27 Kasım 2017 Pazartesi

ZARRAP DAVASI


Yazılı, görsel basın ve bir kısım siyasetçiye bakıyorum, birilerinin önce “hayırsever işadamı” dediği; şimdilerde ise “Canı cehenneme” denen Reza Zarrap davası nedeniyle bilen bilmeyen herkes İran’a uygulanan ambargo konusunda  sallayıp duruyor.
New York’da başlayacak dava Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin  aldığı yaptırım kararları ile Amerika Birleşik Devletleri’nin tek taraflı aldığı yaptırım kararları birine karıştırılıyor.
New York’da görülecek davanın konusu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı aldığı dolayısıyla - Birleşmiş Milletler üyesi ülkeleri için bağlayıcı olan- yaptırım kararları gerekçesiyle açılmış bir dava değildir. Yani Türkiye ne New York’da görülecek bu dava da bu nedenle suçlanmadığı gibi, şimdiye kadar başka bir ortamda da aynı nedenlerle de suçlanmadı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İran hakkında 2006, 2007, 2008 ve 2010 yıllarında yaptırım kararları aldı. Ancak bu kararlar İran ekonomisini felç edecek, petrol ve doğalgaz ihracını yasaklamış  kararlar değildi.Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi böyle kararlar almak istediği zamanda da Rusya ve Çin bunu engelledi.
Durum böyle olunca Türkiye’nin İran’dan petrol ve doğalgaz ithal etmesi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal etmiş olmadığından gereksiz yere kendimizi savunmamızın gereği yoktur.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konsey’nin İran’a getirdiği kısıtlamalardan biri de Bazı İran bankaları ile mali ilişkilere girmeye yasaklar getirildi.
Bu nedenle, Türkiye, İran’dan aldığı petrol ve doğalgazın paralarını ödemek için BMGK’nin koyduğu işlem yasaklarını ihlal etmemek için uluslar arası bankalar sistemi dışında başka ödeme yolları kullanmış olmasında bir sorun yok. Bu yollar kullanılırken Türkiye’de rüşvet verilmesi olayı var ise, ki bana göre var-, bunlar bizim iç hukuk sorunlarımızdır.
New York’daki dava da sanıklar BMGK kararlarını ihlal etmekten değil, ABD’nin İran ile ilgili olarak koyduğu yasakları ihlal ettikleri için yargılanıyorlar. İddia bu ihlallerin, İran’ın çıkarı için, Amerika Birleşik Devletlerinin mali sistemini delmeye yönelik, gizli işlemler yapmak, bu işlemleri yaparken de ABD bankalarının  muhabirlik hizmetlerinden yararlanmak için bu işlemler hakkında ABD makamlarına yalan söyleyerek bu işlemlerden kazanılan paraları aklamak, işlemleri kolaylaştırmak için rüşvet alıp vermek ve sahte belgeler düzenlemekle suçlanıyorlar.
Bu konularda Türkiye’nin de dikkatli davranması gerekirdi. ABD’nin İran için koyduğu yasakların, hudut komşumuz olması nedeniyle ve İran’dan petrol aldığımız anlatılarak bu konuda istisna talep edilebilinirdi.
Ama bu yola gidilmemiş bazılarının ceplerini dolduracak kolay bir yol seçilmiş ve şimdiki durumla karşı karşıya kalınmıştır.
Bir diğer nokta da bu ülkenin Başbakanı 2016 yılı Nisan ayında kabul edilen “6706 sayılı, Cezai Konularda Uluslararası Adli İşbirliği Kanunun” var iken çıkıp, Zarrap’ın durumuyla ilgili olarak, kendisini çok zeki, herkesi aptal kabul ederek ve  peşinen siyasileri ve bürokratları korumak için insan hakları ihlalinden söz etmesidir.
        Yani bu yasanın 7. Maddesini 1/Ç fıkrası “Adli yardımlaşma  talebi kapsamında  ilgili devletin (yani bu olayda ABD) iç hukukuna uygun olarak yerine getirdiği işlemler, Türk hukuku bakımından da geçerli sayılır” hükmünü taşımaktadır.
Yani New York’daki yargılamada, bir kısım siyasetçilerin, bürokratların ses kayıtları ve diğer bulgular New York mahkemesi tarafından geçerli sayılırsa bunlar    Türkiye de geçerli delil sayılacaktır.
Bunun tek istisnası bu delillerin Amerika’da işkence ile hapla elde edilmiş olursa Türk Hukuku açısından geçersizdir.
İşte bu nedenle Başbakan insan hakları ihlalinden söz ediyor, bir başkası da ilaç verildiğini söylüyor. Yani kendilerince peşinen bazı siyasi ve bürokratları koruma altına  aldığını zannediyor.  
 
