27 Eylül 2019 Cuma

Tank Palet Fabrikasının Özelleştirilmesi

Tank Palet Fabrikasının Özelleştirilmesi

     Türkiyenin tank ihtiyacının giderilmesi için hükümet 2006 yılında yerli imkanlarla tank geliştirilmesi için çalışmalara başlanıldı. 2008 yılında Koç grubuna ait Otokar firmasıyla sözleşme imzalandı ve Altay Projesi böylece başlamış oldu.
Otokar mühendisleri yaklaşık 4 yıllık yoğun çalışma sonrası 2012
yılında tanka ait ilk prototipi üretmeyi başardılar. 2014 yılına
gelindiğinde ise Altay büyük ölçüde hazırdı. Atış testleri, elektronik
ekipmanlara ait testler vs. yapılmıştı. 2016 yılına gelindiğinde ise
Altay seri üretime hazır hale gelmişti.(Altay için birden fazla
prototip yapıldı. Hatta Altayın bir meskun mahalde kullanılacak
prototipi ile Tulpar adı verilen zırhlı araçta bu sürede Otokar
firması tarafından geliştirildi. Altay esasında Güney Koreye ait K2
tankı baz alınarak geliştirilmiştir. Ancak üretilen prototipler K2'den
çok daha gelişmişti.)
2016 yılında devlet Altay’ın seri üretimi için yeniden bir ihale açtı.
Doğrudan seri üretim hakkını otokara vermedi. İhalenin sonucunda ise
Ethem Sancak’ın BMC firması ihaleyi kazanıyor.
İddiaya göre BMC firması düşük bir bedel(tank başına yaklaşık 8-9
milyon dolar) gibi bir fiyat teklifinde bulunduğu için ihaleyi BMC ye
vermişlerdir. Ancak uzmanlar 8-9 milyon dolarlık fiyatın(yapılacak
yatırımda düşünüldüğünde çok düşük bir miktar olduğunu söylemektedir.) Otokarın verdiği 13 milyon dolar rakamı ise makuldür. Çünkü fabrika ve teçhizatlar alınacak vs.
Netice itibariyle Altay’ı üretim hakkı BMC ye verilmiş oldu. Gelelim
Tank Palet fabrikasının özelleştirilmesine; 2018 yılında BMC ile hükümet arasında seri üretim konusunda anlaşma imzalandı.Fakat BMC nin fabrikası teçhizatı vs. olmadığı için firma Altay tankının üretmek için Alman Rheinmetall firmasına teklif götürdü. Alman firmasının altyapısı kullanılarak tank üretilecekti. Firma bu teklife sıcak baktı ancak Alman hükümetinin karşı koyması nedeniyle anlaşma iptal edildi.(Çünkü dünyanın en iyi tankı Alman
Leopard 2 tanklarıdır ve Rheinmetall firması bu Leopard tankına ilişkin bazı teknoloji transferi sağlayacaktı. Alman hükümeti de askeri sır niteliğindeki bu bilgilerin transferine onay vermesi.)
Anlaşma sağlanamayınca(daha ortada fabrika yok) BMC firmasının Altay tankını üretmesi mümkün değildi. Hükümette BMC'ye kolaylık sağlamak için BMC-Katar ortaklığına Sakarya’daki Tank Palet fabrikasını verdi.
Tank Palet fabrikasının özelleştirilmesinin altında yatan gerçek sebep budur.

