29 Ekim 2014 Çarşamba

CUMHURİYETİN 91. YILI


Ulu önder Atatürk’ün “Benim iki büyük eserimden biri” dediği Cumhuriyetimizin 91. Yıl dönümünü dün kutladık.
Son iki üç gündür, onun ikinci büyük eserim dediği “Cumhuriyet Halk Partisi” milletvekillerinin yayınladıkları çok güzel bayram mesajları okudum.
Bu güzel mesajları yayınlayan saygı değer milletvekilleri onun iki büyük eseri tehdit ve tehlike altındayken nasıl oluyor da sessiz kalarak olanları seyredebiliyorlar diye hayretler içinde kaldım.
Bugün iktidarı elinde bulunduran AKP yönetiminin Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetle sorunları olduğu, ondan rövanş almak için yanıp tutuştukları gün gibi ortada.
Onun ikinci büyük eserim dediği, devletten evvel var olan, devleti kuran Cumhuriyet Halk Partisi’nin şimdiki yöneticilerinin AKP yönetiminin işini kolaylaştırır şekildeki tutum ve davranışlarına, CHP’lilerin nasıl sessiz kaldıklarını anlayabilmiş değilim.
Bugün CHP’yi yönetenler, Avrupa Konseyi üyelerinden sadece dördünün çekincesiz imzaladığı Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na Türkiye’nin koyduğu çekincelerin tümünü kaldıracağını söyleyebilmektedirler.
Aynı CHP yöneticileri, ana dilde eğitimi bu ülkede sorun olmaktan çıkaracaklarını açıklamaktadırlar.
Bu Cumhuriyet Bayramında kutlama mesajları yayınlayan Cumhuriyet Halk Partili Saygı değer Milletvekillerinin,geçmiş dönemler parti yöneticilerinin, bu devleti harp meydanlarında, kan ve göz yaşıyla kuranların yırtıp attıkları Sevr antlaşmasını okumalarını kendilerine öneririm.
Onu okurlarsa, bugünkü parti yönetiminin Yerel Yönetimler Özerklik Şartına Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldırarak ve ana dilde eğitimin önünü açarak Sevr’i hayata geçirmek isteyenlerle aynı paralelde olduklarını görürler.
Yerel Yönetimler Şartı’na Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldırmak demek, idari ve mali özerklik tanımak demektir.
Bunu kim istemektedir, etnisiteyi anayasaya sokmaya çalışan etnik bölücülük yapan Kürtler ve yarı aydınlar ile onların sırtını sıvazlayan ABD ve AB ülkeleri.
Sevr antlaşmasının 62. Maddesi Kürtlere yerel özerkliğin tanınacağını “Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu Andlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde “  diyerek belirtmiştir.
Aynı Andlaşmanın 64.  maddesinde  ise bu özerkliğin tanınmasından bir yıl sonra plebist yapılarak Türkiye’den bağımsızlıklarını isteyebileceklerine yer verilmiştir.
Ana dilde eğitim de yine Sevr’in 147. Maddesinde düzenlenmiştir.
Sevr’de bile “giderlerini kendileri ödemek üzere” denmesine rağmen, şimdi bölücüler, bu hizmeti devletin yapmasını istemektedirler.
CHP yöneticileri de buna destek olmaktadırlar
Ayrıca Andlaşma aynen bugün de istedikleri şekilde  ilk, orta,lise ve yüksek okulda ana dilde eğitim hakkı vermektedir.
İçerdeki tetikçileri ve destekçileri de Kürtçenin şimdilik (!) yardımcı ders olarak okutulabileceğini söylemektedirler.
Kimsenin ve hele CHP Milletvekillerinin biz SEVR’İ bilmiyorduk demek hakları yoktur.
Bütün bu olup bitenlere sessiz kalarak ve fakat kapalı kapılar arkasında parti yöneticileri hakkında ileri geri konuşanları veya iyice çürüsünler diye bu olan biteni sessizce, “kuzuların sessizliğine” bürünerek seyredenleri tarih affetmeyecektir.
Bu yapılanlar tamamıyla Sevr’i uygulamaya koyarak, Lozan’ı fiilen yürürlükten kaldırmak çabasıdır. Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yapanlardan  öç “almaktır.
Kimler sayesinde?
Malesef basit milletvekilliği hesabı yapan, geçmişte ve şimdi milletvekilliği ve parti yöneticiliği yapmış ve yapan CHP’liler sayesinde.
Size baktıkça Sevr’i yırtıp atıp, Lozan’ı yapanları hatırlıyorum” demek yetmemektedir.
 Artık ayağa kalkıp Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurtarmak zamanıdır. Zira Cumhuriyet Halk Partisi kurtulmadan Türkiye kurtulmayacaktır. 
Yaşananları basit bir milletvekilliği uğruna sessizce seyreden şimdiki ve geçmiş dönemler milletvekillerinin sessizliğine, o büyük önderi unutturma çabalarına rağmen, onu unutmayan, Atatürkçülüğün geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğü olduğuna inanmış milyonların Cumhuriyeti bayramı kutlu ve mutlu olsun.


