28 Ocak 2019 Pazartesi

BİLENİN BİLMEYENİN ÜSTÜNE KONUŞTUĞU ADANA MUTABAKATI



AKP Genel Başkanı işaret verdi ya, yandaş medya coştu. Artık, Suriye'ye o mutabakattaki taahhütlerini yerine getirmesi gerektiği hatırlatılacakmış, "PYD/YPG'ye desteği kes" denilecekmiş. YPG için kabus başlamış, Türkiye'ye yönelik terörist faaliyeti önlemesi zaten Suriye'nin uluslararası yükümlülüğü imiş ve bunun gibi birçok şey.
Haklılar, Adana Mutabakatı esas olarak Suriye'nin PKK ve onunla ilişkili ve onun uzantısı kuruluşları topraklarında barındırmayacağı taahhüdünü içeriyor. 
İyi de, küçük bir pürüz var!
Halen Suriye devletinin kontrol ettiği alanlarda PKK ve onun gibi terör örgütleri zaten yok! O sözü edilen örgütler ağırlıklı olarak AKP Genel Başkanı’nın bir tür "manda düzeni" (mandater devlet Türkiye olacak şekilde) kurulmasını New York Times'da yazdığı makalede önerdiği Fırat'ın doğusunda bulunuyorlar. 
Adana Mutabakatı'nın uygulanmasını istediğimizde Suriye demeyecek mi, "topraklarımızın bütününde egemen olmamıza karşı çıkıyorsunuz, hatta engel oluyorsunuz. Ülkemizin bir bölümünde kendi denetiminizde bir "devletçik" kurulmasını öneriyorsunuz. Halen bir kısım Suriye toprağını silahlı kuvvetlerinizle kontrol etmektesiniz. Bu tutumdan vazgeçin, bütün ülkede hakimiyet sağlamamıza yardımcı olun, biz de taahhütlerimizi yerine getirelim".... 
Buna ne cevap vereceğiz?
Mevcut koşullar altında ve şimdiki politikalarımızda köklü bir değişiklik yapılmadığı müddetçe Adana Mutabakatı'nın tatbik kabiliyeti yok. Önce 2011 öncesine dönmemiz, Esad rejiminin meşruiyetini yeniden kabul etmemiz ve Suriye'nin topraklarının tümünde egemenlik tesis etmesini beklememiz gerekiyor. 
Kaldı ki, 2011 yılında, daha “Kardeşim Esad döneminde” yürürlüğe giren "Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması" ile o Mutabakat geliştirildi ve bir bakıma Mutabakat'ın yerini aldı.
Anlaşma, Adana mutabakatından farklı olarak, taahhütler arasında bir denge oluşturdu. Suriye'nin PKK'yı ve onunla ilişkili veya onun uzantısı olan örgütleri barındırmayacağı taahhüdüne karşılık, taraflar, başka terör örgütlerini barındırmayacakları yükümlülüğünü de üstlendi.
Buna göre, Türkiye ve Suriye, terör örgütlerinin;
     Kamp, eğitim tesisi kurmalarına;
Militan toplama, lojistik destek sağlamalarına;
Kaçakçılık ve ticaret yapmalarına;
Propaganda yapmalarına;
Görsel ve yazılı basın faaliyetinde bulunmalarına;
 Yasadışı sınır geçişi yapmalarına karşılıklı olarak izin vermeyecekler

Suriye devletinin halen denetimi altındaki bölgelerde PKK ve ilintili örgütler zaten yok. İdlib'deki Heyet Tahrir el-Şam  adlı bir çatı  örgüt teröristlerinin temizlemesine de biz engel oluyoruz.
Oysa, Suriye devletinin "terörist" kabul ettiği ne kadar örgüt varsa bizim tarafta dolu. El Kaide'den Müslüman Kardeşlere kadar.... O kadar ki, İstanbul'un Müslüman Kardeşlerin yeni merkezi olduğu konusunda bir duraksama bulunmuyor. Bizim "kuva-i milliye" olarak gördüğümüz Özgür Suriye Ordusu, Suriye bakımından terörist örgütlerin en hası! Bu örgütler anlaşmanın yasakladığı yukarıda sayılan faaliyetlerin tümünü topraklarımızda icra ediyorlar.
Suriye haliyle, anlaşmaya atıfla, "o örgütlerin faaliyetlerini engelle, Suriye vatandaşı olan teröristleri bize iade et, karşılığında biz de yükümlülüklerimizi yerine getirelim" deyince ne olacak? İsteneni yapacak mıyız? 
Putin güzel bir "tuzak" kurdu. Adana Mutabakatı'nın uygulanabilmesi için mevcut politikalarımızın tümüyle değiştirilmesi gerektiğini bilmiyor mu? Pek ala biliyor. Önerisi, Türkiye'yi bir ikilem ile karşı karşıya bıraktı: "Ya Esad ile el sıkışacaksınız ve siyasi çözümün önünü açacaksınız, ya da barışı engelleyen taraf olacaksınız". 
İşte Ruslar  düşürülen uçağın öcünü böyle yavaş yavaş alırlar.
Çaresizlik içinde bir ABD tarafına, bir Rusya tarafına savrulan danışmanları ve bürokratları Tayyip Erdoğan’ın bu "tuzağa" düşmesine neden oldular. Neticede Adana Mutabakatı'nı ve anlaşmayı uygulanabilir kılacaksa, "tuzağa" düşülmesi aslında iyi bir gelişme demektir. Ancak, bunun için öncelikle ve daha fazla vakit geçirilmeden yapılması gereken, Şam rejimi ile normalleşmenin yolunun bulunmasıdır. 
Aslında Putin bu önerisiyle AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ve yönetimine bir çıkış yolu da göstermiş oldu. Ne var ki, bu yolun tutulacağına dair bir işaret görünmüyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ın, içine düşürüldüğü sıkıntılı durumu hafifletmek için Adana Mutabakatı'nın Suriye'ye girmemizin yolunu açtığını söyledi. Anlaşmada böyle bir hüküm yok. Mutabakat'da olduğu da kuşkulu. Kaldı ki, böyle bir olanak var ise bile, bunu sahada geçerli koşullarda ABD ve Rusya ile danışmadan (“izin almadan” yazmamayı bu ülkenin bir vatandaşı olarak içime sindiremediğim için) yapmak mümkün değil.


