28 Mart 2012 Çarşamba

ÖNEMLİ OLAN SÜRE DEĞİL NİTELİK


AKP İktidarı gene bir gece yarısı operasyonuyla TBMM’ne kamuoyunda 4+4+4 diye bilinen laik eğitimi temelinden sarsacak bir yasa teklifi getirdi.
 Bu kanun, Cumhuriyetin Laiklik niteliğini korumaya yönelik, Türk milletini çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkartmayı amaçlayan devrim kanunlarından biri olan , “Tevhidi Tedrisat Kanunu” nu değiştirmeyi, kökünden sarsmayı amaçlamaktadır.
 AKP iktidarı ülkenin laik düzenine karşı bir yasal düzenleme yapacağı zaman, bunu Meclise milletvekillerinin teklifi şeklinde getirir.  Aslında bu teklifi hazırlayanlar, hiçbir zaman bunun altına imza atan Milletvekilleri değildir,teklifi hazırlayan  ilgili Bakanlığın bürokratlarıdır.
Eğer bir yasal düzenleme bir hükümet tasarısı olarak Meclise getirilecek olursa, ilgili Bakanlıkların ve kuruluşların görüşü alınarak hazırlanır. O durumda zaman zaman bazı kurum ve kuruluşlar,AKP iktidarı döneminde zor olmakla beraber,  Tayyip Erdoğan yönetiminin  hoşuna gitmeyecek görüşler ileri sürebilecekleri için bu yol izlenmez.
Yasa teklifi altında imzası olan bu milletvekillerine, teklif ile ilgili bir görüş sorun, size sadece ezberledikleri genel gerekçeyi söyleyebilirler.
Bu teklifin aslında bir hükümet tasarısı olduğu Başbakan’ın yapılan düzenlemenin “pedagojik kaygıların sonucu” olduğunu söylemesi ile de ortaya çıkmaktadır.
Başbakan teklifi bir hükümet tasarısı gibi savunmaktadır.
Bunu yaparken de, her zaman olduğu gibi gerçekleri Türk Milletinden saklamaya çalışmaktadır. Asıl hedefi çağdaş laik Cumhuriyeti yıkmak arzusudur.
Bu düzenlemeyle pedagojik kaygıların ön planda tutulduğunu söylemek mümkün değildir.
Mesleki yönlendirme için 4. Sınıf çok erkendir ve bilimsel hiçbir dayanağı yoktur.
Böylesine zorlayıcı bir yaklaşım 10 yaşındaki çocuğun haklarına da  aykırıdır.Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları sözleşmesinin 28. Maddesi,  mesleki nitelikteki eğitim örgütlenmesinin, yani çocuğun mesleki eğitim almaya başlamasının orta öğretimde olması gerektiğini belirtmiştir.  
Mesleki Teknik Eğitimde Dünyanın önde gelen ülkelerinden olan Almanya’da  12  yıllık temel eğitimden sonra mesleki eğitime geçilmesi tartışma konusudur.
Bu nedenle AKP’nin 4+4+4 ile hedeflediği  İmam Hatiplerin orta okullarını açmaktır.
Bugün toplumun aydınlık çevreleri bu teklife karşı çıkarken, bir şeyi ve belki de eğitim sistemimizde asıl tartışması gereken eğitimin niteliğini göz ardı edip sadece süreyi tartışmaktadırlar.
Yıllardır uygulanan eğitim sistemimize bir bakın,  biz geleceğimiz olan gençlerimize bilgiyi özümseten bir eğitim sistemi değil, bilgiyi aktarmayı yani ezbere dayalı bir sistemi dayattık.
Elbette bu çarpık sistem, gençlerimize geçmişi değerlendirerek, geleceği kurgulamayı ve planlamayı öğretmedi.
AKP’nin dayattığı bu laik olmayan eğitimin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik kanun teklifi, ülkeye ABD ve AB’nin  dayattığı ılımlı İslam düzenini  getirmeyi amaçlamaktadır.
AKP iktidarının dayattığı bu sistem, çağdaş gelişmeye açık olmayan, gençleri hayata etkin ve üretken bireyler olarak hazırlamaktan çok uzaktır.
Genelde Türkiye’nin, özelde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin  toplumsal refah düzeyinin yükseltilmesi, ekonomik ve toplumsal kalkınması için eğitimin geliştirilmesi, eğitimin  kalitesini arttırırken eğitime erişimde eşitliğin sağlanması bir ön koşuldur.
Yapılması gereken, gençlerimizi bilimin, sanatın, kültürün ve uygarlığın değerlerinden ve aydınlığından yararlanmalarını sağlayacak eğitim programlarını hayata geçirmektir.         
Eğitim, devletin ve toplumun her kesiminin ortak sorumluluğudur.Bu nedenle öğrenim ve eğitim sürecini siyasi etkilerden arındırıp bir devlet politikası haline getirmek, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir nesil yetiştirmek için şarttır.

   





26 Mart 2012 Pazartesi

NE DEDİYSEK O

Değerli gazeteci Fikret Bila  22 Mart 2012 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde manşetten verilen haberinde, Hükümetin, artık  İmralı’da Öcalan, Kandil veya Avrupa’da PKK muhatap alınmayacağını ve ayrıca Anayasa değişikliğinde Kürt kimliği ve özerkliğe yer verilmeyeceğini açıkladı.    

Bu söylemler Hükümetin,   CHP’nin Genel Başkan değişikliğinden evvelki ve  ulusalcı kanat  tasfiye edilinceye kadar geçen dönemde ne söylemişse,  aynı noktaya geldiğini göstermektedir.

Baykal ve ulusalcılar tasfiye edilinceye kadar CHP, terör devam ettiği sürece teröristle görüşülmemesi gerektiğini tutarlılık içinde dile getirirdi.