       


24 Kasım 2017 Cuma

NATO TATBİKATLARINDA YAŞANAN REZALET


Değerli siyaset adamı ve diplomat Sayın Onur Öymenden aldığım bir mesajı sizlerle paylaşmak istiyorum. Sayın Öymen mesajında:
“Basın haberlerine göre 8-17 Kasım tarihlerinde Norveç'te düzenlenen bir NATO tatbikatının masa başı simülasyonunda "düşman liderler biyografisinde" Atatürk'ün heykeli kullanılmış. Bu haber ülkemizde güçlü ve haklı bir tepkiye yol açtı. Aynı tatbikat çerçevesinde Hollanda'daki karargahta Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan adına açılan sahte bir internet hesabında düşman ülkeleri liderleriyle işbirliği yaptığı iddiasına yer verilmiş. Bu iddia da ülkemizde şiddetle eleştirildi. O tatbikata katılan askerlerimiz tepki olarak geri çekildi. 
NATO ve Norveç makamları bu olayları doğruladılar ve Türkiye'den özür dilediler. Birinci olaydan sorumlu olan bir teknisyenin, ikinci olaydan sorumlu olan Norveç'li bir subayın görevden alındığını ve bunlar hakkında idari soruşturma başladığını açıkladılar.
Siyasetçilerimiz ve basınımız bu olayı bir skandal olarak nitelendirdiler. Bence "skandal" sözcüğü olayın vahametini göstermekte yetersiz kalıyor.
Her iki olay da NATO ittifakının bel kemiğini oluşturan "dayanışma" ilkesinin açıkça tahrip edilmesi anlamına geliyor. Alt düzeyde iki kişinin cezalandırılmasıyla bu olayın üstünü örtmek mümkün değildir. 
Türkiye gecikmeden konuyu NATO Askeri Komitesine ve NATO Konseyine getirerek yetkililerden hesap sormalıdır.
Bence sorgulanması gereken hususlar şunlardır: 
-Bir teknisyene düşman liderler biyografisi kendi takdirine göre hazırlama görevini kim vermiştir?
-Bu teknisyenin tercihleri hiçbir makam tarafından denetlenmeden ve onaylanmadan mı tatbikat simülasyonuna yerleştirilmiştir?
-Benim NATO Daimi Temsilcisi olarak görev yaptığım dönemde NATO tatbikatlarındaki kural, her hangi bir ülkenin adının "düşman devlet olarak" zikredilmesinden kaçınılması yönündeydi. Bu kural liderler için de geçerliydi. Tatbikatlarda düşman olarak "hayali ülkeler, hayali isimlerle" gösterilirdi. Şimdi bu kural değişmiş midir? 
-Bir üye ülkenin tarihi liderinin ve bugünkü Cumhurbaşkanının düşman olarak gösterilmesi bence yalnız idari değil, cezai işlem yapılmasını gereken bir suç oluşturmaktadır. 
-Bu olay NATO'nun bu ve benzeri konulardaki kurallarının gözden geçirilip yeniden düzenlenmesini gerekli kılmaktadır. 
Johnson Mektubu, Amerikan Kongresinin 1975 yılında Türkiye'ye silah ambargosu uygulaması, Alman Hükümetinin 1990'lı yılların başlarında aldığı askeri ambargo kararı, aynı zamanda NATO üyesi olan bazı AB üyelerinin sürekli olarak Türkiye'yi Avrupa'dan dışlayıcı söylem ve eylemleri, halkımızı rencide edici bu gibi vahim gelişmelerin siyasi zeminini oluşturmuştur.
Bütün bu nedenle Türkiye'nin bütün bu konuları en üst düzeyde masaya yatırarak ilişkilerimizi yeni ve sağlam bir zemine oturtmaya çalışması artık kaçınılmaz bir görev haline gelmiştir. 
Hiç bir koşulda feda edemeyeceğimiz değerlerin başında ülkemizin haysiyeti ve ulusal gururumuz gelmektedir.” Demiştir.
İşin iç yüzünü tam olarak anlayabilmek için, bu iki olayın failleri olan teknisyen ve Norveç’li subayın kimliklerinin açıklanması  çok önemlidir.
Kimdir bu kişiler, kimlerle ilişki halindedirler. Böyle davranmaya bunları kim, ne karşılığında  ikna etmiştir. Bunların aydınlatılması Türkiye açısından hayati önem taşımaktadır.
Bu kişiler ve ilişkileri tespit edildikten sonra olayın iki kişinin ahlaksızlığı mı olduğu yoksa başka tertiplerin maşası mı oldukları ortaya çıkacaktır.
Bunları aydınlatmadan kuru kuruya “özür dilenmesi” sorunları çözmez.
Bu çirkin olaylar iktidar tarafından biranda gündemden düşürüldü. Bu gündemden düşürülmemesi gereken bir konudur. Zira ülkenin onuru zedelenmiştir.



