30 Mart 2014 Pazar

REZALET

               
Bugün aslında yerel seçim sonuçları ile ilgili bir yorum yazmamız gerekirdi. Ancak bu yazıyı kaleme alırken seçim sandıkları henüz açılmaya başlanmamıştı.
O nedenle bir seçim yorumu yapmak mümkün değildi.
Ancak yeni bir hukuk rezaleti yaşandı. Bende onun üstüne bir hukukçu sorumluluğu içinde kısa bir yazı yazmam gerektiğini düşündüm.
Gölbaşı Sulh Ceza Mahkemesi, Dışişleri'ndeki güvenlik toplantısının illegal dinlenmesi konusunda yürütülen soruşturmayla ilgili yayın yasağı kararı almış.
Gölbaşı Sulh Ceza Mahkemesi, güvenlik toplantısının illegal dinlenmesi konusunda Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığının başlattığı soruşturmayla ilgili yayın yasağı kararı aldı.
RTÜK'ten yapılan açıklamaya göre, Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığının başlattığı soruşturmayla ilgili Gölbaşı Sulh Ceza Mahkemesi dün değişik iş kararıyla, "milli güvenliğin, kamu düzeni ve kamu güvenliğinin korunması, devlet sırlarının ifasının önlenmesi" amacıyla soruşturma tamamlanıncaya kadar, dosyanın kapsamı hakkında, yazılı, görsel ve internet medyasında her türlü haber, röportaj, eleştiri yayınının yasaklanmasına karar verdi.
Yurt dışında yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yasak olmayan bir şeyin bu topraklarda yaşayan insanlara yasaklanmasını protesto ediyorum.
Yapılmak istenen devletin güvenliğini korumak değil, iktidarın çapsızlığını ve kabiliyetsizliğinin üstünü örtmektir.
Bu ülkenin bütün aydınları bu rezalete karşı çıkmalıdırlar.
Bana sorarsanız bu kararı veren mahkeme kararını eksik vermiştir. Kendisinin verdiği, hukuka, Anayasaya aykırı kararın yayınlanmasını ve eleştirilmesini de yasaklamalıydı.
Mahkemenin bu kararı Hukuk Fakültelerinde, yandaş yargı nasıl olur diye örnek olarak okutulmalıdır.
Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 51. ve  TCK’nun 304.maddelerine aykırı fillerin ortaya çıkması halinde bunlarda eleştirilemeyecekse, kimse Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğunu iddia etmesin.
“Yetmez ama Evetçi” liboşlar methiyeler düzdüğünüz AKP iktidarının ülkeyi getirdiği son nokta budur.
Hatırlanacağı üzer 1973 de Alman Şansölyesi Willy Brant yakın çalışma arkadaşı Doğu Alman casusu çıkınca siyasetten çekilmişti.
Tabii nerede öyle siyasetçi.
  





