30 Ağustos 2019 Cuma

EY KENDİNİ CHP’Lİ ZANNEDENLER



Son günlerde bir kısım kendini CHP’li zannedende, biz ulusalcılara saldırmak adet haline geldi.
Geçtiğimiz günlerde benim Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul Belediyesinde “Kürtçe kursları” açılacağını söylemesi üstüne, sosyal medyada paylaştığım, bölgenin sorunu ana dilde eğitim olmayıp, söylenmesi gerekenin bölgenin en büyük yarası olan feodal düzeni yıkmak için, “Toprak ve tarım reformunu” dile getirin paylaşımdan sonra, kendisini ilerici zanneden tasması yurt dışındaki efendilerinin elinde olan bazı insanlar “Bu ulusalcılar düzelmez” gibi hadlerini  aşan söylemlerde bulundular.
Biz ulusalcılar, bu coğrafyada yüz yıllardır bir arada yaşayan insanları, etnik veya dini kökenlerine bakarak ayırmayız. Hepsini aynı derecede yakınımız olarak görürüz ve severiz.
İnsanları Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut, Laz diye etnik kökenlerine , Sünni, Alevi diye dini aidiyetlerine göre ayırmayız.
Bu ülkede daha on, on beş sene evveline kadar insanların kökenini, nereli olduğunu sormak ayıp kabul edilirdi.
Birileri bu ülkeyi bölmeye karar verdikten sonra bunlar hem sorulur ve hem de ayrımcılık için kaşınır hale getirildi.
Önce Alevi Sünni diye bölmeye çalıştılar, Çorum’da Maraş’ta  katliamlar yaşandı. Etle tırnağı ayıramadılar. 30 yıldır da Türk Kürt diye ayırmaya çalışıyorlar.
Bu ayırımcı şakşakçıları arasında bir tane ulusalcıyı göremezsiniz, gösteremezsiniz.
Biz Cumhuriyet Halk Partililerin Kürt sorununda hatamız yok mu? Elbette var. Biz bölge halkının sorunlarına doğru teşhis koyamadık iki üç tane goy goycuya cevap yetiştirmekle siyaset yaptığımızı zannettik.
Cumhuriyet Halk Partisi olarak, ağalarla beylerle siyaset yapmaya çalıştık, halbuki o bölgede tırnaklarıyla hayata tutunmuş, okumuş bölge çocuklarıyla siyaset yapmamız gerekiyordu, yapmadık. Yani işin kolayına kaçtık.
O bölgenin şiddetle bir toprak reformuna, tarım reformuna ihtiyacı olduğunu söylemedik.
Öğretmen, doktor, kamu çalışanı için bölgeyi bir sürgün bölgesi olarak gördük ve kabul ettik. Bunların iyi vasıflılarını oraya göndermedik, bunu teşvik etmedik, ama Amerika Birleşik Devletleri yıllarca önce o bölgeye “barış Gönüllüleri” adı altında ajanlarını gönderdi, bizim o zaman buna karşı çıkmamız gerekirdi ama karşı çıkmadık, seyrettik.
Amerika’nın güdümündeki PKK ile yani terörle arasına mesafe koymuş bölge çocuklarına sahip çıkmadık, onları kaderleriyle baş başa bıraktık. Hatta hepsini potansiyel terörist gibi gördük.
Son yerel seçimlerde o bölge kökenli insanlarımız HDP istediği için değil, kendi sağ duyularıyla Cumhuriyet Halk Partisine destek verdiler.
Çünkü seçimleri kazanan Belediye Başkanlarımız hiç kimseyi etnik kökenlerine göre ayırmadı. Onların bu kucaklayıcı tavrı karşısında Türkiye’nin muhtelif bölgelerinde yaşayan Kürt Kökenli vatandaşlarımız kimsenin yönlendirmesiyle değil, kendi tercihleri olarak Cumhuriyet Halk Partisini yöneldiler.
Demek ki; Cumhuriyet Halk Partililer, doğru duruş sergileyerek, doğru söylemlerde bulunurlarsa Kürt kökenli vatandaşlarımız tercihlerini Cumhuriyet Halk Partisinden yana yapıyorlarmış.
Doğru duruş ve söylemden ötürü, Kürt kökenli vatandaşların Cumhuriyet Halk Partisini tercih etmiş olması Merkez sağdan, hatta ülkücü kökenden gelen vatandaşlarımız bile bundan rahatsız olmadılar.
Demek ki yapmamız gereken insan haklarının, hukukun üstünlüğünün bu ülke çocukları için ayırımsız  bir hak olduğunu bölge ayırımı yapmadan haykırmalıyız.
Bugün bu Kürtler için hak derseniz, yarın da Çerkezler, Arnavutlar, Türkmenler, Boşnaklar, lazlar de özel haklar isterler ve ülke bölünür. Unutmayın ki bu ülkede yirmi dört etnik kökenden vatandaşımız  var.
Toplum ayrıştıracak, ülkeyi bölecek her türlü eylem ve söylemden kaçınmak gerekiyor, anladın mı biz ulusalcıları düzelmez diye niteleyen tasması    dışarıdaki patronları tarafından tutulan  goy goycu efendi.