20 Kasım 2017 Pazartesi

İLAHİ TAYYİP BEY


Ülkede ekonomi kötüymüş, enflasyon, işsizlik, dış borç almış başını gidiyor,bir tane ilişkilerinin düzgün olduğu ülke kalmamış 15 yıldır bu ülkeyi tek başına yöneten Tayyip Erdoğan ve AKP’nin hiç günahı yok, bütün suç CHP’ninmiş.
Sosyal Sigortalarda ki sıkıntının sebebi Kemal Kılıçdaroğlu imiş. Size hayranım Tayyip bey, kendinizin ve ekibinizin  her başarısızlığını üçüncü bir şahsa fatura etmekte çok başarılısınız. Kemal Kılıçdaroğlu 1992 - 1999 yılları arasında 7 yıl süreyle SSK Genel Müdürlüğü görevini yaptı. Siz 15 senedir  bu ülkeyi yönetiyorsunuz. Kılıçdaroğlu’nun bir kusuru, yolsuzluğu vardı ise, yargıya göndereydiniz. Yargıya gönderecek bir suçunu bulamadınızsa artık sosyal sigortalardaki sıkıntıyı ona yıkmaya çalışmayın.
Aman, aklıma geldi, bu NATO tatbikatında yapılan iğrençliğin müsebbibi de CHP ve Kılıçdaroğlu olmasın?
Bu arada emekli aylıklarının üç ayda bir ödeneceği söyleniyor. Bunun da sorumlusu Kılıçdaroğlu mu?
Size  muhalif tüm medya FETO cu. Öyle insanlara FETO’cu yaftası yapıştırmaya çalışıyorsunuz  ki, gülmeyen yoktur. Sizin AKP’lilerde gülüyorlardır da, sizden korkularından, bunu kapalı kapılar ardından size çaktırmadan  yapıyorlardır.
Hani Atatürk’e saldırmaya toplumsal tepkiden çekindiğiniz için İsmet Paşa ve Lozan üstünden yapıyorsunuz ya işte bir konuşmanızda:
 “…Ben Lozan dedim, rahatsız oldular. Niye rahatsız oluyorsun? Burnumuzun dibindeki adalar, bağırıyoruz, çağırıyoruz; bu adalar bizimdi. Bu adalarda bizim eserlerimiz var, tarihimiz var, camilerimiz var, kervansaraylarımız var. Rahatsız oluyor adam. Niye rahatsız oluyorsun? Bunların altına kim imza attıysa sorumludur sorumlu…”  
 Lozan dâhil tüm uluslararası antlaşmalarda Ege Denizi’nde ve Akdeniz’de aidiyeti belli olmayan 156 adanın 16 tanesi Türkiye Cumhuriyeti’nin envanterinde olması gerekirken göz göre göre Yunanlılar tarafından işgal edilmişlerdir.Bu adalardan birinin üzerinde Kilise inşa ettiler, buralarda Yunan bayrakları dalgalanıyor. Bunun siyasi sorumlusu kim? Elbette  bunun siyasi sorumlusu siz ve AKP iktidarlarıdır. Tabii tek başına sizi suçlamak haksızlık olur. Birkaç duyarlı gazeteci dışında necip Türk basının da bu konuda hiç sesi çıkmadı, gerekli duyarlılığı göstermedi.Onların tek görevi sizin veya kendisini başbakan zanneden arkadaşınızın yurt dışı gezilerinizin ne kadar başarılı olduğunu köşelerinde yazmak.
Vatan toprağı olan Süleyman Şah türbesi hem de PYD’lilerin koruması altında kimin zamanında  terk edildi? Bu kepazelik sizin zamanınızda yaşanmadı mı?
2 bin yıllık geleneği olan, milletin göz bebeği  Türk Ordusu, Ergenekon, balyoz ve benzeri kumpas davalarını izleyen süreçte gücünden, itibarından  ve de caydırıcılığından çok şey yitirmiştir. Sorumlusu kim? Kim bu kumpas davalarının açılmasını “aranan savcı” aracılığı ile  sağlayanlar
Ülke ekonomisi iflasın eşiğine gelmiş sorumlusu kim? Size göre Merkez bankası ve bankalar. Ülke ekonomisini 15 senedir başkası yönetiyor sanki.
Erdoğan'ın yanlış ekonomi politikaları Türkiye'yi saman için dahi dışa bağımlı yaptı,
Ay sonunda ABD de başlayacak “orospunun ve memurun bahşişini başında verin”  diyen Rezza Zarrab’ın mahkemede ne söyleyeceklerinden çok daha önemlisi, bu herifin yaptıklarından dolayı Türkiye’ye ağır ekonomik yaptırımlar gelirse, bu kişi hakkında hala  “Hayır sever bir işadamı” diyecek misiniz?
Yaşanacak sıkıntıların sorumlusu kim olacak?
Sizin çocuklarınız,  rapor, bedelli gibi yöntemlerle askerlikten kaçınırken, terörü sıfır noktasında aldığınız ülkeyi, her gün gariban ailelerin çocuklarının şehit olarak geldiği bir ülkeye çevirdiniz. Çünkü açılım sürecinde eşkıyanın her yere silah depolamasına göz yumdunuz.
Suçlu kim? Kim olacak tüm yargılamalar adil olsun, milletvekilleri tutuklu yargılanmasın  diyen ülke aydınları. Dokunulmazlıkları toptan kaldırılmasında sayısal olarak size destek verenlere söylenecek söz bulamıyorum.
Kentleri güzelim İstanbul’u ranta feda ettiniz. 25 senedir yönettiğiniz İstanbul ve Ankara’da yaşanan bütün olumsuzlukların müsebbibi size göre CHP!
Bütün bu yaşanan olumsuzlukların  diğer sorumlusu ve kabahatlisi de  “metal yorgunu” olan partili belediyeler ve teşkilatınız.
İlahi Tayyip bey, kendinizin ve ekibinizin her başarısızlığını başkalarının üstüne yıkmakta kendinizi çok mahir zannediyorsunuz;  Ziya Paşa’nın değişiyle Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın”.
  

 



17 Kasım 2017 Cuma

SİYASET ADAMI TUTARLI OLACAK.


