26 Şubat 2019 Salı

TÜRKİYE'DE SİYASET BÜYÜK ÖLÇÜDE ÇÜRÜMÜŞ HALDE..



Türkiye'nin en köklü partisinin genel başkanının ve yakın etrafının dış kaynaklı bir "projenin görevlisi" oldukları söyleniyor. Sadece söylense yine iyi, halkın geniş bir kesimi buna kesin olarak kanaat getirmiş durumda...
Geçmişte bir çok politikacının "ABD yandaşı" olduğu iddia edilmiştir. Süleyman Demirel'e "Morrison Süleyman" lakabı bile takılmıştır. Ancak, Demirel'in bir proje olduğu söylenmemiştir. Nitekim, o "Morrison Süleyman" 1960'lı yıllarda ABD'nin haşhaş ekiminin yasaklanması baskısına direnebilmiş, 1970'lerde de ABD üslerini ambargoya tepki olarak kapatabilmiştir.
1971'de ABD baskısına direnemeyip haşhaş ekimini tümüyle yasaklayan Nihat Erim için de öyle bir yakıştırma yapılmamıştır.
Dış kaynaklı projenin uygulayıcısı gibi vahim bir yakıştırma yapılmış olmasına karşın, genel başkan ve etrafı hiç oralı olmuyor. Bu yerleşik kanaati silmek için en ufak bir gayret göstermiyor.
Türkiye'de siyaset, bütün yönleriyle (yasama, yargı, medya, asker/sivil bürokrasi, bütçe, istihbarat vb), bir partinin ve devletin tek çatı altında bütünleştiği rejimlerdeki gibi bir manzara gösteriyor. O tek parti dışında kalan bütün siyasi partiler, sisteme meşruiyet görüntüsü veren kenar süsleri olarak işlev görüyorlar.
CHP genel başkanı bu ortamda adil ve eşit seçim yapılamayacağını söylüyor; fakat, koşulları değiştirmek için gayret göstermeyeceklerini de açıkça ifade ediyor. Siyasi partiler mevcut olumsuz koşulları düzeltmek için vardır. Bu genel başkana "o zaman neden siyaset yapıyorsunuz" diye sorulmuyor. Aynı koşulların geçerliği olduğu geçmiş seçimlere girerken kazanacakmış gibi davranarak halkı aldattı. Sonuç hep hüsran oldu. Önümüzdeki seçimlerde ne olacağını göreceğiz.
Bir yanda da, zaten küskün olan seçmenini sandıktan iyice uzaklaştırmak için hangi yanlışları yapmak gerekiyorsa, onları yapıyor.
Kamuoyunda  tabelasından başka görüntüsü kalmayan DSP, CHP yönetiminin -muhtemelen kasıtla- yaptığı yanlışları fırsat bilerek o yanlışlardan nemalanmaya çalışıyor. DSP genel başkan yardımcısı, bu devleti kuran partinin "kapatılması ve tasfiye edilmesi gerektiğini" söylemeye cüret edebiliyor. Bu yapılanların siyasi ahlakla bağdaşmadığı açık.
Daha birkaç yıl önce terör örgütü ile masaya oturan ve cemaatle "yolları beraber yürüyen" AKP'nin genel başkanı, CHP'yi bu örgütlerden (Kandil'den ve Pensilvanya'dan) talimat almakla açıkça ve ısrarla suçlayabiliyor. "Çözüm sürecine" ve cemaatçilerin devlete doldurulmasına zamanında sert tepki koymak bir yana, aksine, yardımcı bile olan CHP yönetimi bu suçlamalara inandırıcı bir karşı duruş göstermekte acz gösteriyor. 
HDP, yine AKP genel başkanının iddia ettiği gibi gerçekten "terör örgütünün siyasi kolu" ise, bu partinin serbestçe faaliyet göstermesine neden müsamaha ediliyor, kimse açıklamıyor. CHP Genel Başkanı da bunu  dile getirmiyor.
Yakın geçmişte birbirleri hakkında ağza alınmayacak hakaretler eden iki genel başkan şimdi "ittifak" içinde hareket edebiliyor. Türkiye'nin en köklü ideolojilerinden birisine (milliyetçilik) dayanan ve kısa süre önce 50. yıl dönümünü kutlamakla övünen bir siyasal parti, ideolojik kökü dışarıda (müslüman kardeşler/ılımlı islam) bir başka partinin dümen suyuna sokulabiliyor.
Türkiye bütün yönleriyle sapır sapır dökülürken, dış politikası Suriye bataklığı üzerinden ABD ve Rusya'ya rehin edilmişken, muhalif siyaset neyi nasıl düzelteceğini halka anlatmak yerine, kişisel kavgalarla işi götürerek göz boyamaya çalışıyor.
Partililer arasındaki rekabette "para"nın, nepotizm’in (akraba kayırmacılık) yaygın şekilde kullanıldığı rivayetleri almış başını gidiyor.
Bu çürümüş siyasi yapı Türkiye'nin geleceği bakımından ümit vermiyor.Ama biz Atatürkçülere umutsuzluk yakışmaz, bu kötü gidişe dur diyecek olan yine de biziz.








