9 Haziran 2020 Salı

İÇİ BOŞ BİR SÖZ: DEMOKRATİK MÜCADELE



AKP/MHP bloğunun önümüzdeki kısa dönemde, Türkiye'yi totalitarizm batağına tamamen sokacağından kaygı duyulan yasal düzenlemeleri TBMM'den geçireceği haberleri medyaya yansıdı. Bu düzenlemeler arasında bekçiler, barolar, meslek kuruluşları, İş Bankasındaki CHP hisseleri, siyasi ve seçim yasalarında değişiklikler gibi düzenlemelerden söz ediliyor.
Bunlara ilaveten, aniden gündeme getirilerek sonuçlandırılan bir hamleyle üç milletvekili hapse gönderildi.
CHP yönetiminin geçmiş muhalefet performansı, önümüzdeki kısa dönem için hiç ümit vermiyor.
CHP yönetiminin 10 yıldır aldığı not kocaman bir "sıfır"dan ibarettir. Muhalefet adına bütün yaptıkları, laf üretmek ve çıkarılan yasaları Anayasa Mahkemesi'ne taşımaktan ibarettir. 
CHP yönetiminin 10 yıllık karnesindeki başlıkların bazılarına hızla bakalım..
 Girdikleri her seçimden ve halk oylamasından yenilerek çıktılar. 
 Eğitim sisteminin defalarca değiştirilmesi ile ilgilenmediler. Devrim yasalarından olan ve Anayasa'nın koruması altında bulunan Eğitimin Birleştirilmesi yasasının delinmesine, orta öğretimde öğrencilerin yaygınlaştırılan imam eğitimine zorla yönlendirilmesine seyirci kaldılar. Mağdur velilerle birlikte hareket ederek engelleme yapmak akıllarına gelmedi.
TSK'nın vatansever, Cumhuriyet'in kurucu değerlerine bağlı kadrolarının balyoz, Ergenekon gibi "davalarla" yok edilmesine etkin ve eylemli muhalefetle engel olmadılar.  15 Temmuz darbe girişimi sonrası harp okullarının kapatılması, TSK'nin komuta bütünlüğünün tamamen dağıtılması, yüzlerce yıllık geleneği olan askeri tıp kuruluşlarının ortadan kaldırılması ile ilgileri laf üretmek ötesine geçmedi.
Seçimler ve halk oylamaları öncesinde ve sırasında yapılan bütün hileleri ve anti-demokratik uygulamaları sineye çektiler ve böylece bunlara meşruiyet kazandırdılar. 
Otoriter rejimi de aşarak, totaliter bir rejimin adım adım tesis edilmesi heveslerine engel olamadılar.
Cumhuriyetin on yıllar içinde biriktirdiği varlıklar ve fabrikaların satılıp savrulmasına ve elde edilen paraların yandaşların cebine hortumlanmasına engel olmadılar.