Siyasi partiler ve özelliklede Cumhuriyet Halk Partililer  söylemlerinde tutarlı olmak zorundadırlar. Tutarlı olmaz  iseler Tayyip Erdoğan gibi farklı zamanlarda taban tabana zıt şeyler söylerler.
Nitekim Cumhurbaşkanı ve AKP Genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Trump ve Putin’in  Suriye’de askeri çözümün mümkün olmadığı konusunda mutabık kalmaları üzerine, 13 Kasımda Ankara’da “Ben bu ifadeleri anlamakta doğrusu zorlanıyorum. Yani şimdi askeri çözüm mümkün değil deniliyor, öbür tarafta merkezi yönetimin şu ana kadar askeri yöntemlerle öldürdüğü insan sayısı 1 milyona ulaştı. Nasıl oluyor bu iş? Eğer askeri çözüm söz konusu değilse o zaman çeksinler askerlerini…” ve bundan 5-6 saat sonra yani yine 13 Kasımda bu sefer Sochi’de Putin ile yaptığı görüşmeden sonra  “Gelinen noktada siyasi çözüme odaklanabileceğimiz bir zemin oluştuğu hususunda mutabıkız” deyi verdi.
İktidarın başı böyle de muhalefet nasıl? O da aynen iktidarın başı gibi. Nitekim Kemal Kılıçdaroğlu, ABD’nin  PYD/YPG’ye silah vermesine ilişkin olarak 21 Eylül 2017 de  Habertürk televizyonunda çıktığı bir  programda çok doğru bir şekilde “….Amerika’nın tavrını asla doğru bulmuyoruz. Siz terör örgütünün (PKK’yı kast ediyor) uzantısı bir başka örgüte ağır silahlar verirseniz, hatta silahlandırırsanız bu bölgeyi felakete götürür. Felaket bir şey. Niçin silahlandırıyor Amerika bütün bunları? (Çok doğru bir tespit ile) Ortadoğu’da yeni bir harita çıkarmak için. Bu bugün söylenmiyor, yıllardır söyleniyor. Peki bu ülkenin yöneticileri yıllardır bilinen bu gerçeğe karşı hiç düşünmediler mi? ‘ya bizi Ortadoğu’ya niye soktular?’” diye.
Halbuki Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul Üniversitesi öğrencileri ile 24 Ekim 2014 günü yaptığı sohbet toplantısında “Bizim için YPG terör örgütü değildir……Kendi vatanını kurtarmak için örgütlenmiş bir oluşumdur.” Demiş idi. Kemal Kılıçdaroğlu  2014 de bu sözleri anlaşılıyor ki TR 705 kod numaralı Amerikan muhbirinin etkisi altında kalarak söylemiş idi.
Nitekim, o sıralarda maalesef Cumhuriyet Halk Partisi Genel başkan yardımcısı olan TR 705, Kobani’ye koridor açılmasını ve oradaki  PYD/YPG güçlerine silah yardımı yapılmasını desteklediklerini açıklamıştı.  
Tabii 2014 de Kemal Kılıçdaroğlu söylediği, YPG bizim için terör örgütü değildir sözleriyle PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG’nin Suriye’nin kuzeyindeki “vatanını kurtararak!”  Türkiye’nin toprak bütünlüğü için büyük tehdit oluşturacak sonuç itibariyle haritalar değiştirecek  otonom bölgeler oluşturulmasına ve bu nedenle ABD’nin PYD’ye silah yardımı yapmasına destek vermiş oluyordu.
Tabii bu söylem 21 Eylül de Habertürk televizyonunda çok doğru olarak söyledikleri ile taban tabana zıttır.
Tabii bu çelişkilerden sonra  Mersin Milletvekili Atıcı’nın sözleri çelişkiler yumağına bir düğüm daha atmıştır. Bu nedenle siyaset adamları tutarlı olacaktır. Bilen bilmeyen de böyle önemli konularda konuşmayacaklardır.
Türkiye, Suriye’de mezhepçi (Sünnici) bir ülke olarak algılanmaktadır. Bu nedenle Suriye meselesinin en büyük kaybedenlerinden biri başından beri ABD’nin taşeronluğuna soyunan Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye olmuştur.
PYD’nin elindeki bölgeden her an Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saldırı gelebilir. Uluslararası hukuktan gelen kendimizi savunma hakkımız vardır. Bu nedenle Türkiye Afrin’e yapacağı bir operasyon Aytuğ Atıcının söylediği gibi yanlış olmayacaktır.
Burada hedef PYD olsa bile Türkiye’nin yıllardan beri uyguladığı yanlış Suriye politikası nedeniyle PYD’ye yönelik Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumaya yönelik  dahi olsa Suriye topraklarına yapılacak bir askeri harekat Esad’ın yanı sıra Rusya ve İran’ın da tepkisini çekecektir.
Eğer Türkiye’nin toprak bütünlüğü bunu gerektiriyor ise bu tepkiler göze alınmak zorundadır.Zira bu Türkiye’nin beka sorunudur.
Askerlikte bir kural vardır. Piyadenin ayak basmadığı yer sizin değildir. Bu nedenle Türkiye’nin toprak bütünlüğü gerektiriyorsa bütün riskleri göze alıp “Fayda-maliyet analizi” yaparak Afrin’e operasyon yapması gerekir.




