle 93 yıllık yasa yürürlükten alınıyor.
Bu durumun hafta sonu çalışmak zorunda olan sanayii kuruluşlarından harç alınmasını önlemek için yapıldığı söylenmektedir.
Eğer gaye hafta sonu çalışmasından alınan ruhsat harcını ortadan kaldırmak ise,  "ruhsat bedeli alınmayacaktır" dersin olur biter. Kanunu neden yürürlükten kaldırıyorsun. Amaç açık!
Hal benin gördüğüm ve bildiğim gibi ise, vahim ötesi bir durum. Başka bir yasada veya anayasada hafta sonu tatili düzenlemesi yok ise, Türkiye'de artık hafta sonunun "Pazar" olduğuna dair bir yasa bulunmuyor! Boşluk var.. 
Şimdi, son hamle ile, hafta sonu tatili hakkında gerçekten bir boşluk oluşmuş olacak, önce yandaş özel sektör işletmeleri tatili cuma yapmaya teşvik edilecek/zorlanacak. Zaman içinde kamu kurumlarını da içine alacak şekilde ikili uygulama yaygınlaşacak. Sonra da "genel talep"in arzusu bu imiş gibi gereği yapılacak. Zaten, Cuma namazı için kamu kuruluşlarında kapsamlı düzenlemeler yapılmıştı. Belirli çevrelerin, "namaz vakti alış-veriş yapılmaz" diyerek insanları taciz ettiklerine dair haberler basına yansımıştı.
Geçen yıl da, hatırlanacağı gibi, "elektrik tasarrufunu arttırmak için yaz saatini bütün yıla yayıyoruz" yutturmacısıyla, saat ayarına esas batıdaki enlem yerine, doğudaki bir enlem seçilmişti. Böylece, Cumhuriyet'in temel düzenlemelerinden birisi kalıcı olarak ortadan kaldırılmıştı. Memleket saati batıdan uzaklaşmış, Arap yarımadası ile uyumlaştırılmıştı. Bir yıllık uygulamadan ne sonuç alındığı hakkında tatminkar bir açıklama yapıldı mı? Duymadık. Amacın tasarruf falan olmadığı, asıl amacın ne olduğu zaten açıktı. Bu esaslı değişiklik o zaman da ne muhalefetin, ne de medyanın ilgi alanına girmişti.
Bununla yapılmak istenen İslamlaştırma ve Araplaştırma projesi sinsice uygulanıyor.
 Bu duruma sessiz kalmak laikliğin fiilen ortadan kaldırılmasına göz yummaktır.
Laiklik fiilen bu tür uygulamalarla yürürlükten kaldırılırken, Eylül de Kuzey Irakta yapılacak referandumla Bağımsız Kürdistan’ın kurulmasıyla Türkiye’nin toprak bütünlüğü de tehlikeye girecektir.
Artık yapılması gereken Kuva y­ı milliye ruhu içinde bütün Cumhuriyet sevdalıların bir araya gelerek laikliğe, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete, ülkenin toprak bütünlüğüne sahip çıkacakları bir çağrıda bulunması gerekmektedir.
Türkiye’nin Amasya genelgesinin 98. Yılında ona benzer bir hedef bildirgesi yayınlayarak Cumhuriyet sevdalısı geniş halk kitlelerini harekete geçirmek zorunluluğu vardır. Bu, devleti kuran parti Cumhuriyet Halk Partisine yakışır. 




             