22 Şubat 2019 Cuma

BU KADAR YANLIŞLIK HATA OLAMAZ.



CNN Türk muhabiri Ünal Kaya’nın aktardığına göre, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, belediye meclis üyeliklerinde, bazı isimlerin akrabalarının listelere yazıldığına ilişkin bilgiler edinince  listelerde genel başkan yardımcıları, milletvekilleri ve il başkanlarının herhangi bir akrabasının olup olmadığının incelenmesi yönünde talimat vermiş.
Böyle isimlerin tespiti halinde bu kişilerin istifasını isteyecek ve liyakate dayalı isimler listelerde yer bulacakmış.
Sayın Kılıçdaroğlu bu açıklama kulağa hoş geliyor ama bana çok inandırıcı gelmedi. Örneğin Ankara Çankaya kontenjan 2. veya  3. Sıra  Belediye Meclis üyesi adayının  sizinle veya çok yakınınız birisi ile akrabalık bağı var mı?
Eğer var ise her halde uygulamaya oradan başlayacaksınızdır. Ancak böyle biri listeye yazılmışsa sizin bundan haberiniz olmaması mümkün müdür? 
Hakikaten böyle bir aday var ise onun da istifası istenecek mi?
Ataşehir Belediye Başkan adayının eşi milletvekili ve aynı zamanda Merkez Yönetim Kurulu üyeniz değil mi?  Bu akraba kayırmacılığı yasağı, sizin hısımlarınız hariç diğer  Belediye Meclisi üyeleri için mi geçerli? Belediye Başkanları için söz konusu değil mi?
Önce atadığınız son dakikada değiştirdiğiniz belediye başkan adayları liyakatsiz oldukları için mi değiştirildiler. Eğer böyle ise, bu liyakatsiz adayları zamanında nasıl atadınız?
Burada evvela ilan edip sonra değiştirdiğiniz insanları hangi nedenle görevden alındıkları hakkında bir açıklama yapılmaz ise bu insanlar şaibe altında kalmayacaklar mıdır? Örneğin İzmir Buca Belediye Başkanlığı için önce bir isim açıkladınız, sonra hiçbir gerekçe göstermeden onu aldınız, yerine bir mesai arkadaşınızın Avukatını atadınız; gelişen tepkilerden sonra şimdi de o şahsı da istifa ettirmeye çalışıyorsunuz.
Bu Cumhuriyet Halk Partisi’ne hiç yakışmayan bir tutum.
Örneğin Ataşehir ve Maltepe Belediye Başkanları liyakatleri nedeniyle mi tarafınızdan seçildiler, yoksa sizi buna zorlayan başka nedenler mi vardı?
Örneğin Ataşehir Belediye Başkanı  kendisi ile ilgili görevden alma işleminin iptali hakkında ya da bu görevden alma işlemini gerçekleştiren kişi hakkında kişilik hakları ihlal edildiğinden bahisle dava açabildi mi? 
Açamadı.
O zaman neye dayanarak bu şahsı tekrar belediye başkan adayı yaptınız ki Merkez Yürütme Kurulunda bu şahsın adaylığı üstüne büyük tartışmaların yaşandığı söyleniyor.
Liyakat sahibi olduğu için mi bu şahsı tekrar belediye başkan adayı olarak atadınız, yoksa bizim bilemediğimiz sizce malum  başka bazı etkenler mi vardı?
Ayrıca, sizin iktidar tarafından görevden alınan belediye başkanlarınız kendilerini görevden alan iradeyle yargıda hesaplaşmadıkları sürece, siz görevden alınan AKP’li Ankara ve İstanbul Belediye Başkanları için niye hesap sorulmadığını dile getirebilirimsiniz.
Maltepe Belediye Başkan adayınıza parti tabanında büyük tepki olduğu; partililerin  İstanbul’dan Ankara’ya yürümeye başladıkları söyleniyor. O şahsın da istifasını isteyecek misiniz?
Pek zannetmiyorum, zira o kişinin zaman zaman çizmeyi aşarak tehditler savurduğu söyleniyor. Tabii buna ihtimal vermiyorum, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı bir partili tarafından tehdit edilemez, edilmemelidir.
Genel Başkan olduğunuz günden bu tarafa yaptığınız hatalar bir tarafa ama şu son yerel yönetim adaylarını belirlerken ki tutumunuz hepsinin üstüne tuz biber ekti.
Bu kadar yanlışlık hata ile yapılamaz. Tahmin ediyorum bunu bilerek ve isteyerek yapıyorsunuz. Evvela partiyi köklerinden kopardınız, öyle bir kopardınız ki; bölücü severler, AKP yanlıları   “Artık Cumhuriyet Halk Partisinin değiştiğini, ulusalcılıktan vaz geçtiğini” söyleyebilmekteler.
Bu sizi memnun edebilir ama partiye gönül vermiş milyonları çok üzüyor.