25 Ocak 2019 Cuma

LİBERAL POLİTİKALARIN İFLASI MI?



AKP Genel başkanı Erdoğan geçenlerde yaptığı bir konuşmada “Marketlerde halkımı sömürmeye devam edenler varsa hesabını sorarız,” diyerek tehdit etti.
Bu cümle Türkiye’nin mali tarihini bilenleri yeni bir Milli Korunma Kanunu mu geliyor diye düşündürür.
Türkiye 1956’dan itibaren aynen bugün olduğu gibi ekonomik durgunluk yaşarken politik belirsizlik ve yavaş yavaş yükselen toplumsal muhalefeti susturmak için Demokrat Parti iktidarı bütün gücünü seferber etmişti.
Muhalif siyasetçiler, muhalif bilinen gazeteciler aynen bugün olduğu gibi ya ceza evlerindeydi, ya da davalarla baskı altına alınmaya çalışılıyordu.  
Tayyip Bey’in marketleri suçlayan bu söylemi de  Türkiye’nin mali tarihini iyi bilenlerde, ekonomik kriz yaşayan  Türkiye’de bunun tek sorumlusu marketlermiş yani perakendecilermiş gibi  gösterilerek aynen  1956 Haziran ayında piyasaları daha iyi takip edebilmek ve  karaborsacıları cezalandırmayı da içeren Milli Korunma Kanunu benzeri bir yasanın tekrar yürürlüğe sokulacağı endişesini yarattı.
Tayyip bey’in söylemlerinden anlaşılıyor ki, ekonomi bu yıl içinde, damat beyin söylemlerinin aksine toparlanamaz ise, polisiye tedbirlerle düzeltilmeye çalışılacak. 
 Ekonomi polis önlemleri ile yönlendirilemez, onun kendi kuralları vardır, o kurallar polisiye tedbirlerle aşılamaz. Yani zaptiye kafası ile ekonomi idare edilemez.
Tarımı dışa bağımlı hale getirenler ve buna 16 yıllık iktidarlarında bir çözüm bulamayanlar mutfaktaki yangının  tek sorumlusudurlar. Türkiye’de tarımsal üretimde kullanılan gübrelerin yüzde 90’ı yurt dışından ithal ediliyor. Zirai ilaç da öyle. Çiftçinin kullandığı mazotta en ufak bir destek yok, lüks araba sahibi ile traktörünü çalıştırmaya çabalayan çiftçi, mazota aynı bedeli ödüyor. Kurlardaki artış dışarıdan gelen gübre ve zirai ilaçların fiyatlarını uçurdu. Bu elbette çiftçinin ürettiği ürünlerin fiyatlarına da yansıdı.
Malı üreticiden, tüketiciye ulaştıran nakliyecinin taşıma ücretleri arttı, yani kurlardaki artış,  nakliye fiyatlarına da yansıdı.
Daha çok yakın bir zamanda çiftçilerin depoları basıldı. Böyle yapılınca soğan fiyatlarının düşeceği zannedildi. Böyle olmadığı görüldü ve samandan sonra soğan da ithal etmeye başladık.
Petrolde dışa bağımlı ülkelerde petrol fiyatları arttığı sürece iğneden ipliğe bu her şeyin fiyatına yansır. Buna bağırıp çağırarak engel olamazsınız.
Tayyip beyin marketlere yönelik söyleminden çıkartılan sonuç, İkinci Dünya Savaşı sırasında çıkartılan, hükümetlere, olağanüstü koşullarda fiyat saptama, özel işletmelere el koyma, zorunlu çalıştırma gibi  araçlarla ekonomiye doğrudan müdahale yetkisi veren Milli Korunma Kanunu benzeri bir yasadır. 1942 de kaldırılan yasa Demokrat Parti İktidarı tarafından    Haziran 1956 da tekrar yürürlüğe konmuş ve fakat ülke ekonomisine hiçbir katkısı olmadığı gibi karaborsayı da arttırmıştır.
Bu bize polisiye tedbirlerle ekonominin idare edilemeyeceğini göstermiştir.
Tayyip Erdoğan’ın marketlerle ilgili yaptığı çıkış, 10 Eylül 1960 da yürürlükten kaldırılan Milli Korunma Kanuna dönüş mü endişesinin oluşmasına neden oluyor.    Böyle bir davranış AKP’nin savunuculuğunu yaptığı liberal ekonominin iflasının ilanı olacağı gibi, yabancı sermayeyi, yatırımcıyı da kaçırır.
Demokrat Partide liberal ekonominin şampiyonluğunu yaparak iktidara gelmiş ve fakat ekonomideki hesapsız davranışları, onu bu yoldan çıkartmıştı. Aynı şey AKP İktidarı içinde artık görülür hale geldi.