         

26 Ekim 2014 Pazar

AMAÇ ÜZÜM YEMEK DEĞİL BAĞCI DÖVMEK


Kemal Kılıçdaroğlu, kendisine Cumhurbaşkanı’nın Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna katılıp katılmayacağının sorulması üzerine “Hayır. Resepsiyonlara çok fazla ilgi göstermiyorum. İkincisi, biz Cumhurbaşkanı ile olan ilişkilerimizi çok resmi tonda tutacağız. O bir resepsiyon, özel davet. Özel davete icabet etmeyeceğiz. Çankaya’da da olsa gitmeyecektik” diyerek cevapladı.
Geçtiğimiz Cuma günü de Parti Meclisi toplantısında  yaptığı konuşmada “Oraya gitmeyin, giderseniz kirlenirsiniz” dedi
Bu cevaplarda dikkati çeken husus “Israrla bir Cumhuriyet duyarlılığı gösterilmemiş, buna vurgu yapılmamış olmasıdır.”
Bunun kadar vahim bir durumda, Kılıçdaroğlu’nun resepsiyonla, özel davet arasındaki farkı ayıramamasıdır.
“Kabul” anlamına gelen “Resepsiyon’un (reception) ayırt edici niteliği “resmi” bir tören olmasıdır.
Töreni düzenleyen makam, resmi bir vesileyle, misafirlerini ve onların tebriklerini “kabul” eder.
Yani bu davet Tayyip Erdoğan’ın yaş günü kutlaması olmadığı için özel davet değildir.
Oysa Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda “Cumhuriyetin kuruluşunun yıl dönümü vesilesiyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına  tebrikler kabul edilecektir.”
Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle düzenlenen resepsiyon (kabul töreni), Ankara’da Cumhurbaşkanı’nın, illerde ve yurtdışındaki Büyükelçiliklerde Cumhurbaşkanı’nın  temsilcisi olan valilerin ve büyükelçilerin düzenledikleri en önemli devlet törendir.
Ana muhalefet partisi Genel Başkanı, sembolik değeri çok yüksek olan bu önemli devlet törenine,  “resepsiyonlara fazla ilgi göstermiyorum”, ya da “Oraya gitmeyin kirlenirsiniz”  gibi gayri ciddi bir nedenle değil,  “Tayyip Erdoğan ve arkadaşları Cumhuriyetin değerlerini yok ediyorlar, bu nedenle Cumhuriyet bayramı resepsiyonuna katılmayacağım demiş olsaydı,  Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanına yakışan,  saygın bir tavır takınmış olurdu. Zira, Cumhuriyet Halk Partisi Cumhuriyeti kuran partidir.
Bu açıklamaların hatadan kaynaklanmadığını, bilinçli bir davranış olduğunu düşünüyorum.
Zira; Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihi ile sorunu olduğundan, bir Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın Cumhuriyeti savunması noktasında göstermesi gereken duyarlılığı göstermediği gibi, imkan buldukça da ona meydan okuyor.
Hatırlayacaksınız Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhuriyetin söylemi olan “Tunçeli” ni değil, Cumhuriyetten öç alırcasına, ağalığın, derebeyliğin, feodalitenin söylemi olan “Dersimi” kullanıyor.
Ben Dersimli Kemalim” de diyerek Cumhuriyete meydan okuyor.
Kendisine sormak lazım “Sen Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna  katılmayarak “Aksaray’ı mı protesto ediyorsun, yoksa Cumhuriyeti mi?
Kılıçdaroğlu’nun amacı Cumhuriyete sahip çıkmak değil, söz dalaşında bulunmak.
Asıl  amacı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.
Sadece  bu mu?
Daha söylenecek, yazılacak neler var ama bu sütun yetmez.
                        DÜZELTME
23 Ekim 2014 tarihli “CHP’yi Bitirmek mi İstiyorsunuz” başlıklı yazımda geçen ”CHP vakıf yapılsın diyen 10 Aralık hareketi” mensupları cümlemle ilgili olarak CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhan Şenatalar telefon etti.
Kendisinin ve kendisiyle beraber 10 Aralık Hareketi’nin sözcüsü olan Süleyman Çelebi’nin böyle bir cümle sarf etmediklerini, hareket içinde başka birilerinin söylemiş olabileceğini  söyledi.
Aynı zamanda “Tutum Belgesinde” “Türk vatandaşlığı” kavramının çıkartılması ile ilgili bir düzenleme de  olmadığını ileri sürdü.
Ben de bu açıklamalara  burada  aynen yer veriyorum.
Ancak bu konulardaki cevap ve değerlendirme haklarımı da saklı tutuyorum.  





22 Ekim 2014 Çarşamba

CHP’Yİ BİTİRMEK Mİ İSTİYORSUNUZ?