19 Şubat 2019 Salı

AKP BU SEÇİMİ SAKATLAMAYA ÇALIŞIYOR.



1982 Anayasasının 79. Maddesi seçimlerin genel yönetim ve denetiminin yargı organlarınca yapılmasını anayasalaştırmış; bu madde kurulan Yüksek Seçim Kurulunu da, seçim uyuşmazlıklarının çözümünde nihai yetkili anayasal bir kurul haline getirmiş; Yüksek Seçim Kurulunun ve diğer seçim kurullarının  görev ve yetkilerinin kanunla düzenleneceği hükmünü getirmiştir.
Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkındaki 298 sayılı yasanın “Yüksek Seçim Kurulu” başlığını taşıyan 11. Maddesi  Anayasamızın 79. Maddesindeki Yüksek Seçim Kurulu’nun teşkil şeklini aynen tekrar ettikten sonra, bu maddenin 2. Fıkrasında, Anayasanın 79. Maddesinden farklı olarak  Yüksek Seçim Kurulu üyelerinin görev süresi altı yıldır. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilir.” Hükmünü getirmiştir.
Yani Yüksek Seçim Kurulunun  üyelerini görev süresi seçim kanunda belirlenmiştir.
Bu kurulun üyelerinin görev süresi bir seçim kanunu olan Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkındaki 298 sayılı yasa ile düzenlendiğinden bu yasada yapılan değişikler Anayasamızın 67. Maddesinin sonuna 3/10/ 2001 tarih ve 4121 Sayılı yasanın 6. Maddesi ile eklenen, “Seçim Kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” hükmünü getirerek, çoğunluğu elinde bulunduran iktidarın her seçime giderken, seçimlerle ilgili yasalarda istediği gibi değişiklik yapmasını engellemeye çalışmıştır.
Çoğunluk yönetimini, çoğunluğun diktası zanneden ve her istediğini her istediği zaman, hiçbir sınırlamaya  tabii olmaksızın yapabilmek zanneden AKP İktidarı, anayasanın açık yasağına rağmen bunu dinlememiş ve Anayasayı çiğneyerek Yüksek Seçim Kurulu Üyelerinin süresini  27/12/2018 tarih ve 7159 sayılı yasa ile değiştirmiştir.
Akla,298 Sayılı yasaya göre, süresi biten üye tekrar seçilebilir ise görevde bulunan üyelerin süresini  uzatmakta ne mahsur var sorusu gelebilir.
7159 Sayılı yasa ile Anayasaya aykırı bir şekilde uzatma işlemi iktidar tarafından, yani parlamento çoğunluğunca yapılmıştır.
Yani İktidar çoğunluğu olmayan bir yetkiyi kullanmıştır. Buna sessiz kalmak bir başka tehlikeyi geri getirir. Şöyle ki:- AKP iktidarı bugün kendi lehine davranarak 16 Nisan referandumunda mühürsüz oy pusulalarını geçerli sayarak tam kanunsuz karara imza atan Yüksek Seçim Kurulu’nun süresini uzattığı gibi yarın da hoşlanmadığı kararlar veren Yüksek Seçim Kurulu üyelerinin görev sürelerin kısaltmaya kalkabilir.
Cumhuriyet Halk Partisi bu yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Açıkça Anayasaya aykırı bu kanun hakkında Anayasa Mahkemesi nasıl  ve ne zaman karar verecektir.
Tam kanunsuz karar verebilen bu Yüksek Seçim Kurulunun, seçimlerin dürüst olarak yapılmasını güvence altına alabileceği konusunda, 16 Nisan referandumunda mühürsüz oy pusulalarını geçerli sayması nedeniyle, kamuoyunda ciddi endişeler yaşanmaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin 31 Marttan sonra bu konuda bir karar vermesinin hiçbir anlamı kalmayacaktır. O nedenle bu başvuruyu gecikmeksizin gündemine alıp, acilen inceleyip Anayasaya aykırı bu yasayı iptal etmelidir.
1982 Anayasası da, aynen 1961 anayasasında olduğu gibi, seçimlerin yönetim ve denetimini tarafsız yargı organına vermekle, seçimlerin dürüstlüğünü güvence altına alacak çok önemli bir ilke getirmiştir. Bu önemli ilkenin zedelenmemesi için Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda hassasiyet göstermesi zorunludur.