26 Mart 2014 Çarşamba

SUÇÜSTÜ YAKALANDINIZ TAYYİP BEY



17 ve 25 Aralık Tayyip Erdoğan’ın, bakanlarının ve çocuklarının adlarının karıştığı yolsuzluk iddiaları sonrasında Tayyip Erdoğan bütün bu yayınlanan kasetlerin, “montaj”, “dublaj” ve sahte olduğunu ileri sürmüştü.
Bütün bunları söylemişti ama Teleminikasyon İletişim Başkanlığı’na baş vurarak o saatlerde adı geçen kişilerle telefon konuşmalarının yapılıp yapılmadığını sormak cesareti gösteremedi.
Aynı şekilde “montaj”, “dublaj”, “”sahte” dediği kayıtları, yurt dışında bulunan, dünyanın muteber kriminal laboratuvarlarına gönderip test ettirmek cesaretini gösteremedi.
Sadece herkese çamur atmaya başladı.
Örneğin  YeniŞafak Gazetesi’nde 4 Mart’ta çıkan açıklamasında “Muhalefetin siyaseti kaset siyasetidir.”, TRT Türk’te 3 Mart günü canlı yayında Tayyip Erdoğan: “Biz kaset siyaseti yapmıyoruz, hizmet siyaseti yapıyoruz” dedikten sonra 8 Mart’ta tam da bombayı patlatıyor ve diyor ki: “77 Milyona sesleniyorum, kaset siyaseti yapanlara öğle bir tavır koyun rezil olsunlar”
İşte tam burada durmak gerekiyor. Kim kasetçi kim değil bütün çıplaklığı ile ortaya çıkıyor.
Oslo görüşmeleri gerçekleştirilmiş, Abdullah Öcalan’a belli sözler verilmiş, bu sözlerin yerine getirilebilmesi için CHP’nin  dizayn edilmesi gerektiği kanısına varılmış ki; Tayyip bey düğmeye basmış.
Salı gecesi 10.30 dan sonra sosyal medyaya DLMK Hack@DLMKHACK’dan  düşen tapeler, işin ne kadar vahim olduğunu ortaya koyuyor.
Tayyip Erdoğan iddia edilen kişi bu olayı kimlerle kuruyorsa onlara “ :…….işte o tür şeylerde adım atmak lazım……görüntü varsa gereği yapılır ama görüntü lazım…yani bu şeyin farkında artık ilişkinin…” dediği yazılı.
Burada kast edilen Baykal’ın fark ettiği ilişki olsa olsa Terör örgütüyle müzakere ilişkidir.
O zaman, Silk Road (ipek yolu) raporunda olduğu gibi, Baykal’ın CHP’nin başından gönderilmesi, ABD birleşik devletlerinin kriptolarına göre “CHP’nin başından def edilmesi” gerekiyordu.
Tayyip Erdoğan  Baykal’ın “mahremine” girilmesine karar verdiği anda işi beraber kotardığı kişilere : “Ev içi çekim, çekim yapabiliyor musunuz” diye soruyor.
Tayyip Erdoğan sosyal medyaya düşen tapelerde :Kılıçdaroğlu içinde çalışma yapılabilir…… ama şey yapılması lazım, gereken dersleri almaları lazım” dediği iddia ediliyor.
Kılıçdaroğlu için yapılacak çalışma nedir? Ders alınması gereken konu nedir? Akla bin bir soru geliyor…….?
Bundan sonra paylaşılan tapeden anlaşılan, Tayyip Erdoğan’ın istediği görüntüler gelmiş ki, seyretmek istiyor. Tayyip Erdoğan: “Bana bi onu verde, bana bir gözlüğümü getirsinler……. İçeri de girmesinler”  buyuruyorlar.
Gözlülerini takarak incelediği görüntüden sonra: O halde dediğim gibi…..web sitelerinden dünyaya gerekiyorsa televizyonlardan, belki onlar görüntü vermese de konuşmaları filan verir.” Diyor ve ekliyor, “ Hemen başlayın, hemen şeye yükleyin…… bir yandan bu olayın görüntülerini vermek lazım bu iş önemli….. videonun devamını da verelim” diyor.
Hani o yana yakıla  mahremimize girdiler dediği şeyi aynen kendisi yapıyor.
Demokratik siyasi hayatın vaz geçilmez bir unsuru olan bir siyasi parti genel başkanına “kumpas” kuruyor.
Niçin yapıyor bunu?
CHP’yi dizayn etmek için.
Hatırlayacaksınız bu ülkede insanlar CHP’de  demokratik yollardan iktidara gelmek istiyorlar diye, “darbecilikle suçlanmışlardı.
O “kumpas” iddianamenin bir söylemiydi, ama Tayyip beyin ki aynen varit.
Etrafa talimatlar verdiğine göre, kendisi ekip başı herhalde, ne isterseniz var. . Özel hayatın gizliliğini ihlal var. Kişisel verileri yaymak ve hem de bunu görevini kötüye kullanarak yapıyor.
Gördüğünüz gibi suç çok, tabi işin siyasi boyutu ayrı bir kepazelik.
Tayyip bey çıkıp şimdi bağıracaktır, özeli mi dinliyorlar diye.Bu konuşma size aitse, insanlar sizin suç üstünde   yakalandığınızı düşünecektir  Tayyip bey.



    

