26 Mayıs 2020 Salı

BU HATA DEĞİLSE BAŞKA BİR ŞEYDİR.




Kemal Kılıçdaroğlu, Davutoğlu ve Babacan'ın yaptığı açıklamalara bakarak "...ortak noktalarımız çok fazla.....Hatta yüzde 99 diyebilirim....” dedi.
Babacan ve Davutoğlu'na grup kurmaları için milletvekili desteği verir misiniz sorusuna Kılıçdaroğlu: “Demokrasi için elbette veririz.... Meclis’te her parti temsil edilmeli…” 
Davutoğlu geçmişini inkar etmeden: "Hayatım, CHP zihniyeti ile mücadeleyle geçti".dedi
Bu açıklamalar karşısında ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: 
CHP Genel Başkanı, hayatını CHP'nin temsil ettiği bütün değerlere karşı mücadele etmekle geçirdiğini söyleyen Ahmet Davutoğlu'nun fikirleri ile kendi fikirleri arasında yüzde 99 oranında ortaklık görüyor.
Nedir bu değerler, Laik, demokratik, halkçı, devrimci olmak. Bunlara karşı olduğunu söyleyen bir parti genel başkanı ile Cumhuriyet Halk Partisi Genel başkanın, fikir olarak ortak noktaları  yüzde doksan dokuz ise hemen işgal ettiği o Atatürk’ün koltuğunu boşaltıp fikren yüzde doksan dokuz uyuştuğunu   söylediği  kişilerin kurduğu partiye katılmalıdır. Anlaşılıyor ki, Davutoğlu ile fikirleri bu kadar uyuşan bir insanın Cumhuriyet Halk Partisi ile fikren uyuşması mümkün değildir. Nitekim, Kılıçdaroğlu’nun bu  söylemi  parti tüzüğüne ve parti programına aykırıdır. Bunu sade bir partili söylerse kesin ihraç talebiyle disiplin kuruluna sevk edilmesi gerekir..
Ancak şimdiki parti yönetimi bunları söyleyenleri değil, partinin bütün kademelerinde görev yaparak gelmiş ulusalcı, Atatürkçüleri disiplin kuruluna sevk edip ihraç ettiriyor.
Ancak bu düşüncenin Kemal Kılıçdaroğlu’nun inancı olduğuna inanmıyorum. Bu açıklama , Abdullah Gülün yeni kurulan partilere destek verilmesini istemesi nedeniyle söylendiği  kanaatindeyim. Böyle dahi olmuş olsa, yanlış hatta yanlış ötesi bir söylemdir.
 Kılıçdaroğlu partisinin yetkili organın ki; bu konuda yetkili organ, Merkez Yürütme Kuruludur; kararı olmadan, “ Hayatı, CHP zihniyeti ile mücadeleyle  geçmiş” bu  şahsın kurduğu Gelecek Partisi'ne CHP'nin kurumsal olarak destek vereceğini açıklama hakkı yoktur.
Cumhuriyetin temel değerleriyle sorunu olmayan, Cumhuriyet Halk Partisinin dışındaki partilerle medeni ilişkiler kurmak, gerektiğinde koalisyonlar kurmak seçim işbirlikleri yapmak doğaldır, ama Cumhuriyetin temel değerleriyle, ülke bütünlüğüyle sorunu olan siyasi partilerle koalisyonlar kurmak işbirliği yapmak çok temel bir değişiklik ve Cumhuriyet Halk Partisinin şerefli tarihini reddetmektir ki, bunu söylemek bir Cumhuriyet Halk Partilinin, parti de hangi makamı işgal ederse etsin   haddi ve hakkı değildir. 
Davutoğlu’nun Cumhuriyet Halk Partisi için ve  Kılıçdaroğlu’nun Davuıtoğlu’nun partisi için söylediklerine bakarak,  "Cumhuriyet, bizzat Cumhuriyeti kuran partinin şimdiki yöneticilerinin yardım ve yataklığında tahrip ediliyor" dersek abartmış mı oluruz?
Çok partili hayata geçtikten bu tarafa, parti yönetimlerinde tek adamlara yer yoktur. Onun içindir ki parti tüzüğü yetkileri, partinin yetkili organları arasında bölüştürmüştür. Genel başkan’a yetkili organların kararı olmadan koalisyonlara katılmak, seçim birliktelikleri kurma konusunda tek başına karar verme yetkisi vermemiştir.
Parti içinde tek adam haline gelen genel başkanlar bir müddet sonra partinin haklarını ve yararlarını korumak değil kendi ilkel içgüdülerinin esiri olurlar. Bu durumun devamında artık partinin yararı söz konusu değildir. Yetkili organlar, artık duruma vaziyet etmelidirler.  