Ülkenin kıt kaynaklarının, betona gömülmek yerine, üretime ve verimli yatırıma kanalize edilmesi için sonuç alıcı hiçbir eylem ve politika geliştirmediler.
Bir toplumsal demokratik tepki örgütleyerek, anayasal laiklik ilkesine eğitimde ve bütün kamusal alanlarda harfiyen uyulmasını sağlamadılar, sağlayamadılar. Bu sayede Diyanet İşleri başkanının devlet işlerine laikliğe aykırı müdahalelerinin önünü açmış oldular.
Fetullah'çı cemaatin devletin kılcal damarlarına kadar sızmasını seyrettiler. Kendi kadrolarını bile cemaatçi sızmalara karşı korumadılar.
Yoksulluğun "sadaka düzeni" yerleştirilerek vakıflar ve cemaatler üzerinden "yönetilmesi" yerine, anayasal sosyal devlet ilkesine uygun olarak, yoksulluğun devlet öncülüğünde ortadan kaldırılması için gayret göstermediler.
Bir siyasal ve ekonomik felaketle sonuçlanabilecek olan Suriye (ve daha sonra Libya) macerasına AKP'nin balıklama dalmasına mani olmadılar. Sınırların elek haline getirilip dünyanın eli kanlı bütün cihatçı teröristlerin Suriye'ye geçmesine karşı halkı bilinçlendirerek etkili muhalefet yapmadılar. Toplumsal yapımıza tehdit oluşturacak milyonlarca Arap Suriyelinin ülkemize dolmasını seyrettiler. Silahlı müdahalenin kılıfı olarak TBMM'ne getirilen tezkerelere, aldatmayı göremeden, "evet" oyu verdiler.
Dış politikanın ABD ve Rusya arasında savrularak itibar kaybedilmesi CHP yönetiminin ilgi alanına ancak "lafta" girebildi.
Bütün bu gelişmeler olurken CHP genel başkanı ve yöneticilerinin ağızlarından düşürmedikleri bir söz var: "Demokrasi içinde mücadeleyi sürdüreceğiz".
Bu, içi boş bir sözdür. Mücadele elbette "demokrasi içinde" yapılmalıdır.
 Ve de öyle olması gerekir ama sorun, o "mücadele"nin hangi meşru siyaset yöntemleri ile yapılacağı sorunudur.
Merhum Süleyman Demirel'e ait olan güzel sözlerden birisi mealen şöyledir:
"Ne yapılabileceğini anlamak için, nelerin yapılamayacağını görmek gerekir" 
CHP yönetimi, muhalefet etmek için onca yıldır uyguladığı siyasi yöntemlerin hiçbir etkisinin olmadığını, yani, nelerin yapılmaması gerektiğini artık görmüş olmalıdır. "Demokratik mücadele"nin hangi etkili değişik yöntemlerle yapılabileceğini hala anlamıyorlarsa, Türkiye'nin geleceği için ümitli olmak maalesef çok zordur. 