   

27 Ağustos 2019 Salı

KENDİNE DEMOKRAT



Bugün ağzından demokrasi lafını hiç düşürmeyen bir çok kişi için ancak “kendine demokrat” denebilir.
Sayın Baykal geçtiğimiz günlerde Sözcü gazetesine Saygı Öztürk’e bir röportaj verdi.
Bu röportajda, kendisini siyasetin içinde hissedince bunun kendisine iyi geldiğini söyledi.
Bu söylemden hiçbir şekilde parti içinde bir makam mevkii isteği çıkartılamazdı.
Ama Cumhuriyet Halk Partisi içinde “Yeminli” Baykal düşmanları vardır ve bunlar hemen yayına başladı.
Bunun içinde bana göre en çarpıcı olanı “Tayyip Erdoğan’ı bu milletin başına sen bela ettin” söylemidir.
Bunun sebebi 2002 seçimlerine giderken Tayyip Erdoğan’ın hakkındaki bir mahkeme kararından ötürü milletvekili olamamasıydı.
Tayyip Erdoğan Milletvekili olamıyordu ama Parti Genel başkanı olabiliyordu.
Tayyip Erdoğan AKP’nin Genel Başkanıydı daha doğrusu Genel Başkan olması için yasal bir engel yoktu ama milletvekili olamıyordu.Yani ortada bir demokrasi ayıbı vardı.
Bu şartlar altında seçime gidildi, AKP birazda seçim sistemindeki % 10 ayıbından dolayı tek başına iktidar oldu.
AKP tek başına iktidar olabiliyor ama Genel Başkanı milletvekili olamıyordu. Şimdi elimizi vicdanımıza koyup düşünelim. Bunu uygar dünyaya anlatabilmek mümkün müydü?
İşte Baykal o dönemde gerçek bir demokrata yakışanı yapmış ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın milletvekili olmasının yolunu açmıştı.
Bu Cumhuriyet Halk Partisi tarihinde ilk defa olmuyordu. Rahmetli İnönü de 27 Mayıs sonrası, Adalet Partisi’nin o tarihteki yöneticileri ayak sürürken, Demokrat Partililerin affını hayata geçiren insandır, ki o demokrat partililer Uşak’ta onun canına kast etmişlerdi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin mallarına el koymuşlardı.
Gerçek Cumhuriyet Halk Partililer demokrasiyi, özgürlüğü, insan haklarını sadece kendileri için istemez, rakipleri içinde bunu isterler ve hayata geçirmek içinde ellerinden geleni yaparlar.
Çoğunlukçu demokrasilerde iktidar sınırsız ve denetimsiz güç arayışı içinde olur.  İşte Tayyip Erdoğan kendisi iktidar olduktan sonra yabancı istihbarat örgütünün güdümündeki  FETO suç örgütünün de yardımıyla, önce özgür basını, sonra bağımsız ve tarafsız yargıyı yok ettikten ve Orduyu Akar’ın komuta edebileceği hale getirdikten sonra  demokrasiyi ayaklar altına almıştır.
İşte, yeminli Baykal düşmanlarınca, Baykal, bütün bunların müsebbibiymiş, bu nedenle suçluymuş. AKP’nin günahlarının sorumlusu Baykal mış?
İşte kendine demokrat olmak böyle bir şey.
Tabii halkımız anti demokratik yasaların önün açılmasını sağlayan halk oylamalarında Tayyip Bey’in isteği doğrultusunda oy verirken hiç suçlu değil, bir demokrasi ayıbını ortadan kaldırmaya çalışan Baykal suçlu.
Bugün milletvekillerini zindanlara  gönderen “Tüm dokunulmazlıkların kaldırılmasına” oy verenler, bugün yaşadıklarımızdan hiç mi sorumlu değiller ama bir demokrasi ayıbını kaldırmanın yolunu açan Baykal suçlu.
Unutmayalım ki, dokunulmazlıkların bir defaya mahsus kaldırılması oylamasında sadece Deniz Baykal ve Muharrem İnce hayır oyu verdiler.
Baykal’a şimdi haksız ve çirkin şekilde saldıranlar bunu ağızlarına bile almıyorlar. Çünkü onlarda birilerinin trolleri.
Bugün için yapılması gereken Kurtuluş Savaşını gerçekleştiren Gazi Meclisin  Tayyip Erdoğan  tarafından rehin alınan yetkilerinin Türkiye Büyük Millet Meclisine iade edilmesinin mücadelesinin yapılması şarttır.
Bugün için bizlerin yapması gereken, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönülmesi için çaba sarf etmektir.
Yoksa “kendimize demokrat olup” Baykal’a  küfretmek, demokratlık ve ülke sevgisinin ölçüsü değildir, olamaz. Bu ucuz demokratlık gösterisi olur.
Demokrasiyi savunacaksak, herkes için savunacağız, bize serbesti, sevmediklerimize “yasak”, böyle demokratlık olmaz. Kendimize demokrat olmayacağız, demokrasiyi anayasal sınırlar içinde eksiksiz bir şekilde herkes için isteyeceğiz.



23 Ağustos 2019 Cuma

CHP’LİLER KAPI KULU DEĞİLLERDİR.



Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Nevşehir'in Gülşehir ilçesindeki bir otelde düzenlenen toplantıda  CHP İl Başkanları ile bir araya geldi.
Kılıçdaroğlu toplantıda yaptığı konuşmada “Partide iç çekişme izlenimi vermemek için bir çok il ve ilçede uzlaşmaya dayalı tek adaylı kongrelerin yapılacağını, böylelikle Partide birlik beraberlik görüntüsü verileceğini, parti içi huzursuzluk çıkartanların parti ile ilişkilerinin  kesileceğini” belirtmiş.
Kılıçdaroğlu’nun bu anti demokratik konuşmasından sonra, bu konuşmadan da cesaret alan, bir zamanlar “CHP kapatılsın vakıf olsun” diyen, normalde CHP’de hiç olmaması gereken  Aralık Hareketi” mensubu, şuanda Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihsel köklerinden kopartılmasını isteyenler tarafından partinin ikinci adamı konumuna getirilen  Oğuz Kaan Salıcı da “test etmek isteyen varsa buyursun etsin” demiş.
Bu iki konuşma da “tek adam hastalığının” Cumhuriyet Halk Partisine de sirayet ettiğini, hatta tek adam rejiminin en büyük destekçisinin Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Tek adam saltanatı Cumhuriyet Halk Partisi’nin genleri ile uyuşmaz.
Gerek Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve gerekse de Oğuz Kaan  Salıcı’nın yaptığı “tehdit” niteliğindeki konuşmalar, demokrasi ile bağdaşmamıştır.
Demokrasi ile bağdaşmadığı gibi de Anayasa’ya da aykırıdır.
Anayasamızın 68. Maddesinin 2. Fıkrasına göre “Siyasi Partiler, demokratik siyasi hayatın vaz geçilmez unsurlarıdır”  Yine Anayasanın 68. Maddesinin 3. Fıkrasına göre de, Siyasi partilerin eylemleri demokrasi kurallarına uygun olmak zorundadır.
Bu kurulmak istenen tek adam rejimi, partiyi halktan koparacaktır. Milyonları bulan Cumhuriyet Halk Partililerin siyasete geniş boyutta katılımını kısıtlayacaktır.
Hasbel kader görev yaptığınız Cumhuriyet Halk Partisi, bu ülkeye demokrasiyi getiren partidir. Gerçek Cumhuriyet Halk Partililer, ülkenin demokratikleşmesinin ön koşulu olarak, siyasi partilerin  işleyişinde ve örgüt yapılanmalarında parti içi demokrasinin ve katılımcılığın yaşama geçirilmesinin sağlanması gerektiğine inanırlar.
Ancak sizlerin tehditle sağlamak istediğiniz düzende, ne parti içi demokrasi ve nede katılımcılık sağlanır. Bu yöntemle parti bir şey kazanmaz ama muhakkak ki çok şey kaybeder ve böylece belki de istenilen olur parti vakıf haline gelir.
TESEV’ciler, ARALIK HAREKETİ mensupları, Cumhuriyet Halk Partisi Kültüründen gelmedikleri için, her söylediklerinin gerçekleşe bileceğini zannetmektedirler.
Belki de bir an için kazanabilirlerde ama İsmet Paşa’nın muhteşem tespitiyle; zaman zaman maceraperestler de kazanır, ama bu onların “Maceracı”  olma vasıflarını ortadan kaldırmaz. Sözlerini hatırlatıyor.
Ayrıca bir partide parti içi demokrasi yoksa, o parti liderinin ülkede demokrasiden bahsetmeye hakkı olamaz!  “sen önce kendine bak” derler adama. Yani toplum indinde hiçbir  itibarınız ve inanırlılığınız kalmaz.
Unutmayın ki partililerimizin  en önde gelen sorunu;  Parti içi demokratikleşmedir! Önce parti içi demokratikleşme, sonra ülkenin demokratikleşmesini talep etme hakkı.
Anlaşılıyor ki;siz parti içi demokrasiyi rafa kaldırmak istiyorsunuz. Ama unutulmasın ki, bu Cumhuriyet Halk Partisi, arkasında Askeri zaferler olan Garp Cephesi Komutanı, Lozan gibi muhteşem bir  diplomatik başarının mimarı İsmet Paşayı bile gerektiğinde dinlememiştir.
Nerde kaldı ki sizler gibi çok sıradan kişilerin tehditlerine kulak assınlar.
Unutmayın Cumhuriyet Halk Partililer Kapı Kulları değillerdir.








20 Ağustos 2019 Salı

ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMAK



İktidar daha doğrusu Tayyip Erdoğan, Diyarbakır, Van ve Mardin Belediyelerine “Kayyum” atayarak deyim yerindeyse “Arı kovanına çomak soktu”
Bu üç ilimizde de seçimleri Halkın Demokrasi Partisi adayları kazanmıştı.
Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde Kayyum atanmasının gerekçesi olarak, “yürütülen terör soruşturması”  gösterildiği haberleri vardı.
Elbette devlet terörle yasal yollardan mücadele edecektir.  Ama yerel seçimlerden önceki dönemde de bu il Belediye Başkanlıkları kayyum ile yönetiliyorlardı. Yani bir terör soruşturması var ise, bu nasıl bir soruşturmadır ki, bugüne kadar sonuçlandırılamamıştır.
Bu nedenle, bu gerekçe, gerçekçi değildir. Ama bu yanlış tutarsız davranış, Türkiye’de sadece “ayrlıkçıların” işine yarar.
Bu ülkenin bölünmesini isteyen bir ayrılıkçıya halkı tahrik etmek için ne yapılmasını istersiniz diye sorsanız, ancak “Kayyum” atanmasını istediğini söylerdi.
Ayrılıkçılar şimdi dönüp yöre halkına, “sizin oylarınıza bile saygı duymuyorlar” diye propaganda yapacaklardır, zira bu illerde seçimi kazanan Halkın Demokrasi Partisi, anayasaya uygun bir şekilde faaliyet gösteriyor ki, hakkında  Anayasanın 69. Maddesinin 4. Fıkrasına göre Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesine dava dahi açılamamış.
Demek ki, gösterilen gerekçe, doğru ve gerçekçi değil, o zaman işin aslı bu illerde ve diğer illerde Kürt kökenli vatandaşlar oylarını AKP’ye vermedikleri için cezalandırılmış oluyorlar.
Bu durum sadece içerdeki ve dışarıdaki bölücülerin işine yarar, propaganda silahı işlemeye başlar,    önce halk sokağa dökülür, nitekim daha kararın duyulduğu pazartesi günü Diyarbakır ve Van’da halk sokağa döküldü, sonra birde bunun önü alınamaz yangın daha da büyürse işte o zaman felaket olur.
Eğer  İktidarın daha doğru ifadeyle Tayyip Erdoğan’ın gayesi olaylar olsun  bizde “Olağanüstü Hal” ilan edelim ise, bunun  ne kendilerine ve ne de ülkeye bir faydası vardır.
Bu güne kadar ilan edilen olağanüstü haller, sıkıyönetimler hiç kimseye ve hele de iktidar sahiplerine hiç bir fayda sağlamamıştır.
Ancak bu kayyum atama işlemi sadece HDP’li Belediyelere gözdağı vermenin ötesinde, seçilmiş tüm muhalif Büyükşehir Belediyelerine göz dağıdır.
İktidarı elinde bulunduranlar, yerel yönetimleri yerel iktidar odakları olarak görüyor. Halbuki yerel yönetimler, yerel demokrasi odaklarıdır.
AKP, yerel demokrasiyi, ulusal düzeydeki demokrasiye rakip olarak görmekte ve bu nedenle de belediyeleri kaybetmeyi iktidarını paylaşmak gibi görüp, bunu içlerine sindirememektedir.
Demokrasi bir  tahammül rejimidir. Tahammülsüzlük totaliter rejimlerde vardır. Demokrasiye inanmış, halkın oyuna saygı duyan insanlar masaya ne kadar efendice oturmuşlarsa o kadar efendice de kalkmasını bilmek zorundadırlar.
Diyarbakır, Van ve Mardin de yerel seçimleri Halkın Demokrasi Partisi kazanmıştır, herkesin buna saygı duyması, içine sindirmesi gerekmektedir, tabi en başta ülke iktidarını elinde bulunduranların.
Bu illere kayyum  atanması halkın siyasal tercihine darbedir yani hukuki değil siyasidir.
Bu Belediyelere kayyum atanmasının sebebi söylendiği gibi eğer terör faaliyeti ise, bunun da delilleriyle, çok öykündüğümüz batı demokrasilerinde olduğu gibi biran evvel bağımsız (!) yargının önüne getirilmesi ve tartışılmaya başlanması  gerekmektedir.
Bu yapılmadığı, yapılamadığı takdirde bölgede olacak olayların tek sorumlusu iktidar sahipleri olacaktır.
İktidarı elinde bulunduranlar, tutum ve davranışları ile sadece arı kovanına çomak sokmakla kalmamışlar, dış dünyada da  ülke itibarını ayaklar altına almış oldular,demokrasi, yargı, eğitim her konuda tel tel dökülüyoruz. Bunun tek sebebi 17 yıllık AKP iktidarlarıdır.
 