22 Mayıs 2020 Cuma


KENDİNİ DEVLET ZANNETMEK
Son yıllarda giderek çok yanlış bir düşünceye kapılan AKP daha doğrusu AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kanunlara aykırı bir şekilde kendisinin   organları haline geldiğini düşünerek, Anayasa’ya aykırı olarak mahkemelere, kanunda ve yönetmeliklerde olmayan bazı hususları talimat olarak bakanlıklara verebilmektedir.
En son yaşadığımız bazı örnekler bunu açıkça ortaya koymaktadır.
İşte yasalara göre bağımsız ve yansız olması gereken RTÜK başkanının “ Cumhurbaşkanımızdan bir talimat gelirse bunu emir kabul ederiz” cümlesi, Cumhuriyet Halk Partisi Üreyir Gençlik Kolları Başkanının, Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylemiyle Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatı üstüne tutuklanması, yeni hakim ve savcıların kura törenine bağlanarak, yasa da yönetmelik de bulunmayan, “Benim takdir hakkım…..” sözünü kullanabilmesi, kendini devlet zannetme yanlışının  dışavurumlarıdır.
Ne kadar özenirlerse özensinler demokrasi nehrini artık tersine akıtmak mümkün olmayacaktır.
Milli egemenlik prensibinin  gelişmesindeki ilk ayağı temsil eden, Atatürk devrimlerinin üstünden yüz yıla yakın bir süre geçti. Devleti kuran kadronun Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’nün, her istediğini yapabilecek, yaptırabilecek güce sahipken kendi iktidarını seçimle halkın istediği şekilde rakip partiye teslim etmiştir.
İktidarın teslim edildiği Demokrat Partinin kurucusu ve Lideri rahmetli Celal Bayar’ın deyişiyle “İsmet Paşa istese bir bekçi gönderir partiyi kapatabilir ama bunu yapmayacaktır” dediği bir Türkiye’de artık tek adam, tak parti hayalleri kurmak nafiledir.
O tarihte İsmet İnönü, milli kahraman olmanın manevi otoritesine sahipken, asıl olanın Milletin egemenliği olduğuna inanmıştı ve gereğini yaptı.
Uygar Dünya’da tek adam inancı artık yıkıldı, bu  dönemlerin bittiği artık birileri tarafından kabul edilmelidir.
Arkasındaki millet desteğini kaybeden  siyasetçilerin gereksiz şiddet yollarına başvurarak iktidarda kalmak başarısını göstereni bugüne kadar görülmedi.
Muhalif siyasetçileri, muhalif aydınları, gazetecileri, sanatçıları zindanlara tıkmak demokrasi nehrin akışını ters çevirmeye yetmeyeceği gibi bu insanlarla gönül bağı olan insanların bunlara olan sevgilerini azaltmayacağı gibi tam aksine arttıracaktır.
İnsanları hapse atmak, yayın kuruluşlarının ekranlarını karartmak para cezaları vermek bu insanları susturamayacağı gibi, bunları yapan iktidar sahibine de  duyulan sevgiyi  azaltır.
Toplum haksızlığa uğrayan insanlara sahip çıkar, nitekim AKP kurulduğu günden beri hep mağduru oynamış ve bunu oya çevirmiştir.
Ama şimdi kendisi mağdurlar yarattığı gibi iktidarını  devam ettirmek içinde devamlı düşman yaratıyor. Düşmanı  da CHP olarak gösteriyor.
Ama büyük yanlış yapıyor Cumhuriyet Halk Partisi Atatürk’ün partisidir, devletten evvel var olan devleti kuran partidir. Devrimlerin partisidir. Demokrasiye kendi iradesiyle geçip büyük bir olgunlukla iktidarı rakibine devreden partidir.
Tabii bunda önce ilki millet egemenliğine duyulan inanç ve ikincisi de arkalarında korkulacak bir yolsuzluk pisliğinin olmamasıdır.
Ama AKP bugün iç politikada, dış politikada, ekonomideki bütün yanlışları karşısındakilerde  arıyor, bunun çok büyük hata olduğunu anlayamıyor. Bu tür politikalar Hitler Almanya’sında geçerliydi ama üstünden çok uzun yıllar geçti artik modern dünya da yeri ve geçerliliği kalmadı.
Döviz tırmanışa geçti mi, tek suçlu “Bizi kıskanan dış güçler” iç politika da ki başarısızlıklarda “ tek suçlu ceehaape” ama sanki kendileri sütten çıkmış ak kaşık.
Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin gözden kaçırdığı bir husus, kendisine büyük destek vererek iktidara taşıyan alt, orta gelir grubu mensubu kitleler artık kendisinden kaçıyorlar.
Bu zümreler ekonomik olarak  ezilirken, destek verdikleri partilerinden güç alan bazı çevrelerin huzuru bozduklarını söyleyerek, bunların kendi sorunlarını çözemeyeceğine inanıyorlar.
Ve meşhur Hint atasözün tekrarlıyorlar, “eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa bil ki  altını pisletmiştir.”