  


21 Ocak 2019 Pazartesi

SAYIN BAHÇELİ’YE BİR HATIRLATMA




Sayın Bahçel 17.01. 2019 Perşembe günü yaptığı açıklamada "Trump güvenli bölgeden bahsetmiştir. Bu bölge tamamen Türkiye'nin kontrolünde olacaksa diyecek bir şeyim yoktur. Güvenli bölge diye tampon bölgeye tamam diyeceksek Körfez Savaşı'nda yaşandığı gibi bir bölgeye izin vereceksek, bugüne kadar yaptıklarımızın üzeri çizilecektir. Milli irademiz rehin alınacaktır. Irak ve Suriye'den sonra sırayı Türkiye alabilecektir"
Bu açıklamayı yapan sıradan bir vatandaş olsa bilgisizliğine verir, güler geçersin, ama söyleyen iktidar ortağı bir partinin genel başkanı olunca iş çok vahim oluyor.
Sayın Bahçeli’ye önce şunu hatırlatmak lazım; devletlerin toprak bütünlükleri ve siyasal bağımsızlıkları Birleşmiş Milletler Şartı ile güvence altına alınmıştır. 
Şartın 2/4 maddesi : "Bütün üyeler uluslararası ilişkilerinde herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığına karşı kuvvet kullanma tehdidinde bulunmaktan veya kuvvet kullanmaktan kaçınırlar..."hükmünü taşımaktadır.
Durum bu kadar netken! Birleşmiş Milletler  üyesi egemen bir devlet olan Suriye'nin topraklarına, Birleşmiş Milletler kararı olmaksızın, silahlı kuvvet ile girerek, adına ne denirse densin, o devletin kontrolü dışında bir bölge oluşturmak Birleşmiş Milletler  Şartı'nın ihlali anlamına gelir ve bunun sonuçları ileride Türkiye içinde  çok ağır olur! 
Uluslararası hukuk açısından durum bu kadar net iken “Güvenli bölge Türkiye'nin kontrolü altında olacaksa, "tamam", tampon olacaksa "hayır" diyor Sayın Bahçeli O bölgede Türkiye'nin kontrolü olsa ne olur, olmasa ne olur! Bölgeyi biz kontrol edeceksek, o zaman bizi rahatsız eden PYDistan, o bölgenin de güneyinde kurulur. Bunu mu istiyoruz?
Bilmemiz ve uyanık olmamız gereken nokta, Irak ve Suriye’nin kuzeyinde kurulacak  “Otonom Kürt Yönetimleri” Türkiye içinde uzun zamandır da  dış güçler tarafından tahrik edilen, ayrılıkçı hareketleri tahrik eder.
Bu ülkeyi kuranlar, güneyimizde  oluşacak olan Kürt Yönetiminin Türkiye’deki ayrılıkçı hareketleri tahrik edeceğini, bunun Türkiye için büyük tehlike olacağını boşuna söylememişlerdir.
Ayrıca, ülkemizin içinde yaşadığı ekonomik kriz ne kadar derinleşirse, önümüze konacak faturada o kadar ağır olacaktır.
Osmanlı’nın mali tarihini bilenler hesapsızca borçlanmanın nelere mal olduğunu iyi bilirler.
Trump’ın  “Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz” sözü de patavatsızca, terbiyesizce söylenmiş bir söz değildir.
Nitekim, ABD’nin Kürtlerle tekrar “çözüm sürecine” dönülmesi telkinlerinin de tam bu dönemde  yoğunlaştığı göz önüne alındığında.
Ne şekilde olursa olsun, belirli bir bölgenin merkezi yönetimin denetimi dışını çıkarılması -orayı Türkiye kontrol etse de- Türkiye'nin çıkarına değildir. Böyle bir gelişmeye, bırakalım destek olmayı, şiddetle karşı çıkmaz isek vahim bir hata işlemiş oluruz. İşte o zaman Sayın Bahçeli’nin  istemediği olur, sıra Türkiye'ye gelir (onun dediği gibi "gelebilir" değil, "gelir").
Bu  konuda, iktidardan bir ses beklemek mümkün değil CHP'den de bu konuda bir ses geldi mi? Ben duymadım.. Zaten çıkarttıkları ses de hep ABD’nin  dümen suyu oluyor!
Ayrıca Ortadoğu coğrafyasında Rusya’yı yok kabul ederek de oyun kuramazsınız. Sayın Bahçeli bundan da bihaber gözüküyor.
İktidarıyla, muhalefetiyle bütün partilerimiz dış politika konusunda da tel tel dökülüyorlar!