16 Ağustos 2019 Cuma


CHP’DE PROGRAM HAZIRLIĞI
Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin yeni bir programa ihtiyacı olduğunu düşünmüş olmalı ki; onun için bir komisyon kurmuş.
Komisyonun başına da Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinden bir Profesör olan İstanbul Milletvekilini atamış. 
Partiler zaman zaman programlarını değiştirmek ihtiyacı duyabilirler, bu hem çok doğaldır ve hem de zaman zaman gerekli de olabilir.
Cumhuriyet Halk Partisinin tarihinde önemli  program kurultayları vardır. Örneğin 1947 deki kurultay 19 gün sürmüştür.1959 daki Kurultay da gene siyasi hayatımızda çok derin izler bırakmış ünlü 1961 Anayasasında yer alacak hedefler ortaya konmuş ve bunlar tarihe “İlk Hedefler Beyannamesi” diye geçmiştir.
Ama bu kurultayların hiçbirisinde Kurultay’a sunulan raporlar, kapalı kapılar ardında hazırlanıp, metinler oldu bittiye getirilerek Kurultay’dan geçirilmemiştir.
Bu günkü  Parti yönetimi de program değişikliği ihtiyacı duymuş olabilir, bu da çok normal bir şeydir.
Ama bu programın kamuoyu önünde uzun uzun tartışılması gerekir.
Çalışma şeklinden anlaşılıyor ki, böyle bir yönteme gereksinim duyulmuyor.
Halbuki Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu program çalışmasına örgütü de katması gerekmektedir, zira  programı halka anlatacak olan örgüttür.
Bu komisyonun hazırladığı ya da hazırlayacağı program taslağı önce bölge toplantılarında tartışılması oralardan sağlanacak katkılarla son şekli verildikten sonra da Kurultay’a sunulmalıdır.
Kurultay’da da oldu bittiye getirilmeden gerekiyorsa günlerce tartışılarak alacağı son şekil Kurultayın onayına sunulmalıdır.
Yoksa bu program hiçbir şekilde tarihte bir iz bırakmaz.
Onun için Cumhuriyet Halk Partisi’nin şimdiki yöneticileri hiç kapris yapmadan, geniş tabanda bu partiye emeği geçmiş insanlarla da tartışarak bu programı hazırlamalıdırlar.
Ama özellikle birilerine şirin gözükmek için “Türk” adının anayasadan çıkartılması gibi bir konun gündeme bile alınmaması gerekir.. Böyle bir davranış içinde bulunulursa bu ülkenin bölünmesine yol açar.
Zaten ülkeyi “Türk Milleti” tabirini  kullanmaktan ısrarla kaçınan bir grup yönetiyor, böyle bir yanlış yapılırsa Anayasadan “Türk” adının çıkarılma Anayasa değişikliği ile karşı karşıya kalınılır.
Sadece buna vesile olmakla kalınmaz, ulusalcıların  partiden kopmalarına neden olunur,, tabi bilemediğimiz belki de istenen budur.
Böyle bir durumun ne partiye ve ne de ülkeye bir faydası olur.
Ama gelişmeler,  daha çok batıcıların hoşuna gidecek, kapalı kapılar ardında  bir program olacağını gösteriyor.
Eğer bu taslak geniş kitlelerin tartışmasına açılmaz ise parti halkla kucaklaştırılamaz
İnşallah bu yazdıklarımızın hepsi boşa çıkar ve aynen 1959 Kurultay’ı gibi tarihe iz bırakacak bir SEÇİMSİZ, UYGARCA TARTIŞMALARIN OLDUĞU BİR KURULTAY OLURDA, ben ve benim gibi düşününler de  düşüncelerimizden dolayı utanırız, özür dileriz.
Ama bu konuda hiç iyimser olamıyorum.      
    