15 Şubat 2019 Cuma

31 MART ORTAK HEDEF YAPILMALIDIR



Cumhuriyet Halk Partisi  2010 öncesi dönem Genel Başkan yardımcılarından Yılmaz Ateş bir yazılı açıklama yaptı. Müsaadesini alarak onu siz değerli okuyucularımızla paylaşıyorum.
Açıklama şöyle:
“Cumhur ittifakını oluşturan  partiler, 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere odaklanırken yönetimin adaylaştırma sürecinde parti içinde yarattığı tahribatla kamuoyunda tartışılması ve sürecin halen sonuçlandırılmamış olması, iktidar uygulamalarından memnun olmayan çevrelerde üzüntüyle karşılanmaktadır.
CHP  yönetimi, halkın sorunlarına çözüm olacak projelerle kamuoyu karşısına çıkmak yerine kişi odaklı muhalefet, toplumsal açılımlar yerine popülist kişi transferleri, partiyi bugüne taşıyan politika ve kadroları dışlamayı tercih etmiştir. 2010 yılından beri bu anlayışla girilen bütün seçimler kaybedilmiştir. İzlenen yanlış politika ve uygulamaların hesabının görülmesi talepleri, bir sonraki seçim öne çıkarılarak “Aman partiyi yıpratmayalım, zarar görmesin, iktidarın ekmeğine yağ sürmeyelim” Gerekçesiyle hep ertelenmiştir. Ertelemeler partiyi kimliğinden kadrolarından uzaklaştırmıştır.
Bu yönetimin işbaşına gelmesinde katkıları olan kadrolar dahil bu yanlış uygulamalara tahammül edemez duruma gelmişlerdir. İlçe, İl. Belediye Başkanları, Parti Meclisi üyeleri. Genel Sekreter görevlerinden, bir kısmı da partilerinden istifa etmişlerdir. Eski Genel Sekreter kamuoyuna “ Liyakat ve emek dikkate alınmadan, bireysel yakınlığa dayalı adaylaştırma yapılmıştır .“ Açıklamasını yapmıştır.
Parti Meclisi (PM)’nin onay vermediği isimleri Genel Başkan aday yapmıştır. PM, kurultaydan sonra en yetkili organdır,  Genel Başkanın  üstündedir. Demokratik kurumlarda hiçbir makam sınırsız yetkilerle donatılmamıştır, hiçbir makam tüzük ve yasaların vermediği yetkiyi kullanamaz.
Örgütlere gönderilen bir önerge ile üyeler tarafından “eğilim yoklaması” ile seçilen  Belediye ve İl Genel Meclisi Üyeleri’nin değiştirileceği ifade edilmektedir. Umarım böyle bir uygulamaya gidilmez.
Demokratik teamüller, , örgütler, emek, liyakat, temiz toplum özlemi parti içinde birliktelik sağlanmadan, ilkeleri belli olmayan yapay ittifaklar, popülist adaylar CHP’yi başarıya götürmez.
Başta Genel Başkan olmak üzere yönetim, partiyi ayrıştıran uygulamalardan vaz geçerek, adaylaştırma sürecini bir an önce sonuçlandırıp Türkiye’nin aydınlık geleceği için 31 Mart’ı, demokrasi güçlerinin ortak hedefi haline getirmelidir.”
Aklı başında hiç kimse bu açıklama içinde söylenenlere itiraz edemez.
Parti Meclisi’nin onay vermediği isimleri Genel Başkan aday olarak atamıştır. Genel Başkanın bu davranışı (Führerprinzip) Führer ilkesini yani diktatoryal bir anlayışın hayata geçirilmesidir.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı kendisi Kurultaydan sonra en yetkili organ olan Parti Meclisi’nin reddettiği adaylarını aday olarak atarsa bu bir diktatoryal anlayışın göstergesi olur. O zaman nasıl dönüp Tayyip Erdoğan’ın davranışlarının demokrasi ile bağdaşmadığını söyleyebiliriz ki.
Bugüne kadar parti ilkelerini benimsememiş, hatta kendi politik çizgilerini tarif ederken “Ben Cumhuriyet Halk Partili değilim ama Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekiliyim” diyen ya da partinin kurucusu Ulu Önder Atatürk’e “Kefere” diyebilen, 2010 Anayasa değişikliğin sürecinde  üyesi olduğu partide “YETMEZ AMA EVET” dedirtmek için çaba sarf eden kişilerin Cumhuriyet Halk Partisi’ne hiçbir katkıları olmadığı gibi gerçek partilerinde eksen kaymasından ötür, partiye karşı mesafeli durmalarına neden olmuştur .
Sayın Yılmaz Ateş’in yaptığı açıklamanın tamamına katılmamak mümkün değildir. Açıklama da yazılan her şey bire bir doğrudur,    