Hafta başında gazetemiz Aydınlıkta  deneyimli gazeteci Zihni Erdem’in bir haberi vardı.
Haberde, CHP kapatılsın vakıf haline getirilsin tezini savunan, “10 Aralık Hareketi” mensubu iken şimdi CHP Genel Başkan Yardımcısı olan Burhan Şenatalar’ın koordinasyonunda bir heyetin hazırladığı, seçim bildirgesine temel teşkil edecek “Tutum Belgesi” adlı taslak hazırlandığı, bu taslakta, anadilde eğitimden tutunda, özerklik şartı ve Anayasadaki  “Türk vatandaşlığı” kavramının çıkarılması ve tanımın değiştirilmesi önerisinin de yer aldığı, farklı kimliklerin anayasal güvence altına alınabilmesi için “anayasal yurttaşlık ilkesi” ve “nötr bir yurttaşlık tanımı”  üzerinde uzlaşılması gerektiği vurgusunun yapıldığı belirtiliyordu.
Bu haberde yer alan düşünceler, düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde, HDP ve onunla aynı paralelde düşünen kişi ve kurumların görüşü olarak dile getirilirse, kabul etmesek dahi demokrasinin gereği “onlarda düşüncelerini dile getiriyorlar” der geçeriz.
Ama bu söylemler CHP içinden gelmeye başlayınca, insanın aklına, bugüne kadar yaptıkları ve içinde bulundukları siyasi hareketlerde en ufak başarıları olmayan, ortak özellikleri  CHP düşmanlığı olan bu kişilerin, CHP’yi bitirmek için CHP içine Truva Atları örneği sokuldukları geliyor.
CHP’nin öncelikle bunlardan, bu  “Altı Ok” düşmanlarından kurtulması gerekmektedir.
CHP’yi kuranlar, Kemal Kılıçdaroğlu partinin başına getirilinceye kadar bu partiyi yönetenler ve bu partiye oy veren milyonların içindeki çok ufak bir grup hariç hiç kimse, bu “Tutum Belgesinde” ileri sürülen hususları  kabul edemez.
CHP etnik farklılıklar üzerine politikalar oluşturulmasını kabul etmez, gerçek CHP’liler buna izin vermemelidirler.
Farklı kimliklerin anayasal güvenceye kavuşturulması, anayasal yurttaşlık gibi kavramlar, etnik kimlikler üzerinden siyaset yapmaktır.
CHP’nin devlet anlayışı, devletin bütün etnik kimliklerin, din ve mezhep farklılıklarının üzerine çıkarak, ,insanı odak yapan yaklaşımın ortaya konmasıdır.
CHP, her etnik kökenden yurttaşımızın kendi ana dilini kullanmasına, öğrenmesine karşı değildir. CHP farklı etnik kökenden gelen insanlarımızın ana dillerinin eğitimine, ulusal birliği ortadan kaldıracağı için karşıdır.
Farklılıklara hoşgörü gösterilmesi başkadır, o farklılıkları  kalıcı kılacak , kurumsallaştıracak adımları atma çabası başka şeydir.
CHP’nin misyonu eşit yurttaşlık, laik demokratik cumhuriyeti savunmak ve devamlı surette bunu  vurgulamak olmalıdır.
Ülkeyi bölünmeye götürecek bu adımlar ve hem de CHP tarafından atılırken, CHP’lilerin buna sessiz kalmasını anlamak mümkün değildir.
Bir dönem CHP de Genel Başkanlık yapmış olan, Altan Öymen, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, hatırlanacaktır, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a parti iyi yönetilmiyor diye mektup vermişlerdi.
Şimdi bu eski Genel Başkanlar, bu yapılanları benimsemekte midirler, partinin getirildiği noktadan memnun mudurlar acaba?
Parti ve dolayısıyla savunmasız kalan ülke “sayenizde bir uçuruma gidiyor” şeklinde bir mektup kaleme alıp bunu Kılıçdaroğlu’na vermeyi, onu uyarmayı hiç düşündüler mi?
Belki de bizler gibi, ulusal bütünlükten yana olanlar yanlış düşünüyoruzdur, o zamanda çıkıp Türk halkına, CHP seçmenine “Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibi çok başarılıdır, doğru yoldadır” deyin, tabii vicdanınız ve yüreğiniz yetiyorsa.
Ama hala 2015 de seçim var ne olur ne olmaz diye düşünüyorsanız, sizlere yer yok beyler, sade sizlere mi?
Hayır, şuanda milletvekilliği yapanlara da yer olmayacak, onların yerlerine de daha çok TR-705 ler, Faik Tünay’lar, cemaatin saygın kişileri getirilecek, sizin gelip gelmemeniz de önemli değil de CHP eriyor.
Sokaktaki insan “Bu CHP değil ki” diyor, farkında mısınız?
Bu sizi hiç rahatsız etmiyor mu? Vicdanınızı sızlatmıyor mu?
Partiyi yönetenler, sizde CHP’yi bitirmek mi istiyorsunuz?
Eğer cevabınız “evetse “Evet Atatürk’ten ve onun Altı Okundan kurtulmak istiyoruz, deyin, olsun bitsin, herkes yoluna gitsin.

  


19 Ekim 2014 Pazar

KOLAY MI DÜNYA LİDERİ OLMAK?