23 Mart 2014 Pazar

SAYIN KILIÇDAROĞLU, EY CHP’liler,


Genel Yerel Seçimlere tam yedi gün kaldı, Pazar günü sandık başına gidiyoruz.
Böyle bir seçim demokrasi tarihimiz de hiç yaşanmadı.
Hiçbir muhalefet partisi, bugünküler kadar şanslı bir seçim yarışına giremedi.
Rahmetli Bayar’dan tutun, bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir muhalefet lideri, böyle bir şansı yakalayamadı; böyle lime lime dökülen bir iktidara karşı seçim yarışına giremedi.
İktidar üyeleri hakkında yolsuzluk, rüşvet, görevi kötüye kullanma, nüfus suiistimali  ortalara  döküldü.
Başbakan, kendisi ile ilgili sosyal medyada patlayacağı iddia edilen  ses ve görüntülerin korkusu içinde, yönetimindeki  medyada ön alırcasına “silikonla” kişilere birebir benzeyenin  yaratılabileceğini yazdırıyor ve hemen arkasından da sosyal paylaşım sitesi “Twitter” ı dünyaya meydan okuyarak kapatacağını söylüyor ve böyle bir karar aldırıyor.
Aldırıyor ama onun bu yasağını önce ülkenin Cumhurbaşkanı ve sonra kendi milletvekilleri tanımıyor ve deliyorlar.
Yani tam bir iktidarsızlık ve tam bir  kepazelik hakim.
Aynı zamanda ülke bölünmeye doğru süratle sürüklenirken, PKK’nın uzantısı olan siyasi partinin sözcüleri kırk bin kişinin katilinin bir sene sonra tahliye olacağını söylüyorlar.
AKP iktidarı ile böyle bir uzlaşmaları olmadan, bu sözü almadan, bunu söylemeleri mümkün değildir.
Yani sözün özü, CHP’nin karşısında, rezillikleri boylarını aşmış bir iktidar bulunuyor.
Bütün bunlar göz önüne alındığında,  CHP’nin bu seçimden birinci parti olarak çıkması, olmadı,  en az yüzde otuz beş oy alması gerekir.
Seçimlerden birinci parti çıkılmaz, oylar da  yüzde otuz beşin altında kalırsa bunun tek müsebbibi partiyi yönetenlerdir.   
Demokrasi tarihimiz de  hiçbir Genel Başkan bu kadar şanslı bir seçime girmemişti. Ne Ecevit’i, ne İnönü’sü ve ne de Baykal’ı.
Bu nedenle kimse çıkıp da, “Baykal kaç alıyordu?” , “Geçmişte ne olmuştu” diye savunma yapmaya kalkmasın.
30 Mart’ta  alınacak oyların geçmişle mukayesesi mümkün değildir, zira hiç böyle bir iktidarla yarışmamışlardı.
Ayrıca, geçmiş dönemlerde düşük oy alınmış olması, bugün alınacak düşük oyu savunur kılmaz.
Aday belirleme sürecinde yapılan yanlışlar, parti üst yönetiminde  Atatürk Milliyetçiliğini ırkçılık olarak niteleyen bir bölücünün bulunması, cemaatle iç içe olmak,Tunceli’de “Dersimliyim” deyip, Ankara’da “Bozkurt selamı vermek” tutarsızlığı, başarısızlığın  sebebi olur.
Yani her şeyden öte tutarlı ve istikrarlı olunması gerekirdi.
CHP tabanı, insanların etnik kökeninin kendilerinin şerefi olduğunu, ama Türkiye’de bir tek halk olduğunu, onunda “Türk Halkı” olduğunu kabul eder. Onun dışında bölücülerin ağzıyla “Halkların kardeşliği” ni kabul etmez.
Muhalefet partileri halkta umut yaratmak zorundadır. Umut yaratmıyorsanız, seçmen tercihini etkileyemezsiniz.
Seçim meydanlarında, partinin yerel yönetimler politikasını anlatmanız ve ön plana çıkartmanız gerekir.
Miting meydanlarında herkesin bildiği, “dört bakan bir başçalan” lafı umut yaratmıyor. Hırsızlık, rüşvet, nüfus suiistimali, sokakta oynayan çocukların ağzında, başka şeyler söylemek gerekir, malumun ilanı kitlelerde  heyecan yaratmıyor.
Miting meydanlarında gittiğiniz  her yerde yörenin sorunlarını anlatacaksınız, aşı, işi anlatacaksınız, imar soygunlarının önüne nasıl geçeceğinizi anlatacaksınız, kent rantını nasıl vergilendireceğinizi anlatacaksınız.
Bölücülerin zekasından değil,  Gezi Parkı gençliğinin pırıl pırıl zekasından istifade edeceksiniz.
Sayın Kılıçdaroğlu, bu kadar olumlu gelişen şartları, lehe çevirip yüzde otuz beşleri yakalayamıyorsanız, geçmişle mukayese yapmadan önce kendinizi sorgulayacaksınız.
Ey Cumhuriyet Halk Partililer, Türkiye’yi kurtarmak için önce Cumhuriyet Halk Partisini kurtarmak gerekir, sizde bunu unutmayacaksınız.