12 Şubat 2019 Salı

AKILLI ÜST AKIL



Ahmet Hakan geçtiğimiz günlerde aynen şunları yazmış:
"EN aklı başında... Komploculuktan en uzak... Düzgün bir muhalefete ihtiyaç duyan...Hemen herkesten...Son günlerde en çok işittiğim cümle şu:
“Ben artık CHP’nin ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir proje olduğuna kesin olarak inanıyorum.”
Sözü edilen "proje"yi yazan "üst akıl"ın yurtdışında olduğunu söylemeye gerek var mı!
O üst aklın eli, NATO üyesi olduğumuz 1952'den beri ülkemizin içinden hiç çekilmedi. Dış ilişkilerimizi, iç-dış güvenlik, ekonomi, tarım, eğitim politikalarımızı, akla gelen her alanı yönlendirdi. Bazen uzaktan, dolaylı yönlendirme ile yetinmedi, 1960, 1971, 1980 askeri müdahalelerini teşvik ederek, Türkiye'nin rotasında doğrudan daha sert "düzeltmeler" yaptı. Son defa 2016'da darbeyi acemilerle işbirliği ile gerçekleştirmeye çalışınca, yüzüne gözüne bulaştırdı. Türkiye'yi aracıyla değil, doğrudan yönetme hevesi kursakta kaldı.
Dikkat edilirse, "başarılı" olan 1960 ve 1980 müdahalelerinde güçlü siyasi geleneklerin partilerinin kapatılması ve gençliğin siyaset dışına çıkarılması yoluyla, Türkiye'nin siyasi yapısının çökertilmesi, muhalif seslerin kısıtlanması, böylece, ülkemizin dış etkilere direnme gücünün kırılması hedeflenmişti. "Üst akıl" bunda başarılı da oldu. Bunun örnekleri için Evren'in kabul ettiği "Rogers Planı"na ve Özal'ın Türkiye'ye "armağanı" olan ve vahim sonuçlara yol açan "çekiç güç"e bakmak yeterlidir.   
Ne var ki, "üst akıl" bu başarıları sürekli kılmayı sağlayamadı. Kapatılan siyasi partiler veya onların yerine başkaları zaman içinde yeniden güçlü şekilde ortaya çıktılar. Muhalif siyasetler geleneksel güçlerini geri kazandılar. Oysa, Türkiye içindeki ve çevresindeki emperyalist projelerin gerçekleştirilmesi için iktidardaki ve muhalefetteki uysal siyasi yapının uzun zamana yayılmasına ihtiyaç vardı. 
AKP bu ihtiyacın ürünü olan bir "ılımlı islam" projesinin partisidir. Bu siyasi partiye üst üste seçim kazandırılarak, Türkiye'yi çok uzun süredir yönetmesi sağlanabilmiştir.
Fakat "üst akıl" bu defa sahiden "akıllı" davrandı. Sadece ülkeyi yönetecek kadroları projelendirmekle yetinmedi. Türkiye'nin demokrasi geçmişinde her zaman güçlü yeri olan muhalif siyasi yapılara da el attı. Bülent Ecevit'in son başbakanlığı döneminde gördüğü bu ihtiyaç, 1 Mart tezkeresinin reddi ile "olmazsa olmaz" hale geldi.
CHP'ne yapılan Mayıs 2010 operasyonu bu ihtiyacın karşılanmasını amaçlamıştı.
Nitekim o operasyondan sonra CHP adım adım "uysallaştırıldı". İç ve dış politikalar bakımından tamamen etkisizleştirildi. Türkiye'nin hemen tümüyle emperyalist güçlerin dümen suyuna sokmasına direniş göstermedi.
CHP, Deniz Baykal ve etrafındaki yurtsever, donanımlı, bağımsızlıkçı, dişli kadrolarla yönetiliyor olsa idi, sahte davalar üzerinden devletin ve TSK'nın çağdaş kadroları tasfiye edilebilir miydi? Eğitim dinci yapılara terk edilir miydi? "Çözüm süreci" kepazeliği yaşanır mıydı? Türkiye, Suriye macerasına batar mıydı? Laiklik rafa kaldırılabilir miydi? Seçimlerde ayyuka çıkan sahtecilik iddiaları karşısında hareketsiz kalınır mıydı?
Bu tablonun tümü değerlendirilirse, 2010 sonrası CHP'nin ve onu yönetenlerin "proje" olmadıklarını ve bir "görev" ifa etmediklerini söylemek mümkün mü?
Kuşkusuz okuyucu   daha iyi değerlendirir; ama, şimdiden görülebilen, 16 Nisan'da ve 24 Haziran'da küstürülen CHP seçmeninin önemli bir kesiminin tepki olarak sandığa gitmekten imtina edeceğidir. Parti yönetimi bu "küskünleri" kazanmak için en küçük bir gayret göstermiyor. Aksine, aday belirleme süreçlerindeki gelişmelerin bu küskünlüğü ve tepkiyi keskinleştirdiği görülüyor. Hal böyle olunca seçimlerin sonucunu tahmin etmek için kahin olmak gerekmiyor.
CHP tabanındaki (henüz fazla seslendirilmeyen) kanaat, yönetimdeki mevcut kadronun "görevini" 31 Mart seçimleri ile tamamlayarak sahneden çekileceği; ancak çekilirken, yerlerini kendileri gibi olanlara bırakmak için ne lazımsa yapacağı şeklindedir.
Çok geniş kitlelerin kendisinden artık tamamen ümit kestikleri ve haklı tepkilerin sebebi olan Kemal Kılıçdaroğlu seçimler sonrası görevi bırakacağını ve kurultay çağrısı yapacağını 31 Mart'dan kısa süre önce  açıklamaya zorlanabilirse, belki küskün kitlelerde bir hareketlenme olabilir.
Aksi halde durum hiç iç açıcı görünmüyor..