18 Ocak 2019 Cuma

TRUMP AĞZINDAKİ BAKLAYI NİHAYET ÇIKARDI



Trump ağızdaki baklayı nihayet çıkardı. Attığı tweet'de "Kürtleri vururlarsa Turkiye'yi ekonomik olarak mahvederiz" dedi. (Will devastate Turkey economically if they hit Kurds).
ABD başkanının dünyanın en köklü devletlerinden birisi olan Türkiye'ye karşı savurduğu tehdit yöntem, üslup ve içerik olarak kabul edilebilir değil. Öncekine Türkiye etkili tepki vermeyince, ABD yönetimi bunu adet haline getirdi. Hatırlayalım, rahip Brunson'un serbest bırakılmasından önce de Trump ve yardımcısı Türkiye'yi alenen aşağılamaya yeltenmişlerdi.
Ancak, bu kez konu Trump'ın patavatsızlığına bağlanıp hafife alınamaz. Tehdidin içeriğine yönelik bir hazırlığın ABD'de yapıldığını ve Trump'ın da bunu ağzından kaçırdığını değerlendirmek gerekçi olur. Nitekim Dışişleri Bakanı Pompeo, başkanın tweetini yorumlarken, "yaptırım gibi uygulamalardan söz etmiştir" diyerek yönetimde bu yönde bir hazırlık yapıldığı imasında bulundu.
Türkiye'nin ekonomik sıkıntıları başladığından beri belli idi... Uluslararası toplumun (etkili batılı ülkeleri olarak okunabilir) Türkiye'nin ekonomik sorunlarından kurtulmasına yardımcı olmak için önümüze koyacağı fatura, örneğin, Yunanistan'a çıkarılan faturanın aksine, sadece ekonomik olmayacak. Fatura, ağırlıkla siyasi olacak! On yıllardır ısrarla korumaya çalıştığımız ulusal çıkarlarımızdan vazgeçmemiz istenecek.
O siyasi faturanın içinde neler olacak? (Faturanın uzunluğu ekonomik krizin derinliği ile orantılı olacak)
Öncelikle Kürdistan projesinin ilerletilmesine yeşil ışık yakmamız olacak. Türkiye'de "açılım"a dönülmesi, Suriye'nin kuzeyinde kürt otonom varlığı yaratılmasına göz yummamız olacak..
Başka? Kıbrıs sorununun hayati çıkarlarımız aleyhine çözümlenmesine onay vermemiz, Doğu Akdeniz'deki iddialarımızdan vazgeçmemiz olacak...
Başka? Ege sorunlarının Yunanistan lehine çözümlenmesi olacak...
Başka? İran'a husumet etmemiz, İsrail ile iyi geçinmemiz olacak..
Başka? "Soykırım" tavrımızı değiştirmemiz, Ermenistan ile ilişkilerimizi düzeltmemiz olacak..
Türkiye'nin yöneticilerinin siyasi tarih, uluslararası ilişkiler ve diplomasi konusunda zerre kadar fikirleri olsa idi, Türkiye şimdi içinde bulunduğu çıkmaza sürüklemezlerdi.
Türkiye bugüne kadar bu coğrafyada toprak bütünlüğünü koruyabildiyse, bunun, silahlı kuvvetlerinin caydırıcı gücü sayesinde olduğunu bilirlerdi. TSK'nın bütün yurtsever kadrolarını sahte davalarla tasfiye etmez, yerlerine cemaatçileri doldurarak komuta gücünü kırmaz, sonra da, onları temizlemek bahanesiyle ordunun yüzyıllara dayanan köklerini darmadağın etmezlerdi.
Genç diplomatlar ve askerler bile bilirler, en güçlü ordular dahi çok cepheli tehditlerle baş edemez. Ege'den ve Doğu Akdeniz'den kaynaklanan tehditler yerli yerinde dururken, bir de Suriye bataklığına daldılar. Öyle daldılar ki, bir "çıkış stratejisi" olmadığı gibi, yeni maceralar peşinde koşulduğu görülüyor. Öyle olunca Yunanistan fırsatı kaçırmadı, Ege adalarındaki hukuksuz işgallerini sürdürüyor. Karasularını 12 mile çıkartmaktan söz ediyor. Suriye'de elimiz bağlı, tepki verilemiyor!