19 Mart 2014 Çarşamba

UTANMAK GEREK


Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar, ülke, bugünlerde yaşanan kepazeliği hiç yaşamadı.
17 Aralık sürecinden bugüne, ülkede Başbakan ve Bakanlarının her birini defalarca Yüce Divan’a götürecek telefon tapeleri ortalara döküldü.
Rüşvetin bu kadar aleni alınıp verildiği, yalanın bu kadar kolay söylendiği bir dönem olmadı.
Evdeki paraların sıfırlanmasından tutun da, Türk Milleti’ne küfür eden  bir densizin konuşmaları ortalara döküldü.
Tayyip Erdoğan her ağzını açtığında CHP’nin dine karşı olduğunu, camileri ahır yaptığı yalanlarını söylüyor.
Laik bir ülkede,  siyasi tartışmaların dini referanslarla yapılması elbette çok yanlış ve yapılmaması gereken bir husustur.
Ancak ülkemizde gerek mitinglerde gerekse partilerin Salı günleri yaptıkları gurup toplantılarında, İran Parlamentosun da bile olmadığı kadar çok dini referanslara yer verilmektedir.
Bunu en çok ve devamlı olarak yapanda Tayyip Erdoğan’dır.
Hırsızlığın, rüşvetin, nüfus suiistimalinin hoş görüyle karşılandığı ne bir din ve ne de bir ahlak anlayışı vardır.
Bir ülke düşüne biliyor musunuz, bir devlet yetkilisi hırsızlığı sadece “Devlet Kasasından Para almak” olarak niteleyebilsin.
Bizde bu da oldu.
Eğer bir ülkenin Başbakanı, bakanları ve çocuklarının “Rüşvet” aldığı iddiaları ayyuka çıkmışsa, bu artık basın ve halkımız  için vakıayı adi yeden sayılır hale gelmişse vay halimize.
Memura ve o….. bahşişini peşin vereceksin diyebilen bir kopuk, ülkenin Bakanına beş yüz bin doları nasıl verdiğini,  bakanın da nasıl hiç utanmadan bunu aldığını anlatabiliyorsa, Türkiye’nin bir an önce bu pisliklerden kurtulması gerekmektedir.
Almanya da yedi yüz avroluk otel hesabını, bir üçüncü kişi ödediği iddiasıyla Cumhurbaşkanı’nın yargılandığı bir dönemde, bizde rüşvet aldığı ortaya çıktığı için yüzü bile kızarmayan siyasetçiler hala görevlerine devam edebiliyorsa,  bir sorun olduğu tartışmasızdır.
Hayatı devlet memuriyetiyle geçmiş bir bakan “üstün yetenekli” oğluna bir trilyoncuk para için nasıl bir ifade vermesi gerektiğinin taktiğini verebiliyorsa ve hala daha namustan, haysiyetten bahis edebiliyorsa, bu utanma duygusunun kalmadığının işaretidir.
Türkiye’nin bağırsaklarını temizleyip, bu pisliklerden kurtulması gerekmektedir.        
Parası bol bir “kopuğa”, trafik de geçiş önceliği tanıyan bir düzeni yaratanlar, böyle bir adamı korumak için önüne yatacağını söyleyen bir zavallıyı da elbette bakan yaparlar.
Hırsızlık, nüfus suiistimali, rüşvet, din istismarı on iki yıllık AKP iktidarının en öne çıkan özellikleridir.
Bu ülkede, bırakın bir bakanı, hiçbir aklı başında insan, bugüne kadar Kur’an ile alay etmek saygısızlığında bulunmayı aklının kenarından bile geçirmemiştir.
Ama maalesef AKP iktidarının suçüstü yakalandığı için istifaya mecbur kalan bir Bakanı Kur’an’la ve İslam diniyle alay edebilmiştir.
Bütün dinlerde, yalan söylemek büyük günah sayılırken, bizde Başbakanından, bakanlarına kadar yalan söylemek sportif bir hal almıştır.
Bu ülkenin başbakanının  bazı gerçekleri önce şiddetle inkar ettikten  sonra tam aksini söylediğine dair, onlarca örnek gösterilebilinir.
Başbakan, yalanın kemiği olmadığı için boğazına batmayacağını düşündüğünden, dilediği gibi gerçek dışı beyanlarda bulunmaktadır.
Sıkıyönetim ilan edilmemiş bir şehirle ilgili olarak sıkıyönetim bildirgesi okumuş ve daha da vahimi bunu da CHP’ye bağlamak pişkinliğini gösterebilmiştir.
Ama yalanın dibi sığ olduğu için ve artık, gazete ve televizyon arşivleri de çok uzun süreli el altında bulunduğundan yalanlar hemen ortaya çıkmaktadır.
Ama yalanların ortaya çıkmasından sonra, utanması gerekenler, utanmadığı gibi yüzleri bile kızarmamaktadır.
Hatta aynı yalanı, bu yalanı ilk söylediğinde yüzüne vurması gerekenler vurmadığı için,  bir başka yerde aynen de tekrar edebilmektedir.
Din istismarı artık siyasi hayatımızın olağan bir uygulaması haline gelmiştir.

Bütün buna rağmen karamsar da olmamak gerekir, karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır.