24 Eylül 2019 Salı

Demokrasi, Türkiye'nin öncelikli sorunu değil



Sizlere kırk yılını bu ülkeye adamış üst düzey bir bürokrat, dürüst bir aydının bana yazdığı mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Yukarıdaki başlık kulağa çok tahrik edici gelebilir. "Demokrasi öncelikli sorun değilse, nasıl bir rejim peşindesin?" gibi eleştiri sesleri yükselebilir. Oysa, başlık bana ait değil. Geçen hafta yapılan bir anketten çıkan sonuç.
Ankete göre, "Türkiye'nin en önemli sorunu ne?" sorusuna katılımcıların yüzde 44.9'u ekonomi, yüzde 17'si işsizlik, yüzde 6'sı Suriyeliler, yüzde 5.2'si terör yanıtını vermiş. "Demokrasi, hukuk, adalet" diyenlerin oranı ise sadece yüzde 2.9'da kalmış.
İşsizliği de katarsak, ankete katılanların 61.9 gibi ezici çoğunluğu ülkenin en önemli sorununun "ekonomi" olduğunu düşünüyor. Halbuki, ekonomi gerçek ve kalıcı bir sorun değil. Yaşanılan sıkıntılar yıllardır uygulanan üretmeden tüketen, dışarıdan borçlanarak kalkınmaya çalışan, sanal bir refah yaratan, çarpık ve sürdürülemez ekonomi modelinin sonucudur. Yeni bir yönetim bu modeli değiştirir ve -sancılı bir süreç sonrası da olsa- normale dönülebilir.
Üzerinde hiç konuşulmuyor, Türkiye'nin gerçek ve giderek kalıcı hale getirilen sorunu, "devlet sorunu"dur". Devletleri devlet yapan; demokratik rejimi kuran ve koruyan kurumlardır. Ülkemizdeki gelişmeler, maalesef, devletimizi devlet olmaktan çıkarmıştır.
Son on yıldır Cumhuriyet'in oluşturduğu ve zaman içinde güçlendirmeye çalıştığı bütün kurumlar sistemli bir şekilde etkisizleştirildi, neredeyse tasfiye edildi. Adına "cumhurbaşkanılğı hükümet sistemi" denilen garabetin başlanmasıyla bu tasfiye uygulaması artık kontrolden tamamen çıktı.
Türkiye Cumhuriyeti bir asırdır bu karışık coğrafyada barış içinde yaşayabilmiş ise, bu, büyük ölçüde silahlı kuvvetlerinin caydırıcı gücü sayesinde olmuştur. Bilinen yollarla TSK'ne ağır darbe vuruldu. Kadrolarının içine kendisi dışında bir yapıdan emir alan binlerce personel sokuldu. Titizlikle uygulanan emir-komuta, kıdem ve liyakat ilkeleri tarumar edildi. TSK'nın kurumsal yapısı artık eskisi gibi sağlam ve bütün değil, parçalara bölünmüş durumda..
Aynı uygulama yargıda da yapıldı. Şimdi o hale gelindi ki, fetullahçı cemaatçiler güya tasfiye edildikten sonra, yargının kontrolünü kendi ellerine almak konusunda iki bakanın çatıştığı haberleri basına yansıdı.Yargıya güven yerlerde sürünüyor..
Yeni sistem içinde TBMM'nin adı var, kendisi yok, hiçbir ağırlığı kalmadı. Denetim işlevi tamamen silindi. Kanun yapıcı yetkileri törpülendi.
Bir tüzel kişilik olarak "Bakanlar Kurulu" ortadan kaldırıldı. Oysa, kurul, tek parti dönemlerinde bile, kendi içinde denge ve denetim mekanizması barındıran bir yapıydı. Koalisyon dönemlerinde özellikle öyleydi. Alınacak müşterek kararlarda bakanlar birbirlerinin duyarlılıklarına dikkat ederdi. Bu kurulun dışında olan cumhurbaşkanı da imza için önüne gelen kararın doğruluğunu denetleyebilirdi. Şimdi bunların hiçbiri olmuyor. Tek kişi ne karar verirse, o oluyor, Ortada bir hükümet olmadığı için, kanun önerileri ortak aklın ve çalışmanın ürünü olan "tasarı" halinde TBMM'ne gidemiyor. Zaten, kanunların bir çoğunu tek kişi aldığı kararla yapıyor. 
Bakanların artık hiçbir ağırlığı kalmadığı gibi, bakanlıklar da politika seçenekleri üretme işlevlerini yitirdiler, sekretarya hizmetlerinden ötesini yapamaz hale geldiler. Bakanların akıbetleri bir kişinin iki dudağı arasına sıkıştı. Fiilen tasfiye edildiler..