19 Mayıs 2020 Salı

TEHDİTLERLE GERİLEN SİYASÎ ORTAM* Prof. Dr. Türk:


Son günlerde bazı TV kanallarında yapılan,  haber ve yorum konusu olarak gazetelerde ve internette yer alan tehdit konuşmaları1 hakkında eski Devlet, Millî Savunma ve Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, basında hak ettiği yeri bulmayan ama çok doğru, ilim adamına yakışır yazılı bir açıklama yaptı: Bunu siz okuyucularımla paylaşmak istedim:




“Devletin 1 numaralı görevi, ülkede yaşayan her insanın can güvenliğini sağlamaktır. Bunun için Devletin bütün güçlerini –Anayasa’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez niteliklerini belirten 2. maddesinde ifadesini bulan– ‘insan haklarına saygılı, … sosyal hukuk devleti’ kuralları içinde harekete geçirmek gerekir.”
 “Türkiye’nin koronavirüs salgınına karşı yoğun bir mücadele içinde olduğu bir dönemde gözü dönmüş kimi azgın kişiler, bazı televizyon kanallarında yaptıkları konuşmalarda açıkça ‘kasten öldürme’ veya ‘cinsel saldırı’  tehditleri savurmakta-dırlar. Bu kişiler, 15 Temmuz’un kursaklarında kaldığını, şimdi ellerinde listelerin ‘hazır’ olduğunu açıkça söyleyebiliyor; sözde darbe iddialarına karşı ‘Karılarınızı, çocuklarınızı nasıl koruyacaksınız bizden?’ diye  sorabiliyor.
Bu kişilerin bu sözleri söylemeye nasıl cür’et ettikleri, bu cesareti nereden ve  kimden  aldıkları, arkalarında kimlerin olduğu öncelikle araştırılması gereken bir konu. Her durumda söyledikleri, –en hafif ifade ile– Türk Ceza Kanunu’nun 106. maddesi uyarınca cezalandırılması gereken ‘Tehdit’ suçunu oluşturur. Tehdit  konusu suçlar ise, aynı Kanun’un 81. maddesinde öngörülen  ‘kasten öldürme’ suçunun 82. maddeye göre  ‘tasarlayarak’ işlenmiş ‘nitelikli’ hâli ile 102-105. maddelerinde ‘Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar’ başlığı altında düzenlenen, özellikle 102 ve 103. maddeler uyarınca cezalandırılması gereken ‘Cinsel saldırı’ ve  ‘Çocukların cinsel istismar’ suçlarıdır. 
Kaldı ki, söz konusu televizyon konuşmaları, –geniş plânda– Türk Ceza Kanunu’nun 213, 214 ve 216. maddelerinde düzenlenen ‘Halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit’, ‘Suç işlemeye tahrik’ ve ‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ olarak cezalandırılması gereken suçlar niteliğindedir.