Geçtiğimiz hafta Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği için yapılan oylama ülkemiz açısından hüsranla sonuçlandı.
Türkiye üçüncü turda ancak altmış oy alarak, ağır bir hezimete uğradı.
Demokrasiye inanıyorsak bu tür yarışmaların sonunda kaybedilebileceğini de peşinen kabul etmek gerekir. Bu dünyanın da sonu değildir ama üzücü de olduğu muhakkaktır.
Üzücü olan bu sonucu öngörememiş olmak ve kaybedilecek yarışa ısrarla ve uluslararası kuruluşlarda yerleşik davranış kurallarına aykırı olarak devam etmektir.
Birleşmiş Milletler Genel Kururlunda Tayyip Erdoğan’a karşı takınılan tutum, o konuşurken salonun boşalması, bu sonucun habercisi idi.
Ya diplomatik kaynaklarımız bu durumu öngörüp Cumhurbaşkanı’nı uyarmadılar, (Başbakanı bilerek yazmadım zira o sadece gölge bir görevli) ya da uyardılar fakat dünya liderliği kendisinden ve çevresinden menkul Tayyip Erdoğan bunu kabul etmedi.
Para verilen, insani yardım yapılan  bir çok ülkenin bize oy vereceği yanlış hesabına kapılındı.
Kendisini Ortadoğu’nun lideri zanneden Tayyip Erdoğan çok uzun zamandan beri gelişen olayları doğru okuyup değerlendirecek birikime sahip olmadığı için bu vahim sonucu göremedi.
Basına da yansıyan haberlere göre, oylamaya yakın günlerde Suudi Arabistan, Mısır, İsrail, ABD ve Yunanistan Türkiye’nin aleyhine kulis faaliyetlerinde bulunmuşlar.
Bunu hiç yadırgamamak lazım.
Zira, Arap Milliyetçiliğinin bir gerçek olduğunu bilip kabul etmek gerekir.
Elbette Arap dünyası ile yakın ekonomik ve kültürel ilişkilerin arttırılmasına, gerek coğrafi yakınlık ve gerekse tarihsel nedenlerle özel önem verilmelidir.
Ama bu ilişkiler geliştirilirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin  kurucularının cepheden cepheye koşarken edindikleri ve Tayyip Erdoğan bu ülkeyi yönetmeye başlayıncaya kadar, bu ülkeyi geçmişte yönetenler, Arapların içişlerine karışmamayı, Araplar arası ihtilaflarda taraf olmamayı bir devlet politikası olarak benimsemişlerdi.
Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye bu deneyimleri göz ardı ederek, Arapların içişlerine müdahaleye, Araplar arası ihtilaflarda taraf olmaya başlayınca, Türkiye  o coğrafyadaki bütün saygınlığını yitirdi.
Ne tarihsel bağlılık ve ne de din kardeşliği kaldı.
Bir bakın Ortadoğu coğrafyasında kavgalı olmadığımız kaç ülke var. Irak Suriye ve Mısır’ın içişlerine müdahale ediyoruz. Suriye ve Mısır da Büyükelçimiz bile yok. Mısır’la aracılar vasıtasıyla görüşerek Büyükelçi ataması yapmaya çalışıyoruz, adamlar kabul etmiyor.
Komşularla sıfır sorundan, sıfır dosta evrildik.
Hani Tayyip Bey  Filistin’e gidecekti, oradaki barış görüşmelerinde adımız bile geçmiyor.
Tayyip Bey sayesinde kimse o masanın etrafında bizi görmek istemiyor. Yokuz sadece Ortadoğu’da mı, hiçbir yerde yokuz.
Yalnızlaştık, uluslararası ilişkilerde yapayalnız kaldık, bunu da “değerli yalnızlık” diye halka yutturmaya çalışıyoruz.
Olimpiyatları Japonya’ya , İzmir’in aday gösterildiği Expo’yu  BAE kaptırdık.
ABD’ye Fettullah Gülen’i bana iade et diyoruz, basına sızan haberler doğruysa, onlar adamı Beyaz Saray’a davet ediyorlar.
Sen kendi ülkende, muhaliflerini susturmak için  Hitler dönemi yasalarına benzer yasalar çıkartmaya çalışırsan, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırırsan, hukuk devletinden kanun devletine dönmeye çalışırsan, demokrasi insan hakları diyen ülkeler sana hiçbir yerde  destek vermezler, nitekim de vermiyorlar.
Kendi ülkesinde insanları taraf haline getiren, mezhepçiliği ön plana çıkartan bir yapıya dünya barışında geçici de olsa söz hakkı niye versinler.
Birisi dünya da Saygın olmayı, Atatürk gibi Cemiyet-i Akvam’a üye olmak için başvurmamasına rağmen, üye olmaya  davet edilmek olduğunu Tayyip Bey’e  anlatsın.
Anlatılsın ki, Tayyip Erdoğan, Dünya’daki durumunun hani “Hababam Sınıfındaki” sportif hiçbir kabiliyeti olmayan, başarıları da kendinden menkul, espri konusu beden hocası “Body Ekrem’e” benzediğini anlasın.