19 Haziran 2017 Pazartesi

YÜZDE ELLİİKİ ANAYASAYI İHLAL HAKKI VERMEZ


AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan CHP’nin yürüyüşü hükümetimizin bir lütfudur, buyurmuş.
Anayasal bir hakkın kullanılması kimsenin lütfü değildir.Anayasanın  34. Maddesi “Herkes, önceden  izin almadan , silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” diyor.
Anayasanın bu emredici düzenlemesine rağmen nasıl engelleyecektin bu yürüyüşü. Seni hem Cumhurbaşkanı yaparken ve hem de  partili Cumhurbaşkanı yaparken aldığın yüzde ellibirlik ya da yüzde elliikilik oylar sana anayasayı ihlal hakkı vermez.
Tayyip Erdoğan AKP Genel başkanı ve Cumhurbaşkanı olarak  bugünlerde her ağzını açtığında Anayasayı ihlal ediyor.
Daha bir iki gün evvelde “Adalet Yürüyüşü” başlatan ana muhalefet partisi Genel Başkanına hitaben de “Yargı sizleri de çağırabilir” buyurmuştu.
Bu da tipik bir anayasayı ihlal söylemi, Mahkemelerin Bağımsızlığını düzenleyen Anayasanın 138. Maddesinin 2. Fıkrasında   “Hiçbir organ, makam mercii veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere  ve hakimlere  emir ve talimat veremez, genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” denmektedir.
Tayyip Erdoğan’ın“Yargı sizleri de çağırabilir” sözü tam bir telkindir.
Anayasadaki bu hüküm adil davranmayı, tarafsız olmayı konumunun gereği kabul eden makam sahiplerine   değil, oturduğu koltuğun gereği olarak her türlü hukuksuzluğu hak kabul edenleri dizginlemeye yöneliktir.
Bizim anayasamıza böyle bir hükmün konma nedeni; yakın tarihimiz de bunun çok acı örneklerinin yaşanmış olmasıdır.
Tabii aldığı emre göre davranmayı içine sindirebilen bir yargı mensubuna hangi anayasal korumayı getirirseniz getirin, onun için bu anayasal koruma hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Siyasal iktidarlar ona bir şekilde ulaşırlar.
Ve hele de Cumhurbaşkanı ile çay toplamaya gitmeyi içine sindiren üst düzey yargıçların var olduğu bir ülkede bu gibi kişilere ulaşmak çok da kolay olur.
Bir tarihi gerçeği hatırlatmakta fayda var “1868 yılında Padişah  Abdülaziz’in  iradesiyle  ‘Divan-ı Ahkam_ı Adliye’ adıyla kurulan bugünkü Yargıtay’ın kuruluş amacı  irade de şöyle açıklanmıştır. “Kişilerin hakları ve güvenlikleri açısından  çok önemli olan hukuk işlerinin  mülki işlerden ve yürütmeyle görevli hükümetten ayrı bir düzene kavuşturulması, adalete değer veren Padişah’ın büyük arzusu olarak belirtilmiştir.”
Padişahın bu iradesi 149 yıl evveldir.
Yani Osmanlı  imparatorlarının 149. Yıl evvel kendilerine görmedikleri hakkı, bugün yüzde elli iki ile kendinize  hak görüyorsanız söylenecek söz kalmamıştır.
Yargıç teminatını ortadan kaldırdınız, bunun kimseye bir faydası olmaz. Bugün sizin çevrenizden muhaliflerinize saldıranlar yarın bir iktidar değişikliğinde sığınacak adalet ararlar.
Bir hukuk devletinde, haksızlığa uğranılması halinde başvurulacak tek sığınak, güvenilir liman yargıdır. Özgürlüklere  ve haklara yönelik el atmaları önlemenin  tek güvencesi bağımsız yargıdır.
 Yani Tayyip Erdoğan’ın “Yargı sizleri de davet edebilir” söylemi anayasanın verdiği bir hakkı gasp etmek anlayışıdır.
Bu yürüyüşte silah yok, kavga  dövüş yok, nasıl oluyor da Anayasanın tanıdığı bir özgürlük sizin lütfünüz oluyor. Ülkemizin yakın tarihi aldığı oy çokluğunu  yanlış yorumlayanların sebep oldukları  siyasi faciaları yazar.
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bu yargı mercilerine talimat verme tavrı tipik bir anayasayı ihlaldir.
Unutulmaması gereken husus hangi oranda oy gücüne sahip olursanız olun, bu size hukukun evrensel kurallarını ve anayasayı çiğneme hakkı vermez.
 