Bugün hükümet, “İmralı’da Öcalan, Kandil’de veya Avrupa’da PKK muhatap alınmayacak” diyor. Geç ama doğru bir karar.

CHP’nin ulusalcı  kadroları  ne diyordu, terörist silah bırakıp, gelip Türk adaletine teslim olmadan, -tabii burada söylenen adalet, Habur kepazeliği değildir- hiçbir şekilde görüşülmez diyordu.

Baykal ve  bu satırların yazarı Oslo görüşmelerinin Yüce Divanlık suç oluşturduğunu söylerken, bazıları da AKP den bir adım önde görünmek için, “Oslo da PKK ile görüşmesini desteklediklerini, ama bunun halktan gizlenmesini eleştirdiklerini” söylüyorlardı.

Oslo görüşmelerinin kamuoyuna duyurulmasını istemek, terör örgütünü meşru muhatap kabul ettirmek arzusudur

Bugün gelinen noktada, düne kadar Oslo’da görüşmeler yapan Hükümet, doğru bir tavır sergileyerek, Oslo ve İmralı müzakere sürecinin bittiğini, silahlı mücadelenin süreceğini söylüyor.

CHP’de ulusalcılar yönetimdeyken,PKK ile mücadelede terör örgütü teslim oluncaya kadar silahlı mücadelenin en sert şekilde devam etmesi gerektiğini tekrarlardılar.

Türkiye terörü bitirmek için Kuzey Irak’tan Türkiye’ye yaklaşma yollarını kontrol altına alarak, terörün lojistik desteğini kesmek zorundadır. Zira ne Sözde Kuzey Irak Kürt Yönetimi ve ne de Irak Devleti terör örgütünün Türkiye’ye sızmasını engellemek için hiçbir çaba sarf etmemektedir.

Hükümet PKK sonucu kabullenip silahlarını teslim ettiğinde, yargısal sorumluluğu olmayanlarla ilgili nasıl bir prosedür uygulanacağının belirleneceğini açıklamış.

Elbette silahı bırakıp gelip adalete teslim olmuş,herhangi bir nedenle  örgüte katılmaktan başka bir eylemi olmamış bu ülkenin çocuğunu devletin bağrına basmasından daha doğru bir uygulama olamaz.

Devlet o yörenin gencini, bu ülkenin eşit, her hakka sahip ve siyaset yapmakta önü açık eşit yurttaşı olduğuna ikna etmek zorundadır.

Gerekiyorsa o bölgede kamu yatırımları yapmak, dışarıdan o bölgeye yatırım yapacak yatırımcıya da her türlü kolaylığı sağlayarak, o bölgedeki işsizlik bataklığını bitirmek zorundadır.

Siyasi İktidar, Yerel Yönetimlerin güçlendirileceğini söylemektedir. Siyasi İktidarın bugün geldiği noktaya CHP  yıllarca önce “Demokratikleşmeyi, modernleşmeyi, çağı paylaşmayı, insan onuruna saygıyı, eşitliği temel alan çağdaş bir yerel yönetim reformu yapılması” gerektiğini söyleyerek işaret etmişti.

Siyasal İktidar yeni anayasa çalışmalarında Kürt kimliği veya özerklik düzenlemesi olmayacağını açıklamıştır.

Bu, Genel Başkan değişikliğinden  ve ulusalcıların toptan CHP’den   tasfiye edilmesinden önce CHP’nin, her yerde ve her fırsatta dile getirdiği bir söylemdir.

Ulusalcıların egemen olduğu CHP daha 1989 yılında Kürt kökenli yurttaşlarımızın karşılaştıkları sorunları açık yüreklilikle ortaya koymuş; etnik köken farklılıklarına, kültürel çoğulculuğa, bireysel kültürel haklara saygı göstereceğini açıklamıştır.

CHP’nin ulusalcı kadroları görevde olduğu sürece özerkliğin ülkenin bölünmesine neden olacağını,  ama bunun yerine Belediye Meclislerinin gerçek işlev ve etkinliğine kavuşturulması gerektiğini söylemiştir.

İşte bunun içindir ki; köklerinden kopartılmamış, ulusalcı, Kemalist, emperyalistlerin güdümüne girmemiş, Kod numaralı CİA ajanlarının yönlendirmediği bir CHP, ister iktidarda ister muhalefette olsun Türkiye’nin güvencesidir.

 Bugün gelinen nokta bana 2007 seçimlerinde kullanılan “SEN HEP HAKLI ÇIKTIN SLOGANINI” hatırlattı.