15 Ekim 2014 Çarşamba

SORUN AYDIN SORUNU

      
Bu ülkede güven içinde yaşamak istiyorsak, hukukun üstünlüğüne hep beraber ve her şart altında sahip çıkmalıyız.
Bu nedenle son günlerde bazı mahkemelerce verilen gizlilik kararları toplumun aydın kesiminde haklı olarak tedirginlik yaratmaktadır.
Devlet hangi nedenle olursa olsun suçu ve suçluyu koruyamaz, korumamalıdır.
Yargıda şeffaflık sağlanamaz ise bazı kesimler, bugün olduğu gibi bunu kendi çıkarları uğruna hemen istismar ederler.
Nitekim, Güneydoğu Anadolu da son günlerde işlenen bazı cinayet davalarına getirilen yayın yasağı insanlarda “Ne oluyor gene faili meçhuller mi başlıyor?” kaygısını uyandırdı.
Bu kaygıya çanak tutan İçişleri bakanı olan zatın olaylar karşısında “Misliyle cevap alacaklar”, sözde Başbakan’ın “bir toma yerine on toma” gibi, hukukun üstün olduğu iddia edilen  demokratik bir ülkede söylenmemesi gereken sözlerde neden olmaktadır.
Suça ve suçluya devlet misliyle cevap vermez, suç işleyeni kulağından tutar bağımsız yargının önüne çıkartır. Yasalar çerçevesinde cezasını verir.
Devlet olmanın gereği budur.
Elbette bu tür hukuksuzluklara karşı en sert tepkiyi vereceğiz.
Ancak bugün yurt içinde haklı olarak hukukun üstünlüğünü savunan bir kısım “ilim adamı!” aynı hassasiyeti uluslararası ilişkilerde hemen göz ardı edebilmektedirler.
Devlet içeride ne kadar hukuka uygun davranmak zorunda ise, uluslararası ilişkilerinde de o kadar hukuka uygun davranmak zorundadır.
İçeride hukukun üstünlüğünü savunan aydınlar, “bilim adamları!” yazarlar, çizerler uluslar arası ilişkilerde de aynı duyarlılığı göstermek zorundadırlar.
2005 yılında, o tarihteki ABD Dışişleri Bakanı Condollaze Rice bir konuşmasında “Yeni bir Ortadoğu şekillendireceğiz. Fas’tan Pakistan’a yirmi iki devletin sınırlarını değiştireceğiz” dediği  zaman, bu ülkenin  hukukun üstünlüğünü savunan aydınları, “bilim adamları!” yazarları, çizerleri, “Dur bakalım sen hangi hak ve yetkiyle böyle bir açıklama yapıyorsun” dediler mi?
Demediler. Çünkü kafalarının gerisinde, toprak bütünlüğü ortadan kalkmış, İran, Irak ve Suriye BOP projesinin hedefi olan büyük Kürdistan vardı.
O nedenle buna hiç ses çıkartmadan, ellerini ovuşturarak, keyifle seyir ettiler. Irak bölündü, istedikleri Kürdistan özerk bölgesi kuruldu, şimdi sıra Suriye’de, orası da bölünsün, orada da bir Kürdistan özerk bölgesi kurulsun.
Suriye yönetimine karşı, AKP iktidarı oradaki muhalif gruplara her türlü silah yardımını yaparak, Suriye’deki iç çatışmayı körüklerken, siz bu ülkenin ilim adamı kılıklı şarlatanlarının buna karşı çıktığını hiç duydunuz mu?        
 Milletlerarası hukuk bir egemen devletin iç işlerine müdahaleyi ne zamandan beri, bizim toprak bütünlüğümüze saldırı olmadığı sürece ve Birleşmiş Milletler kararı olmadan,  hukuka uygun sayıyordu?
Bu ilim adamı kılıklı şarlatanlar o zaman hiç hukukun üstünlüğünden söz etmediler.
Şimdi Türkiye’den, ilişkilerimiz iyi olur kötü olur, ama bir egemen devlete karşı hasmane tutum içinde bulunmamız, oradaki terör örgütüne insan ve silah göndermemiz, en azından oraya gidecek “savaşçı ve üçüncü ülkeleri gönderdiği silahların geçirilmesine göz yumulması  isteniyor.
Anayasaya aykırı bir şekilde, Ceza kanunumuza göre suç sayılan bir fiili işlememizi istiyorlar ve bunu yaparken de hukukun üstünlüğü, hukuka saygı onları hiç ilgilendirmiyor.
Bunlar diledikleri gibi konuşuyorlar, tek taraflı yalanlarla kamuoyunu yanıtlıklarını zannediyorlar.
Bunu görüp, bunu bilip bunları ona göre dinlemek ve okumak gerekiyor.
İçinde yaşadığımız dönemin sorumluları elbette ufkun ötesini görmekten  aciz olan siyasilerdir.
Ama bu ülkenin asıl sorunu, aydın namusuna sahip olamamış aydınlardır.

Gerçek aydın aleyhine bile olsa doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, güçlünün hukukundan değil, hukukun üstünlüğünden yana olan  insandır.