15 Haziran 2017 Perşembe

ÖNGÖRÜSÜZLÜĞÜN SONUCU


CHP Milletvekili Enis Berberoğlu 25 yıl hapse mahkum edildi ve daha karar kesinleşmeden tutuklanmasına karar verildi.
Mahkemenin kararı ne kadar yanlış ise zamanında milletvekillerinin dokunulmazlığının toptan kaldırılmasına Baykal’ın uyarılarına rağmen“ne derler kompleksi ile evet demek” o kadar yanlış idi.
Hukuk Devletinin temel ilkesi, Millet adına, yargılama faaliyetini yürüten hakimlerin; yasamanın, yürütmenin, hatta tarafların, çevrenin etkilerinden uzak tutulmalarıdır.
Yargının tam anlamıyla bağımsız olduğu, iktidarların yargıya etki yapamadığı, talimat veremediği  bir ülkede, kürsü masuniyeti dışında herhangi bir dokunulmazlığa gerek yoktur.
Enis Berberoğlu hakkında daha karar kesinleşmeden verilen hükümle beraber tutuklama kararı tamamıyla Milletvekili olan Enis Berberoğlu’nun yasama faaliyetlerini engellemek ve diğer milletvekillerine gözdağı vermek içindir.
Yasama dokunulmazlığı, milletvekilinin parlamento toplantılarına katılmasını temin etmek maksadıyla getirilmiş bir kuraldır.
Bizim hukukumuzda milletvekilini bir suçlama nedeniyle bir ceza yargılamasına ve kovuşturulmasına tabi kılan iki istisnası var. Ağır Cezalık suçüstü hali ve birde Anayasanın 14. Maddesinden sayılan Devletin şahsiyetine karşı suçlarda dokunulmazlık söz konusu olmuyor,Kovuşturma başladığı anda  dokunulmazlık otomatik olarak kalkmış oluyor. Sadece TBMM’ye  bilgi veriliyor.
Tabii bir de TBMM tarafından dokunulmazlığın kaldırılması halinde dokunulmazlık artık söz konusu olmuyor.
Enis Berberoğlu, TBMM tarafından dokunulmazlıkların belli tarihe kadar işlendiği iddia olunan suçlar açısından bir defaya mahsus olmak üzere toptan kaldırılması nedeniyle yargılanıyordu.
Bu toptan dokunulmazlığın kaldırılmasının anayasa aykırı olduğu CHP tarafından bilinmesine ve dile getirilmesine rağmen “Birileri ne der kompleksi” içinde destek verildi.
Bu dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek  verilmesinin çok tehlikeli olduğu, Deniz Baykal tarafından açıkça anlatıldı.Hem Baykal’ın söylediğini yapmamış olmak ve hem de ne derler kompleksi içinde bu açıkça Anayasaya aykırı düzenlemeye destek verildi.
Anayasaya aykırı ama, dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet diyeceğiz dendiği gün aslında adalet   katledilmiş oldu. Bugün elinizde “Adalet” pankartı ile yürümek hakkına sahip değilsiniz. Zira Adaletin katledilmesine katkı verdiniz.
Anayasa Mahkemesine gidilmediği gibi, TBMM’de 110 imza için çaba sarf edilmesi de baskıyla engellendi.
Yargı bağımsızlığını yok eden bir iktidarın eline muhalif milletvekillerini susturmak için bir koz verilmiş oldu. Bu tipik bir öngörüsüzlüktür.
Demokrasiyi vakti geldiği zaman inilecek bir tren olarak gören bir siyasetçiye güvenilerek verilen destek bugün ülkede yaşanan tüm hukuksuzlukların sebebi olmuştur.
 AKP bu hukuksuzluğa Kılıçdaroğlu’nun öngörüsüzlüğü nedeniyle cesaret etti. Elbette tepki vermek doğru ancak bu tepkiyi tüm tutuklanan ve fakat teröre karışmamış, terör örgütüyle ilgisi olmayan milletvekilleri,askerler,  aydınlar  için vermek gerekirdi.
Türk ordusunun  Genel Kurmay Başkanı, generalleri aydın subayları ve üniversite hocaları gazeteciler tutuklandığı zaman “Adalet” pankartıyla yürümeyi, neden düşünmediniz. O zaman da Adalet katledilmişti.
Ogün adalet talep etmezseniz bugün inandırıcı olamazsınız.  
Hukuksuzluk kime karşı yapılırsa yapılsın karşı çıkmak, demokrasiye inancın ve her şeyden evvelde demokrat olmanın gereğidir.
Bugün elinizde “Adalet” pankartı ile yürümek, adaletin katledilmesine göz yumduktan sonra tam bir timsahın göz yaşlarıdır.
İnandırıcılığınızı yitirdiniz Kemal Bey. Yürüyüş başlatarak tekrar Gandi’yi yakalamak istiyorsunuz ama Gandi yürüyüş başlattığı zaman Ana muhalefet partisi genel başkanı değildi. Sıradan ama TUTARLI, aydın  bir Hintliydi.
Rahmetli Ecevit ana muhalefet partisi genel başkanı olarak “Ben Taksim’e gidiyorum” dediği zaman Taksimde bir milyon kişi toplanmıştı.Ya şimdi……