12 Mart 2014 Çarşamba

HANGİ DIŞ ODAKLAR


Benim neslim bu “dış odaklar” söylemine çok alışıktır.
12 Eylül öncesi ve sonrası  yönetimi elinde tutanlar, ülke içindeki her protesto, çatışma olayının arkasında “dış odakların” olduğunu söylerlerdi.
Tabbii o zaman kullanılan kelime “dış odak” değil “dış mihraklardı”
Tam bu sözcüğü unutmuştuk ki, AKP ve  Cemaat arasındaki üstü örtülü ilişki bozulup da, hırsızlıklar, yolsuzluklar ortaya dökülünce ülkede kızılca kıyamet koptu.
Tayyip Erdoğan, eski koalisyon ortağını hem dış odakların  Türkiye’deki tetikçisi ve hem de CHP ve MHP’yi parmağında oynatan bir oluşum olarak nitelemeye başladı.
Ancak, Tayyip Erdoğan bu dış odağın  hangi ülke olduğunu açıkça söylememekte ısrarlı.
 Bu “darbe teşebbüsünün” nedeni olarak da “açılım politikalarından” rahatsız olanları işaret etmekte.
Tayyip Erdoğan’ın “Açılım politikası” dediği, yani ülkenin bölünmesine en büyük desteği başından beri  ABD ve AB vermektedir.
Tayyip Erdoğan’ı Büyük Orta Doğu Projesi’nin eş başkanı yapan ABD dir.
Büyük Orta Doğu Projesi’nin asıl amacı, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak topraklar üstünde bir uydu Büyük Kürdistan devleti  kurmak değil midir?
Tayyip Erdoğan ve partisi buna karşı mı çıkmıştır ki, şimdi  bu dış odak  ABD ise kendisine karşı çıksın.
İngiltere’nin hakemliğinde (gözlemciliğinde) Oslo görüşmelerini yaparken Cemaat AKP ile içli dışlı değil miydi?
Görüşmelerde , verilen söz ve tavizlerden  ne AKP  ne de örtülü koalisyon ortağı Cemaat rahatsızdı.
Bağımsızlığın önünü açacak, Türkiye’nin evvelce çekinceler koyduğu uluslararası antlaşmalardaki  çekincelerini  kaldıracağını söylediği zaman Cemaatin buna itirazı mı olmuştu?
Böyle bir itiraz ne Cemaatten ve ne de şimdi onunla siyasal zina halinde olan muhalefet partilerden gelmişti.
AB’nin, ABD ne isterse ona koşulsuz  kafa sallayan bir kuruluş olarak, açılıma karşı olması mümkün müdür?   
Hayır,  mümkün değildir. Bugüne kadar da ciddi hiçbir konuda AB, ABD’nin aksine bir davranış içinde olmamıştır.
O zaman bu dış odak kimdir?
 Tayyip Bey açıklamak zorundadır.
Hani ileri demokrasi idi, hani şeffaflıktı.
Kimdir bu dış odak Türk halkının bunu bilmek hakkıdır; Tayyip Erdoğan’ın da bunu halkına açıklaması görevidir.
Tayyip Erdoğan dış odakların tetikçisi olduğunu iddia ettiği bu Cemaatle, yıllarca kucak kucağa örtülü ortaklık, yani siyasi zina yaparken, bu cemaatin ülkenin bütün kurumlarına egemen olmasına göz yumarken,  dış odakların tetikçisi miydi? Ya da tetikçiye yardım yataklık mı ediyordu?
Tayyip Erdoğan iktidarı bu dış odaklar ve onun tetikçisi tarafından mı şekillendirilmişti.
Durum böyle değil ise, o zaman bu dış  odaklar söylemi yalan mıdır?
Yalan söyleme, bir politikacının, halkının doğru olduğuna inanmasını  istediği ve  yanlış olduğunu bildiği  bir şeyi pompalamasıdır.
Tayyip Erdoğan, 17 Aralık sürecinden sonra devamlı olarak iki şeyi halka pompalamaya başladı;  bunlardan ilki, bu bir sivil darbe girişimidir, ikincisi ise dış odakların oyunudur.
Tayyip Erdoğan, bu gerçek dışı söyleme  Türk halkının büyük çoğunluğunu inandırmıştır.
Yaygın bir söylem bombardımanı sayesinde, Bakan çocuklarının evlerinde çıkan, paraları, kasaları, para sayma makinelerini unutturmuş, tam aksine bu yaşananların  darbe teşebbüsü ve dış odakların oyunu olduğuna halkın geniş bir kesimini inandırmıştır.
Dikkat edilirse, Tayyip Beyin çocuklarıyla yaptığı telefon konuşmaları, telaffuz edilen paralar, halka doğru ve çarpıcı bir şekilde anlatılamadığından, geniş kitleler indinde “açılıma karşı olanların ve dış mihrakların” darbe teşebbüsü” olarak algılatılmıştır.
Bu kadar açık, net bir şekilde insanların gözleri  önüne serilen olaylar bile solcu zekanın üretici ve yaratıcı anlatım gücüyle, ne sözel ve ne de görsel olarak halka anlatılamamıştır.
Ama “dış odaklar” söyleminin yalan olduğunu bildiğimize göre hep beraber ve güçlü olarak Tayyip Erdoğan’a “kim bu dış odaklar açıkla diye” haykırmamız gerekir. Haykırmalıyız ki, maskesi düşsün
   
 