 Yapılan tehditler, bunları yayınlayan televizyonların bant kayıtlarında, haber ve yorum konusu olarak gazetelerde yer aldığına, dolayısıyla Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ‘Tutuklama nedenleri’ kenar başlıklı 100. maddesi  uyarınca bunun için gerekli ‘Kuvvetli suç şüphesini gösteren somut deliller’ ortada olduğuna, ayrıca işlenmesi tasarlanan suçlar, aynı maddenin 3. fıkrasında sıralanan katalog suçlar arasında bulunduğuna göre; 101. madde uyarınca soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde  Cumhu-riyet savcısının istemi üzerine  veya re’sen mahkemece tutuklama kararı verilebilir. 
Bunlar işin hukukî yanı. Her durumda yapılan tehditler, toplumda büyük bir huzursuzluk ve tedirginlik yaratmıştır. İnsan hak ve özgürlüklerinin hepsinin temelinde –Anayasa’nın 17. maddesinde belirtildiği gibi– yaşama hakkı vardır. Devletin 1 numaralı görevi, ülkede yaşayan her insanın can güvenliğini sağlamaktır. Bunun için Devletin bütün güçlerini –Anayasa’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez niteliklerini belirten 2. maddesinde ifadesini bulan–  ‘insan haklarına saygılı, … sosyal hukuk devleti’ kuralları içinde harekete geçirmek gerekir.  
Bu çerçeve içinde başta Anayasa’nın 104. maddesi uyarınca ‘Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eden’ Cumhurbaşkanı olmak üzere,  herkesin içinde bulunduğumuz ortamda gerilimi tırmandırabilecek, toplumda kutuplaşmalara, giderek iç çatışmalara yol açabilecek konuşmalar yapmaktan dikkatle kaçınması gerekir.”
(15.5.2020, 16.5.2020)
________________________
1Bu konudaki haber ve yorumlar için bk. Milliyet, 13.5.2020, s. 13 “Fatih Tezcan’a soruşturma”;  Korkusuz, 13.5.2020, s. 11 (Ümit Zileli, “Karınızı çocuklarınızı nasıl koruyacaksınız bizden”, Komşularını bile ölüm listesine  alan habis ruh!, Bir aşağılık provokatörün kapkara tehditleri); Gözlem, 15.5.2020, “Sevda Noyan’ın Ülke TV’deki sözlerine RTÜK hiçbir şey demedi”(gozlem-gazetesi.com/HaberDetay/252/1124717/sevda-noyanin-ulke-tvdeki-sozlerine-rtuk-hicbir-sey-demedi. html); Mehmet Kocabıyık, “Şiddet, tehdit dolu listelerle sokağa mı indirilmek isteniyor?” (gozlem-gazetesi.com/HaberDetay/253/1124728/siddet-tehdit-dolu-listeler-ile-sokaga-mi-indirilmek-isteniyor. html).