   

12 Haziran 2017 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN MUSUL VE KERKÜK ÜZERİNDEKİ HAKLARI

Kuzey Irak Kürt Yönetimi bu yıl Eylül ayında bağımsızlık referandumu yapacağını açıklamıştır.
Türkiye’den buna doğru dürüst bir açıklama gelmemiştir.
19.05.1924-05.06.1924  tarihleri arasında İstanbul’da Türkiye-ırak hududunda düzenlenen Haliç Konferansında bir sonuç alınamaması üzerine Milletler Cemiyeti konseyine götürülmüştür.Konsey bir yandan Musul Halkının isteklerinin saptanması ve konuyla ilgili  bir rapor hazırlanması için inceleme komisyonu kurarken 29.10.1924 tarihinde bir geçici sınır saptayarak tarafların buna uymasını tavsiye etmiştir. Türkiye komisyon raporuna ve Milletler Cemiyetinin bağlayıcı karar alamayacağı hususlarında itiraz etmiş. Bunu üzerine Milletler Cemiyeti  Uluslar arası Adalet divanından le görüş sormuş, Divan, Milletler cemiyeti Konseyinin kararlarının bağlayıcı olduğuna karar vermiştir.Bunun üzerine 05.06. 1926 tarihinde Türkiye Irak ve Mandater devlet olarak İngiltere ile arasında  bir sınır antlaşması imzalanmıştır ve bugünkü Türkiye Irak sınırı çizilmiştir.
Yani Türkiye Misak-ı Millinin Musul Kerkük bölümünden vazgeçmişti.
Türkiye’nin Misak-ı milli sınırları içinde kabul ettiği ve 1926 Ankara Antlaşması ile Irak yönetimine bırakılan Musul, bağımsızlık ilan edecek olan Kürdistan Devleti hudutları içinde kalacaktır.Ankara Antlaşması da artık geçersiz olacaktır.
Türkiye Milletler Cemiyeti Kararlarına uygun davranarak toprak bütünlüğü içindeki Irak’a Musul ve Kerkük’ü bırakmıştır.
Kürdistan ilan edilince  Irak dağılacak yani Ankara Antlaşması geçersiz hale gelecektir.Yani önceki statüye (status qua ante)dönülmüş olacaktır.
Şimdi yeni bir durum ortaya çıkmış Misk-ı milli sınırları içindeki Musul ve Kerkük bir başka devletin toprakları içine girecek ve böylelikle 1926 Ankara Antlaşmasına göre  oluşmuş olan Türkiye Irak sınırı Türkiye’nin oluru olmadan değişmiş olacağından, Türkiye artık bu antlaşmayla kendini bağlı saymamak hakkına sahip olacaktır.
1118 den itibaren bir Selçuklu toprağı 1517’den itibaren de bir Osmanlı Vilayeti olan Musul, Birinci Dünya savaşsı sona erdikten sonra Mondros Mütarekesi’nin 7. Maddesi bahane edilerek İngilizler tarafından işgal edilmiştir. 1926 Ankara antlaşması ile de toprak bütünlüğü sağlanmak kaydıyla Irak’a bırakılmıştır. Kerkük zaten şuanda Kuzey Irak Kürt Yönetiminin elindedir. Oraya bayrağını bile çekmiştir. Musul’da İŞİD’in elinden tümüyle kurtarıldığı zaman orada da aynı şey yapılacaktır.
Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle Türkiye misak-ı milli sınırları içindeki Musul ve Kerkük’ü talep etme hakkına sahip olduğu gibi, oradaki nufusu 2.5 milyonu aşan Türkmen soydaşlarının can ve mal güvenliğini  korumak hakkına da  elde edecektir.
 Çeşitli baskı yöntemleriyle Türkmenleri göçe zorlayan Kürt Yönetimi demografik yapıda değişiklik yaparak Türkmenleri azınlığa düşürmeye  çalışmaktadır.
Eylüldeki bağımsızlık referandumundan sonra, Irak devleti parçalanacağı için artık Türkiye kendisini 1926 Ankara antlaşması ile bağlı saymamak hakkına sahiptir.1926 Ankara Antlaşması Türkiye Irak sınırını çizmiştir. Türkiye ile  Kürdistan  arasında çizilmiş bir hudut söz konusu değildir.
Tabii Ege Denizindeki hukuki haklarını koruyamayan AKP iktidarından Musul ve Kerkük’deki soydaşlarımızı ve Türkiye’nin uluslar arası hukuktan  kaynaklanan hakkını koruyabileceğini  düşünmek saf dillik olur.
Türkiye   Musul ve Kerkük’te Kürtler tarafından  yaratılmak istenen bir oldu bittiye karşı uluslar arası hukuktan kaynaklanan haklarına dayanarak Musul ve Kerkük konusunda sessiz kalmamalıdır.
Türkiye bölgedeki uluslar arası hukuktan kaynaklanan  haklarını korumak için siyasi, diplomatik ve gerekirse askeri  müdahale dahil tüm seçenekleri  çekinmeden kullanmalıdır.