9 Mart 2014 Pazar

AKLINIZI BAŞINIZA ALIN


Emekçi kadınlar gününü 8 Martta kutladık. Bir çok insan gibi benim içinde bu yıl kutlanmayı en çok hak edenler, kumpaslarla tutsak edilen Ergenekon, Balyoz, casusluk ve diğer bütün benzer davaların sanıklarının,  anne, eş ve çocuklarıdır.
Onların emeğini kutlamak hepimizin görevi olmak gerekir.
Bunu yaparken de, elbette kime karşı yapılırsa yapılsın, her türlü hukuksuzluğa karşı çıkmak gerekir.
Ancak filiz gibi gencecik Teğmen Mehmet Ali Çelebinin uğradığı haksızlık karşısında sessiz kalınırken, uğradığı haksızlığı içine sindiremediği için intihar eden deniz Yarbay Ali Tatar için  hiç bir şey yapılmazken, tutukluların anneleri, eşleri ve kız çocuklarının  cezaevi kapılarında uğradığı insanlık dışı muameleler karşısında sessiz kalınırken; bu kumpasçıları, kendileri gibi Atatürk düşmanı olan, düne kadar beraber yürüdükleri ortakları ile  ihtilafa düşüp onun  pisliklerinin  ortaya çıkarttılar diye korumak tutarlı değildir.
Kumpasçılar  17 Aralık sürecinde ortaya çıkarttıkları yolsuzlukların üstüne aralarında ihtilaf çıkmadan önce gitselerdi, mesleklerinin gereğini yapmış olurlardı.
Bu konulara ses çıkartmadıkları gibi tam aksine, iktidarın daha ilk yıllarında AKP’nin içinden çıkıp yolsuzlukları açığa çıkartan iki milletvekilini,  Ergenekon kumpasının içine dâhil edip susturmaya çalışan aynı ekipti.
Bu Atatürk düşmanı kumpasçılara,  bugün ,sırf AKP’nin pisliklerini ortaya çıkarıyorlar diye sahip çıkmak,  tam bir aymazlıktır.
Olan, küpün kırılıp beraberce oluşturulan pisliklerin günyüzüne  çıkmasıdır.
Hele hele “bu savcılar doğru söylüyor” demek, Ergenekon, Balyoz, casusluk ve diğer bütün benzer davaların sanıklarına, bunların  kumpas kurarak yüklemeye çalıştıkları suçlamaların doğru olduğunun kabulü anlamına gelir.
Kamu bu davaların doğruluğuna ilk gününden beri inanmadı.
12 yıldır bu ülkeyi AKP’nin kötü niyetinden istifade ederek ele geçirmiş bu örgüte kol kanat gererseniz, bu kumpasçılara sahip çıkarsanız tutarlılığınızı ve inanırlığınızı yitirirsiniz.
O zamanda  bu ülkenin Genelkurmay başkanı ceza evinden tahliye edilirken, ayakta kalan tek kurum olarak anayasa mahkemesini gösterir.
Bundan da kimsenin şikayetçi  olamaz.
Şimdi bu hukuksuzlukları  yapanlara, ister Atatürk düşmanı oldukları, ister cemaate sempatik görünmek sebeplerinden biriyle   olsun, sahip çıkmak, lime lime olmuş dökülen AKP iktidarına yardımdan başka bir şey değildir.
Aslında AKP İktidarı bitmiştir; bitmiştir ama maalesef hala kamu oyu yoklamalarında, muhalefetin eksikliğinden   birinci parti çıkmaktadır.
AKP İktidarının itibar  kaybetmesinde, erozyona uğrayarak bitişinde kimsenin bir katkısı olmamıştır, AKP iktidarı bunu kendisi becermiştir.
Bu  onun alternatifi olması gereken muhalefet partilerinin problemidir.
Tutarlı olmadıkları,  inanırlık sağlayamadıkları içinde, topluma,   iktidara hazır oldukları güvenini verememektedirler.
Topluma  yeni  projeler sunamıyorsan, inanılır ve tutarlı olamıyorsan elbette AKP hala birinci parti olur.
Toplumun çok büyük kesimi, cemaatlerin, tarikatların ülke yönetiminde etkin olmasından, yönetime müdahil olmasından, laikliğin örselenmesinden  rahatsızdır.
Toplumun çok büyük kesimi ülkenin üniter yapısının bozulacağı endişesini taşımaktadır.
Toplumun bu hassasiyetleri, makyevelist  bir tavırla göz ardı edilerek, hedefe giden her yol meşrudur, o zaman düşmanımın düşmanı benim dostumdur mantığından uzak durmak gerekir.
Toplumda inanır olmak için AKP iktidarından hesap soracağını bağırırken, aynı zamanda, insanları haksız ve hukuksuz olarak  kumpaslar kurarak zindanlara tıkan yargı mensuplarından da hesap soracağını haykıracaksın.
Aslında Tayyip Erdoğan’ın en korktuğu şey, yansız ve tarafsız bir yargıda kendisinin ve yakınlarının hesap verecek olmasıdır.
Ama korkunun ecele faydası yok. Onlar için yargı önünde kırmadan dökmeden, hukuk içinde hesap verme sonu yaklaşmıştır. Bundan kaçamazlar.
Ama muhalefet aklını  başına alsın ve toplumda güven yaratacak adımları atsın.