Türkiye'nin bir sorunlar yumağı haline gelmesinde bu kurumsal yapıların çökmesi, devlet ölçeğindeki ortak aklın ortadan kalkmasının ve bütün kararları dar bir kadronun alıyor olmasının belirleyici rolü var. 
Örneğin, dış politikanın içinden çıkılmaz bir kargaşa içine itildiği yaygın şekilde söyleniyor da, bu hale gelinmesinde dışişleri bakanlığı'nın kurumsal yapısının iyice zayıflatılmasının, birikiminin yok sayılmasının, kadrolarının siyasi müdahaleye açık hale getirilmesinin ağırlıklı etkisi olduğu akla hiç gelmiyor. (Bu, ayrı bir yazı konusu olabilir).
Tablo böyle iken, CHP Genel Başkanı'nın ve kadrolarının her ortamda "demokrasi" çağrıları yapıyor olmaları havada kalıyor, halkta karşılık bulmuyor. CHP'li yöneticiler, halkın öncelikli  bir "sorun" olarak görmediği bir konuyu ısrarla gündeme taşımaya çalışmanın ülkeye ve partiye hiç bir siyasal faydası olmadığını göremiyor. Kurumları yok edilmiş bir yapıda demokrasi tesis edilmesinin mümkün olmadığının da farkında değiller. Yıllardır sürekli olarak demokrasi talep etmeleri, adım adım demokrasiden uzaklaşılmasını engellemiyor.. 
CHP faydasız "demokrasi" çağrıları yapacak yerde, kendisi demokratik yollardan elbette hiç sapmadan, devleti yeniden devlet yapmanın, kurumlarını ihya etmenin çaresini bulmalıdır. Bu kuşkusuz, boş demokrasi nutukları atmak kadar kolay değildir. Siyaset tarzının değiştirilmesi, demokratik meşruiyeti olan zorlayıcı bir tarzın benimsenmesi ve uygulanması ile olur. CHP'de maalesef böyle bir hareketlenme görülmüyor.
Son günlerde basınımızda, başka ülkelerde seçimle işbaşına gelen bazı sağ popülist liderlerin demokrasiyi rafa kaldırdıklarına ilişkin değerlendirmeler çıktı. Bu çerçevede Bolsonaro (Brezilya), Orban (Macaristan) ve Trump örnek gösteriliyor. Yazılarda, korkudan Türkiye ile benzerlik kurmaktan özenle kaçınılıyor. Ancak, öyle bir hava veriliyor ki, sanki demokrasinin rafa kaldırılması dünyada yaygın bir uygulama haline gelmiştir ve biz de  bunu kanıksamalıyız. 
Dikkatten kaçırılan hususlar var. ABD'nin bütün kurumları yerli yerinde duruyor. Kongre her zamanki gücünü ve yönetimden bağımsızlığını koruyor. Trump Suriye'den çekilme kararı aldı, savunma bakanlığının direnci ile karşılaşınca geri adım attı. Zaten, en çok bir dört yıl için yeniden seçilebilir, ondan sonra Beyaz Saray'a başka bir başkan gelecek.
Latin Amerika esasen demokrasi şampiyonluğu ile bilinen bir bölge olmaktan çok uzak. Macaristan'da ise başbakan Orban'ın hareket alanı sınırsız değil. Avrupa Birliği kurum ve kurallarının denetimi altında.
Bizde ise tek kişinin alacağı kararlara, uygulamalarına direnebilecek hiçbir meşru odak bırakılmadı. Bu, son derece olumsuz bir gelişme. Demokrasiyi demokrasi dışı yöntemlere başvurarak sözde koruma girişimlerine kapı aralayabileceği gibi, devletimizin geleceğini de tehlikeye atıyor. Sadece bir kişinin her alanda alacağı kararlarla yönetilen bir devlette, o kişinin bir şekilde sistemden çıkması halinde, kargaşa kaçınılmazdır. 
Cumhuriyetimizin selameti bakımından, henüz vakit fazla geç değilken,  ülkemizdeki "devlet sorunu"nun çözümü üzerine yoğunlaşılmalı ve bunun  demokratik ve meşru yolları mutlaka bulunmalıdır. Aksi halde ne olabileceğini düşünmek insanı ürpertiyor.