9 Haziran 2017 Cuma

KATAR KRİZİ


Atam'ın büyüklüğü her gün yeni bir örnekle ortaya çıkıyor.
Cumhuriyet dış politikası için bıraktığı miraslarından birisi "Araplar arası ihtilaflara taraf olmayın, komşularınızın iç işlerine karışmayın"
AKP hükümeti hem ihtilaflara taraf oldu, hem de Arap ülkelerinin iç işlerine karıştı. Sonuçta ülkemizi batağa sapladı.
Atatürk Arapların çok kaygan zeminde politika yaptıklarını gayet iyi biliyordu.
Gerçekten, Arap ülkeleri arasındaki gruplaşmalar o kadar kaypaktır ki, o gruplaşmalara Arap coğrafyası dışından bir taraf lehine katılan ülkelerin, şimdi AKP'nin Türkiye'yi içine düşürüldüğü durum gibi, bir gecede kendilerini açıkta bulmaları işten bile değildir.
Rejimleri neredeyse birbirinin aynı olan Körfez İşbirliği Konseyi üyesi altı ülkenin bile anlaşamadıkları son örnekle ortaya çıktı.
Nitekim, daha bir yıl kadar önce, Katar Mısır'ın Müslüman Kardeş Cumhurbaşkanı Mursi'yi destekleyince, aralarından yine ihtilaf çıkmıştı
Bu altı ülkeden Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn, Katar ile hür türlü ilişkiyi kesmelerine rağmen, Kuveyt ve Oman aynı çizgiyi izlemedi.
Son kriz, Katar Emir’inin 23 Mayıs günü bir askeri törende yaptığı bildirilen konuşmada, "Hamas'ı Filistin halkının meşru temsilcisi" ve İran'ı da "bölgenin istikrarı bakımından büyük bir ülke" olarak tanımlaması İran'ı ve Müslüman Kardeşleri bir numaralı tehdit olarak gören Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn ile, Müslüman Kardeşleri "terörist" ilan etmiş olan Mısır'ın tepkisini çekti. Katar böyle bir konuşmanın yapıldığını daha sonra reddetmiş olsa da, kriz sona ermedi. Bu ülkeler Katar'ı bölgede, İSİD, El Kaide ve Müslüman Kardeşler dahil, her türlü terörist örgüte destek vermekle suçladılar.
Krizin bu noktaya gelmesinde, Trump yönetiminin İran ve Müslüman kardeşler hakkındaki değerlendirmesinin Suudi Arabistan ve BAE ile aynı olmasının da etkisi oldu.Nitekim TrumpHerkes bilsin ki, zor zamanda şahane işler yapan Sisi’yi tümüyle (full) destekliyoruz, terörizme karşı birlikte mücadele edeceğiz…’ dedi
AKP iktidarı bu tablo karşısında çeşitli açmazlar ile karşı karşıya.
2014'de Katar ile şimdikine benzer bir kriz çıkmıştı. Krizin sebebi, Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn'in Katar'a sığınan Müslüman Kardeşler kadrolarının sınır dışı edilmelerini talep etmeleriydi. Katar bu talebe kısmen karşılık verdi ve bazı Müslüman Kardeşler önderlerini ülkesinden çıkardı. Kriz böylece sonuçlandı.
İran eleştiriliyor. Hatta AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Fars yayılmacılığından" bile söz etti. Elbetteki sadece bu yaklaşımı nedeniyle Katar ile aynı safta değil. Katar'ın İran ile ortak ekonomik çıkarları var. O nedenle İran'a karşı yumuşak bir tavır alıyor.
AKP iktidarı özellikle ekonomik olarak hem Katar'a, hem de Suudi Arabistan'a bağımlı. 
O nedenle Katar’a hangi gerekçeyle olursa olsun asker göndermek zaten gergin olan ABD ile ilişkiler daha da kötüleşecek.. Suudi'yi tutsa, Katar ile ilişkiler gerilecek.
 Velhasıl,Büyük Önder Atatürk’ün  dediğini yapmazsan yani çok kaypak zeminde siyaset yapan Araplar arası ihtilaflarda taraf olursan çok sıkıntı yaşarsın.
Recep Tayyip Erdoğan’ın yapması gereken çevresindeki cahilleri değil, Monşerler diye aşağılamaya çalıştığı diplomatları dinlemesinde. Bu davranış hem kendisi ve hem de ülke için yararlı olur.
Zira sıkıntıyı sadece Recep Tayyip Erdoğan yaşamıyor, ülke yaşıyor.