8 Şubat 2019 Cuma

TAYYİP ERDOĞAN’IN İŞ BANKASI HİSSELERİ TAKINTISI



AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın zamana kadar en iyi yaptığı iş, gündemi istediği gibi belirlemekti. Ama artık bunda eskisi kadar başarılı değil, zira geniş halk kitleleri indinde eski inandırıcılığını kaybetti.
Gene bu günlerde, bir ara gündemi değiştirmek için kullandığı, İş Bankası’ndaki Ulu Önder Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi’ne vasiyet ettiği hisselerin, hazineye devir edileceğini, sırf gündemi değiştirmek için  dile getirdi.
Bunu yapmasının tek sebebi vardır, o da Cumhuriyet Halk Partisi yönetimini tahrik ederek, sadece Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi’ne vasiyet ettiği hisselerin hazineye devrinin mümkün olup olmadığının tartışılması ve böylece enflasyon,hayat pahalılığı, açlık sınırı altında yaşayan milyonlarca ülke insanın durumu ve çarşı pazardaki yangının Cumhuriyet Halk Partililer tarafından konuşulmasını engellemektir.
Yoksa bu yolun bundan evvel iki defa denendiği ama hukuken mümkün olmadığının hukukçu danışmanlarının bunu  kendisine anlatmış olmaları lazım.
Ancak AKP Genel Başkanı bu yönde bir  açıklama yaparken sadece gündemi değiştirme çabası içine girmiyor,aynı zaman da haksız rekabet yaratıyor.
Demokrat Parti 1953 yılında çıkarttığı 6195 sayılı yasa  ile Atatürk’ün bağış ve vasiyetleriyle  partiye terk etmiş olduğu malları  haksız iktisap gerekçesiyle hazineye devretmişti.
Anayasa Mahkemesi bu yasayı 1963 yılında Anayasanın teminatı altındaki mülkiyet ve miras haklarını yok eden bir tasarruftur, diyerek iptal etmiştir.
Tayyip Erdoğan’ın TBMM deki AKP ve MHP grubundan çıkartılmasını istediği yasa, bugünde Anayasanın teminatı altındaki mülkiyet ve miras haklarını yok eden bir yasa olacaktır.
Sadece Anayasaya aykırılık teşkil etmeyecek, aynı zamanda İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin  korumasına dair sözleşmeye Ek 1 numaralı protokolün 1. Maddesine de aykırılık teşkil edecektir.
Tayyip Erdoğan’ın Anayasaya ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine aykırı olarak Meclisten beklediği yasa,  kamu yararına yönelik değildir.
Mülke yapılan her müdahale, ancak kamu yararı ve genel çıkarlar gerekli kılarsa haklı görülebilir.
Ulu Önder Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisinin kurucusu, dolayısıyla üyesi  ve ebedi önderidir. Atatürk, vasiyetiyle  maliki olduğu bütün nukut ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul bütün emvalini Cumhuriyet Halk Partisine  özel hukuk kural ve usullerine  uygun olarak  terk ve vasiyet etmiştir.
Tayyip Erdoğan’ın Meclisten AKP ve yandaşı MHP ile birlikte çıkartılmasını istediği yasa , Anayasamızın 35. Maddesinde  teminat altına alınmış mülkiyet ve miras haklarını yok eden bir tasarruf  olacaktır.
Böyle bir yasa, Anayasamızın 2. Maddesinde  belirtilen Hukuk Devleti ve Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayacağını söyleyen 11. Maddesine açıkça aykırılık teşkil edecektir.
Ben Tayyip Erdoğan’ın dile getirdiği Cumhuriyet Halk Partisinin İş Bankası’ndaki hisseleri hazineye devredilmesi gerektiği yolundaki söyleminin yerel seçimle arifesinde, pahalılılık, enflasyon ve yandaş kayırmaları konuşulmasın diye gündemi değiştirmek arzusundan başka bir şey olamaz.
Ayrıca bilerek ve isteyerek anayasayı, hukuku çiğnemek hiçbir siyasi iktidara  hayır getirmez.
Siyasilerin korkması gereken çoluğunun çocuğunun ve kendisinin ileride hesabını veremeyeceği servetleridir.