.

13 Kasım 2017 Pazartesi

HALKIN CHP’DEN BEKLEDİĞİ


Halk CHP’den, partiler arasında ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın tahrikiyle dozu artan ağız dalaşmasının üstünde kalarak doğrudan doğruya kendisine hitap etsin ve işçinin, köylünün, emeklinin sorunlarına nasıl çare bulacağını anlatsın. Bu kitlelerin sorunlarını nasıl çözmeyi düşündüğü konusunda, inandırıcı ve tatmin edici açıklamalarda bulunsun istiyor.
Bu ülkede yaşayan hiç kimsenin Türkiye’nin pek çok sorunu olduğu konusunda en ufak bir şüphesi olamaz.
Halkımız CHP’den, sayıları her gün artan genç ve eğitimli işsizlerin sorununu nasıl çözeceğini anlatmasını istiyor.
Ekonomik gidiş açık bir şekilde AKP’den ülke yönetimi demokratik yollardan devir alındıktan sonra yüz yüze kalınacak olan müflis ekonomik bir yapıdır. Bu nedenle halk karşı karşıya kalınacak bu hayati problemlerin üstesinden nasıl gelineceğini duymak istiyor.
Bazı CHP’li politikacıların şimdiden kendilerini bir belediye Başkanlığı koltuğuna atma çabaları, büyük kitlelerde bunların memleketi değil kendi ikballerini düşündüğü kanısı yaratıyor.
Hele bazı CHP’li milletvekillerinin, halkta gülümseme yaratan AKP’nin bir anda Atatürk’e sarılmasına tuttukları alkışı acıyarak seyrediyor. Böyle açık bir takiyeyi bile anlayamayan insanların ülke sorunlarını nasıl çözecekleri konusunda ciddi şüpheye düşüyor.
Halk CHP’li yetkililerden gerçekçi şeyler duymak istiyor, gökteki ayı kendilerine vaat etmelerini değil, zira böyle ayakları yere basmayan vaatlerde bulunmak toplumda fena halde kötü karşılanıyor.
Daha 1926 da, yani harpten yeni çıkmış, toplu iğnenin bile ithal edildiği bir dönemde 752 sayılı yasa ile çiftçiye nasıl destek verildiği de göz önüne alınarak çözüm üretmelerini istiyor.
Gerçekçi bir siyasi partinin, iktidara gelmeden, devir alınacak ekonomik koşulları masa başına oturup görmeden çok detaylı bir program ortaya çıkartması elbette çok zordur hatta mümkün değildir.
Ama iktidara gelmeden önce bile yargı bağımsızlığını nasıl sağlayacağını halka anlatabilir.
Zira yargı bağımsızlığı sadece vatandaşları değil Türkiye’ye yatırım yapacak yabancı yatırımcıyı da ilgilendirir. Zira, hukuk güvencesi olmayan bir ülkeye yabancı yatırımcı gelmez. Yargı bağımsızlığı bu nedenle ekonomiyi de ilgilendirir.
Ekonomik bir yük getirmeyen, halkın haber alma hakkını garanti altına almak için basın özgürlüğünü temin konusunda ne gibi değişiklikler yapılacağını halka anlatmak zorundadır.
CHP iktidara geldiğinde bu konularda bile ne yapacağının ana fikrini dahi halka henüz gereği gibi anlatamamaktadır. Bir kısım bilgileri noksan vekillerin hamaset kokan açıklamaları halk indinde pek de alıcı bulmuyor. 
Halk CHP’nin fabrika ayarlarına dönmesini istiyor. Parti içinde çöreklenmiş bir kısım kişiler bundan hiç hoşlanmayacaklardır, zira CHP fabrika ayarlarına dönerse bunların o zaman partide yer bulması mümkün olamayacağından buna karşı çıkıyorlar.
        İçinde yaşadığımız toplumun şartlarına bakılarak bir siyasi partinin kendini bunlardan tamamen uzak tutmasına imkân yoktur. 15 yıllık AKP iktidarı politikayı kirletmiştir. CHP’nin de bundan etkilenmemesi mümkün değildir. İşte bu nedenle CHP’nin silkinip kendisine gelmesi ve içinde gerekli ayıklamayı yapması ülke için şarttır.
CHP’nin diğer siyasi oluşumlardan farkı bu ülkeyi kuran siyasal parti olmasıdır. O nedenle olaylara sadece bir siyasi parti gözlüğü ile değil, kurucu iradenin temsilcisi olarak bakması mecburiyeti vardır.
Macbeth’te, Shakespear bir kahramanın ağzından “Yapılmış olan bozulmaz” der. Bu doğrudur. O zaman CHP kendi yaptığının bozulmasına izin vermemelidir.
Bunun için önce kendi içinde gerekli ayıklamaları yapmak ve fabrika ayarlarına dönmek ondan sonra da Cumhuriyeti korumak zorundadır.Halk CHP’den bunu beklemektedir.    


10 Kasım 2017 Cuma

ADLİ KAPİTİLASYONLAR MI HORTLUYOR?