Osmanlı'yı ihya ham hayalleri "stratejik derinlik"çi arkadaşların zihinlerini ve gözlerini kör etti.
Basiretli olsalardı dış tehditler karşısında halkın birlik ve bütünlüğüne önem verir, insanları çeşitli fay hatları üzerinden kesin hatlarla bölmezlerdi. Kendilerinden önceki bütün Cumhuriyet hükümetlerinin yaptığı gibi, dış politikanın partiler üstü ulusal niteliğini korurlardı. Atatürk'ün barışçı dış politika ilkelerine sadık kalırlardı.
Yandaşlara aktarmak uğruna israf ve yolsuzluk ekonomisine sapmazlardı. Kendi ifadeleriyle, sadece Türkiye'deki suriyeliler için kıt kaynaklardan 40 milyar dolar harcadılar, ekonomik sorunları altından kalkılamaz ölçüde ağırlaştırdılar.
Türkiye'yi bir uçurumun kenarına bıraktılar, her türlü dış tehdide açık hale getirdiler.
Trump artık tehdidi açıktan yapıyor: Ya önünüze konan siyasi faturaları ödersiniz, ya da ekonomik olarak mahvedilirsiniz! (Ünlü Johnson mektubu bile bu kadar doğrudan ve ağır bir tehdit içermiyordu. Kaldı ki, o mektup gizli yazışma idi.)
Türkiye'yi yönetenler bu vahim tehdide ciddi ve eylemli bir karşılık verebilecek gücü kendilerinde bulamıyorlar.
Dışişleri Bakanı "stratejik müttefikler sosyal medya üzerinden konuşmazlar" diyerek açıktan tehdit savurduğu için Trump'a sitem etmekle yetindi. Sözcü Kalın da benzer tutum aldı. CB da "üzüldüğünü" söyledi. Trump bir müttefikini "mahvetmek"den dem vuruyor, bizimkiler hala "stratejik ortaklık" rüyaları görüyor, üzülüyor. Hazin bir durum.
Trump'ın tehdidi üzerine CHP sözcüsü "bu tehditler bize sökmez" açıklamasını yaptı. Genel Başkan da "kimse sokak kabadayısı diliyle Türkiye'yi tehdit edemez" dedi. Boş laflar! Adam zaten tehdit etmiş. "Edemez" demenin ne anlamı var! ABD'nin bu tehdidine karşı etkili ne yapılmasını öneriyorsunuz, onu söylesenize! Söyleyemiyorlar!
Suriye bağlamındaki son gelişmeler olurken CHP ne diyor?
Parti dış politika sorumlusu 11 Ocak'da "Fırat'ın doğusundaki, Menbiç'deki tehdidi çözmenin yolu Türkiye'nin ABD ile dürüst, şeffaf ve açık bir şekilde, birbirlerine karşı ne istediklerini anlatmaları ve çözümü beraberce aramalarıdır. Bunun dışında da başka bir yolu yoktur" dedi. Sanki başka bir alemde yaşıyor!
Konuşarak ABD'den yeni ne öğreneceğiz? ABD'nin ne istediğini hala anlayamadınız mı? ABD'nin talepleri ile Türkiye'nin yaşamsal çıkarlarının bağdaştırılabilir tarafı var mı? Türkiye'nin yaşamsal çıkarlarının korunmasının yegane yolunun Şam yönetimi ile işbirliği yapmak olduğunu görmüyor musunuz? Sorunu çözmek için ABD ile müzakerenin dışında bir yol olmadığını söylemek aymazlık değilse nedir?
CHP yönetimi de bölgesel projelere çanak tutuyor demek istemiyorum; ama, başka bir olasılık da akla gelmiyor maalesef!










14 Ocak 2019 Pazartesi

SUUDİ ARABİSTAN’A GİDİN DEMEK SUÇ MU?