21 Mart 2012 Çarşamba

NEVRUZ


Bir dostum yazmış “NEVRUZ GÜZELLİKTİR” diye.
Fakat son yıllarda Nevruz, bir grup bölücü tarafından bir bahar bayramı, bir güzellik olarak  değil, bölücülerin aynen Arap Baharı yaşayan ülkelerde olduğu gibi bir iç çatışma çıkartarak kendi akıllarınca Birleşmiş Milletlerin müdahalesini isteyebilecekleri bir ortam yaratmak için kullanılmaktadır.
Nevruz bayramı, sadece bir etnik kökenin değil, Farslar, Azeriler, Anadolu Türkleri, Afganlar, Arnavutlar, Gürcüler, Türkmenler, Tacikiler, Özbekler, Kırgızlar tarafından da doğanın uyanışı ve bahar bayramı olarak kutlanan bir bayramdır. Yoksa sadece  Kürtlerin  ya da Zazaların bayramı değildir.
Ayrıca 2010 yılında Birleşmiş Milletler  Genel Kurulu 3000 yıllık Pers kökenli bu şenliği Dünya Manevi Kültür Mirası’na eklemiştir.
Ülkemizde de 1995 den beri 21 Martta bayram olarak  kutlanmaktadır.
Bir kısım Kürt kökenli kişiler bu yıl bu bayramı, 21 Mart Çarşamba gününe geldiği için, 18 Mart Pazar günü kutlamak istediler. Yönetim de  buna izin vermeyince olaylar yaşandı, istenmeyen, olmaması gereken manzaralar ortaya çıktı.
Biran için “Pazar günü kutlansaydı” ne olurdu diye bir düşünce akla gelebilir ve bir çok kişi de bunu böyle dile getirdi.
İlk bakışta makul gibi görülen bu düşünce, üstünde biraz düşündüğünüz zaman pek de o kadar masum bir istek olmadığı ortaya çıkarıyor
Burada ayrılıkçıların tutum ve davranışı çok geniş bir coğrafyada yaşayan, bir çok millet ve etnik kökene sahip insanlar için ortak bir gün olan Nevruz’u sadece Kürtlerin bayramı gibi göstererek kültürel bütünlüğün parçalanması  arzusudur.
Yapılan açıklamalar incelenirse burada  bir başkaldırı söz konusudur. “Biz bu dayatmaya karşı direneceğiz” denmektedir. Bu direnmenin  bir görev olduğu dile getirilmektedir.
Gaye bir Nevruz kutlaması değildir. Nitekim tertip heyetleri 21 Marttaki kutlama taleplerini de geri çekmiştir.
Bölünme yanlısı Kürt ayrılıkçılar  sanki bu sadece Kürtlere has bir bayram gibi gösterme çabası içindedirler.
Bunu yapma çabalarının altında uluslaşma, daha doğrusu Türk Ulusundan kopma arzusu yatmaktadır.
Bu ülkede yaşayan herkes bilmelidir ki herkesin etnik kökeni kendi onurudur ama Türk Milleti de herkesin kabullenmesi gereken hiçbir etnik kökene dayanmayan bir ulusun adıdır.
Bu yakıp yıkan bölücü grubun bütün arzusu, ülkeyi kan gölüne çevirmek, ülkede sürekli bir çatışma ve huzursuzluk ortamı yaratmaktır.
Son yıllarda olaysız biten bir Nevruz kutlaması yok gibidir. Örneğin izin verilmeyen grubun demokratik tepkisini göstermesi en doğal hakkıdır. Ama şiddet kullanmak kimsenin hakkı olmadığı gibi yakılan hasar verilen araçlar, otobüs durakları da kamu malıdır.
Bilindiği gibi, bir devletin temel unsurları, ülke, millet, ortak kültür, ortak tarih bilinci ve ortak dilin  varlığıdır.
Ayrılıkçılar, AKP’nin istediği kişiyi parlamentoda seçtirememesi üzerine  bir öç alma duygusuyla, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi yöntemini hayata geçirme çabası karşısında, bu değişikliği  o tarihteki Sayın Cumhurbaşkanı’nın halk oyuna götürmesiyle boykot çağrılarının yüksek oranda çıktığı illeri Kürdistan olarak niteleyerek, hududu çizdiklerini ileri sürmüşlerdir.
Nevruz ve buna benzer olaylarda sürekli çatışma  çıkartarak,kent yaşamında da insan hakları ihlallerine muhatap oldukları iddiaları ile uluslararası gücün müdahalesini istemek ve arkasında bir plebisit ile bağımsızlık ilan etme çabasındadırlar.
Bu ülkenin bölünmesine neden olacak, aslında altında iç barışın  ve kardeşlik ortamının bozulmasına  sebep olacak, ilk bakışta da masum gibi görünen  talepleri, demokrasi, insan hakları bağlamında gördüklerini ileri sürerek destek verecek, bir yazarımızın deyimiyle “küresel sürtükler” de vardır.
Buna karşı toplumsal olarak uyanık olmak zorundayız.                                                                                                  