5 Mart 2014 Çarşamba

ÖNCE HESAP VER


Tayyip Erdoğan geçtiğimiz Salı günü Adıyaman mitinginde İsmet Paşa’ya gene çirkin şekilde saldırdı.
Bu saldırının sebebi, şuuraltı Cumhuriyete ve Cumhuriyeti kuranlara duyduğu kin ve nefret.
İsmet Paşanın geçmişinde verilemeyecek hiçbir hesabı olmadı.
O kadar olmadı ki, Uşak’ta Topkapı’da canına kast edenler dahi onu yolsuzlukla suçlayamadılar.
Ne onun, ne onun çocuklarının adları yolsuzluğa hiç bulaşmadı.
Hiç kimse, ne ona,  ne onun çocuklarına avanta para verdiğini ağzına alamadı.
Ama senin oğlunun, yönetimindeki vakfa  gelen para için “zekat mı, öbür türlü mü?” diye sorduğu anlaşılan ses bantları ortalarda dolaşıyor.
Nedir o “öbür türlü”  olan, halka bir açıklasana Tayyip Bey.
O diktatör diye nitelediğin İsmet Paşa’nın Başbakanı Saraçoğlu, Başbakan iken, Başkanı olduğu Fenerbahçe takımının maçına çocuklarını parasını verip bilet alarak sokan adamdır.
Sen eşine dostuna telefon edip, kızına yirmi,  yirmi beş bin dolarcık göndermesini istemekte bir sakınca görmezken, O cumhurbaşkanı iken oğluna senin çocuklarına istediğin paranın onda birini gönderemeyeceğini yazıyordu
Tabii senin ve senin yakınlarının havsalanız bunları  almaz.
Ama senin bakanlarının çocuklarının evinden de para kasaları ile, para sayma makineleri çıkıyor.
 Bakanlarının rüşvet aldığını gösterir telefon konuşmaları  ortalara dökülüyor.
Tayyip Bey en basit tarih bilgisinden de yoksunsun ama sana bir tavsiye de bulunayım.
Sen İsmet Paşa’ya diktatör diyeceğine yat kalk ona dua et, senin duan kabul olur mu onu bilemem,  o yüce Allahın bileceği iş.
Paşanın Cumhurbaşkanlığı Kasım 1938 de başlar.
1939-1945 arası Dünya,  elli milyondan fazla  insanın öldüğü,  ikinci büyük savaşı yaşar.
Bu büyük faciada senin baban dahil,  bu ülkenin çocuklarının hiçbirinin burnu bile kanamadı. Onun içinde  sen babanın oğlu olarak  Dünya’ya gelebildin.
Savaş bitti, 1946 da ONUN  isteğiyle çok partili siyasi hayata geçildi.
1950 de senin muktedirliğin gibi değil gerçek bir karizmatik liderken, arkasında savaş meydanlarının toz ve barut kokusu olan muzaffer bir komutan, Lozan’ın  büyük diplomatı sıfatları varken, kendi hazırlattığı seçim kanunuyla seçimleri kaybetti ve iktidarı büyük bir olgunlukla rakiplerine teslim etme  erdemini gösterdi.
Yani senin bile bu ülkede Başbakan olmanın yolunu açtı.
O  öldüğü gün,  dünya basını onun ölümünü “Çağın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri öldü” diye verdi.
Sen ölürsen bir gün, Allah geçinden versin, seni hatırlayan olur mu? Adını ağzına alan olur mu?
Bilmiyorum?
Allah geçinden versin diyorum, bunu önce insan olduğum ve fakat senin yansız ve bağımsız bir yüce divanda yargılandığını görmek için istiyorum.
Ortaya dökülen telefon konuşmaları, onların tapelerinin  elde ediliş şeklinin hukuk dışı olup olmaması başka şey, o yargılama sürecini ilgilendirir,  ama sen evvelce, öyle işine geldiği için,   yasa dışı elde edildiği tartışmasız olan ses kayıtları için bile, nasıl elde edildiğine değil içeriğine bak diyordun.
Onun için içeriği siyaseten tam bir utanç vesilesi ve her biri ayrı ayrı Yüce divanlık suç olan   iddiaların hesabını ver,  yargıda aklan ondan sonra CHP’nin geçmişine dil uzat.
Bu nasıl bir kuvvetler ayrılığı ki, bir işadamının yargı sürecine müdahale edilmesini isteyebiliyorsun.
Bu nasıl bir hukuk devleti ki, bir ihalenin hoşlanmadığın bir insana, bir gruba verilmemesi için bürokrasiye baskı yapabiliyorsun.
Yıl 1950, tek partiden çok partiye geçilmiş, CHP ve İsmet Paşa iktidardan gitmiş,Demokrat Parti gelmiş.
İngiliz Başbakanı Sir Winston Churchill İsmet Paşa’ya şu mektubu gönderir
“…….Bana öyle geliyor ki, tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka, Türkiye Cumhuriyeti’ni İkinci Dünya Savaşı’nın vahim tehlikelerinden de sıyırıp geçirdiğinizi, aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından sert mücadelelerle kurulmuş olan liberal ve gelişmiş hükümet sistemini nasıl koruduğunuzu hayranlıkla yazacaktır.”diyor.
Burada sözü edilen İsmet Paşa mı diktatör?
 Hadi canım sende.