Bir ülkede yargı bağımsızlığı ortadan kalkar, savcılar ve hakimlerin tüm mesleki kariyerleri muktedirin iki dudağının arasında olursa, sinema ve dizi oyuncusu Deniz Çakır olayında olduğu gibi trajik komik olaylar yaşanır.
Geçtiğimiz haftanın gündem değiştirmeye yönelik en komik olayı, bir grup “türbanlı” hanımın içki satışının yapıldığı bir cafe barda, dizi ve sinema oyuncusu Deniz Çakır’ın, bu “Türbanlı” hanımlara “sizde Suudi Arabistan’a gidin” dediği iddiasıyla  aradan birkaç gün geçtikten sonra savcılığa başvurmaları üzerine, savcılık hiç vakit geçirmeden Deniz Çakır hakkında  halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçlamasıyla” soruşturma açmış.
Bu olayın, yeni bir “Kabataş yalanı” yaratma çabası olduğu anlaşılıyor. Olayın yaşandığı yerdeki görgü tanığı garson, “Anlatılan doğru değil” demiş.
Bu olayın magazinsel tarafı, ama asıl üstünde durulması gereken nokta, bir insana “Suudi Arabistan’a git “ demenin nasıl bir suç oluşturduğudur.
Suudi Arabistan Birleşmiş Milletler üyesi bir devlettir. Hatta o kadar muteber bir dostumuz ülkedir ki, İstanbul Başkonsolosluğunda “Cinayet işlenmiş” yani ağır suç işlenmiş, bu ülkenin Başkonsolosu’nun elini kolunu sallayarak ülkeyi terk etmesine göz yumulmuştur.
Ayrıca taraflar arasında yaşandığı ileri sürülen tartışma, yüz yüze olmuştur. Medya üzerinden geniş kitlelere ulaşacak şekilde de yaşanmamıştır.Eğer varsa bu şikayetçi hanımlara yönelik bir söylem söz konusudur.
Burada,  halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunun  değil, olsa olsa hakaret suçunun var olup olmadığı tartışılabilinir.
Deniz Çakır’ın ben doğru söylediğine inanıyorum zira “Kabataş Yalanından” sonra artık bu kesimin söylediği sözler mahkeme kararına bağlanmadan inanmak mümkün değil.
Yandaşların elinde en ufak bir delil olsa bunu günlerdir manşet yapıyor olurlardı.
Asıl üzerinde durulması gereken nokta bu ihbarcı hanımlar, Recep Tayyip Erdoğan’ın dostluğuna çok önem verdiği bir ülkeye hakaret etmişlerdir.
Savcı da bu hanımların Suudi Arabistan’ı aşağılamalarına çanak tutmuştur. Bu savcı ihbarcı hanımlara “Sizde Amerika Birleşik Devletlerine” gidin dendiği iddia edilse aynı davayı açacak mıydı ya da açmaya cesaret edebilir miydi?
Aslında ülkede son günlerde yaşanan hukuk ihlallerinin temel nedeni, Deniz Çakır olayında olduğu gibi önce mağduriyet yaratıp bunun arkasına sığınmak, Sözcü yazarlarına yapıldığı  gibi sonra her muhalif sesi baskı ile susturmaya çalışmak.
Bence asıl skandal, Suudi Arabistan Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığı’na bir nota verip, ülkenizin bir savcısı benim devletimi aşağılamıştır derse  ne yaparız.
Bürokratların siyasal iktidara yaranmak için bir adım atarken daha geniş düşünmeleri gerekir.
Nitekim yıllar evvel Polatlı’da iki turist ırmakta çıplak yüzerken, kendilerin seyreden bir vatandaş tarafından katledilmişlerdi.
Sanık kendince kendisini kurtarmak için ben onları Rus zannettim diye savunma yapınca zamanın Rus Büyükelçisi “ Biz dost değil miyiz diye notayı dayamıştı.

        