18 Mart 2012 Pazar

CHP TARİHİNE SALDIRMANIN GERÇEK NEDENİ


Son günlerde yayınlanan Stratfor belgelerinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Kemalistleri Parti yönetiminden tasfiye etmesinden sonra, CHP’nin yeni stratejisinin, AKP ile zıtlaşmaktan ziyade “Daima bir adım önde olmayı” temel aldığı  belirtilmiş ve CHP’nin genleri ile oynandıktan sonra Kemalist Devlet’in genlerinin de büyük bir değişime uğradığı, zira CHP’nin DEĞİŞMESİ DEMEK DEVLETİN DEĞİŞMESİ” demek olduğunu; artık Kürt sorunu başta olmak üzere, birçok konuda   CHP’nin farklı bir tutum alabileceğini ileri sürmüştür.
Bu beyanlar bir şeyi bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır ki; ister iktidarda ister muhalefette olsun CHP bu devlet için çok önemlidir. Onun genleriyle oynanmamış  hali Devletin en büyük güvencesidir.
Laiklik karşıtı hareketlerin odağı olduğu Anayasa  Mahkemesi tarafından tescil edilmiş AKP’nin bir adım önünde olmayı kendisine düstur edinmiş CHP  yönetimi, AKP’nin CHP tarihine yaptığı yalan yanlış ithamları suskunlukla karşılaması ve devleti kuran partiyi meyhane sofrasında meze yapmalarının nedeni AKP den bir adım önde olmak içinmiş.
Başbakan geçtiğimiz hafta Salı günü Grup toplantısında: “CHP bu ülkede Kur’an kurslarını kapattı. Camileri kapattı. Bunları kaç kez açıkladım. CHP Milletin dinini öğrenmek için okuduğu Elif  Ba cüzlerini yasakladı. Bırakın camileri, Kur’an kurslarını, evlerden bile kitaplar toplattılar. Bu kitaplar meydanlarda yakıldı..”  şeklindeki tüm gerçek dışı açıklamasına genleriyle oynanmış CHP Genel Başkanı  tek kelimeyle cevap vermedi.
Bunun gerçek sebebini birkaç gün önce telefon eden bir İlimizin Belediye Meclisi üyemizden dinledim, meğerse “CHP artık bu laiklik işine fazla takılmayacakmış” .
Bu nedenledir ki on dakikalık bir araştırmayla  öğrenebilecekleri evvelce yine bu sütunlarda yazdığım Başbakanın   kapatıldığını iddia ettiği camiler hadisesi  İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların İstanbul’u bombalama ihtimaline karşı, Topkapı Sarayında bulunan “kutsal emanetler” zarar görmesin diye bunların Orta Anadolu kenti olan, o tarihteki teknolojik imkanlarla Almanların vuramayacağı Niğde deki üç ayrı  uygun Camiye  taşıtılıp askerlerce koruma altına alınmasından ibarettir
Bu mudur Cami kapatmak?
Örnekler vereceksin, bu ülkede Kuran’ın, Elif Ba’nın  nerede ne zaman yasaklandığına dair.
Başbakan CHP döneminde dinin öğrenilmesi yasaklandı diyor, bir tane CHP yöneticisi çıkıp  “ Ey Başbakan devletin bütün arşivleri elinde, açıklasana hangi cami nerede kapatılmış, nerede ne zaman dini kitaplar toplatılarak meydanlarda yakılmış” dahi diyememiştir.
 Bütün bunlar AKP’nin bir adımı önünde durabilmek adına yapılmıştır.
CİA ajanın yorumuna bakarsanız, genleriyle oynanmış CHP “Kürt sorununa” artık daha farklı yaklaşacakmış.
CHP daha bu ülkede kimse bunları ağzına alamadığı dönemde, bu konuda raporlar yayınlamış, kendisinin iktidar olmadığı dönemde bile bunların büyük çoğunluğu hayata geçirilmiştir.
Genleriyle oynanmış  CHP’nin  ülkenin üniter yapısına zarar verecek, sonu bölünmeye gidecek bir “Özerkliğe” sessiz kalacağı veya bunu destekleyeceği düşünülüyorsa buna gerçek CHP liler ve Atatürkçüler izin vermez.
O,  Başbakanın  gerçek dışı beyanda bulunduğu, CHP Genel Başkanı’nın da “faşist” çağrısı yaratan söylemlerinin hedefi “ATATÜRK’E” saldırmaya yürekleri yetmediği için İsmet İnönü’dür.
Bugün faşist olmakla, bu ülkede katliam yapmakla suçlanan İnönü, bu ülkenin bağımsızlığının ve özgürlüğünün yaratıcılarından, İnönü Meydan Muharebeleri’nin ve Garp Cephesinin muzaffer Komutanı, Lozan’ın büyük diplomatı, çağının büyük devlet adamlarından, dünyanın önünde saygıyla eğildiği, elli yıl zaman zaman yan yana, çoğu zaman karşı karşıya mücadele ettiği siyasetçilerin bile saygı duyduğu bir insandır.
CİA’nın kadrolu ajanlarının içinde bulunduğu yönetimlerin onu ve CHP tarihini basit rakı sofralarında meze yapmalarına Atatürkçüler  ve gerçek CHPliler izin vermeyecektir.