12 Ekim 2014 Pazar

MARŞ MARŞ MEMEDİM MARŞ MARŞ


Yanlış anımsamıyorsam, geçenlerde dostum Bekir Coşkun, büyük devletleri küçük adamlar yönetti mi sorun çıkıyor diye yazmıştı.
Ne de doğru söylemiş, şu konuşanlara bakın.
Tayyip Erdoğan Başbakan iken “Suriye bizim içişimiz”,  Ondan görevi devralan Davutoğlu da Dışişleri Bakanı olarak “Suriye’ye kayıtsız kalamayız”  demişti.
Birkaç gün öncede Ana muhalefet partisi Genel başkanı Kılıçdaroğlu  çıktı “Tezkereyi yenileyelim, Kobani ile sınırlayalım, oraya girip İŞİD’i def edelim” diyebildi.
Kimin söylediğini bilmesek, bölücüler söylüyor zannedeceğiz.
Hiçbir ciddi devlet adamı, kendi ülkesinin toprak bütünlüğüne tehdit oluşturacak bir gruba doğrudan veya dolaylı olarak destek verecek bir açıklamada bulunamaz. 
Bütün bu söylemler ibretliktir, ibretlik.
Bizim Anayasamızın “Savaş Hali İlanı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin başlıklı 92. Maddesinin 1. Cümlesi  “Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde….…”  demektedir.
Demek ki Türkiye’nin egemen bir ülkeye savaş ilan etmesi, asker göndermesinin  temel şartı, Milletlerarası hukukun meşru sayması halidir.
Suriye özelinde nedir Milletlerarası hukukun meşru saydığı haller?
Öncelikle Suriye’den Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, rejimine  yönelik bir saldırı olması ve bu saldırının da ciddi olması gerekir.
Bizim topraklarımıza Suriye tarafından ateşlenen top ve havan mermisi düşmesi gibi münferit olaylar değildir uluslararası hukukun kabul ettiği meşruiyet şartı.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun  14.121974 tarihinde 3314 sayılı kararında saldırı: Bir başka devletin egemenliğine, ülke bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı ya da Birleşmiş Milletler andlaşmasına aykırı bir biçimde silah kullanma, olarak tarif edilmiştir.  
Diğer meşruiyet şartı nedir?
Birleşmiş Milletler kararı olmasıdır.
Böyle bir karar da var mı?
Yoktur.
O zaman hangi hukuki gerekçeye dayanarak Türkiye Ayn-El Araba(Kobaniye) müdahale edecek.
Devleti yönetenler, yönetmeye talip olanlar ciddi ve hukuka uygun davranmak ve konuşmak zorundadırlar.
Uluslararası  hukukun meşru saydığı haller oluşmadan, Suriye hangi hakla,  nasıl oluyor da senin iç işin oluyor. Sen egemen bir devletin rejimine silah kullanarak nasıl müdahale edeceksin, ya da B.M kararı olmadan ABD istedi diye  bazı muhalif grupları eğitip donatacaksın.
Biz onun bunun tetikçisi miyiz?
Yarın senin iç işlerine, rejimine dışarıdan bir saldırı olursa, aynı hasmane davranışlar sana karşı yapılırsa  o zaman ne diyeceksin.
Ayn-El Arap, oradan her kimden gelirse gelsin, ülke bütünlüğüne yönelik bir saldırı olmadığı sürece bizim sorunumuz değildir.
Ayn-El Arap’ta İŞİD’den kaçan bütün sivil halk Türkiye’ye sığınmıştır. Orada şu anda terör örgütleri İŞİD elemanlarıyla PKK’nın uzantısı olan PYD militanları kalmıştır.
İki terör örgütünün Türk toprakları dışındaki çatışması, ülke topraklarına sıçramadığı sürece Türkiye’nin sorunu değildir.
Ne zamana kadar.
Oradan Türkiye’ye bir saldırı oluncaya veya Birleşmiş Milletler karar alıncaya kadar.
Birleşmiş Milletler karar alır, uluslararası koalisyon oraya eşit oranlarda asker verir, Türkiye’de gereğini yapar.
Onlar “Bravo Capitano” diye bağıracak, Memedim orada şehit düşecek.
Hem de kimin için, “T.C s…… git” diyebilen kişilerin  oradaki uzantıları için.
Hadi canım sende.
Geçtiğimiz günlerde bir AKP yetkilisi Türkiye’nin Suriye’deki muhaliflere her türlü yardımı yaptığını, sanki doğru bir şeymiş gibi anlattı.
Düşünebiliyor musunuz, söylenen hem iç hukukumuza ve hem de uluslararası hukuka göre suç.
Yarın bir başka devlet Türkiye’deki terör örgütlerine “her türlü yardımı”  yaparsa ne diyeceksiniz.
Siyasilerin ister cehaletinden, ister gözünü bürüyen oy ihtirasından deyin, saçmalamalarına alıştık, ama asıl vahimi, başlı başına bir kuvvet, bir rehber bir okul olan basının anlaşılmaz bir şekilde gerek iç hukukumuza ve gerekse uluslararası hukuka aykırı bu söylemler hakkında  hiçbir eleştiri yapmadan yayınlıyor olmalarıdır. 