ABD Ankara Büyükelçiliği geçen hafta "vize işlemlerinin kısıtlı olarak yeniden başlatıldığına ilişkin" yaptığı açıklamada, Türkiye'nin bir hukuk devleti olmadığını, Lozan’da kaldırılan adli kapitülasyonların yeniden hortladığını dünyaya ilan etti.
Açıklama şöyle diyor:
"Türkiye'deki misyonumuzda yerel çalışanlara yönelik başka bir soruşturma bulunmadığına ilişkin Türk hükümetinden ilk etapta üst düzeyde güvence almış bulunuyoruz..."
Üst düzeyde alınan güvencenin ne tür bir soruşturmaya ait olduğu belirtilmemiş., bir "adli soruşturma" söz konusu ise, böyle bir güvenceyi hükümet nasıl veriyor.
Açıklama şöyle devam ediyor.
"Ayrıca Türk hükümetinden, yerel çalışanlarımızın kendi resmi görevlerini yerine getirirken gözaltına alınmayacakları veya tutuklanmayacaklarına ilişkin güvence de alınmıştır. Bundan sonra Türk hükümeti bizim yerel bir çalışanımızı gözaltına alma ya da tutuklama niyetine ilişkin önceden Amerikan hükümetine bilgi vermeyi taahhüt etmiştir...."
Açıklamanın bu bölümü çok sorunlu.Osmanlıyı yıkan kapitülasyonların genişletilmiş şekli.
Bu açıklama gösteriyor ki; hükümet, ABD misyonlarında çalışan Türk personelin, görevlerini icra ederken (suç işleseler bile), gözaltına alınmayacaklarını taahhüt etmiş. Daha da ileri gitmiş, "bağımsız yargı"nın alanına girerek, ilgili personelin "tutuklanmayacakları" güvencesini de vermiş..
Bu durum, Türkiye'de yargının yürütmenin denetiminde olduğunun bir yabancı ülke büyükelçiliği tarafından ilanından başka bir şey değildir.
ABD misyonlarındaki yerel personel için verilen "soruşturulmama ve tutuklanmama güvencesini Viyana Sözleşmeleri ile de izah etmek mümkün değildir. Bu durum,  Viyana Sözleşmeleri'nin de ötesine gidiyor. Zira, o sözleşmeler sadece gönderen devletin uyrukluğunda olan personel için ayrıcalıklar getiriyor.
ABD misyonlarında çalışan yerel yani Türk Personele için verilen soruşturulmama ve tutuklanmama güvencesi, bu Türk personeli Türk yasalarından bağışık tutulmayı içermektedir.
ABD’ye  verilen güvence ister üst düzey güvence olsun ister yumuşak bir güvence olsun bu bir tür "adli kapitülasyon" değilse, nedir? Üstelik, güvence Türk vatandaşlarını ilgilendirdiğine göre, Lozan'da tasfiye edilen kapitülasyonların daha da genişletilerek uygulamaya konmuş olmuyor mu?.
Başka devletler de misyonlarından çalışan Türk uyruklular  için de benzer ayrıcalıklar talep ederse ne olacak?
ABD’nin Ankara Büyükelçiliği'nin, taraflar arasında varılan vahim ötesi bu mutabakatı  açıklaması üzerine, Washington’daki Büyükelçiliğimiz de bir açıklama yaptı ve ABD tarafına misyonlarının yerel personeli için herhangi bir soruşturmadan ve tutuklamadan masuniyet taahhüdü verilmediğini bildirdi.
(Açıklamaya Washington Büyükelçiliğinin web sitesinden 7.11.2017 tarihinde bu açıklamaya silinmiş olacak ki  ulaşılamıyordu.)  ABD Büyükelçiliği’nin bu  açıklaması Türkiye'nin totaliter bir rejim ile yönetildiğini ilan etmekte idi. Türkiye içinde bu yönde eleştiriler yapılıyor, o bizim iç sorunumuz o ayrı bir konu.Ama Yabancı bir Büyükelçiliğin böyle bir tespitte bulunup, bunu ilan etmesi ayrı.. Böyle bir açıklama yapmak haddi olmamak gerekir.  Bu durum, işin "teknik" düzeyde ele alınıp, Washington Büyükelçiliğimizin karşı açıklaması ile geçiştirilemeyecek kadar vahimdir. Bu, siyasi bir konudur ve gereği doğrudan hükümet tarafından ona göre yapılmalıdır.
ABD açıklamasında sözü edilen "iyileşmiş güvenlik" konusunu bizimkiler "misyonların fiziki güvenliği" şeklinde anlıyorlar veya, öyle anlamak işlerine geliyor. Halbuki ABD’nin açıklaması, "iyileşmiş güvenlik durumunu" verilen soruşturmalardan ve tutuklamalardan masuniyet güvencesi ile ilişkilendiriyor. Kastettikleri "fiziki güvenlik" değil..
Nitekim Pence Binali Yıldırım görüşmesi sonrası yapılan” Başkan yardımcısının, "ABD vatandaşlarının, ABD misyonlarındaki yerel personelin, gazetecilerin, sivil toplum temsilcilerinin OHAL altında tutuklanmalarından derin kaygı duyduğunu bildirdiği ve o davaların saydamlık ve adil yargılama ile sonuçlandırılmasını ısrarla istediği" bildiriliyor. Yani, ülkemizin iç işlerine giren konular hakkında Başbakan'a talepler iletildiği ve nasihat edildiği(!) vurgulanıyor.
Gelinen bu nokta   Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yani kapütilasyonları yırtıp tam bağımsız bir Cumhuriyeti kuranların mezardaki kemiklerini sızlatıyordur.