14 Mart 2012 Çarşamba

TÜRKİYE'DE 1940 LI YILLAR


Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde “AKP İktidarına karşı mücadele ederken, ben bazen kendimi 1940ların CHP iktidarına karşı mücadele ediyormuş gibi sanıyorum. Çünkü AKP İktidarı aynı 1940 ların CHP iktidarının ortamını yarattı” şeklinde Cumhuriyet Halk Partisini aşağılayan bir söylemde bulundu.
O 1940 lı yıllara bir göz atarsak bu ülkenin nasıl büyük bir badire atlattığını idrak eder, eleştirilerimizi de ona göre yaparız.
1939-45 arasında yaşanan ve sonunda tüm Dünyada yaklaşık yetmiş milyon insanın öldüğü, 2. Dünya Savaşı, kendi halklarını soylu üstün bir ırk olarak gören faşistlerin Avrupa’yı işgal etmeleri ile başladı.
İşgal ettikleri ülkelerin insanlarını köle seviyesine indirgeyen Mihver Devletlerden Almanya, daha savaşın ikinci yılında Bulgaristan’ı yutup Trakya hududuna dayandığı tarihte, Türk Ordusu’nun durumu hiç te iç açıcı değildi.
Bu tarihte Almanlar daha hiç harp kaybetmemişlerdi ve o günlerde hala Dünyanın en güçlü ordusu durumundaydılar.
Harbin sürdüğü beş yıl süresince, Türkiye büyük ekonomik sıkıntı içinde olmasına rağmen güvenliği ve bu vatan için olmazsa olmaz ordusunu büyük fedakârlıklarla beslemiştir.
O tarihte yaşayan insanların nüfus cüzdanlarında bulunan “patiska verildi”, “Çay Şeker verildi” ve bunun gibi damgalar, bu milletin onur belgesidir.
Bu 1940’ lı yıllarda ülkeyi yönetenlerin en büyük başarısı, Dünyada 70 milyon insan ölürken, ülkesini harbe sokmayarak, Türkiye’de kimsenin burnunun kanamamasını sağlamış olmalarıdır.
  1940’ lı yılların CHP hükümetlerini, bazıları iptidai mektep kültürüyle, kahve sohbeti düzeyinde  suçlarken, ünlü İngiliz Devlet Adamı W. Churchill, Dünya’da, elindeki tüm egemenlik haklarını tek başına kullanırken, yani diktatörlük yetkilerine sahipken, ülkesine demokrasiyi getiren tek örnek İsmet Paşa’ya, İktidarı  Demokrat Partiye devretmesinden sonra, 31 Mayıs 1950 tarihinde yazdığı mektupta, bizim insanımızın, hatta kendi partisi mensuplarının  kendisinden esirgediği kadirşinaslığı daha o tarihte göstermiştir.
O mektubunda Churchill : “Aziz Generalim,
Her ne kadar benim Türk politika işlerine karışmaklığım doğru olmayabilirse de, Türkiye’nin mukadderatına yön verdiğiniz  uzun devrenin kapanmış olduğunu, şahsen büyük teessür duyarak öğrenmiş bulunuyorum.
Bana öyle geliyor ki tarih, kazandığınız zaferlerden başka, Türkiye Cumhuriyeti’ni ikinci Dünya Savaşı’nın vahim tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından zorlu mücadelelerle kurulmuş olan liberal ve ilerici hükümet sistemini nasıl muhafaza ettiğinizi hayranlıkla kaydedecektir.
Dostça ve zevkli olan mülakatlarımızı hatırlayacağım. İktidardan şimdiki çekilişinizde size en iyi dileklerimi yollarım” diyerek bir gerçeği tarafsız bir gözle ortaya koymuştur.
O dönemi haksız ve mesnetsiz olarak eleştirenler, ülkenin harbe sokulmayıp, insanlarını evlatsız, kocasız, babasız bırakmadıklarına bile saygı gösterememektedirler.
  1940’lı yılları suçlanmasına bir kısım bölücülerin, numaralı Cumhuriyetçilerin yapması karşısında  “Bunlar görevlidirler” der geçersin.
Ama bu çirkin ve düzeysiz saldırılar, Devleti kuran, Cumhuriyeti Kuran partinin içinden geliyorsa, bundan ızdırab duymamak ve isyan etmemek mümkün değildir.
Tarihle yüzleşmek istiyorsak, sadece olayın olduğu güne, o tarihe bakarak sonuca varmak bizi yanlış yorumlara götürür.
Ama son günlerde, kimileri araştırmacı görüntüsüyle, kimileri sureti haktan gözükmek için, yakın tarihimizi, sebep sonuç ilişkisi kurmaksızın, birilerine hoş görünmek için yapılan açıklamalar insanı, “ bu açıklamaları yaptıran bir üst irade mi var” diye düşünmeye sevk ediyor.





11 Mart 2012 Pazar

REJİM DEĞİŞİKLİĞİ ANAYASASI


AKP 2007 den  beri “toptan bir yeni anayasa” yapmanın önünü açmak ve herkesi de bu işe ortak etmeye çalışıyordu.
2007 seçimleri sonrasında oluşan TBMM de de aynı çabayı göstermiş, şimdi olduğu gibi bir komisyon kurulmasını önermiş, ancak CHP böyle bir komisyona katılmayacağını açıklayınca, diğer muhalefet partisi de destek vermemiş ve bu oyun bozulmuştu.
Bugüne kadar olayların gelişimi, yepyeni bir anayasa istemelerinin sebebinin öncelikle kendilerine ve yurt dışı destekçilerine göre, Türkiye’nin en büyük sorunu olarak gördükleri Atatürkçülüğü tasfiye etmek olduğunu göstermiştir.
Zira 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının temeli Atatürkçü  milliyetçilik anlayışına ve onun  devrim ve ilkelerine bağlılık üzerine oturtulmuştur.
Dış güçler Türkiye gibi bir devlette, Arap Baharı adı altında Arap ülkelerinde yaptıkları gibi ayaklanmalar çıkartıp, Müslüman Kardeşler veya benzerleri gibi örgütleri kullanarak, ılımlı İslamı kuramayacaklarını bildikleri için, Atatürk ilkelerinin en önemlilerinden  biri olan laiklik ilkesini törpülemek ve ileride İsrail tipi, kendine bağımlı bir Kürt devleti kurdurabilmek için “Kürtçülük” kartını oynamak istemektedirler.
Yani yaratılmak istenen ABD ve AB’nin rahatça kontrol edebileceği, ılımlı İslam’ın egemen olduğu federatif bir Türkiye’dir.
AKP iktidarı bu iki amacı gerçekleştirmeye müsaittir.
Nitekim, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in yaptırdığı ankette yer alan “Yeni anayasada farklı yönelim, tercih ve kökenlere sahip kişi ve grupların ayrımcılığa tabi tutulmaması gerektiğine ilişkin açık bir hüküm yer almalı mıdır” sorusu AKP İktidarı tarafından, Anayasamızın 66. Maddesindeki, hiçbir etnik köken işaret etmeyen, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” tarifinden vaz geçileceğinin açık işaretidir.
Bugün iç ve dış  tahriklerle yaratılmak istenen hava, ulus Devletin Türkler dışında hiçbir kimliği tanımamak üzerine inşa edildiğidir.
Gerçeklerle hiçbir alakası olmayan bu fitne, bu ülkeyi bölmek isteminin dışa vurumudur.
Cemil Çicek’in anket sorusu ve ülkeyi içeriden ve dışarıdan eyaletlere bölme çabası içinde olanlar, bir noktayı halkın gözünden kaçırmaya çalışmaktadırlar.
Bizim anayasamızda Atatürk’e kadar uzanan Türk ulus anlayışı içinde Orta Asya da yaşayan Türk’ün yeri yoktur. Ama Anadolu ahalisini oluşturan, Türk’ün, Kürt’ün,Laz’ın, Çerkez’in, Pomak’ın Arnavut’un yeri vardır. O nedenle daha 1930 lı yıllarda “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” denmiştir.
Bu tarifte bir etnik köken vurgusu yoktur. ABD ve AB bu söylemden çok rahatsız olmaktadır. Yapılan ve halende yaptırılmak istenen ülkeyi, etnik köken esasına  dayalı bölgelere böldürüp, eyaletler yaratmaktır.
Ülkeyi rejim değişikliğine götürecek diğer bir önemli nokta ise, Başkanlık rejimi meselesidir.
Hatırlanacağı üzere Özal’da eyalet sistemi söyleminde  bulunduktan sonra, Başkanlık sisteminin de tartışılmasını istemişti.
Başkanlık sisteminin dünya da başarı ile uygulandığı tek ülke ABD dir. Onun dışında bir çok ülkede diktatörlüklere yol açmıştır.
Türkiye gibi uzlaşı kültürünün olmadığı, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumuyla da Anayasa Mahkemesi halledilmiş bir ülkede fren mekanizması kim olacaktır, böyle  bir ülkede başkanlık sistemi, memleketi felaketlere sürükler.
Türkiye’nin de kurucusu olduğu Avrupa Konseyine üye 48 ülkeden kaç tanesinde Başkanlık sistemi var? Hiç yok.
Bir tek yarı Başkanlık sistemi ile yönetilen Fransa var.
AKP’nin bu Anayasa değişikliği ile yapmak istediği, bir demokrasinin yolunu yapmak, kişi hak ve özgürlüğünün, güvenliğinin sağlandığı bir rejim değil tam aksine totaliter bir rejim kurmaktır.
Üniter Devlet ve Ulus  kavramları anayasadan çıkacak, laikliğin içi boşaltılacak, Başkanlık sistemine geçilecektir yapılmak istenen budur.
Bugün ülkeyi yönetenler gerçekten demokrasiden yana olsalardı. Öncelikle daha huzurlu, kişi hak ve özgürlüklerinin güvence altında olduğu bir ülke yaratmak için, önce siyasi partiler kanunu değiştirerek, siyasetteki lider sultasına son verirler, daha adil, barajın olmadığı ve seçim ittifaklarının önünü açan temsilde adaleti tam sağlayan  Seçim Kanunu yaparlardı.