13 Ağustos 2019 Salı

Mesele "sınır güvenliği" meselesinin çok ötesinde



"Suriye'de sınırımız boyunca terör koridoruna izin vermeyiz" "Bir gece ansızın gelebiliriz" "ABD'ne söyledik, sabrımız tükendi, daha fazla sabredemeyiz""Kendi göbeğimizi kendimiz keseriz" "Cerablus'da, Afrin'de yaptığımızı Fırat'ın doğusunda da yaparız" bu hikayeleri aylardır dinliyoruz.....
Peki biz bu naraları atarken istediğimiz neydi? 
Fırat'ın doğusunda, 30-40 km. derinliğinde tamamen Türkiye’nin kontrolüne bırakılmış  bir güvenli bölge oluşturulması;  PYD/YPG li teröristlerinin güvenli bölge dışına çıkarılması.
ABD heyeti ile Ankara'da bu konularda yapılan görüşmeler sonrası 7 Ağustos günü bir "mutabakat"a varıldığı açıklandı. En yetkili ağızlar bunu sanki büyük bir mesafe alınmış gibi ilan etti. 
Milli Savunma Bakanlığı açıklamasında "mutabakat"ın şu hususlarda sağlandığı bildirildi: a. Türkiye’nin güvenlik endişelerini giderecek ilk aşamada alınacak tedbirlerin bir an önce uygulanması,
b. Bu çerçevede, Güvenli Bölge tesisinin ABD ile birlikte koordine ve yönetimi için Türkiye’de Müşterek Harekât Merkezinin en kısa zamanda kurulması, c. Müteakiben, Güvenli Bölgenin bir barış koridoru olması ve yerinden edilmiş Suriyeli kardeşlerimizin ülkelerine dönmeleri için her türlü ilave tedbirin alınması konularında mutabık kalınmıştır.
Bu "mutabakat" ile yukarıda sayılan taleplerimizin hangisi karşılanmış? Yanıt: HİÇBİRİSİ
ABD'den göz boyama taktikleri
ABD'li yetkililer zaten öteden beri Türkiye'nin güvenlik endişelerini haklı bulduklarını söyleyip duruyorlardı. Gereken tedbirleri şimdiye kadar neden almadılar? Türkiye'nin güvenlik endişelerini gidermek için böyle bir "mutabakat"a ihtiyaç mı vardı?   
Bu "mutabakat" ile en kritik isteğimiz olan kurulacak bölgenin sadece Türkiye'nin kontrolünde olması talebimizden vazgeçtiğimiz görülüyor. Bölgeyi ABD ile birlikte yönetmeye razı olmuşuz. Bölgeyi birlikte yöneteceğimiz ABD'nin kimleri koruyup kolladığı açık değil mi?
Kurulacak bölgedeki PYD/YPG unsurları ne olacak? Belli değil! Terör unsurlarının oradan çıkarılacağı taahhüt edilmemişken, bölgenin bir "barış koridoru" haline getirileceğinden söz ediliyor. Şaka gibi!
ABD, şimdiye kadar tıpkı Münbiç'de yaptığı gibi, oyalama taktiğini bu kez Fırat'ın doğusu için uygulamaya koymuş, Türkiye de, ABD'nin izni olmadan yerine getiremeyeceğini bildiği "gireriz" tehditlerini rafa kaldırmak için bahane bulmuş ve "mutabakat"a razı olmuş!


Esip gürlemeye devam
"Mutabakat" sonrası Dışişleri Bakanı "Münbiç'e dönmesine müsaade etmeyeceğiz" diye gürlemiş. Yukarıdaki tablo ortada dururken Sayın Bakan'a kim inanır!
Sayın bakan başka bir açıklamasında da "mutabakat" çerçevesinde ABD ile ortaklaşa yürütülecek çalışmanın hedefinin bölgenin tüm teröristlerden temizlenmesi olduğunu, temizlik müştereken yapılamazsa  bunu tek başımıza yapacağımızı, ABD'nin bu kararlılığımızı gördüğünü ve birlikte yapalım anlayışına geldiğini ile sürdü.
Bakan, Trump'ın "Kürtlere saldırırsanız ekonominizi mahvederiz" dediğini unutmuş olamayacağına göre,
PYD/YPG'nin bölgeden ABD ile birlikte temizleneceğini inanarak söylüyor olamaz.
Konunun püf noktası dikkatten özellikle kaçırılıyor
Aslında, Türkiye bakımından sorun, "sınırda güvenli bölge"nin çok ötesinde, Fırat'ın doğusunun tümünü kapsayan bir "alan" sorunudur. Bu husus ısrarla kamuoyunun dikkatinden kaçırılıyor.
Sınırın güvenliğini Türkiye kendi tarafında alacağı önlemlerle de önemli ölçüde sağlayabilir. Ancak, Suriye'nin topraklarının yaklaşık üçte birini oluşturan Fırat'ın doğusunda, adı ve statüsü ne olursa olsun, bir PKK/PYD otonom yapısı oluşturulması -ki maalesef yanlış AKP politikaları sonucu bu yönde önemli mesafe alındı-  Türkiye'nin uzun erimli çıkarlarını, üniter yapısını ve nihayet toprak bütünlüğünü tehdit edecek bir gelişme olur.
Türkiye, "güvenli bölge" konusuna odaklanarak vakit kaybediyor. Daha fazla vakit geçirmeden bölgede bir otonom yapının oluşturulmasının önüne geçecek politikalar geliştirilmesi gerekiyor. ABD'nin amacının ne olduğu artık ayan beyan ortada iken, ABD ile görüşülerek, "mutabakat"lar açıklanarak gidiş engellenemez. Bu tutum  ABD'ne vakit kazandırır, PYD/PYD'nin bölgede tesis ettiği kontrolü daha fazla tahkim etmesini sağlar. Gidişi önlemenin, Suriye'nin üniter yapısını ve toprak bütünlüğünü korumanın yegane yolu, Esad ile hemen işbirliği yapmaktan geçiyor.