15 Mayıs 2020 Cuma

CUMHURİYET HALK PARTİSİ VE 19 MAYIS



19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramında gençlere sokağa çıkma izni verilmemiş olması CHP grup başkan vekili Sayın Engin Altay’ı kızdırmış. 12 Mayıs günü TBMM'de yaptığı açıklamada şunları söylemiş:"....19 Mayıs'ta sokağa çıkma yasağı var.... Ben 19 Mayıs'ta çıkıp meydanları dolduralım demiyorum. Ama bir garabet var. Gençlere kısıtlı sokağa çıkma iznini 19 Mayıs'ta değil de 20 Mayıs'ta 21 Mayıs'ta vermek 19 Mayıs'ı hafifletmek anlamı taşır. Madem bir izin vereceksin, hazır 19 Mayıs'ta sokağa çıkma yasağı da var, geçen hafta nasıl 65 yaş üstüne sokağa çıkma serbestisi tanıdıysan, Erdoğan, gençlerin gönlünden zaten koparamazsın, 19 Mayıs ruhunu bu milletin ruhundan silip atamazsın.... 20 Mayıs'ta vereceğin serbestliği 19 Mayıs'ta gençler için kaldırman çok anlamlı olur. Gel bu yanlıştan dön.."
Sayın Engin Altay’ın bu açıklaması CHP'nin siyaset yapma biçiminin etkisiz ve sonuç almaktan uzak olduğu, halkta karşılık bulmadığı eleştirilerinin haklılığına güzel bir örnek teşkil ettiği gibi her şeye rağmen bu söylem parti içindeki bazı insanları rahatsız edecektir.
Bu partide, genç Cumhuriyetin kendisini koruma refleksi olan Dersim harekatı araştırılsın diye kanunu teklifi verenler var. Bu teklifi verenin kafasının arkasındaki düşünce, bir adım sonra Türkiye’yi PKK eylemlerinden dolayı mahkum etmek düşüncesidir.
Ayrıca bu parti kapatılsın Vakıf haline getirilsin diyenler var. Parti programından Atatürkçülük çıkartılsın yerine sadece Avrupa sosyal demokrasisinin ilkelerine yer verilsin diye program değişikliği hazırlığını yapanlar var.
Dost Altay  doğru söylemiş, coronaviruslu günlerde CHP elbette "19 Mayıs'ta çıkıp meydanları dolduralım" dememeli. 
Ancaaaak, Cumhuriyet Halk Partisi'nin Atatürk'ü eylemli biçimde anmasına engel mi var? Dost Altay’a  hatırlamamız gerekir ki,  Atatürk'ü anmak için Cumhuriyet Halk Partisi'nin hiçbir yerden izin almaya ihtiyacı yoktur. Ama bir noktayı daha hatırlatmakta fayda var, bu açıklamayı yaparken, partinin bugün üst kademesinde görev yapan Aralık hareketi mensuplarından ya da TR 705 den icazet aldı mı acaba? Birileri bu partiyi kapatalım vakıf olsun diyor, diğeri Atatürk’ü katliamcılıkla suçluyor. Bu partinin bu devletin kurucusunu anmasını, hangi gerekçe ile olursa olsun, Cumhuriyet Halk Partisinde yasaklamak da mümkün değildir, olmamalıdır.
O halde, 19 Mayıs günü Cumhuriyet Halk Partisi'nin yapması gereken, genel başkan başta, bütün milletvekillerinin katılımıyla, sembolik olarak Türk gençleri adına, Atatürk'ü ziyaret etmektir. Elbette, bütün coronavirus önlemlerine harfiyen uyularak, tüm milletvekillerinizle Anıtkabire gitmenize engel mi var.
Bana göre var ama öncelikle içinizdekilerden var.
Zaten iktidar küresel salgını bahane ederek bunu yapmayacaktı, böyle bir salgın yokken de bir mazeret bulmuyorlar mıydı?
Şimdi çok itibar edilen Abdullah Gül böyle günlerde hastaneye yatmıyor muydu? Bir diğeri Anıtkabirde “sap gibi” durmaktan söz etmiyor muydu?   
"Türkiye'de artık sadece TBMM'de laf söylemekle siyaset yapmanın halkta hiçbir karşılığı olmuyor, otoriterleşen bu iktidar döneminde, parlamentonun bütün etkisini yitirdiği bir dönemde  eylemli siyaset yapmak gerekir" derken işte tam böyle bir fırsattan söz ediliyor.Tabii içinizdeki bazı Atatürk düşmanlarını kızdırmayı göze alarak.





8 Mayıs 2020 Cuma

DEMOKRASİ TRAMVAYI


  

Geçen haftalarda Cumhuriyetin temel değerlerine sıksıya bağlı bir dostum CHP yönetiminin etkisiz muhalefetini eleştirdiği bir mesaj atmıştı: “Son gelişmelere bakılırsa, çağdaş cumhuriyetin tasfiyesinde, CHP yönetiminin boş bakışları arasında, artık son aşamaya gelindiği görülüyor. Sıranın CHP'nin tasfiye edilmesine geldiğini düşünüyorum".
Bu mesajın üzerinden ancak bir hafta geçmişken, Partili Cumhurbaşkanı,  önceki gün yaptığı konuşmada, "CaHaPe zihniyetine" çok ağır şekilde yüklendikten sonra, şunları söyledi: 
".......Siyasetin kalitesini artırmanın yolu, bu kirli zihniyeti ülkemizden tasfiye etmekten geçiyor. CHP yöneticileri ile aynı zihniyetin medyadaki ve diğer mahfillerdeki mensuplarını buradan bir kez daha ikaz ediyorum. Beyhude yere uğraşmayın....."
Aslında bu sözler, tamamıyla gündemi değiştirmek, memorandum ilan edlip edilmeyeceğinin iktisatçılar arasında tartışıldığı bir sırada, ekonomideki batışın tartışılmasının önüne geçmek için söylenmiş sözlerdi ama Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkan Vekili  Engin Özkoç hemen bu lafın üstüne atlayıp gürledi:
"...demokrasi ile yöneltildiğini iddia ettiğimiz bir ülkede ana muhalefet partisini ... nasıl tasfiye etmek istediğinizi millete açıklamak zorundasınız". 
Özkoç çok iyi niyetli, bunu yapmaya karar veren  hiç öyle bir zorunluluk falan duymaz da,  Türkiye’de, devletten evvel var olan  devleti kuran Cumhuriyet Halk Partisi’ni kapatmaya kimsenin gücü yetmez demesi lazımdı ama bunu söyleyebilmek için  önce siyaset yapma tarzınızı değiştireceksiniz. Anayasadan kaynaklanan  bütün demokratik, haklarınızı kullanacaksınız. Bangır bangır her gün tarafsız ve yansız yargı önünde hesap soracağınızı söyleyeceksiniz. Bunu yapmaz iseniz, batan AKP İktidarı CHP'nin tasfiye edilmesinin bir "hukuki" yolunu, bugünkü yargı düzeni içinde  bulursa  eliniz kolunuz bağlı oturmaktan başka ne yapacaksınız?  O zaman Yanınızda duracak kimseyi de zor bulursunuz. Ve hele zamanında “Cumhuriyet Halk Partisi kapatılsın Vakıf olsun” diyenler, parti programına aykırı 1915 Ermeni tehcirinde bugünün Türkiye’sini  haksız olarak suçlayan, ayrılıkçılar yani  bugün baş tacı yaptığınız adamların hepsi gemiyi ilk terk edenler olurlar.
Allahtan Özkoç’tan sonra diğer grup Başkan Vekili  Özgür Özel çıktıda “CHP’yi kapatmaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini” söyledi. Baş tacınız Aralık Hareketi mensuplarının bu arada çıtı bile çıkmadı.  
Cumhuriyet Halk Partisinin yapması gereken hemen en kısa zamanda, vakit geçirmeden temel hak ve hürriyetleri teminat altına alan, demokratik parlamenter rejime dönme yollarını gösteren bir anayasa taslağını halkın önüne koymaktır, tabii bu Aralık hareketi mensubu Anayasacılar ile yapılamaz. Mevcut anayasamızdaki "Atatürk milliyetçiliği", "Türk Milleti" "Türk vatandaşlığı" kavramları ile sorunu olanlarla bir anayasa taslağı yazacak olursanız, hem Cumhuriyet Halk Partisi’nin şanlı tarihine ihanet edersiniz ve hem de  birilerinin  foyaları da iyice ortaya çıkar!
Böyle “demokratik bir ülkede” gibi süslü laflar  üreteceğinize  Alman papaz"  Niemöller’in hikâyesinden ders çıkartmaya çalışın.
Niemöller suskunluğun sonuçlarını "Naziler önce Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim. Sonra komünistler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü komünist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için yine sesimi çıkarmadım. Sonra benim için geldiler, ses çıkaracak kimse kalmamıştı." diyerek anlatmıştı. 
Ne demişti Abdüllatif Şener? "....Ya göstermelik bir seçim yapar. (Mısır'da yapılan göstermelik seçimler gibi).......Orta Doğu yöntemi bir seçim mi olur?.... Veya hiç seçime de gerek yoktur. Kendisini 10 yıl, 15 yıl, 25 yıl devlet başkanı ilan etmişler var. Buna benzer bir yöntem önümüze gelir mi, gelmez mi bilmiyorum.... Ama bildiğim bir şey var, seçimi kaybetmemek için ne yaparım diye düşünüyordur".
Bu ülkenin bekası için Cumhuriyet Halk Partisi olarak yapmanız gereken, demokrasi tramvayını Tayyip Bey’in hayal ettiği durağa gelmeden,çözüm üretmeyen laf ebeliğine dayanan pasif siyaset anlayışınızı değiştirmek olmalıdır.



5 Mayıs 2020 Salı

"ERMENİ SOYKIRIMI" KONUSUNDA TÜRKİYE ÇOK ZEMİN KAYBETTİ



Türkiye, "Ermeni soykırımı" iddiaları hakkında AKP iktidarı zamanında çok zemin kaybetti, hala da kaybediyor. 
Bu zemin kaybı, Ermenistan anayasasında ve bağımsızlık bildirgesinde yer alan ve açıkça Türkiye'den toprak talep eden hükümler yerli yerinde dururken, bunu hiç sorun yapmadan, 2009 yılında Ermenistan ile -utanç veren bir biçimde- "büyük devletlerin" gözetimi altında zamanın dışişleri bakanı Davutoğlu tarafından imzalanan protokoller ile başladı. Neyse ki, Ermenistan ayak sürüyünce protokoller uygulanmadı.
Protokol İmzası anında o utanç verici fotoğrafı gözünüzün önüne getirin. Düveli Muazzamanın temsilcileri İsviçre'nin Dışişleri Bakanı Micheline Calmy-Rey, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, Avrupa Konseyi'ne başkanlık eden Slovenya'nın Dışişleri Bakanı Samuel Zbogar ile AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana masanın arkasında ayakta duruyorlar. Önlerinde ki masada iki terbiyeli çocuk Türk ve Ermenistan dışişleri Bakanları. 
Utanç duyacağımız bir tek bu fotoğraf olayı olmadı Davutoğlu dışişleri bakanı iken 2013 yılının sonlarında, bir uluslararası toplantıyı bahane ederek Ermenistan başkenti Erivan'a gitmişti. Giderken uçakta, "tehcirin tümüyle yanlış ve insanlık dışı bir uygulama" olduğunu söylemişti. Böylece Türkiye'nin yıllardır savunduğu tezin dibine dinamiti koymuştu. Geçmişten ders çıkarmadığı için safça ümit etmiş olmalıydı ki, Ermenistan da esneklik gösterecek. Hiç öyle olmamıştı. Olmadığı gibi, Ermenistan Cumhurbaşkanı, Erivan'a gelen Türk dışişleri bakanı ile görüşmeyi bile reddetmişti.
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı'nın Ermeni Patriğine mektup yazdığı ve mektubunda "1. Dünya Savaşında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini saygıyla anıyor ve torunlarına içten taziye iletiyorum" ifadelerine yer verdiği basına yansıdı. Bir yandan konunun tarihçilere bırakılmasını talep ediyoruz, diğer yandan ülkenin (1) nolu siyasetçisi, İstanbul Vali Muavini ile muhatap olma düzeyindeki  patrik efendiye muhatap oluyor. Türkiye'nin savunduğu teze göre bu Ermeniler Osmanlı'ya ihanet etmiş ve tehcire tabi tutulmak zorunda kalınmamış mıydı?
Üstelik, sanki başka gün kalmamış gibi, mektup, bütün dünyanın "Ermeni soykırımı" günü olarak andığı 24 Nisan günü yazılıyor ve böylece o güne Ermenilerin yüklediği anlam da tanınmış oluyordu. 
Cumhurbaşkanının bu girişimi, "genocide" dememek karşılığında, Trump'ın "ricası" üzerine yaptığı akla geliyor. Sürekli geri adım atılıyor. 
Bazı CHP’liler tarafından saçma sapan açıklamalar yapılıyor ama, Kurultaydan geçen Programın 131/132 sayfalarında Ermenistan ile ilişkiler ve "soykırım" iddiaları hakkında, tüm parti üyelerini de bağlayan  Parti'nin tutumu her vasat zeka ve kültürdeki kişinin anlayabileceği şekilde açıklanıyor. "Soykırım" iddiaları hakkında aynen şu ifade yer alıyor:
"CHP, Sözde Ermeni Soykırımı iddiası ile ülkemizin haksız önyargılarla suçlanmasına karşı bugüne kadar Partimiz öncülüğünde sürdürülen kararlı duruşa sahip çıkmaya devam edecektir."
Program daha da ileri gidiyor, Ermenistan ile ilişkilerin normalleşmesinin koşulları arasında, bu ülkenin, "...dünyadaki Ermeni örgütleri vasıtasıyla Türkiye’ye karşı uluslararası hukuka aykırı biçimde soykırım iddiasıyla girişimlerde bulunmaktan vazgeçmesini de sayıyor.
CHP'nin sözde Ermeni soykırımı hakkında tüm partileri bağlayan programına yansıyan tutumu bu kadar nettir.
Tabii düşünce özgürlüğü kapsamında bu düşüncelerin aksini benimseyenler varsa bunların yapması gereken partiden istifa etmektir.


1 Mayıs 2020 Cuma

GAZETECİNİN VE YARGICIN ROLÜ



 Bizim gibi demokrasi kültürü gelişmemiş ülkelerde çocukluğu, ergenliği menkıbeler dinleyerek geçmiş alt kültür grubundan gelen kişiler bir gün hasbelkader iktidarı  ele geçirirlerse ve de birkaç defa üst üste seçim kazanırlarsa kendilerine büyüklük vehmetmeye başlarlar.
Bu tür kişilerin oluşturduğu yapıların  ana karakterini, siyasi sadakat ve destek karşılığında, “Başkan” tarafından devlet kaynakları merkezli servet ve hizmet dağıtımı belirlemektedir.
Bu tür yapıların temel amacı, iktidarı kontrol ve denge araçlarından arındırılmış olarak, üstün kabul ettikleri “Başkana” bırakmaktır. Böylelikle her şeyin daha düzgün yürüyeceğine inanırlar. Yani kolektif aklın yerine tek adamın aklına güven söz konusudur.
İktidarı  kontrol ve denge araçlarından arındırıp tek adamın aklına emanet ederseniz, bu yapıda hiçbir anayasal özgürlüğün güvencesi kalmaz. Bu yapılar süratle totaliterleşmeye başlarlar.
Totaliterleşen rejime giden  her memlekette aynen bugün Türkiye’de olduğu gibi  önce basın susturulur, sonrada yargı düzene (!) sokularak, onun yardımıyla kalan az sayıdaki muhalif kabul edilen basın da hizaya getirilmeye çalışılır.
Türkiye’de de sıra aynen böyle olmuştur. Önce basın üzerinde operasyonlar yapılmaya başlanmış,  aydınlarımız ve siyasetçilerimiz ufkun ötesini göremedikleri için basın üzerinde yapılan operasyonun totaliterleşmeye giden yolun ilk adımları olduğunu görememişlerdir.
Basının büyük kısmı yandaş, havuz medyası haline getirildikten sonra, yargı üzerine operasyonlar yapılmış ve bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı siyasal iktidarın güdümüne girmiştir.
O andan itibaren de güçler ayrılığı, da, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar sadece kağıtta yazılı,  kompozisyon konuları olmaktan ileri gidemez hale gelmişlerdir.
Böylelikle siyasal iktidarı etkin denetleyecek bir kurum kalmamıştır. Zira gerçek demokrasilerde hareket noktası, idare edenler yani iktidar sahiplerinin ancak kontrol ve sorumluluk sayesinde doğru yolda kalabileceklerine inanılır.
Çünkü özgür basının varlığı siyasi iktidarın yanlışlıklarını ortaya koyarak rezil edebileceği ve sonrada bağımsız ve tarafsız bir yargının mahkum edeceği korkusu, iktidarları dürüst kalmağa zorlar.
İşte modern demokrasilerde bu nedenledir ki, iktidarları kontrol eden basın, 4. Kuvvet olarak nitelenmekte ve kabul edilmektedir.
Tabii artık basın deyince sadece yazılı basın düşünülmemelidir. Bilhassa okur yazar nispetinin düşük olduğu memleketlerde, görsel ve işitsel medyanın gazetelere nazaran çok daha geniş kitlelere daha kolay ve ucuz ulaşabildiği gerçeğini unutmamak gerekir.
Birde bunlara şimdi özellikle 40 yaş altı kuşağın yoğun olarak kullandığı sosyal medyayı ilave etmek gerekiyor.
Bu nedenledir ki totaliterleşme eğilimindeki iktidarlar sosyal medyayı da engellemek en hafifi tabiriyle kontrol edebilmeye çalışmaktadırlar.
Totaliterleşen rejimlerde bir yazı, ekranlarda ki bir haber veya düşünce açıklaması suç sayılırken, demokrasilerde ise bunlar en doğal bir düşünce açıklaması,  eleştiri olarak kabul edilmektedirler.
Son yıllarda ülkemizde basının siyasal iktidarı denetleyebilmesi çok zor ve imkansız hale gelmiştir.
Hoşlanılmayan her habere iktidarın emrine girmiş yargı vasıtasıyla hemen yayın yasağı konulmakta ya da gazeteciler hapse atılmaktadır.
Yayın yasağı konan ya da mahkumiyet konusu yapılan haber ve yazılar demokratik bir ülkede olağan gazetecilik faaliyeti olarak görülebilecek işlerdendir.
Ama gelinen nokta da basın, siyasi iktidar karşısında çok zayıf bir durumdadır. Bu nedenle gerçek demokrasilerde gazeteci ile bağımsız  ve tarafsız yargıcın rolü çok önemlidir.