5 Haziran 2020 Cuma

ÖNGÖRÜSÜZLÜK



Milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması tartışmalarının yapıldığı günlerde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Bir defaya mahsus olmak üzere tüm dokunulmazlıkların kaldırılması önümüze gelirse evet diyeceğiz demişti.
Anayasaya sadakat yemini etmiş bir siyaset adamının, böyle bir şey söylemesi mümkün değildir. Ama Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı bu sözü söylemiş ve Cumhuriyet Halk Partili Milletvekillerinin büyük çoğunluğu Meclisteki oylama da buna destek vermişlerdir.
Bu davranış, Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz diyen Turgut Özal mantığıdır.
Hep yazıp, söylediğimiz gibi, milletvekili dokunulmazlığı yani yasama dokunulmazlığı, milletvekillerine sağlanan kişisel bir ayrıcalık değil, parlamentonun bağımsızlığına bütünlüğüne ve de özellikle muhalefet partilerinin korunmasına olanak veren kamu yararına yönelik bir güvencedir.
Nitekim bu güvenceye anayasamızda o kadar önem vermektedir ki, diğer meclis kararlarının aksine dokunulmazlığın kaldırılması kararları aleyhine Anayasa Mahkemesine başvurulabilmektedir.
Yargı bağımsızlığının olmadığı bir ülkede bu güvence her zamankinden daha da önemlidir.
İşte Kemal Kılıçdaroğlu, bu tehlikeyi görememiştir. Bugün Enis Berberoğlu, Musa Farsioğlu ve Leyla Güven’in  yaşadıkları bu öngörüsüzlüğün eseridir. 
Topluca dokunulmazlıkların kaldırılması ile  milletvekillerinin kendilerini savunma hakları ellerinden almıştır. Meclis İçtüzüğünün 134. Maddesine göre dokunulmazlığının  kaldırılması istenen milletvekili isterse hazırlık komisyonunda, karma komisyonunda ve genel kurulda kendisini savunabilme hakkına sahiptir. İşte bu ellerinden alınmıştır.
Artık bu anayasaya aykırı olduğu bilinen bir işleme destek verdikten sonra, bugün yapılanlar, söylenenler, timsah göz yaşlarıdır.
Bir kısım milletvekilleri şimdi ya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “hak ihlali kararı verirse ne olacak” diyorlar.
Anayasanın 84. Maddesinin 2. Fıkrası kesinleşmiş mahkeme kararının genel kurula bildirilmesiyle, milletvekilliğinin düşeceğine amirdir.
Anayasaya aykırı bir işlemi sizin desteğinizle Meclisten geçirmiş bir iktidar partisinin bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararını bekleyeceğini mi zannediyorsunuz. Eğer hakikaten böyle bir beklenti içine girdiyseniz, acınacak haldesiniz demektir.
Yargıyı emir komuta zinciri içine almış, basını susturmuş bir iktidardan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının sonucunu beklemesini istemek, saflık ötesi olur.
Öngörüsüzlük, aymazlık sadece bu anayasaya aykırı olduğunu bildikleri bir düzenlemeye evet demekle sınırlı değil.
Berberoğluna yaptırılan  o açıklamayı, Kılıçdaroğlu bir Salı gurup toplantısında kendisi yapabilirdi, ya da Berberoğlu Meclis çatısı altında yapabilir. Kürsü muafiyetinden istifade edilebilinirdi.
Tabii bunları beklemek çok safça oluyor. Yüksek Seçim Kurulunda yedek üyelerinde asil üyeler gibi bütün kararlara katılıp oy vermelerine-ki bu da anayasaya aykırıdır-bir kompleks sahibinin telkinleriyle göz yumar hatta destek verirseniz  bugün yaşananlara tepki vermenizi anlamak mümkün değildir.
İşte bugüne kadar anayasaya aykırı işlemlere göz yumarak ülkenin geldiği nokta budur.
Akla, hırsızın hiç mi kabahati yok, öz deyişini getirebilir, bunu söyleyebilmen için hırsıza karşı tüm tedbirleri almış olman gerekir. Hem yardım edip hem de ağlama hakkınız olamaz.
Geriye doğru bir bakın bugünlerde yaşadığımız olumsuzluklarda katkılarınız olduğunu göreceksiniz.
Anayasa bir kere delinmeye başladığı zaman nerede duracağı belli olmaz.Bugün yaşananlar işte tamda odur.
Bugünleri öngöremediniz. Bir kere de öz eleştiri yapın Türk siyasi tarihine belki böyle geçersiniz.
 
   