2 Haziran 2017 Cuma

KAÇAN KURTULUYOR




Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Erdoğan'ın, terör örgütü yandaşlarının vatandaşlıktan çıkartılmasına ilişkin sözleri üzerine açıklama yaptı.  Bozdağ, "Sayın Cumhurbaşkanı'nın açıklaması yeni bir kuralı öngörüyor. Gerekli çalışmalar yapılacaktır" dedi.

Teröre, şiddete karışmamış bazı “ siyasal suç”  sanıklarının yurda iadesini sağlamak,şiddete karışmış insanlardan, daha zordur.

Çünkü, genellikle  demokratik  ülkelerde  “ siyasal suç “ hele düşünce suçu kavramı  ya hiç yoktur ya da çok sınırlıdır. Onun için “siyasal suç”  veya “düşünce suçu” işledikleri öne sürülen kimseler, demokratik ülkelere kendilerini siyasal  mülteci olarak kabul ettirmekte güçlük çekmezler.

Şiddet eylemlerine karışmış olanlar için durum değişiktir. Şiddet eylemi demokratik olsun olmasın hemen hemen bütün ülkelerde kınanıyor.Bunların yakalanıp cezalandırılması için uluslararası işbirliği yapılması gerektiğini bütün Dünya  kabul ediliyor.

Ancak AKP iktidarı ve destekçisi MHP,  türbinlere oynarcasına ölüm cezasını geri getireceğiz diye bağırmaktadırlar. Bu Teröre bulaşmış suçluların iadesini de imkansız hale getiriyor.

Nitekim Türkiye'nin Avrupa ülkelerine yapmış olduğu  birçok geri verme talebinin de, ilgilinin Türkiye’ ye geri verilmesi halinde işkenceye uğrayacağı veya daha ağır cezalarla cezalandırılacağı  gibi nedenlerle reddedildiği görülmüştür.

Bütün bu gerçekler ortada dururken, Fethullah Gülen dahil bütün terör örgütü yandaşlarının vatandaşlıktan çıkartılması ve başka ülke vatandaşlığına geçmelerini ve adaletin yakalarına yapışmasını engellemekte ne yarar umuluyor bunun anlamak mümkün değildir.

Bunların mahkeme önünde konuşmalarından mı korkuluyor düşüncesi insanın aklına geliyor.

Böylelerini vatandaşlıktan  çıkarıp dosyalarını kapatmak yerine  Türkiye’ye gönderilmeleri için  gerekli girişimleri yoğunlaştırmak, bu girişimlere olumlu yanıt vermeyen Devletleri de bütün dünyaya, demokrasi düşmanı teröristleri koruyan  Devletler olarak teşhir etmek daha uygun olacaktır.

Vatandaşlıktan çıkartılacak olanlar bir başka ülkenin vatandaşı olacaklardır.

Vatandaşlıktan çıkartılıp bir başka ülkenin vatandaşlığını kazanan kişi, vatandaşın geri verilmezliği ilkesinden ötürü geri verilmeyecektir.  Vatandaşların geri verilmezliği ilkesi, tüm suçluların iadesini düzenleyen uluslararası belgelerde yer almıştır.

Yani işin özeti, AKP’nin yanlışı ve belki de bilerek yaptığı yanlıştan ötürü kaçan kurtuluyor.

Aynı yanlışı 12 Eylül cuntası da yapmıştı, aynen bir zamanlar  bir banka reklamında söylendiği gibi “bir birimizden farkımız yok biz Osmanlı Bankasıyız”.