9 Ağustos 2019 Cuma

YOK DEYİN KEMAL BEY.



Ankara’nın siyasi kulislerini en iyi takip eden ve de bilen gazetecisi Sebahattin Önkibar, aklı başında bütün partililerin içini karartacak bir haber yayınladı. Haberde  Kemal Kılıçdaroğlu ile Abdullah Gül’ün geçtiğimiz günlerde bir teknede GİZLİCE  buluşarak, görüştüklerini, batılı finans çevrelerinin Cumhurbaşkanı olarak görmek istedikleri Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığında anlaştıklarını söyledi.
Yani batılı sermaye çevrelerinin istediği kolay yönetilebilecek Bonapartist Başkanlığa benzer, “Türk Tipi (!) Başkanlık sisteminin devamı. Yoksa o çevrelerin derdi Türkiye’ye demokrasi gelmesi falan değil.
Zaten incelenirse, batılıların  en büyük yalanı, sömürmeye, yönetmeye karar verdikleri ülkelere, demokrasi getireceğiz yalandır.
Maalesef Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasından sonra partinin dış telkinlere açık olduğunu yaşayarak gördük.
CİA’nın Ortadoğu ve Türkiye uzmanı Kemalizm Türkiye’den silinmelidir, telkinine uygun olarak ilk etapta Atatürkçüler partiden tasfiye edildi.
Birgün ansızın kimseye danışmadan, Türk toplumunun hiç tanımadığı 20 li yaşlara kadar Mısır’da yaşamış, babası Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Ekmelettin İhsanoğlu hiçbir yetkili kurul kararı olmadan,  tahmin ediyorum, bir otelin arka kapısından girilerek gizlice buluşulan ABD büyük elçisinin telkini üzerine Cumhurbaşkanı adayı ilan edilmişti.
Onun için Kemal bey’in Abdullah Gül ile gizlice bir tekne de buluşmaları bana hiç şaşırtıcı gelmedi.
ABD Büyükelçisi ile bir otelin mutfak kapısından girerek buluşmuş, Kılıçdaroğlu’nun aynı gizlilik içinde Abdullah Gül ile buluşması bana hiç şaşırtıcı gelmedi.
Türkiye’nin Güneyinde İskenderun’u da içine alacak bir Kürt Koridorunun tesisi, CHP’nin de içinde bulunduğu bir yapı ile mümkün olabileceğinden, hatası ile sevabı ile ulusalcılığı hiç tartışılamayacak, Deniz Baykal’ın tasfiyesi gerekiyordu, tasfiye edildi, ulusalcıların tasfiyesi gerekiyordu, tasfiye edildiler, dış mihrakların kot numaralı adamları, Sözde Ermeni katliamı yapıldığını  utanmadan söyleye  bilen kişiler parti yönetimine alındılar.
Bütün bu nedenlerle böyle bir pazarlığın yapılabilirliği bana mümkün göründü.
Siyasette zaman zaman uzlaşmalar olabilir  ama bu eğer dış mihrakların kendi çıkarları için yapılıyorsa tehlikeli ve üzücü olan budur.
Kılıçdaroğlu Gül buluşması bu nedenle CHP’liler için üzücü ve kabul edilemezdir.
Abdullah Gül’den bu ülkenin ulusalcıları, demokratları hiçbir şey beklemezler.
Cumhurbaşkanlığı süresince hangi anti demokratik yasayı, bir daha görüşülmek üzere meclise gönderdi, ya da Anayasa mahkemesinde dava açtı ki; ondan şimdi medet umacağız.
Yani dün ne yaptıysa bugünde onu yapar. Hani Cevdet Sunay’ın süresi uzatılmak istendiğinde İsmet Paşa’nın dediği gibi.
Emperyalistler ne isterse dün olduğu gibi, bugünde onu yapacaktır. Bu tip bir yapılanma ile Türkiye ne bölge de lider konumuna gelir ne de dünya da bir saygınlığı olur.
Şimdi eleştirince kendisini CHP’li zanneden bir takım aymazlar şimdi zamanı mı diyorlar.
Elbette şimdi tam da zamanı, büyük kentlerde belediyelerin büyük çoğunluğu kazanılmış, halk iktidara yüründüğüne tam  inanmışken böyle bir hamle yapılması ben iktidar olmak istemiyorum, iktidara payanda olmak istiyorum demektir.
Ha Bahçeli’nin Tayyip Erdoğan’a payanda olması ha da CHP’nin Abdullah Gül’e payanda olması ne fark eder ki.
Bir ılımlı İslamcıya Atatürk’ün partisinin payanda olması akıllara ziyandır. Tam anlamıyla bir reddi mirastır. Kemal Bey yapmayın bu yanlışı; yok deyin.
Hakikaten bir uzlaşma olduysa da, yanlıştan dönmek erdemdir deyin ve vaz geçin. 
      