2 Haziran 2020 Salı

ATATÜRK’Ü İÇTENLİKLE ANMAK




Belki sizlerde de dikkat ettiniz,geçtiğimiz  Cuma akşam Ekrem İmamoğlu Tele 1 TV Uğur Dündar'ın programındaydı. Hakkını teslim etmek lazım, ne zaman söz Atatürk'e gelse İmamoğlu'nun da gözleri parlıyor, İstanbul'da Atatürk'ü "yaşatmak" için neler yapacağını içtenlikle anlatıyor. Bu tavrı beni çok etkiliyor.
Konu bir ara, hava limanından Atatürk adının silinmesinden sonra, İstanbul'da hiçbir büyük eserde Atatürk'ün adının kalmadığına geldi. Programa katılan Yılmaz Özdil, bunun büyük bir eksiklik olduğuna değinerek, yeni hava limanına Atatürk isminin taşınabileceğinden söz etti. İmamoğlu da bunun tartışılması gerektiği mealinde bir cevap verdi.
Gerçekten, pistlerinin tahrip edilmesi, hastane yapılması ve hastaneye bir doktorun adının verileceğinin açıklanmasından sonra, İstanbul'da "Atatürk Havalimanı" havalimanı olmaktan çıktı ve dolayısıyla Atatürk adıyla anılan bir tesis kalmamış oldu. Bu durumda bence, şimdilik "İstanbul Havalimanı" olarak adlandırılan yeni havalimanına Atatürk adının taşınması için güçlü bir çağrı yapmanın tam zamanıdır. 
Böyle bir girişim, tahmin edilecek ismi vermek için uygun zamanlama kollayan iktidarı zora sokar. 
Ankara Palas üzerinde de ayrıca biraz durmak gerekiyor. 
Bilindiği üzere Ankara Palas birkaç yıl öncesine kadar Dışişleri Bakanlığı uhdesinde "Devlet Konuk Evi" olarak hizmet görmekteydi. Atatürk'ün isteği üzerine 1920'lerin sonlarında inşa edilmiş, o zamana göre çok çağdaş, bizzat Atatürk'ün modern şehir hayatından örnekler gösterdiği, yabancı konuklarını ağırladığı bir tesisti. Bu niteliği dolayısıyla, Atatürk ile özdeşleşmişti. 
Dışişleri Bakanlığı, bütün maddi imkansızlıklarına rağmen, Atatürk'ün hatırasına saygıda kusur etmemişti, Ankara Palas'ı yaşatmaya çalıştı. Palas'ın kabul alanlarındaki duvarları Atatürk'ün verdiği davetlere ilişkin fotoğraflarla süslendi. Atatürk'ün kullandığı ve ihtimamla korunan mobilya parçaları büyük salonun kordonla ayrılmış bir köşesinde muhafaza edilirdi.
Maalesef, Atatürk'ün aziz hatırasına yapılan hoyratça saldırılardan Ankara Palas da kurtulmadı. Dışişleri Bakanlığı bünyesinden alınıp "Külliye"ye devredildi. Bu yapılırken, birilerinin aklına, Atatürk'ün aziz hatırasına saygısızlık edilmemesi gerektiğini söylemek gelmedi. Palas'ın, bir süre dini toplantılar düzenlenmek için kullanıldığı duyuldu. Son olarak etrafı kalın örtülerle çevrilmiş durumdaydı. Örtünün arkasında Palas'a ne yapıldığı da hiç merak konusu olmadı. İnşallah arkasından bir görgüsüzlük anıtı çıkmaz.
Tıpkı, Ankara'da yine Atatürk ile özdeşleşmiş, Söğütözü bağ evinin, AOÇ Merkez Lokantası'nın ve aklımıza şimdi gelmeyen başka mekanların Atatürk'den koparılırken yine o birilerinin tepkisiz kalmaları gibi.
Adaylıklarından başlayarak, bir kısım partili tarafından kökten CHP’li değiller diye eleştirilen Yavaş ve İmamoğlu'nun Atatürk'ü içtenlikle anmaları çok duygulandırıcı oluyor doğrusu.
İktidarın anma günleri de sadece siyasi şova dönüşüyor. İstanbul’un fethini böyle göstermelik etkinliklerle kutlayacaklarına şehrin münasip bir noktasına örneğin kız kulesinin olduğu noktaya, Atatürk’ün arzusuna uygun bir Fatih anıtı yapabilirlerdi, ama bunu Atatürk’ün arzusu olduğu için yapmamışlardır Artık bu saten sonra   yapsa yapsa onu İmamoğlu yapar.
O Atatürk’ün hatırasına saygı duyduğu için bunu yapar. Nitekim ”Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün bir vasiyetini yerine getirmek bizim için onurdur. Atamızın örnek bir tarihi lider olarak gördüğü Fatih Sultan Mehmet Han'ın heykelini şehrimize yakışır bir noktada ve şekilde hayata geçireceğiz.". demiştir.
Mansur Yavaş’da Atatürk Orman çiftliğinden kiraladığı tarım alanı üzerinde, Ankaralı çiftçiye dağıtmak üzere “yem tohumu” üretmeye başladı.
Atatürk’ü anmak böyle kalıcı iz bırakıcı davranışlarla olur. İki başkanında yaptıkları, yapacakları Atatürk’e gerçek saygının işaretleridir.
25 yıldan yıldan fazla AKP’li belediye başkanlarının böyle bir şeyi düşünmemelerinin sebebi bunların  Atatürk’ün arzusu olmasından yani Atatürk düşmanlığından kaynaklanıyor olmasıdır herhalde.