6 Kasım 2017 Pazartesi

ATATÜRK DEVRİMLERİNİ KORUMAK



1 Kasım da Atatürk devrimlerinin en önemlisi olan   harf devriminin 89. yıl dönümü idi. Bilindiği üzere devrim sözcüğü 1935 yılından sonra  bizzat Atatürk tarafından kullanılmış bir sözcüktür.
Devrimler aydınlanmanın çağdaşlaşmanın toplamıdır.Arap alfabesinden Türkçe ses uyumuna uygun Latin alfabesine geçiş, bu ülkede karanlıkları yırtmanın ilk adımıydı.
Her devrimin olduğu gibi Atatürk devrimlerinin de  bir amacı vardı; o da  Türk ulusunu  çağdaş uygarlık düzeyine taşımaktı.
Harf devrimine kadar, bu ülkede okur yazar sayısı ancak yüzde yedilerde idi. Bu yüzde yedi de İstanbul İzmir gibi kentlerde toplanıyordu. Her devrimin, her atılımın öncüsü olacak kadınlarda ise bu oran on binde dört oranındaydı.
Harf devrimi, diğer bütün devrimlerin anasıdır ve devrimin amacı olan toplumu  çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı sağlamakta en önemli adımdır.
Son yıllarda harf devrimine bazı cahillerce defalarca saldırılması karşısında sessiz kalan ise, ulu önderin iki büyük eserimden biri dediği Cumhuriyet Halk Partisidir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin, bu  büyük devrimi son y yıllarda ki  tutum ve davranışlarından ötürü hatırlamasını doğrusu beklemiyordum. Ama, yine de bir ümit ile acaba  ses verdiler mi, bu devrime sahip çıktılar mı diye  araştırdım.
Kurumsal olarak bir ses çıkmadı, ama sadece Çanakkale milletvekili Bülent Öz, kendi hesabına, yıl dönümünü kutlayan kısa bir mesaj yayınladı, o kadar.
Üzücü olan partinin kurumsal kimliği veya o kimliği temsil edenler tarafından harf devrimini anımsatacak tek söz söylenmemiş olması.
Bu sessizlikte acaba “bir gecede geçmişimizle bağlarınız koparıldı” diyen çarpık zihniyete hoş görünmek için midir?
Böyle gerici duruşlar her dönemde olacaktır,  6 oktan biri olan devrimcilik ilkesi de bunları ortadan kaldırmayı sağlayacaktır.
Unutulmamalıdır ki, devrimcilik her dönemde görülebilecek gerici duruşları ortadan kaldırabilecek bir dinamik değerdir.
Atatürk devrimlerine Cumhuriyet Halk Partisi sahip çıkmaz ise kim sahip çıkacaktır. Elbette Atatürk  devrimlere sahip çıkmak Cumhuriyet Halk Partisi için bir görev, bu sahiplenmeyi ondan   beklemekte bizim  hakkımızdır.
       Devrimler Cumhuriyet Halk Partisinin kurucusunun ona inanan bir avuç arkadaşıyla beraber başardığı bir büyük atılımdır.Dil devrimi de bunlardan en önemlisidir.
Türk dilinin ilkelerine hiç uymayan Arap alfabesi zengin dilimizi yozlaştırdı. Bu alfabe nedeniyle Arapça ve Farsça  kelimeler Türkçenin içine daha rahat girdiler. Türk alfabesine geçiş Türkçenin yabancı (Arap/Fars) kelimelerden arındırılmasının ve dil devriminin önünü açmıştır. Türkiye'nin çağdaş değerlerle ve bilimle etkileşim içine girmesini kolaylaştırmıştır. Ülkemizin, nüfuslarının çoğunluğu Müslüman olan diğer ülkelerden  her bakımdan açık ara önünde olmasında en önemli etkeni de bu çok kısa bir sürede gerçekleştirilen Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmanın önünü açan   harf devrimidir.
Harf devrimi uluslaşmanın kilit taşlarından birisidir. Zaten bu nedenle Türküm demekten kaçınanların saldırılarının hedefidir. 
Türk harflerinin kabulü, Devrimin en önemli bölümlerinden biridir.Türkçenin  zenginleştirilmesi, okuma yazma kolaylığının sağlanması, basılan kitap sayısının birden bire artması hep bu devrimin nimetleridir.Yani TÜRK KÜLTÜRÜ, BU DEVRİM İLE DOĞMUŞTUR.Çoğu skolastik medrese kafasının ürünleri olan eski kitapları okumak isteyen bilim adamları dışında Arap harfleri ulusal bilinçten silinmiş sayılabilir.
Bu alfabe değişimi bazı art niyetlilerin söylediği gibi bir gecede geçmişle bağlarımız koparmamıştır.Tam aksine okur yazar sayısının artması nedeniyle Türk dilinin  ve biliminin Arap harfleri ile  yazılmış eserleri Türk alfabesi ile ve sadeleştirilerek  yeniden yayınlanmakla eski kültür hayatımızla olan ilişki sürdürülmüştür.
    