7 Mart 2012 Çarşamba

AKP ANYASA'YI İHLAL EDİYOR


Artık hepimizin bildiği, dünya basınında da yer alan haberlere göre, Suriyeli muhalifler Türkiye’de askeri eğitim görüyorlar.

Türk halkı ve özellikle de TBMM bu durumu dış basın ve bazı Türk basın yayın  organlarından ve diğer birçok olayda olduğu gibi Wikileaks belgelerinden öğreniyorlar.

Bir müddet evvel   İngilizlerin “The Daily Telegraph” Gazetesi “15 bin Suriyeli muhalif Türkiye’de askeri eğitim görüyor” şeklinde bir haber yaptı.

Wikileaks’in yayınladığı e-postalarda da “Gölge CİA” olarak nitelenen Stratfor’un yazışmaları ile de gerçeğin bu olduğu, hatta Suriyeli muhaliflere bu eğitimi sadece bizim değil Türkiye toprakları üzerinde gayrı resmi Amerikan Özel Kuvvetleri ile beraber verildiği ortaya çıktı.

Bunun çok ciddi dış politika yansımaları olacağı gibi, olay başlı başına Anayasa’nın 92. Maddesine aykırılık teşkil etmektedir.

Anayasanın 92. Maddesinin 1. fıkrası “Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş ilanına veya Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir” demektedir.

Bugüne kadar eğitilen Suriyeli muhalif askerlerin ki;  sayıları 15 bin olarak belirtiliyor ve bunları Türklerle beraber eğittiği iddia edilen gayri resmi Amerikan Özel Kuvvetleri’nin Türkiye’de bulunmaları için siyasi iktidar TBMM den izin alma gereğini duymamıştır

15 bin asker demek  bir tümen’e yakın asker demektir.Bunun Meclis Kararı olmadan yapılması açık bir anayasa ihlalidir.

Türkiye elbette dünyanın neresinde olursa olsun ve hele bir komşu ülkede insan hakları ihlalleri varsa buna sessiz kalamaz, kalmamalıdır da.

 Ancak bu tepki vermek, bir komşu ülkenin iç işlerine müdahale anlamına gelmemelidir.Özellikle de bunu müttefikler (!) istiyor diye de yapmamalıdır.

Ayrıca da laik  Esad rejiminin yıkılmasında, Türkiye’nin, Suudi Arabistan, İsrail ve ABD gibi hayati bir çıkarı da yoktur.

Ayrıca Suriye de var olduğu iddia edilen hak ihlalleri Baba Esad zamanında  da ve hatta daha da  yoğun olarak vardı.

Ne oldu da dün aile boyu ziyaretlerin yapıldığı, dost kardeş ilan edilen Suriye’de bizim açımızdan ne değişti?

Hiçbir şey değişmedi ama ABD’nin kendi yaşamsal çıkarlarını sağlamak açısından yönlendirmesi oldu.

AKP iktidarı, ABD tarafından   laik  Esad rejimini devirerek, Suriye’de de  Arap Baharını yaşayan diğer ülkelerde olduğu gibi Müslüman Kardeşler ve onun gibi siyasal İslamcıların iktidarına yol açmakla görevlendirildi.

Arap Baharı’nı yaşayan hangi ülkede “gerçek demokrasi” kuruldu. Daha da komiği Suriye’ye karşı, oradaki Şii  yönetiminin devrilmesinde  hayati çıkarları olduğu için sırtımızı sıvazlayan Suudi Arabistan’da demokrasimi var.

Bütün bunların dışında, muhalif güç dediğimiz, askeri eğitim verdiğimiz silahlı güç, Suriye için bir terör örgütü değimlidir.