6 Ağustos 2019 Salı

ULUSALCILARLA ANLAŞAMAMAK



CHP İstanbul İl başkanı Canan Kaftancıoğlu, Partideki ulusalcılarla anlaşamıyorum demiş.
Böyle bir söylemde bulunmasının sebebi, o açılım derken, ulusalcıların böyle bir şeyi kabul etmemeleri olsa gerek.
Türkiye’nin üniter yapısının federatif bir yapıya dönüşmesi, Türkiye’nin kurucu antlaşması olan Lozan Antlaşmasında  bulunmayan ve hiçbir uluslar arası sözleşmenin Türkiye’yi kabule zorlamadığı ve devletin azınlık olarak tanımadığı,  etnik ve dilsel azınlık olan Kürtlere Lozan antlaşmasında azınlık olarak tanınan Müslüman olmayan azınlıklara tanınan haklar gibi haklar verilmesini görüşmeye başlanması ise, hanımefendinin ulusalcılar ile  anlaşmazlığı, ulusalcılar bu partide çoğunlukta bulunduğu sürece, yani sonsuza kadar devam edecek demektir.
Neyin açılımı yapılacak, ya da hanımefendi, açılımdan ne anladığını açıklayacak.
Açılımdan anladıkları, ülkenin üniter yapısını tartışmaya açmaksa Cumhuriyet Halk Partisi içindeki ulusalcılar sonuna kadar bununla mücadele edeceklerdir.
Açılımdan anladıkları, ülkenin üniter yapısını korumak için Yerel Yönetimler özerklik şartına Türkiyenin koyduğu çekincelerin kaldırılması arzusu ise, oda ABD’nin kurmak istediği Kürt koridorunu hayata geçirmek arzusudur, ulusalcılar bununla da sonuna kadar mücadele edeceklerdir.
Cumhuriyet Halk Partisi Yönetiminden ulusalcılar tasfiye edilinceye kadar, kullanılmasına izin verilmeyen “terör” faaliyeti yerine “savaş” silah bırakılması yerine “ateşkes” ve barış gibi söylemlerin kullanılmasını mı istemektir.
Ülkenin üstüne sinsi bir oyun oynanırken, sinsice planlar yapılırken “Açılım” demek, devleti kuran Atatürk’ün partisinin bir il başkanına yakışmamıştır.
Aslında yakışmamıştır diyoruz ama yaptıkları kendilerine biçilen misyonun gereğidir.
Bu açılımı Türkiye’ye dayatan kimdir?
Elbette ABD’dir.
Ülkesiyle milletiyle bölünmezlik ilkesi Kemalizm’in söylemidir.Daha 1990 da CİA’nı Ortadoğu Masası şefi ve Türkiye uzmanı Graham Füller “Kemalizm’in modası geçmiştir” dememiş miydi. 
Şimdi Türkiye’de açılımı savunanlarda  bilerek veya bilmeyerek ABD’ye hizmet etmektedirler.
Aslında açılım, Kemalizm’in temel felsefesi olan ülkesiyle, milletiyle bölünmez bütünlüğü reddetmektir.   
Aslında hanımefendi’nin şimdilik söylemediği, söyleyemediği demokratik özerkliktir. Ama hanımefendi gene de nazik bir üslup kullanmış ve “anlaşamıyoruz” demiştir.
Ulusalcılarla anlaşamamak yeni bir durum değildir. Bu partinin Parti Meclisi Toplantısında, hem de Genel Başkanın önünde,  bir terbiye yoksunu ulusalcılara yönelik  “geri zekalılar” diyebilmiş ve maalesef Genel başkandan en ufak bir uyarı almamıştır.
Şimdi sosyal medya da bir takım, aklı kıtlar, ulusalcıları eleştiriyorlar. Parti iktidara gelirken bizler hep böyle yaparmışız, iktidar yolunu tıkarmışız.
Ülke bölünürken iktidara gelsen ne olur gelmesen ne olur. Ulusalcılar için partiden önce ülke gelir. Bu partinin ulusalcı kadroları için öncelik, ülkesiyle milletin bölünmez bütünlüğüdür.
Tabii “açılımcılar” bunu anlamazlar, aslında  anlarlar da ama emrinde olduklarına yaranmak için böyle söylerler.
Böyle saçma sapan konuşanlara Nazımın dizeleriyle cevap verelim “Sevdalıyız biz vatana, öfke doluyuz satana. Bu memleket bizim.
Bir cümlede bizden SEVDALIYIZ BİZ PARTİMİZE, ÖFKE DOLUYUZ İLKELERİNDEN SAPTIRMAYA ÇALIŞANLARA, BU PARTİ BİZİM.