3 Kasım 2017 Cuma

YARGIYA NASIL BAŞVURSUN


Görevinden ayrılmaya zorlanan Balıkesir Belediye Başkanı Edip Uğur göz yaşları arasında yaptığı konuşmasında, ayrılmasının istenmesinden sonra geçen dönemde ailesine yönelik tehditlerden söz etti.
Bunun üzerine de, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü yaptığı açıklamada  dolaylı şekilde yargıya başvurmasını önerdi.
Bir hukuk devletinde bir Belediye Başkanı, hatta sıradan bir vatandaş bile  tehdit edildiğini söylediği anda Cumhuriyet Savcısının resen harekete geçip olayı üstüne gitmesi gerekirdi.
Elbette böyle bir şeyi bugünkü yargı düzeni içinde beklemek saflık olur.
Biran için düşünün savcı olaya el koydu ve soruşturmayı başlattı ve iktidar mensuplarından birilerinin bu işi yaptığını tespit etti, dava açması mümkün değildir.
Açtığı anda başına neler gelebileceğini kestiremez bile, en iyi şartlarda kışın ortasında kendisini bir başka yere atanmış bulur. Bu onun için en iyisi olur.
Belediye Başkanları Cumhurbaşkanı tarafından istifaya zorlandılar. Bu zorlama yapılırken, bu insanların ne gibi kusurları olduğu kamuoyu ile paylaşılmadı.
Bir kamu görevlisi hakkında ciddi suç şüphesi yoksa nasıl istifasını istenir. İstifaları istendiğine göre haklarında ciddi suç şüphesi var demektir. O zaman da niye yasal işlemleri başlatmıyor.
Bu insanların kendilerini savunma, aklanma hakları ellerinden alındı. Zira Bu insanlar istifaya zorlanırken, “eğer istifa etmemekte direnirlerse, sonuçlarına katlanırlar” dendi.
Nedir bu insanların katlanacakları  sonuç, Belediyelere müfettişler gönderip soruşturma açmak mıydı? Ya da FETO terör örgütüyle bir bağlantıları  varda bu mu ortaya konulacaktı?
Eğer bu insanların istifası yolsuzluğa, hukuksuzluğa karıştıkları için, ya da FETO terör örgütüyle her hangi bir bağlantıları olduğu için ise, bu insanların suçlarını  bilip de gereğini yapmayan kamu görevlileri de suçludur. Zira bizim Ceza kanunumuza göre suçu ve suçluyu saklamak suçtur.
Bu insanlar hakkında gerekli yasal işlemler başlatılmayarak, bu insanların aklanma hakları ellerinden alınmış oluyor. Yani bir anlamda bu insanlar hep bu lekeyle yaşamaya mahkûm ediliyorlar.
Şimdi de iktidar, muhalefet belediye başkanları içinde muhalefet partilerinin aynı şeyi yapmasını istiyor. Yani diyor ki, sizde kendi belediye başkanlarınızı kamu vicdanında mahkûm edin, bir ömür bu zilletle yaşasınlar.
Bir hukuk devletinde bunun yaşanmasının mümkün olmaması gerekir. Aslında bu ithamla yaşamaya mecbur edilen insanlar, korkacakları bir şeyleri yok ise kendilerini istifaya zorlayan Cumhurbaşkanı dahi olsa onun hakkında dava açabilirler ama tabii bu dediğimiz ancak bağımsız bir yargının olduğu bir ülkede olabilir.Yani demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla çalıştığı bir ülkede olur.
Bir ülkenin dış düşmanlara karşı ana koruyucusu nasıl ordu ise, demokratik rejiminde ilk savunucusu hakimler ve gazetecilerdir.
İstifası istenen Balıkesir Belediye Başkanı istifası yönünde tehditlerin evine kadar geldiğini söylemesine rağmen savcılar harekete geçmediler, yukarılardan da işaret almadıkları için de geçemediler.
Gazeteciler de Cumhurbaşkanına, istifası istenen Belediye başkanlarının, istifalarını gerektirecek nedenleri ısrarlı bir şekilde sormadılar. Sadece istifası istenen Belediye Başkanlarının isimlerini saymayı gazetecilik kabul ettiler. Sormaları gereken soruyu, yani bu istifaya zorlamanın sebebini açıkça sormuyorlar.
Böyle davranarak gazeteciler görevlerinin gereğini yerine getirmiyorlar.Basın Belediye Başkanlarının istifalarının istenmesini kamuoyuna mal edememiştir. İstifası istendiği için istifa eden başkanlarla ilgili olarak bütün basın tek vücut olarak bunların sebeplerini sorsa idi, Belediye Başkanlarının muhatap olduğu muameleyi bütün genişliği ile ve hatta yorumsuz olarak bile verseydi, iktidar  bu nevi olaylara yani sadece istifaya davet edip “istifa etmeyenler sonuçlarına katlanır” gibi bir tehditte bulunmaya bir daha cesaret edemezdi.
Bu töhmet altında bırakılan Belediye Başkanları ne ile suçlandıklarını bilmedikleri için gelin beni yargılayın demek hakları da yok.
Bu nedenle belediye başkanları kendilerini aklamak için yargıya nasıl başvuracaklar ki.