Aynen PKK’nın bizim için olduğu gibi.

Türk Ordusu’nun adı ister insani yardım koridoru açmak olsun ister diktatör Esad’ı devirmek için olsun Suriye’ye karşı yapacağı en ufak askeri harekat o bölge yönetimlerinde zaten var olan Türk düşmanlığını iyice körükler.

Hatırlanacağı üzere, Cezayir bağımsızlık savaşında Fransa’ya destek vermemizin bedelini çok uzun süre ödedik.

İşte bu nedenlerledir ki; Türkiye, yabancıların istek ve planlarıyla hareket etmemelidir.

Tarih bize uluslararası ilişkilerde bütün ülkelerin önce kendi  çıkarlarını takip ettiklerini, bir yabancı ülkeye tavsiye ve telkinde bulunurken, o ülkenin sırtından menfaat temin etmeye çalıştıklarını öğretti.

Bundan 150 yıl önce İngiliz Başbakanlarından Palmerston “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez menfaatleri vardır” diyerek, sadece İngiltere’nin menfaatlerini kovalayacağını çok veciz bir şekilde ortaya koymuştur.

İşte Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasında Türkiye’ni hiçbir yaşamsal menfaati yoktur ama ABD ve Suudi Arabistan başta Sünni bölge ülkelerinin vardır.








4 Mart 2012 Pazar

KILIÇDAROĞLU'NU TR705 KONUSUNDA UYARMIŞTIM

KILIÇDAROĞLU’NU TR705 KONUSUNDA UYARMIŞTIM

Daha birkaç gün evvel eski Akıncı şimdilerde ayrılıkçı etnik partinin milletvekili, Atatürk’ün kurduğu Gazi Meclis’in kürsüsünden  “Kemalist diktatörlük” diyerek, bu devleti kuranlara karşı duyduğu  kin ve nefreti, ortamı müsait bulunca kusmuştur.
Bu ve bunlar gibiler elbette buna cesaret bulacaklardır.
Atatürk katliamcı ilan edildiği zaman, “Atatürk Devrimleri’nin bekçisi değiliz”, “Tekke ve zaviyeler faydalıdır”, “Atatürk’ü  kanunla korumaya gerek yok” Sebahhatin Ali’yi CHP öldürdü”, “Nazım Hikmeti CHP hapsetti”  dendiğinde, bu yalan yanlış, kulaktan dolma bilgilere dayanarak söylenen incitici sözlere, CHP li Milletvekilleri tarafından gerekli  tepkiler verilseydi birileri de TBMM kürsüsünden bunları söylemeye cesaret edemezdi.
Bir Genel Başkan Yardımcısı’nın CİA ile ilişkili olduğu KOD numarasına kadar ortaya çıkıyor, buna bile tepki verilmiyor.
Ben kod adı TR705 olan kişi konusunda Kılıçdaroğlu’nu  18 Ekim 2010 tarihli Merkez Yürütme Kurulu toplantısında ikaz etmiştim.
O toplantıda 16-17 Ekim 2010 tarihinde İstanbul’da yapılan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun arama toplantısı dediği, Genel Sekreter Sayın Önder Sav’ın ise “CHP neyi arayacak?” diyerek ismini “CHP’nin Seçim Başarı Stratejisi” olarak değiştirdiği, bir kısım MYK üyelerinden bile saklanan  bu toplantıya, TR705’in davet edilmesine tepkiler gelmişti. İzmir Barosu toplantıya kendilerinin çağrılmadığını, ama Diyarbakır Baro  Başkanının çağrıldığını belirterek sitemlerde bulunmuştu. Bunu Merkez Yürütmae Kurulunda herkesin içinde kendisine  anlattım ve  bu şahsı tanıyıp tanımadığını sordum. “Hukukçu” diye cevap alınca, bu şahsa dikkat etmesi gerektiğini, ABD’nin adamı olduğunu, baro başkanlığı sırasında en az birkaç defa ABD’ ye götürüldüğünü, “ABD’lilerin bir insanı bir defa denerler işlerine yaramayacağını anladıkları zaman bir daha çağırmazlar” dedim ve ilave ettim: “Başkan Clinton’ın Türkiye ziyaretinde siyasetçiler dışında görüştüğü birkaç “ÖZEL”  kişiden biri olduğunu; ayrıca bölgede Barzani’nin Türkiye’deki temsilcisi olduğuna ilişkin iddialar bulunduğunu” söyledim.
Sadece dinledi. Her zaman yaptığını yaptı, hiçbir tepki vermedi.
Ben bunları, CHP açısından böyle bir kişi ile ilişkide bulunmayı bir kusur olarak gördüğüm için söylemiştim, anlaşılıyor ki, Kılıçdaroğlu bunu bir kusur olarak görmemiş ki, TR705’i Genel Başkan Yardımcısı yaparak  onurlandırdı.
Atatürk’e çirkin, haksız saldırılar parti içinden ve daha da üzücüsü, parti yaşı çok yeni olanlardan gelecek, bunları Genel Başkan getirdi “eleştirdik diye bize kızar” diye, duymazlıktan geleceksiniz, ama kulislerde bunun dedikodusunu yapacaksınız.
Bu devşirme CHP’lilerin sözleri bana “ Lafını bilmeyen hödükler, durur durur eski lafları körükler”  atasözünü hatırlattı
Meclis Kulisinde, Meclis Lokantasında “Bunlar yetmezmiş gibi bir de şimdi CİA ajanı yöneticimiz çıktı.Onca tepkiye rağmen herkesin tahmin ettiği bu kişi partide nasıl etkili oldu. Genel Başkanının bu konuda ısrarının arkasında ne var?”  diye karnınızdan konuşmanın ne size, ne ülkeye bir faydası VAR.
Şuanda basını bir inceleyin, CHP’deki tasfiye hareketini ve şimdiki konumu en çok övenler ile, “bu  CHP den bir şey olmaz” diyenlerde  aynı kişiler.
Kim bunlar? Pansilvanya’nın kemik yalayıcıları, bölücüler, numaralı Cumhuriyetçiler.
“konudaki ısrarı” hala anlayamadınız mı?
Anlayamadıysanız vay halimize.
Bir müddet sonra, önce toplum nazarında bütün itibarınızı yitirirsiniz sonra da kendinize olan saygınızı; çocuklarınızın bile yüzüne bakamazsınız.
Parti’nin değerlerine saldırı karşısında  “tepki verirsek, siyasi ikbalden yoksun kalırız” diye korkulması gereken kişi Kılıçdaroğlu olmamalıdır, korkulması gerekenin Cumhuriyet Halk Partisi’nin manevi kişiliği altında ezilmek ve insan içine çıkamamak olmalıdır.