   



8 Ekim 2014 Çarşamba

BİN SEKİZ YÜZ ADIM


CHP Genel başkan yardımcılığına getirilen Mehmet Bekaroğlu, Genel Merkez binasında Mescit açılacağını duyurmuş.
Bunun sebebi “mütedeyyin” halk kitleleri ile barışmakmış.
Diğer bir deyişle, laikliğe karşı mesafeli durmak, kutsal din duygularını sömürerek siyaset yapmak, siyasi prim getiriyormuş. OLMAZ OLSUN O SİYASİ PRİM. 
CHP’nin bu kararını alkışlayanlara bakın, tüm laiklik karşıtı olanlar olduğunu göreceksiniz. Sadece bu bile atılan adımın ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymaktadır
CHP için Laiklik, “ulusal bütünlük ile iç barışın, çağdaşlık ile bilimselliğin temel taşıdır.Bu anlayışla, siyasetin dini istismar etmesine kesinlikle karşıdır.”
Bu CHP’nin programında vardır.
CHP Atatürk’ün ilke ve devrimlerine bağlı, her alanda  yenilenme ve değişimi içselleştirmiş bir partidir.
CHP bu davranışı ile AKP’ni kuyruğuna takılmış, Kurultayından geçmiş parti programını yok sayarak din istismarcılığı yapan bir konuma düşmüştür.
Yani AKP’den hiçbir farkı kalmamıştır.
Aslının olduğu yerde taklidine oy vermezler.
Ancak acı bir gerçekle karşı karşıyayız. O da CHP’deki “eksen kaymasının” bilinçli bir davranış olduğudur.
Çok iyi bilindiği üzere emperyalistler, Atatürk ve onun ilkelerinden hiç hazetmezler. Her fırsatta onun tasfiye edilmesini isterler.
Nitekim 1996 yılında CİA görevlisi Samuel Huntington, uzun soluklu bir çağdaşlaşma projesi olan Atatürkçülük ve laiklikten vaz geçilmesini Türkiye’ye önermiştir.
Sadece önermekle kalmamış adım adım bu projelerini hayata geçirilmesini sağlamaya başlamışlardır.
AKP, bu düşüncenin bir ürünüdür. Ama tek başına ülkenin Ilımlı İslam’a kaymasını sağlayamazdı.
Bu nedenle Türkiye’de laikliğin en büyük teminatı, milletvekili sayısına bakılmaksızın, CHP olduğuna göre CHP’ye de çeki düzen vermek gerekirdi.
Onun için bir kaset operasyonuyla CHP’deki yönetim değişikliği ve sonrasında yaşananlar, Türkiye’nin laiklikten koparılarak Ilımlı İslam’a yönelmesinin önündeki  önemli bir kilometre taşıdır.
Bu başarılmıştır.
CHP’de  sadece yönetim değişikliği kafi görülmemiş, kadro devşirmesi de yapılmıştır.
Mehmet Bekaroğlu, bunun son örneğidir.
Mehmet Bekaroğlu’nun CHP’ye devşirilmesi, getirilip Genel Başkan Yardımcısı yapılması, Alman Yeşiller Partisine, küresel ısınma diye bir sorun yoktur, o üç beş çevrecinin söylemidir, diyebilen bir siyasetçiyi üst düzey göreve getirmek gibidir.
Bu Bekaroğlu, CHP Genel Merkezi’nde “Mescit” açılacağını duyurmuş.
CHP Genel Merkezi’nden en yakın Cami’ye bin sekiz yüz adımla gidilebilmektedir.
Metre olarak bin dört yüz metredir.
Bu şunu ortaya koymaktadır ki; sorun bir ibadet sorunu değildir, sorun, kutsal din duygularını siyasete alet etmektir.
Din ve vicdan özgürlüğü sadece Sünni Müslümanlar için mi söz konusudur?
Alevi Müslümanlar ne olacaktır?
Bu partiye gönül vermiş, Hıristiyan, Musevi vatandaşlarımız ne olacaktır.
Bu CHP’nin parti programında yer alan “İslam’ın farklı mezheplerine  farklı yaklaşmaması” “İnançlar ve mezhepler karşısında eşit durma” ilkesine aykırıdır.
 Zira; laiklik tarafsızlıktır.
Bu işin din ve vicdan özgürlüğü sorunu, ama en az onun  kadar vahimi, bekli de daha da vahimi, böyle bir çirkinliğe sessiz kalanların davranışıdır.
Bugün konuşmayacaksınız da ne zaman konuşacaksınız.
Dün başı sonu bilinmeyen açılıma destek verildiği zaman sessiz kaldınız, ülkenin bugün geldiği nokta ortada, ülke kan gölüne döndü, bir çok yerde sokağa çıkma yasakları ilan ediliyor,  bu sizleri hiç mi rahatsız etmiyor?
Atatürk büstleri parçalanıyor, bayraklar indirilip yakılıyor, okullar, bankalar yakılıyor yağmalanıyor.
Çürümeyi beklerseniz, ülke elden gidecek, ondan sonra bir yerler sizlere altın tabak içinde sunulsa da bir faydası yok.
Sizin bu davranışınız, halkta  umutsuzluk yaratıyor.
Eğer bu ülkenin kurtuluşu, CHP’nin kurtuluşuna bağlı ise o zaman olayları sessizce seyretme hakkınız olamaz.

  




1 Ekim 2014 Çarşamba

DIŞ POLİTİKA’DA ESARET


Geleneksel Türk dış politikası, Araplar arası ihtilaflarda taraf olmamak, Arapların içişlerine karışmamak üzerine kurulmuş idi.
Yıllar boyu iktidarlar değişse bile bu hiç değişmemişti. Bu yapılırken asıl amaç komşu ülkelerin toprak bütünlüklerini koruyarak, o coğrafyada bir kaos yaşanmasını önlemektir.
Komşu bir ülkede kamu nizamı çökerse orada oluşan olayların, hemen yanındaki sınırdaşı ülkeleri etkilememesi mümkün değildir.
Ne zaman ki AKP iktidar oldu, Arapların içişlerine  karışmama prensibinden vaz geçilerek, Arapların içişlerine, “büyük ağabey”edasıyla müdahale edilmeye başlandı.
Tayyip Erdoğan’ın yıllarca “kardeşim” dediği, beraber yaz tatili geçirdiği, müşterek Bakanlar Kurulu toplantıları yaptığı Esad’ın bir anda büyük bir kıyıcı olduğunu, halkına zulüm ettiğini keşfetti.
Mavi Marmara olayı ile yitirdiği prestijini, Suriye’de kazanacağını düşünerek,  Suriye’de muhalifleri desteklemeye başladı.
Bunu yaparken de “mezhepçi” bir politika izledi.
ABD ve AB ülkeleri “aşırı gruplara” gider endişesiyle “ılımlı” olarak niteledikleri gruplara bile silah yardımı yapmaz iken, Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın kaprisi ve öngörüsüzlüğü nedeniyle, Esad’ı üç günde devirip, Şam’da namaz kılmak ham  hayaliyle hiçbir ayırım yapmaksızın bütün Esad muhaliflerini silahlandırdı ve onlara lojistik destek verdi.
Başarıyla sayemizde Suriye kan gölüne çevrildi.Şu ana kadar onbinlerce insan öldü milyonlarca insan yerinden yurdundan, topraklarından oldu.
Tevatür o ki, Türkiye’nin yaptıkları insanlık suçu oluşturuyordu. Nitekim, Başkan Obama, 2012 yılı Ağustos ayında Tayyip Erdoğan’la yaptığı telefon konuşması sırasında, elinde beyzbol sopası tuttuğunu gösterir fotoğraflarını, diplomatik nezaket kurallarını da aşarak Dünya basınına servis ettirdi.
Bununla da yetinmedi, Mayıs 2013 de iki ülke heyetleri arasında yapılan görüşmeler sırasında, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a dönerek “Suriye’deki radikallere neler yaptığınızı biliyoruz” diyerek tam argo tabiri ile “fırçaladığı” Amerikan basınına sızdırıldı.
Obama’nın bunu durup dururken söylemediği muhakkakı, Aralık 2013 de ünlü araştırmacı gazeteci Semour Hersh yayınladığı makalesinde, Şam’da yüzlerce sivilin öldüğü kimyasal saldırının Suriye muhalifleri tarafından gerçekleştirildiğinin saptandığını yazdı ve 2014 Nisan’ında da, bu kimyasal saldırının Türk Hükümeti’nin sağladığı bileşenlerle gerçekleştirildiğini yazdığı yeni makalesinde bunun ses kayıtlarının bulunduğunu belirtti.
ABD Dışişleri Bakanı Kerry CNN İnt TV kanalına verdiği demeçte, Türkiye’yi kast ederek, bazı bölge ülkelerinin, muhalif gruplar içinde “çürük yumurtalar” olacağını düşünmeden “Esad’ın çok kısa bir süre içinde devrileceği ümidiyle” bütün muhalif gruplara yardım yaptığını açıkladı.
ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Riccardone, Türkiye’nin aşırı dinci El-Nusra örgütüyle çalıştığını bildiklerini açıkladı.
Bu arada Almanya’nın Türkiye’deki siyasetçi ve bürokrat bir çok kişiyi dinlediği basına yansıtıldı.
Bu tür bilgiler basına, muhatap ülkeye, yani Türkiye’ye göz dağı vermek için servis edilir.
Gerek ABD ve gerekse Almanların davranışları Türkiye’deki bir çok  siyasetçilye ve ama özellikle de AKP’li yöneticilere ve bürokratlara “dediklerimiz yapmazsanız bu iş mahkeme de biter” tehdidir.
Bu kadar  net açıklamalar gösteriyor ki, son üç yılda yabancı devletlerin elinde, devletin en üst kademesinden başlayarak, bir çok siyasetçi ve bürokratı ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti devletini çok zor durumda bırakacak  görüntülü ve sesli malzemeler var.
Durum böyle olunca, dış politikada esaret dönemi başlamıştır. Bu büyük bir ulusal güvenlik riski oluşturur.