11 Ocak 2019 Cuma

ABD’nin KÜRDİSTAN PROJESİ TIKIR TIKIR ÇALIŞIYOR


               
Trump'ın güvenlik danışmanı Bolton'un Ankara'ya yaptığı ziyaretin ertesi günü yandaş gazeteler  Bolton'un yaptığı bütün taleplerin reddedildiğini ve Amerikalı misafire haddi bildirilerek gönderildiği gibi başlıklar attılar. Maalesef buna  SÖZCÜ gibi ciddi bir gazetede dahil!). 
Bütün bu afra tafraya karşın, gerçeğin başka olduğu Cumhurbaşkanı'nın 8 Ocak günü New York Times'a yazdığı makaledeki ifadelerinde gizli.
Cumhurbaşkanı, Suriye'nin geleceğinin nasıl şekillendirilmesini istediğini aynen şöyle anlatıyor:
"Birinci adım, Suriye toplumunun bütün parçalarından bir istikrar gücü oluşturmaktır. Sadece çeşitli bir yapı bütün Suriye vatandaşlarına hizmet edebilir ve ülkenin çeşitli bölgelerine kanun ve düzen getirebilir. Bu bağlamda, Suriye kürtleri ile anlaşmazlık içinde olmadığımıza işaret etmek isterim......
"Savaş koşullarında, birçok genç suriyelinin PKK'nın kolu olan PYD/YPG'ye katılmaktan başka seçenekleri yoktu.. İnsan Hakları Gözleme merkezine göre YPG çocukları saflarına katarak uluslararası hukuku ihlal etmiştir.
"ABD'nin çekilmesinden sonra, (YPG'nin kaçırdığı) çoucları aileleri ile yeniden birleştirmek ve terörle ilişkisi olmayan savaşçıları kurulacak istikrar gücüne katmak için yoğun bir güvenlik taramasını işlemini tamamlayacağız.
"Diğer bir öncelik, bütün topluluklar için uygun temsil koşullarının güvence altına alınması olacaktır. Türkiye'nin gözetimi altında, YPG'nin veya sözde İslam Devleti'nin kontrolü altındaki topraklar halk tarafından seçilmiş konseyler tarafından yönetilecektir. Terör grupları ile ilintili olmayan bireyler kendi topluluklarını yerel hükümetlerde temsil edebileceklerdir.
"Kuzey Suriye'nin ağırlıklı olarak Kürt olan bölgelerindeki yerel konseyler geniş ölçüde Kürt toplumunun temsilcilerinden oluşacak; ancak, bu yapılırken, diğer bütün grupların adil siyasal temsili de güvence altına alınacaktır. İlgili deneyime sahip Türk yetkililer belediye hizmetlerinde, eğitimde, sağlıkta ve acil durumlar konusunda onlara yardımcı olacaklardır."
İnanılır gibi değil! 
Cumhurbaşkanı Suriye'ye açıkça bir federasyon modeli öneriyor ve o modelin "Türkiye'nin gözetimi altında" uygulanmasını öngörüyor.
Orada kurulacak Kürt otonom yönetimleri Türkiye’deki ayrılıkçı hareketleri tahrik eder.
Artık herhalde bir tereddüt kalmamıştır; ABD ve İsrail'in stratejik çıkarları bölgede bir Kürt devletinin kurulmasını gerektiriyor. Bu, hemen olmayacak. Dikkat edelim, Kürt konusunun uluslararasılaştırılarak içinde bulunduğu aşamaya getirilmesi için neredeyse 1930 lardan beri 30 yıl sabırla çalışıldı. Bağımsız Kürdistan'ın ortaya çıkması için daha zamana ihtiyaç var. ABD acele etmiyor. Biliyor ki, müstakbel Kürdistan'ın içindeki ve çevresindeki şartlar olgunlaşmadan bağımsızlık ilanı, projenin daha başlangıçta akim kalmasına neden olacak. Hasım Türk, Acem ve Arap halklarının arasında denize çıkışı olmayan bir Kürdistan'ın yaşamasının mümkün olmadığını görüyor. O nedenle, önce, yüzyıldır farklı siyasal ve sosyal ortamda yaşamış parçaların birbirine alıştırılması sağlanacak. Kuzey Irak bir hayli mesafe almış durumda. Şimdi Suriye'de de Kuzey Irak'a benzer bir yapı ortaya çıkarılacak.
Kuzey Irak, Kuzey Suriye ve Türkiye'nin güneydoğusunun bir kültürel, sosyal ve ekonomik bütünlük sağlanması hedefi önceki yıllarda bir hayli dillendirilmişti. "Açılım süreci" sırasında projenin Türkiye ayağı bakımından bir hayli mesafe de alınmıştı. 
Bu "üç parça" arasındaki bu bütünlük, bir formül çerçevesinde, Türkiye'nin "taşıyıcı anneliği"ne emanet edilecek. İç/dış şartlar olgunlaştırılınca, bağımsız Kürdistan'ın doğumu gerçekleşecek. "Taşıyıcı anne"ye veda edilecek.
Çabuk unutuyoruz; Davutoğlu, başbakan olduğu dönemde, "siyasi sınırlara saygı duyarak, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda sınırları geçişken kılan politikaları" ile övünüyordu. "Gerekirse dışarıdaki Kürtlerin de hamisi biziz" diyordu. "Kürtlerin de bir devleti var. O devletin adı Türkiye Cumhuriyeti Devleti" diye ilan ediyordu.
"Açılım"ın rafa kaldırılması ile inkıtaya uğrayan proje şimdi tekrar ısıtılıyor. Cumhurbaşkanı'nın makalesinden bunu anlıyoruz. YPG sorununun nasıl çözümleneceğinin ip ucu da makalede veriliyor. Örgütün "zorla kaçırdığı" çocuklar kurtarılacak ve teröre bulaşmamış (İŞİD'ciler dahil) "savaşçılar" sisteme entegre edilecek.
Makaleyi okuduktan sonra ABD Dışişleri Bakanı Pompeo'nun "Erdoğan Kürt savaşçıların korunacağı konusunda güvence verdi" sözünü yerine oturtmak mümkün oluyor.
Aynı makalede, Suriye'nin toprak bütünlüğünün korunmasından da söz ediliyor. Ülkede bölgesel meclisler, yerel hükümetler ve ulusal ordudan bağımsız silahlı güçler (istikrar gücü) olacaksa, o ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasının fiilen ne anlamı olacak? Aklımızla alay edilmesin!