1 Mart 2012 Perşembe

ÇİRKİN BİR YARIŞ

          

Değerli okurlarım bugün çok farklı bir konuyu dile getireceğim, ama sakın bazılarının tehditlerinden yılıp da başka konulara  değindiğimi zannetmeyin;, tekrar ülke ve CHP’nin ideolojik  sorunları ile ilgili yazmaya devam edeceğim.

Hasta olduğu için başkaların yardımına muhtaç olarak yaşamını sürdürmeye devam eden kişilere, sağlıklı bir insandan veya bir ölüden alınan organların nakli ile hasta kişiyi sağlığına kavuşturup, onu sağlıklı bir yaşama kavuşturabilmek insanlığın çok eski bir uğraşıdır.

Hasta kişilerin hayatlarını devam ettirmek veya  yaşam standartlarını yükseltmek için zorunlu olan sağlıklı doku ve organ nakli  günümüzde artık yoğun ve başarılı bir şekilde yapılmaktadır.

 Antalya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde geçtiğimiz günlerde yapılan başarılı  yüz nakli ülkemizde ve dünyada da yankı yarattı ve haklı olarak bu ülke insanının göğsünün kabarmasına neden oldu.

 Antalya Akdeniz Üniversitesi  Tıp Fakültesi’nin organ naklindeki dünya çapındaki büyük başarıları, diğer üniversitelerde bir akademik yarış başlattı

Bu başarıya imza atanlar da, şu günlerde Silivri Zindanında bulunan Sayın Haberal’ın öğrencisi olduklarını söyleyerek büyük bir insanlık örneği vermişlerdir.

Şevket Çakmak on dört sene evvel iki kolu ve iki bacağını kaybetmiş ama yaşamını başkalarının yardımıyla da olsa yürüten, ailesi açısından  en azından nefes alan bir evlat, bir kardeşti.

Ona iki kol ve iki bacak nakli yapılmasına karar verilmiş olduğuna göre tıbbi bütün değerlendirmelerin eksiksiz yapıldığı, girilen riskin sağlanacak faydadan daha az olduğuna karar verilmiş olacak ki; bu ameliyat gerçekleştirildi.

Her ameliyatta, en basitinde bile bile hayati riskler vardır ve hele organ nakli ameliyatları çok daha fazla hayati risk taşımaktadırlar

Bilindiği üzere insan vücudu kişiye özel proteinler taşır. Bu proteinler kendine yabancı olan dokularla ahenk kuramamakta, olumsuz tesir yapabilmekte  ve hatta bunlar nakil yapılan vücudu zehirleme ve parçalama etkisine sahip olabilmektedirler.

İşte kendisine iki kol ve iki bacak nakli yapılan Şevket Çandar’a yapılan organ naklinden kısa bir sonra nakledilen organların uyum sağlamadığı, bu nedenle nakledilen iki kol ve bacağın alındığı ve sonunda da hayatını kaybettiği açıklandı.

İlk naklin yapıldığı gün onlarca doktor, kameraların karşısına geçip ne kadar başarılı bir organ nakli yapıldığını açıkladılar.

Ancak Şevket Çavdar’ın ölüm haberi iki satırlık bir açıklamayla geçiştirildi.

Keşke bu nakil de başarılı olsaydı da dünya tıp literatürüne girseydi.

Ankara’ya yansıyan haberlerden  olayın iki Üniversite ve iki Doktor arasındaki ölçüsü kaçmış bilimsel rekabetten kaynaklandığı, “onlar ilk yüz naklini gerçekleştirirlerse bizde ilk dörtlü uzuv naklini gerçekleştiririz” kıskançlığına  girdikleri söylenmektedir.

Gerçekliğine inanmak istemediğim bu iddialar doğru ise, bir insan çirkin bir rekabet nedeniyle hayatını kayıp ediyorsa bu çok daha acı ve utanç vericidir.

Bilinmek gerekir ki, hayat iki taş arasında bile güzeldir.Hele de insan hayatı.

Türk Anatomi ve Klinik Anatomi Derneği Başkanı Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamdi Çelik “Bilimsel Haset ve Kıskançlık” başlıklı yazısında:  

“ ‘Kıskanılmayan, imrenilecek erdemi olmayandır’ sözü doğrudur fakat burada bu duygunun olası rekabet duyguları yerine acımasız bir kıskançlığa dönüşmesi, bilimsel ortamlarda, özellikle yüksek eğitimli ve birçok meziyetlerle donanmış olması beklenen hekimler ve öğretim üye ve yardımcılarında varlığını belirginleştirmesi ciddi bir akademik probleme neden olmaktadır” demektedir.

Eğer Şevket Çavdar böyle bir acımasız bir kıskançlık yüzünden kobay olarak kullanılmış ve hayatın kaybetmişse çok daha üzücüdür.