2 Mart 2014 Pazar

AMOK


Amok, vikipedi özgür Ansiklopediye göre: Malezyaca’da gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren anlamına gelmektedir.
Bu bir anlamda sonuçlarını hesap etmeden saldırmak, şiddet kullanmak durumudur.
17 Aralık ve sonrası süreçte, Bakanların ve çocuklarının durumu ile kendisinin ve yakınlarının telefon görüşmelerinin ortalara dökülmesi Tayyip Erdoğan’ın ruh halini çok bozdu.
Artık herkese, her şeye çılgınca,  başını sonunu düşünmeden saldırmaya başladı.
Düne kadar koalisyon ortağı olan cemaatle yollarını ayırınca, o gruba karşı artık en galiz sözleri sarf etmeye başladı.
Zannedersiniz ki, bu memleketi on bir yıldır başkaları yönetiyordu da, Tayyip Bey  iktidara bugün geldi, devletteki tahribatı gidermeye çalışıyor.
Darbe dönemlerinde bile, darbeye muhatap olan siyasetçilere bu kadar galiz saldırılmamıştı.
Tayyip Erdoğan’ın ruh halinde, her şeyi kendine hak gördüğü için yolsuzlukların, çirkinliklerin ortaya dökülmesi sonrasında, sanki ortaya dökülenler gerçek değilmiş de, bir haksızlığa uğradığını ya da daha da uğrayacağına dair sanrılar bulunmaktadır.
Düne kadar, miting meydanlarında “özel değil genel diye”  üstüne çıkıp keyifle  tepindiği kasetlerin, bugün bir anda özel hayat olduğunu keşfetti.
Bunları şimdi inandığı için söylemiyor, kendisinin, bakanlarının, çocuklarının aslında tam bir genel olan, bilinmesinde, ortaya çıkmasında kamu yararı olan konuşmalarının kamuoyu tarafından öğrenilmesinden sonra söylüyor.
Tüm düşman gördüğü herkese  saldırırken, kendisini acıyan gözlerle seyreden birilerini de , yanına destekçi olarak almaya çalışıyor.
Öyle bir ruh hali içinde ki, bu görüntüler sanki sahte imiş de büyük bir haksızlığa uğramış olarak kabul ediyor kendini
Toplumu da gerçekleri çarpıtarak buna inandırmaya çalışıyor
Bu sadece haksızlığa uğramış olmak duygusundan kaynaklanmıyor olabilir; kamuoyunun bilmediği ama kendisinin bildiği başka yolsuzluk ve hukuksuzluk ses ve görüntülerinin ortaya çıkacağından duyulan endişeden de olabilir.
Bu nedenle bu kadar saldırganlaşıyor olabilir.
O kadar gözü dönmüş ki Tayyip Erdoğan’ın, tam elli dört sene önce düzenlenmiş uydurma olduğunu bildiği  bir belgeyi bugün gerçekmiş gibi halka sunabilmektedir.
Sırf kendisini kurtarabilmek uğruna tahrip ettiği,  kuvvetler ayrılığını, yargı bağımsızlığını tamamıyla ortadan kaldırıyor.
İçinde bulunduğu ruh hali, saldırırsam, yakarsam, yıkarsam, yok edersem kendimi kurtarabilirim düşünce hali.
Aslında bu tavır bir anlamda bir intihar saldırısıdır.
Sonun başlangıcını görmüş, bunu engellemek, hesap vermekten kurtulmak için saldırganlaşmıştır.
Bu iktidarı kaptırmak korkusudur. Muktedir olma gücünü yitirmek korkusudur.
Cumartesi günü Devlet Bahçeliye, “Hükümet ortağı oldun ama iktidar olamadın” söylemiyle, asıl korkusunun iktidardan düşmek olduğunu ortaya koymuş oldu.
Yakınlarının kendisine, eski Başbakan olmanın, kötü bir şey olmadığını, demokrasinin güzelliğinin olduğunu anlatması lazım.
Geçmişlerinde veremeyecek hesapları olmayan “eski Başbakanlar” bu ülkede şerefleriyle ve toplumdan saygı görerek yaşarlar.
Mühim olan toplum içine çıkabilecek konumda kalabilmektir.
Tayyip Erdoğan iktidar da bulunduğu on bir yıl içinde, ortaya çıkması halinde kendisinin ve aile efradının hesap veremeyeceği olayların varlığını düşündükçe mi, bu kadar saldırgan oluyor?
Ortaya dökülen tapeler karşısında, altı delik ayakkabı ile  girdiği siyasette bugün dünyanın en zengin siyasi liderleri arasına girmiş olmasının hesabını veremeyeceğinden mi korkuyor?
Ortaya dökülecek, yeni ses ve görüntülerle, sokağa çıkamayacak hale gelme endişesi mi var?
Korku güçlü olmayan insanları saldırganlaştırır.
TUSKOTN' Genel Kurulu'nda  Başkan Rıza Nur Meral’in , “yakın gelecekte kimlerin inlerde yaşadığını, kimlerin saklanacak in arayacağını, kimlerin müsvedde kimlerin asıl olduğunu herkes görecek.” şeklindeki açıklaması, bu korkunun kaynağı olabilir mi?