2 Ağustos 2019 Cuma

SURİYE'DE GÜVENLİ BÖLGE TÜRKİYE'NİN ÇIKARLARINA TERS h

x


ABD'nin Suriye özel temsilcisi James Jeffrey'in 24 Temmuz günü ağırlıkla Suriye'nin kuzeydoğusunda bir güvenli bölge kurulması konusunda Ankara'da yaptığı görüşmelerden sonra Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun yaptığı açıklamada şu ifade öne çıktı: "Amerika'nın getirdiği yeni öneriler bizi tatmin eder düzeyde değil"
Çavuşoğlu, güvenlik bölgenin derinliği, kimin kontrol edeceği ve PKK/YPG'lilerin bölgeden tamamen çıkarılması konularında ABD ile görüş ayrılıklarının sürdüğünü söyledi. 
Türkiye PYD/YPG ile dolaylı müzakere ediyor
Bakanın açıklamalarından, Jeffrey'in Türkiye'nin önünü koyduğu önerilerin sanki ABD'nin önerileri imiş gibi bir anlam çıkıyor. Oysa, bu doğru değil. 
Basında yer alan haberlere göre, Türkiye güvenli bölgenin, özetle, 30 km. derinliğinde olmasını, kontrolün tümüyle Türkiye'ye verilmesini ve PKK/PYD/YPG teröristlerinin bölgeden tamamen çekilmesini istiyor.
Jeffrey'in getirdiği önerilerin ise 10 km. derinliğinde bir güvenli bölgenin ortak denetim altında tutulması ve PYD/YPG teröristlerinin ise bazı yerleşim yerlerinde kontrolü devam ettirmeleri unsurlarını taşıdığı anlaşılıyor.
Bizim basın yazmıyor tabii, uluslararası basın Jeffrey'in masaya koyduğu tekliflerin sözümona "Suriye Demokratik Güçleri" kılıfı altındaki PKK/PYD/YPG'nin kabul ettiği öneriler olduğunu bildirdi. 
Açıkça söylemek gerekirse, Jeffrey Ankara'da PYD/YPG adına konuştu AKP yönetimindeki Türkiye, ABD aracılığıyla, kuzeydoğu Suriye'de yerleşmiş terörist yapı ile pazarlık yapar duruma getirildi.
ABD'nin Türkiye'yi ve PYD-YPG'yi eşit taraflar olarak gördüğü şuradan belli ki, Jeffrey'in Ankara'ya geldiği gün, ABD'nin Orta Doğu'dan sorumlu karargahı CENTKOM'un komutanının Suriye'nin kuzeyinde PYD/YPG'li teröristlerle görüşmesine ilişkin fotoğraflar servis edildi. Türkiye'nin sert tepki vereceği hesap edilseydi ABD böyle bir adım atamazdı.
Nitekim Çavuşoğlu, CENTCOM komutanının temasları konusunu "ABD'nin samimi davranmadığının göstergesi" diyerek geçiştirdi. 
Güvenli bölge Türkiye'nin çıkarlarına aykırı 
Aslına bakılırsa, Türkiye'nin kuzey Suriye'de bir güvenli bölge oluşturulması konusunda müzakere ediyor olması sonu hüsranla bitmesi kaçınılmaz bir maceradır. AKP iktidarı, içeride "fetih" tamtamları çalabilmek uğruna bu maceraya atılmaktadır. Hangi koşullarda oluşturulursa oluşturulsun, güvenli bölgenin Türkiye'nin uzun erimli ulusal çıkarları bakımından sakıncaları var:
1. Türkiye, güvenli bölge konusunda, ABD aracılığıyla, PYD/YPG ile uzlaşmış duruma gelecek;
2. Türkiye, güvenli bölgenin güneyinde kalan alanlarda varlığını sürdürecek olan PYD/YPG yapılanmasını zımnen kabul etmiş olacak;
3.Güvenli bölge, AKP iktidarının çok savunuyor göründüğü "Suriye'nin toprak bütünlüğüne ve üniter yapısına" kalıcı zarar verecek. Türkiye'nin hiç istemediği "kürt koridoru" Fırat'ın doğusunda fiilen oluşturulmuş olacak. Bir kere bozulduktan sonra, üniter yapıya geri dönmek mümkün olmayacak. Üniter yapının, Irak'dan sonra şimdi de Suriye'de bozulmasının Türkiye bakımından yaratabileceği vahim gelişmeleri izaha gerek yok.
AKP iktidarı, ABD'nın oyalama taktiği olduğu anlaşılan güvenli bölge görüşmelerini kesmekten ve vakit geçirmeden Şam rejimi ile resmi temas kurmaktan hala ısrarla kaçınmaktadır.
ABD izin vermeden Fırat'ın doğusuna harekat yapılamaz
James Jeffrey'in ziyareti sırasında bakanların açıklamalarıyla öyle bir hava yaratıldı ki, Türkiye'nin talepleri çok kısa süre içinde karşılanmazsa, "Türkiye daha fazla tahammül göstermeyecek ve kendi göbeğini kendisi keserek Fırat'ın doğusuna müdahale edecektir". 
Bu açıklamalara ABD'li yöneticiler herhalde çok şaşırıyor olmalıdır. 
Sözü edilen bölgede hava sahası tamamen ABD'nin kontrolündedir ve -tıpkı Kuzeybatı Suriye'de harekat için Rusya'dan izin alındığı gibi-  ABD izin vermeden hava destekli bir harekat icra edilemez. Hava desteği olmadan yapılacak bir operasyon ise kara birliklerimiz için büyük bir risk taşır. Oralarda konuşlu ABD kara unsurları ile çatışma ihtimali de cabasıdır. AKP iktidarının bu yola tevessül etmesi macera aramak anlamına gelir.
Kısıtlı da olsa Suriye'ye bir operasyon olanağı sağlanması halinde, karşılığında ABD'ne ne gibi tavizler verildiğine bakmak gerekir.
Bu sözler, Suriye'nin kuzeydoğusunda PYD/YPG'yi değil, "kürtleri" gören ABD'nin ağzıdır. CHP yöneticisi, bu açıklamasıyla, ABD destekli PYD/YPG'nin Suriye'nin kuzeyinde "rahat bırakılmasını" ve istedikleri yapılanmayı sağlamalarına göz yumulmasını önermektedir. İnanılır gibi değil!
Gelinen aşamada CHP'den beklenen, Suriye konusunda laf ebeliği yapmak değil, yaratıcı ve cesur adımlar atmaktır. CHP yönetiminin AKP iktidarının yapmadığını yapmasının ve Suriye rejimi ile doğrudan temas kurmasının tam zamanıdır. Bunu yapması halinde, Suriye'nin toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunması temelinde bir siyasi çözümü mümkün kılacak alternatif politikaların önü açılır, Gideren ağırlaştığı görülen ülkemizdeki Suriyeliler sorununun çözümü kolaylaşır.
CHP yönetimi S400 konusunda çok başarısız bir sınav verdi. Genel Başkan Kılıçdaroğlu çelişkili açıklamalar yaptığı gibi, yardımcıları ile ayrı telden çaldılar. Şimdi güvenli bölge konusunda da Türkiye'nin uzun erimli çıkarlarını savunmak yerine, dış güçlere şirin görünme gayreti içindeler. 
CHP yönetimi, maalesef, "bağımsızlık benim karakterimdir" diyen kendi kurucusu o Büyük Adam'a layık olamıyor.