  

           



4 Şubat 2019 Pazartesi

BAŞARISIZ MI YOKSA GÖREVLİ Mİ?


                     
Yaşadıklarımıza çok gerçekçi yaklaşırsak, emperyalistler Sevr’in yırtılıp atılıp yerine Lozan’ın yapılmasını içlerine sindirememişler. O günden beri bunun rövanşını alma peşindeler.
1950 den beri yavaş yavaş Cumhuriyetin temel değerleriyle oynamaya başladılar. Bunda kısmen başarılı oldular, zaman zaman da geri adım attılar.
Kemal Kılıçdaroğlu Cumhuriyet Halk Partisi’nin başına geçinceye kadar, Cumhuriyete, Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan bundan hiç taviz vermeyen bir Cumhuriyet Halk Partisi vardı.
Ama AKP’nin iktidara gelmesinin ardından Cumhuriyet Halk Partisinde yaşanan yönetim değişikliği ile beraber bunu daha fütursuzca yapmaya başladılar. Nitekim yandaş medya yazarlarından biri çıkıp “Cumhuriyet bir parantezdi, şimdi bunu kapatıyoruz” diye yazabiliyor ve bu söylediğinden ötürü ne yasal ve ne de siyasal  en ufak bir tepkiyle karşılaşmıyor.
Ortadoğu’yu bölme planı olan BOP eş başkanlığını bir övünme meselesi yapan AKP yönetiminden bu tür davranışlara karşı bir tepki beklemek elbette hayalcilik olur.
Bu arada ekonomi çökmüş güya tarım ülkesi olan ülkede insanlar pazara çıkamaz olmuş, dış borç gırtlağa kadar, iktidar sahiplerinin şımarıkça harcamaları ortadayken, ana muhalefet partisi topluma umut vermiyor.
Devletten evvel var olan devleti kuran Cumhuriyet Halk Partisi o kadar sıradanlaşmış ki, topluma bir proje, bir program sunamayan günlük karşılıklı laf ebeliği yapmayı muhalefet yapmak zanneder hale gelmiş.
Durum böyle olunca, bu durumdan çok rahatsız olan gerçek Cumhuriyet Halk Partililerde tam ortadan ikiye bölündüler.
Bir grup, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ve yönetim kadrolarının yeteneksiz, beceriksiz oldukları için partinin topluma umut veremediğini söylüyorlar. Bu yeteneksiz, beceriksiz kadroları seçen görevlendirilen de Genel Başkan olduğu için sorumlunun Genel Başkan olduğunu ileri sürüyorlar.
Gerçek CHP’lilerin bir diğer yarısı ise  bugün Cumhuriyet Halk Partisinde oluşan  yapının bir proje olduğunu ileri sürüyorlar.
Bu tezi savunanlar, emperyalistlerin Ortadoğu’da kurmaya çalıştıkları yapının Türkiye ayağının önündeki en büyük engelin Sevr’i yırtıp atan Lozan’ı yapan Cumhuriyet Halk Partisi olduğunu bu nedenle istediklerine ses çıkartmayan, AKP’nin iktidarda kalmasını sağlayacak bir Cumhuriyet Halk Partisi yapısı kurduklarını söylüyorlar ve buna inanıyorlar.
Buna örnek olarak da, Partinin ve Devletin kurucusuna “Kefere” diyebilen, ayrıca özerklik yanlısı bir kişiyi, “ Ben Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekiliyim ama Cumhuriyet Halk Partili değilim” diyen bir diğer şahsı ve daha bunlar gibi bir çoğunu milletvekili, hatta Genel Başkan yardımcısı yapan bir Genel Başkan’ın proje olduğunu söylüyorlar.
Şimdi bir de buna Belediye başkan adaylarının seçimi eklenince bunların savı iyice kuvvetlenmiş oluyor.
Aday gösterilen Belediye Başkan adaylarına bakınca sanki bu söylenenleri nasıl haklı çıkartırız gibi aday tespitleri yapıldığını görürsünüz.
Hayatında hiç Halk Partili olmamış bir çok küçük bir partinin Genel Başkanı İstanbul’da bir ilçe Belediye Başkanlığına aday gösterilebiliyor.
Bu görüşü savunanların iler sürdüklerine Cumhuriyet Halk Partisi’nin kazanma şansının olduğu yerlerde benzer aday belirlenmesinin  yapıldığı söyleniyor.
Parti yönetiminin bu basiretsiz tutum ve davranışından ötürü, bugün Cumhuriyet Halk Partililer yönetim kadrolarının “BAŞARISIZ MI YOKSA GÖREVLİ Mİ?” olduklarını tartışıyorlar.