Türkçemizde çok güzel bir deyiş var: Çuvaldızı başkasına batırmadan evvel, iğneyi kendine batır!
"Bağımsız bir devlete, içişlerine müdahale ederek önerdiğiniz federasyon modeli o kadar iyi ise Türkiye'de de uygulayın" dendiğinde ne yanıt verilecek? Hiç kuşkunuz olmasın, öyle bir öneri günün birinde mutlaka gelir. Atatürk çizgisinden ayrıldıkça Türkiye çok tehlikeli sulara doğru yol alıyor...







7 Ocak 2019 Pazartesi

İŞİN ÇİVİSİ ÇIKTI


.

Ülke tam bir çadır devleti gibi yönetiliyor. Her şey bir adamın iki dudağının arasında, ne anayasa dinliyor ve ne de hukuk.
Bugünkü gazetelerde vardı, çiftçiye ve tarıma destek için kurulmuş olan Ziraat Bankası, spor kulüplerinin borçlarını yapılandıracakmış. Bunu bir yabancı ülke vatandaşı duysa, Türk tarımının ve Türk çiftçisinin herhangi bir sorunu yok ki, tarımı ve çiftçiyi desteklemek için kurulmuş banka spor kulüplerini desteklemeye başlamış diye düşünür.
Ey CHP Yöneticileri, Türkiye çadır devleti gibi yönetiliyor.Ziraat Bankasının amacı çiftçiyi ve tarımı desteklemektir. Amaçları arasında spor kulüplerinin borcunu yapılandırmak yoktur. Bankanın parası ve gücü varsa çiftçiye ve tarıma destek versin. Bunu siz dile getirmeyeceksiniz de kim getirecek.
O köylü bizim için milletin efendisidir.
Stadyumları “Atatürk’ün askerleriyiz” diye inleten  Türk Futbol seyircisi,  böyle  popülist politikalarla kandırılamazlar.
Ayrıca kulüp yöneticilerinin kötü yönetiminin bedelini  halk niye ödesin ki.
Ama olay sadece bu değil, AKP İktidarı elinde seçim kanunu açıkça çiğnenerek kurulan tek adam rejiminden sonra,  artık Anayasa'nın değiştirilemez demokrasi, laiklik, sosyal devlet, hukukun üstünlüğü hükümlerinin içlerinin boşaltılması ile yetinilmiyor, Anayasa'nın belli bir somut durum için yaptığı açık lafzi düzenleme de yok sayılıyor.Bu yok sayılırken de Anayasa bilgisi Orta okul “yurt bilgisi” dersiyle sınırlı olan bir şahıs tarafından da bu düzenlemelere karşı çıkanlar “Derslerine İyi Çalışmamışlar” diye alaya alınabiliyor.
Recep Tayyip Erdoğan ve AKP'nin son hamlesi Binali Yıldırım’ın . adaylığı CHP tarafından demokratik yollardan engellenemez ise ki; Kılıçdaroğlu’nun konuyla ilgili olarak “Anayasaya aykırı ama seçimi bunun üzerinden götürecek değiliz” diye .beyanda bulunduğundan, artık Türkiye'de anayasanın hiçbir hükmü kalmayacak, bir kişinin iradesinin Anayasa yerine geçmesi olağan hale gelecektir. 
Bu tam bir gerçeğin önemsizleştirilmesidir. Gerçeğin önemsizleştirilmesi sadece iktidar sahiplerinin söylemleriyle  değil, ona yardımcı olan Ana muhalefet partisi tarafından da hayata geçiriliyor.
12 Eylül Askeri rejiminin egemenleri de “ Bizim söylediklerimiz Anayasa ile çelişirse anayasa bu yönde değişmiş sayılır “ buyurmuşlardı. Bu günkü durumdan hiçbir farkı yok.
Bir yasal boşluk, muktedirin bir beyanıyla  Anayasa'nın lafzına aykırı kıyas yoluyla doldurulabiliniyor.
Tabii bu çok doğal zira yıllar içinde Anayasa'nın açık ihlallerine karşı  eşit ve adil olmayan seçimlere ve onların sonuçlarına eylemli, zamanlı, demokratik tepki verilmeyince, bu noktaya gelindi.
Gelinen noktada CHP yönetiminin hareket alanı iyice daraldı. Yapabilecekleri fazla bir şey yok. Egemenleri kızdırmamak için açıkça görülmekte olan bir davanın sonucunu etkiyen bir kanun maddesini bile anayasaya uygun bulan  Anayasa Mahkemesi’nin ve tam kanunsuz bir kararla Anayasa referandumunu şaibeli hale getiren Yüksek Seçim Kurulu'nun nasıl tutum alacağı şimdiden belli. CHP yöneticilerinin yapabilecekleri yegane faydalı iş, istifa edip partinin başından çekip gitmeleridir.