20 Eylül 2019 Cuma

BATARKEN OSMANLI’DA BÖYLEYDİ.



AKP’li Cumhurbaşkanı itibardan tasarruf olmaz diyor ve Osmanlı’dan kalanlar ve yeni yapılanlarla beraber 15 sarayı kullanıyormuş.
Kalkınmayı, dünya da itibar sahibi olmayı milyonlarca insan açlık sınırı altında yaşarken, lüks içinde yaşamak ve lüks tüketim malları kullanmak zannederseniz büyük yanılgıya düşersiniz.
Osmanlı imparatorluğu yıkılırken o dönemin padişahları ard arda saraylar yaptırmışlardı.
Kimdi bunlar?
Bunlar: 1829 ‘da Beylerbeyi Sarayı’nı, 1834’te Çırağan sarayını yaptıran II. Mahmut, 1856’da  Dolmabahçe Sarayı’nı yaptıran Sultan Abdülmecit, yine 1865’te Beylerbeyi sarayını ve 1871’de  Çırağan Saraylarını yıktırarak yeni baştan inşa ettiren Sultan Abdülaziz di.
Bu itibar gösterileri imparatorluğun çökmesini engellemedi.
Lüks ve ihtişam gösterisi yapan ülkeler bunu kendi imkanlarıyla değil borçlanarak yaparlarsa çökmeye mahkumdurlar. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu 1854 den itibaren borçlanmaya başlamış ve 20 yıl sonunda bu borçlanma, borç kriziyle sonuçlanmıştı.
Bu alınan borçlar fabrikalar kurmak yeni iş sahaları açmak için değil, tüketim ve ithalatta harcanmıştı. Nitekim II. Mahmut döneminde İngilizlerin baskısıyla, o tarihte ordunun ihtiyaçlarını gidermek için kurulmuş olan 10 fabrika da kapatılmıştı. Halbuki harp sanayi Roma’dan beri hayatidir. Nitekim bugünde aynı yanlış yapıldı ve Tank Palet fabrikası Katar’a peşkeş çekildi. 
Osmanlı da üretim artmadığı için ülke yabancı ülkeler için bir bulunmaz pazar, alınan borçta, borçla kapatılır hale gelince kriz kaçınılmaz oldu ve     1854’de başlayan borçlanma 1875’e kadar sürdü ve batağa dönüştü, 1881 yılında da yani II. Abdülhamit zamanında Osmanlı Devleti’nin  yabancı ülkelere olan borçlarını, yani dış borçlarını takip ve düzenleyen Düyunu Umumiye İdaresi kuruldu.
Lozan’da  Osmanlı’nın Türkiye Cumhuriyetine isabet eden borçlarının ödenmesi, ilk borcun alındığı  1854 yılından başlayarak tam 100 yıl sonra 1954 de bitti. Yani Osmanlı borçlarının büyük bölümünün tasfiyesi genç Türkiye Cumhuriyetinin sırtında kaldı.Bu nedenledir ki, Cumhuriyetin ilk kuşakların dış borçlardan uzak durmalarının nedeni 1954 yılına kadar  ödemesi sürmüş olan Düyun-u Umumiye borçlarıdır.
Osmanlı üretim biçimini değiştiren devrimlerin dışında kalınca geriye düşmüş ve dağılmıştı. Rönesans ve reformun yani aydınlanmanın dışında kalmış sonra onların yol açtığı ve üretimde büyük değişiklikler yaratan sanayi devrimine girememişti. Üretim teknolojisindeki bu değişime ayak uyduramadığı içinde dağılıp gitmişti. Aynı yanlışı Sovyetler Birliği de yaptığı için geri düşmüş ve çözülme başlamıştı.
Günümüz Türkiye’sinde de ne üretim teknolojilerinde bir hamle yapılabildi ve ne de üretim arttırılabilindi sadece  iç ve dış borçlanma ile ekonomi ayakta tutulmaya çalışıldı. Ama sona gelinince Düyunu Umumiye benzeri bir yapılanmaya gidildi ve  Borçlanma Genel Müdürlüğü  kuruldu.
Türkiye’nin böyle yeni genel müdürlükler kurmadan önce, üretimi arttırması ve sonrada kalkınmanın temelinin eğitim olduğunu görüp kabullenmesi ve buna göre  çağdaş bir eğitim sistemi geliştirmesi gerektirmektedir.
Yani dindar ve kindar gençlik yerine çağı yakalayabilmiş genç kuşaklar yetiştirmelidir.
      Dış borcun arttığı sürece Dünya’da da ne etkinliğin ve ne de saygınlığın kalır.
Kendi kendini ve eğitimsiz halk kitlelerini “Dünya lideri” diye kandırırsın.
Emperyalistler bugünde borca batık ülkelerde aynen Osmanlı İmparatorluğunda ve bugünün Türkiye’sinde yaptıkları  gibi ülke içindeki hassas konuları kaşımaya başlarlar.






17 Eylül 2019 Salı

OLSA OLSA BİR SENARYODUR.



Yandaş bir televizyon kanalı, çoğunluğu yandaş gazetecilerden oluşan bir programa, AKP’nin kan kaybettiği bir dönemde CHP’li Muharrem İnce’yi davet ediyor.
Aslında Türkiye’nin gündemi AKP’nin erimesi, kan kaybı olması gerekirken, Muharrem İnce bir anda 2023  Cumhurbaşkanı adaylığını ilan ediyor.
Önce şunu belirtelim ki, Muharrem İnce yetkili organlar karar vermeden olsa olsa “aday adayı” olabilir. Yoksa kişi istedi diye aday olamaz.
Bundan önce maalesef hatalar yapıldı, Kılıçdaroğlu yetkili kurullarda karar alınmadan Ekmelettin vakasında olduğu gibi yetkili kurul kararı olmadan adayı ilan etti, ama bunun çok yanlış olduğu ortaya çıktı.
Tabii CHP yönetim ciddiyetini kaybettiğinden kişiler kendi kendilerini Cumhurbaşkanı adayı ilan edip, bir önceki katılıp da kaybettiği seçimde aldığı oyların tamamıyla kendisine, şahsına verilmiş  oylar zannediyor. İnce katıldığı Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 30.6 oy almıştı. Ama bu yüzde 30.6 oy sırf İnce’nin kişiliğiyle izah edilemez.
O seçim sürecinde AKP’de daha bu kadar kan kaybı da yokken İktidarda bulunan ve sadık bir oy tabanına sahip olan Recep Tayyip Erdoğan’la başa güreşiyor görüntüsü, İnce’ye “cumhurbaşkanı seçimlerinde” bir tür “ödünç oylar” getirdiği için yüzde 30.6’ya olaştı. Bunu anlamak için vasat zekaya sahip olmak kafi. Diğer adayların aldığı oylarla partilerinin aldığı oyları karşılaştırınca bu anlaşılıyor. Nitekim, İYİ Parti yüzde 10, Meral Akşener yüzde 7 oy aldı. Aradaki üç puan nereye gitti?
Selahattin Demirtaş’la partisi arasındaki 3 puan nereye gitti? İPSOS’un o tarihteki araştırmasına göre, İnce’ye verilen 15 milyon oyun yüzde 4’ü MHP’ye oy veren seçmenlerden geldi. Ama CHP dışından İnce’ye verilen geçici oylar, milletvekili seçimlerinde tekrar  kendi partilerine döndü.
Böylece CHP oyları da yüzde 25’ten 22.6’ya indi, bir kısmı İYİ Parti’ye, bir kısmı da barajı aşsın diye HDP’ye gitti.
İyi partiden ve HDP’den gelen bir kısım ödünç oyun İnceye verilmesi iki turlu seçimlerin doğasında vardır.
O bakımdan alınan yüzde 30.6 oyun sahibi olarak Muharrem İnce kendisini görüyorsa büyük yanılgı içindedir.
İki turlu başkanlık seçim sistemlerinde, Fransa’da görüldüğü gibi  başa yarışan iki aday etrafında oy birikmesi olur. Siyaset bilimi okuyan herkes de bunu bilir. “İkisinden biri” görüntüsüyle geçen seçimlerde oylarda da “ikisinden birine” gitme eğilimi olur ve oluyor.
Bizde bir kısım ödünç oyların kendi mensupları oldukları partilerin adaylarına değil, kendilerine daha yakın gördükleri adaylara gitmesi gibi.
Bütün bunları anlamadan  değerlendirmeden, yeri ve zamanı değilken yukarıda da yazdığımız gibi tam da AKP kan kaybederken “adayım” diye ortaya çıkmak olsa olsa AKP’nin işine yarar, gündem değişir, dikkatler başka noktaya kayar. Düşündüler ama olmadı, tutmadı.
O meydanları Cumhuriyet Halk Partisi formasını çıkartıp kendi başına  çıktığında dolduruyorsan “Ben çıktım meydanlar doldu” diyebilirsin.
Muharrem İnce  aldığı yüzde 30’u aşan oyu kendisine verilmiş  olarak değerlendiriyor.  Unutulmasın ki 12 Eylül’den sonra Calp’in Halkçı Partisi bile yüzde 30 oy almıştı,ki o tarihte Cumhuriyet Halk Partisi “Beşi bir aradalar tarafından temelli kapatılmış, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ileri gelenlerine siyasi yasak konulmuş, ona rağmen  Halkçı  Parti yüzde 30 oy almıştı.
Onun için iki turlu başkanlık seçimlerinde, Cumhuriyet Halk Partisi adayı ve  iddialı iki isimden biri olarak yüzde 30 oy alması çok önemli değildir.
Onun için yandaş bir TV de AKP kan kaybederken ne yeri ve ne de zamanı değilken Cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklamak olsa olsa bir senaryodur!

   

13 Eylül 2019 Cuma

AMERİKA TÜRKİYE’Yİ OYALIYOR.


                            

https://mail.google.com/mail/u/0/images/cleardot.gif
8 Eylül günü Fırat'ın doğusunda Türk ve ABD askeri unsurları müştereken devriye icra ettiler. Zırhlı araçlar birkaç saat küçük bir cepte dolaşıp döndüler..
Devriye ne için yapılır, muhtemel bir tehdidi önceden görüp tedbir almak için değil mi? Türk sınırına tehdit oralardaki PKK/PYD/YPG varlığından gelebilir. İyi de, o terör varlığı tamamen ABD'nin denetimi altında. ABD göz yummadan bize karşı taş bile atamazlar. O halde bu "devriye" ne oluyor? Tamamen göz boyamaya ve vakit kazanmaya dönük ABD taktiği.
ABD ikili oynuyor. İSİD'e karşı savaşta en önemli ortağım dediği PYD/YPG'ye zarar verecek gelişmeleri önlemek için "stratejik müttefiki" Türkiye'yi oyalıyor. Türkiye, ABD ile "güvenli bölge" görüşmelerini sürdürerek aslında dolaylı olarak PYD/YPG ile görüşüyor. Muhtemel görünmese de, ABD ile güvenli bölge konusunda bir uzlaşmaya varılsa, bu, Fırat'ın doğusunun geri kalan kısımlarında bir PYD/YPG devletçiğini dolaylı olarak tanımamız anlamına da gelecek.
ABD'nin iki oynadığı o kadar belli ki, Amerikalı askerler on, on beş  gün önce de YPG unsurları ile bölgede ortak devriyeye çıkmışlardı. Böylece ABD, Türkiye ve PYD/YPG'ye "eşit taraf" muamelesi yapıyor.
Yutturmaca bu kadar açıkken, devriye’nin   göklere çıkartıldığı haberlerinin hemen yanında AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan devriye konusunun bir kandırmacadan ibaret olduğunu bizzat söylediğine ilişkin bir başka haber var. Cumhurbaşkanı , "bu iş öyle 3-5 helikopter uçuşuyla, 5-10 araç devriyesiyle, göstermelik birkaç yüz askerin bölgede bulunmasıyla olacak iş değildir" diyordu açıkça. Elbette bu söylem doğru idi.
Ne var ki, Cumhurbaşkanı’nın bunun dışında söylediklerini ihtiyatla karşılamak gerekiyor. “ABD , PKK için güvenli bölge istiyor. Eylül ayı bitmeden Fırat’ın doğusunda kendi askerlerimizle fiilen güvenli bölge oluşumunu başlatmamış olursak artık kendi yolumuza gitmekten başka çaremiz kalmayacaktır". diyor. Aynı minvalde sözler Bahçeli tarafından da söylenmiş ve  manşete taşınmıştı!
Fırat'ın doğusundaki hava sahasını kontrol eden ABD kolaylık göstermeden (ki, bu şimdilik olasılık dışı) oralara hava destekli bir operasyon yapmanın imkânı yok. Sadece kara birlikleriyle yapılacak bir harekâtta ağır zayiat verilmesi ihtimali yüksek. Kaldı ki, oralarda konuşlu ABD askeri unsurları ile karşı karşıya gelmek riski de var. Hal böyle olunca "kendi başımızın çaresine bakarız" gibi sözlerin, gerçek niyeti yansıtmaktan ziyade, içerideki tribünleri hedef aldığı izlenimi hakim.
Cumhurbaşkanı'nın Eylül ayının sonunu son tarih olarak vermiş olması da ilginç. Madem ki ABD'nin ne yapmak istediğinden o kadar emin, neden Eylül sonuna kadar üç hafta daha bekleniyor? Bunun yanıtı arada, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle, Başkan Trump ile yüz-yüze görüşme ihtimalinin olması. O görüşme sonrasında Trump'ın taleplerimize hak verdiği ve gereğini yapacağı izlenimi kamuoyuna anlatılırsa ve böylece yapılacağı söylenen harekât ertelenirse şaşmayalım.
Hatırlayalım, geçen ay ABD ile güvenli bölge konusunda anlaşmaya varıldığı dair olduğu söylenen "mutabakat" belgesi başarı olarak yansıtılmış ve harekâtın ertelenmesine bahane edilmişti. O zaman tarafsız gözlemciler, bu belgenin bir aldatmacadan ibaret ve ABD'nin PYD/YPG lehine zaman kazanma taktiği olduğunu söylemişlerdi. Bizzat AKP’li Cumhurbaşkanı'nın şimdi söylediklerine bakılırsa, haklı çıktılar.



10 Eylül 2019 Salı

ÇARESİZLİK VE YANLIŞ SÖYLEM.



Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Suriyeli sığınmacılar konusunda “bize daha fazla destek olmazsanız kapıları açarız" tehdidini savurdu. Avrupa ülkelerine yönelik olan bu tehdidi yıllardır tekrarlıyor, gereğini yapmıyor. Daha doğrusu yapamıyor.  
Bu defaki değişiklik, Fırat'ın doğusunda Türkiye'nin denetiminde kurulmasını istediği "güvenli bölge" ile "kapıların açılmasını" ilişkilendirmiş olması. Güvenli bölge konusu ABD ile görüşülüyor.  Avrupa bu konunun doğrudan tarafı değil ki!  Garip bir şekilde, ABD ile anlaşamaz ise, cezayı Avrupa'ya keseceği tehdidini savuruyor. 
Belli ki Fırat'ın doğusu bakımından ABD'den istediğini alamıyor. ABD, Türkiye'nin denetiminde bir bölgeye razı değil. Derinliğin de Recep Tayyip Erdoğan’ın arzu ettiği 30 kilometreyi bulmayacağı anlaşılıyor.  ABD'yi sıkıştırmak için uzun süredir "kendi başımıza gireriz" tehdidini dillendirip duruyor. Bu tehdidin ABD üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığını görünce, bu defa tehdidin yönünü Avrupa'ya çevirdi. Umudu, bu tehditten "korkacak" Avrupalıların ABD üzerinde "Fırat'ın doğusunda Türkiye'nin istediğini yapın" baskısı uygulaması. 
Beyhude bir umut! Çaresizliğin had safhaya ulaşmış olduğu görülüyor.
Bugünkü konuşmasında kurulması mutasavver "güvenli bölgeye" ülkemizdeki Suriyelilerden bir milyonunun yerleştirilmesinin amaçlandığını söyledi. Peki geri kalan üç milyon kadar Suriyeli ne olacak? Veya güvenli bölge kurulamazsa Suriyelilerin tamamı ne olacak? Bu konuda herhangi bir politikanın geliştirilmemiş olduğu ve sığınmacıların ülkemizde kalıcı olmasının kaçınılmaz olacağı görülüyor. Bunun toplumumuzun kültürel, sosyal ve sosyolojik yapısına vereceği onarılmaz zararlar göz ardı ediliyor. 
Recep Tayyip Erdoğan  konuşmasında muhalefetin "geldiğimizde bunları kovacağız" dediğini ve bu tutumun "mandacı zihniyet" olduğunu iddia etti. Muhalefet partilerinin "kovacağız" şeklinde bir söylemde bulundukları duyulmadı. Bunun "mandacı zihniyet" ile ne ilgisi var, o da belli değil. 
Mandacılık, 1.  Dünya Savaşından sonra bazı az gelişmiş ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek bir düzeye erişip, bağımsızlığa kavuşturuncaya kadar Milletler Cemiyeti adına yönetmek için bazı büyük devletlere verilen yetkidir. Geleneksel sömürgeciliği tasfiye etmeye yönelik bir proje olarak düşünülmüş, ancak uygulamada geleneksel sömürgeciliğe benzer sonuçlar doğurmuştur. Fransızca olan manda sözcüğünün kelime anlamı “yetki, görev” demektir.
Sığınmacılar ülkelerine dönsün demenin mandacı zihniyetle ne alakası vardır. Anlamak mümkün değildir. Zira mandacı zihniyet ülkeye yabancıları davet etmektir. Aynen Kurtuluş Savaşında İngiliz Mandasını isteyen “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” Amerikan Mandasını isteyen Wilson Prensipler Cemiyeti”   mensuplarının zihniyetine sahip  olmaktır.
Onun için sığınmacılar ülkesine dönsün demenin mandacılıkla hiçbir alakası yoktur.  
Zaten Cumhuriyet Halk Partisi’nin mandacı bir zihniyete sahip olması mümkün değildir. Zira Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1. Kongresi sayılan Sivas Kongresinde emperyalistlerin manda ve himayesi kesin olarak reddedilmiştir.  
Cumhuriyet Halk Partisi doğru bir söylemde bulunarak, Esad'la temas kurarak sığınmacıların ülkelerine dönmelerinin sağlanması gerektiğini söylüyor. Ancak, bu yönde bir hareketlenmenin önünü açacak cesur adımları atmaktan da  imtina ediyor. Suriyelilerin burada kalıcı olmalarının tehlikelerine, bunun toplumumuzda yapacağı ağır tahribata vurgu yapmaktan kaçınıyor. Suriyelilere karşı halkı kışkırtacak söylemlerden elbette uzak durulmalıdır.  Ancak, yönetim üzerinde baskı oluşturulabilmesi için halkın uygun şekilde bu tehlikeler hakkında bilinçlendirilmesi gerekiyor.







6 Eylül 2019 Cuma

ETNİK MİLLİYETCLİK BİR ULUSU NASIL MAHVEDER.



      
Geçtiğimiz ay New York Times gazetesinde Türkiye'deki siyasetçilerin de okumaları gereken "Milliyetçilik bir Ulusu Nasıl Mahveder" başlıklı ders niteliğinde bir makale yayınlandı.
Makale, "ulus nedir?" sorusuna 19. yüzyıl fransız bilim adamı Ernest Renan'ın "Bir ulusun özü bütün bireylerinin ortak birçok yönlerinin bulunmasıdır, ve aynı zamanda herkesiYapılması gereken, sürekli farklılıklardan dem vurmak yerine, ortak yönlerin güçlendirilmesinin önünü açacak politikaların geliştirip uygulanmasıdır.
https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gif
n birçok şeyi unutmuş olmasıdır" şeklindeki tanımıyla yanıt veriyor.
Yazı, bir ulusun "ulus" olabilmesi için etnik, inanç ve mezhep farklılıklarının mutlaka unutulmuş olması gerektiğine vurgu yapılıyor. Birçok etnik ve mezhepsel unsurdan oluşan Fransa'nın ancak böyle Fransa olduğuna dikkat çekiliyor.
Bireyleri geçmişi unutmamış bir ulusun başına ne geleceği ise Yugoslavya örneği ile açıklanıyor. Miloseviç'in Müslüman ve Hristiyan toplumları arasında zaman içinde unutulmuş kin ve nefreti yeniden canlandırmaya yönelik kışkırtıcı siyasetinin Srebrenica katliamına ve neticede Yugoslavya'nın dağılmasına yol açtığı hatırlatılıyor.
Başlığın ve makalenin kastettiği elbette "yurtseverlik" olarak tanımlanabilecek kapsayıcı, bütünleştirici milliyetçilik değil. Yazı, "alt milliyetçiliklerin" kaşınmasının tehlikelerine işaret ediyor.
Yazıyı okuyunca ister istemez Türkiye'de son yıllarda olan biten akla geliyor. Türkiye gibi çok uluslu bir imparatorluğun mirasçısı olan ve 40'a yakın etnisiteyi barındırdığı söylenen bir ülkede her halde en son yapılması gereken "farklılıkların" altının çizilmesidir. Oysa, tam tersine, "farklılıklar bizim zenginliğimizdir" lafı siyasetçilerimizin diline pelesenk olmuş durumda. Bu lafı tekrarlayıp duranlar, Osmanlı İmparatorluğu'nu 19. yüzyıldan itibaren yabancıların köpürttüğü milliyetçilik cereyanlarının çökerttiğini hatırlasalar iyi olur.
Her ulusta farklılıklar elbette olur. Ancak, bu farklılıklar siyasetin konusu yapılmamalı, kültürel zenginlik olarak kalmalıdır. Farklılıkların siyasete konu edilmesi ve sürekli etnik farklılıklardan dem vurulması halinde ulusu "ulus" olarak tutmak mümkün olamaz. . Yapılması gereken, sürekli farklılıklardan dem vurmak yerine, ortak yönlerin güçlendirilmesinin önünü açacak politikaların geliştirip uygulanmasıdır.
Son dönemlerde Türkiye'de edilmiş ders niteliğinde en veciz sözlerden birisi Deniz Baykal'ın "devlet etnik kördür" sözüdür. Baykal bu sözünü açıklarken, farklı etnik yapıların faaliyetlerinin devlet tarafından mali olarak veya başka şekilde desteklenmemesi gerektiğini söylemiştir. Türkiye'nin düzlüğe çıkışı bu sözün gereğinin yapılması ile mümkündür. 
Ne var ki, Türkiye'yi yöneten zihniyet de, muhalefet partisi CHP de çok ciddi tehlikenin ayırdın da değiller. 
Recep Tayyip Erdoğan, adını nadiren söylediği "millet"in çeşitli etnik ve mezhepsel gruplardan oluştuğunu sık sık tekrarlayıp duruyor. Bunu, kendi dini ideolojisinin gereği olarak yaptığı bellidir. 
Peki, CHP'ne ne oluyor? Belediyeler üzerinden kamu parasıyla örneğin Kürtçe dil kursu açmak CHP'nin işi mi? Başka etnik yapılar da kendi dillerinde kurs isteseler onlara da olumlu yanıt verilecek mi? CHP bunun, doğrudan kurucusu olduğu "ulus devlet"in altına dinamit koyacağını görmüyor mu? Kesinlikle kondurmak istemiyorum; ama, CHP'nin bu tutumunda yabancı ülkelerden gelen telkinlerin etkisi var mı? diye de düşünmekten de kendimi alamıyorum.