  

1 Şubat 2019 Cuma

SU-İ EMSAL MİSAL OLMAZ



Son günlerde haftalarda şişirme seçmen söylentileri o kadar yaygınlaştı ki, mezardaki isimlerin,  150 yaşındaki kişiler hala hayatta imiş gibi seçmen listelerine yazıldığı tespit edildi. Hatta tam kanunsuz karar vermekte bir beis görmeyen Yüksek Seçim Kurulu bile bu kişilerin seçmen listelerinden düşürülmesine karar verdi.
Bu usulsüzlükleri yapanların iktidara yakın kişiler olduğu ve böylece seçim sonuçlarına hile karıştırılacağı yönünde kamuoyunda bir kanı oluşunca, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan 1946 genel seçimlerinde ve 1947 Muhtarlık seçimlerinde de hile yapıldığını söyledi.
Yani 74 sene evvel olmuş ve bugün kimsenin o seçimlerde yolsuzluk yapılmadığını söyleyip savunmadığı olayları gündeme getirdi.
İsmet İnönü’nün kendisi, 1946 seçimlerinin kısmen hileli olduğundan yakınmıştır. CHP yanlısı yerel yöneticilerin dürüst davranmadığını farkına vardığında-burada özellikle , adını anmaksızın Cevdet Kerim’den söz ediyordu- bu şekilde davranan kişilerin ülkenin onuruna leke sürdüğünü ve bu olayın kendisine hakaret olduğunu söylemiştir.İnönü öfkeyle, CHP’nin “beş milletvekilliğini de” kaybetse ne değişeceğini soruyordu. (İsmet İnönü, Metin Heper, Tarih Vakfı Yayınları Eylül 1999 Sayfa 118-119)
Şimdi Tayyip Beyin de benzer bir açıklamayı, mühürsüz oy zarfları geçerli sayarak tam kanunsuz bir karar veren  Yüksek Seçim Kurulu  hakkında söylemesini bekliyoruz.   
Böyle bir açıklama yapmayacağı gibi, Recep Tayyip Erdoğan’ın zaman zaman böyle çok eski olayları da bugün yaşanan olumsuzlukları olağan göstermek için örnek gösterdiği hatırlardadır.
301 cana mal olan Soma Kömür ocağı faciası sonrasında da 1820 lerde Avrupa da da benzer faciaların yaşandığını söylemiş ve çok eleştiri almıştı.
Aslında bu tarz söylemler yanlışın kabulü anlamındadır.
İslam hukukunun Mecelle dışında kalan genel kurallarından biri de “Su-i emsal misal olmaz” kuralıdır. Yani kötü bir örnek, örnek olarak alınamaz.
“Su-i misal emsal olmaz” geçerli  bir hukuk ve mantık kuralıdır. Bunun anlamı, bir hareketi mâzur kılmak için o hareket gibi kötü olan veya suç teşkil eden başka hâdiseler örnek gösterilemez demektir.
1946 seçimlerinde usulsüzlük yapılmış olması 31 Martta yapılacak Mahalli İdareler seçimlerinde yapılacak usulsüzlüklerin mazereti olabilir mi?
Örneğin Soma faciasını takip eden günlerde gazetelere yansıyan bir fotoğraf vardı. Yere düşmüş madenci yakını bir vatandaşa tekmeyle saldıran bir danışman(!)vardı.
Şimdi insanlar bu çirkin ve vahşice davranışı örnek gösterip, muhaliflerine ya da karşıt görüştekilere tekme tokat saldırma hakkı mı kazanacaklar.
Ya da demokrasimizin en büyük zaaflarından biri de bir iktidar zamanında yapılan yolsuzlukların, usulsüzlüklerin yargı önünde hesabının sorulmamasıdır.
Şimdi yolsuzluk yapan bir kamu görevlisi yakalansa o da çıkıp canım eskiden de yolsuzluk yapılıyordu bunun hesabı hiç sorulmamıştı, o nedenle benim yaptığım suç değilmidir mi diyebilecek.
Hukuk devletlerinde böyle bir düşünce olamaz.
Demokrasinin tek kuralı zaman zaman ortaya sandık konması değildir.
Ama demokrasinin olmazsa olmazı insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğüdür.