30 Kasım 2018 Cuma

TEMİZ TOPLUM İÇİN TEMİZ SİYASET



12 Eylül askeri darbesinden sonra başlayıp bugüne kadar uzanan süreçte, üretmeden paradan para kazanmayı amaç edinen, her şeyin ölçütü olarak parayı alan, ahlaki değerleri hiçe sayan bir dönemde yaşıyoruz.
Bunu da devlet eliyle yaptık. Anımsayın ülkede görsel yayıncılığın devletin tekelinde bulunduğu dönemde, TRT ekranlarında davul çalarak “köşeyi dön” reklamı yapılabiliyordu.
Köşeyi dön de nasıl dönersen dön denirken, toplum ve devlet ahlakının yok edilmesine hep beraber seyirci kalındı.
İktidarların görevi halka hizmet etmektir. 12 Eylül sonrası başlayan çürüme devam ede geldi, bugün gelinen nokta  “Çalıyor ama çalışıyor” noktasıdır.
İktidar sahiplerinin çalışmalarının görevleri olduğu unutuldu. Birde bazı aklı evveller çıkıp “devri sabık yaratmayacağız” diye nutuklar atmaya başladı.
Bu ne yaparsanız yapın, sizden hesap sormayacağız demektir.
Uygar batı ülkelerinde bir iş adamından ufacık bir hediye aldı diye devletlerin en üst düzey görevlileri ya da yakınları hiç ayırım yapmadan yargılanıyorlar.
Bizde, bakan çocuklarının evinde para sayma makineleri, dört beş kasa, bir kamu görevlisinin evinde ayakkabı kutusunda ABD dolarları bulunuyor, bir bakan şaibeli bir işadamına “senin önüne yatarım” diyebiliyor ama bizde kimseye bir şey olmuyor.    
Yolsuzlukla suçlanarak istifa ettirilen bir bakan, “ben ne söylendiyse onu yaptım” diyor. Bu ülkenin muhalefeti bu konunun bile üzerine gerektiği kadar gidemiyor.
Üretmeden tükettik, paradan para kazanmayı özendirdik, bir dönem yurt dışından temin edilen ucuz kredileri üretime değil, toprağa, inşaata gömdük.
Bu yapılanlar çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda yaptığı yanlışların göz göre göre tekrarıdır.
Örneğin İmparatorluk iflasa giderken Dolmabahçe Sarayı, otuz birinci Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecit tarafından 1843-1856 yılları arasında 3 milyon kese altın harcanarak yaptırıldı….
Yap işlet devret modeli de yeni bir şey değil, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde de vardı.
Mahfi Eğilmez Hoca’nın, her insanın başucu kitabı yapması gereken “ Değişim Sürecinde Türkiye” kitabında anlattığı gibi “1883 yılında  Osmanlı Hazinesi , Fransız Vagon Lits şirketine,  İzmir-Aydın-Ödemiş  demiryolunun yapımı karşılığında yüz yıl süreli bir imtiyaz vermişti. Buna göre Vagon Lits bu yolu Osmanlı’dan bir bedel almadan yapacak ama karşılığında trenlere bir veya iki adet özel vagon ekleyecekti.Bu vagonlar trenin diğer vagonlarına göre çok daha lüks ve dolayısıyla pahalı olacak ve bunların geliri Vagon Lits’e ait olacaktı…..Vagonlar dolmazsa, Hazine boş kalan  yerlerin bedelini Vagon Lits’e ödeyecekti. 100 yıl süreli imtiyaz anlaşması  1983 yılında sona erdiğinde geçen 100 yıllık sürede bu yolla  Vagon Lits’e ödenen bedel , yapılan yolun bedelinin kat kat üstünde bir miktara ulaşmıştı”
Vagon Lits kazığı ne kadar da yolcu garantili hava alanı yapımlarına, hasta garantili hastane yap işlet devret modellerine benziyor.
1980’lerin ikinci yarısında Dünya Bankası tarafından bu  Türkiye’ye yeni bir şeymişçesine anlatılırken, kimse çıkıp, Vagon Lits olayı ile Osmanlıya atılan kazığı, Türk halkına   anlatmadı. Böyle olunca da bilgisiz siyasetçilerin ülkeye, daha doğrusu halkımıza yüklediği zarar halkımız tarafından anlaşılamadı, bilinemedi.
Özellikle son 20-30 yıl içinde yaşadığımız  bunalımlar, ekonomide ve politikada, temiz toplum, temiz siyaset adına ciddi yapısal değişikliklere ihtiyaç olduğunu göstermektedir; ve bu çok geniş kitle tarafından da kabul edilmektedir.
Toplumun temizlenmesi için, öncelikle siyasetçinin temizlenmesi gerekir. O nedenle, iktidara talip olanlar, kendilerine ve ekiplerine güveniyorlarsa “ devri sabık” yaratacaklarını, seçmene peşinen ilan etmelidirler. Etmelidirler ki, kendi kadroları da ilerde kendilerinden de hesap sorulabileceğini/sorulacağını bilerek davransınlar.











26 Kasım 2018 Pazartesi

KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ



Kadın ve Adalet Zirvesinde AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı, “Adaletin herkese hakkını vermek olduğunu” söyledikten sonra “Erkekle bayan 100 metreyi beraber koşsunlar, bu adalet olur mu ?” demiştir.
Atletizim sporu üzerinden verilen bu örnek hem yanlıştır ve hem de aldatıcıdır.
Dünya 100 metre kadınlar rekoru 10 saniye 49 salisedir. Türkiye de bu derecenin altında koşan erkek sayısı var mıdır varsa kaç kişidir bilemiyorum.Ancak asıl yanılgı kadın erkek eşitliğini kadın erkek aynıdır diye yorumlamaktır.
Bugünün dünyasında sözü edilen eşitlik, adale gücü değil, erkekler lehine yapılan her türlü ayırımcılığın  ortadan kaldırılmasıdır. Nitekim bizim anayasamızın 10. Maddesi 1. fıkrası “Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”   hükmünü getirmiştir.
Yani, bu Anayasa hükmüne göre, kadınlar ve erkekler  her türlü konuda eşittir. Bu hükmün muhatabı, Devlet organları, idari makamlar, kanun koyucusu ve kanun uygulayıcıları olduğuna göre, kadınlar ve erkeklere eşit iş fırsatı, eşit ücret, eşit hak, fırsat ve sorumlulukların verilmesini sağlamak Yürütme, yasama ve Yargının işidir.
Kadın hakim, avukat, savcı, bankacı, doktor, öğretmen, öğretim görevlisi, hatta asker, polis ve aklımıza gelen her işte erkeklerle beraber çalışabiliyorsa, bu eşitliğin adale gücüyle alakası olmadığı ortadır.
Aslında, kadın erkek eşitliği  Türk toplumu için bu çokta yabancı bir durum değildir. İslamiyet öncesi Türklerde kadın büyük ölçüde erkekle eşittir. İlk Türk devletlerinde devletin başı Hakan, eşi Hatun ile devleti beraberce yönetmişlerdir. Hatta erkeklerle beraber savaşlara bile katılmışlardır.
Onun için bugün Türk kadının istediği eşitlik, ev hayatında, iş hayatında eşitliktir, istenen budur.
Eşit işe eşit ücret istiyorlar, iş hayatında cinsiyetten önce liyakate bakılmasını istiyorlar. Bu konularda Cumhuriyet Türkiye’si büyük adımlar attı eksiklikleri olsa bile kadınlar lehine büyük kazanımlar sağlandı, ama bunlar elbette yeterli değil.
Kadınların çalışma hayatına girmelerinin önündeki engellerin  ivedi olarak kaldırılması gerekmektedir. zira; cinsiyet eşitliği ve kadın hakları ekonomik kalkınmanın temelidir.'
Kadına karşı yapılan her türlü ayrımcılığın, fiziksel ve psikolojik şiddete toplumun  büyük bir kesimi tarafından karşı durulmakla birlikte bazı kamu kurumları tarafından  bizzat devlet eliyle kadınların aşağılandığı bir gerçektir. Örneğin, Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek, 12 Eylül Faşist yönetimi tarafından kamu kurumu haline getirilen Türk Dil Kurumunca hazırlanıp, yayınlanan sözlükte  ‘oynak’, ‘taze’, ‘müsait’, ‘yollu’ gibi kelimelerin argo anlamlarının kadını aşağıladığı, küçük düşürdüğü gerekçesiyle Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğünden çıkartılmasına Ankara 6. İdare Mahkemesi tarafından karar verilmiştir.
Bu belki mutluluk ve umut verici bir gelişmedir  ama Ankara İdare Mahkemesi de bir yargı organıdır, ŞORT giydiği için otobüste Ayşegül Terzi’yi tekmeleyen Abdullah Çakıroğlu isimli yobazı   ilk celsede tahliye edilmesine karar veren  mahkeme de.
Bir kadının vatandaş olarak, insan olarak son sığınacağı yer yargı olduğuna göre, yargı organlarının bu konularda çok dikkatli davranması gerekmektedir. Kadına karşı şiddet uygulayanlara, tecavüzcülere ceza indirimleri yapan zihniyet olarak erkek egemen  yargı yerine, hukukun cinsiyetçilikten arındırmak modern normlara kavuşturmak ancak devlet yönetim ve zihniyetindeki bir değişim ile gerçekleşebilir.   


23 Kasım 2018 Cuma

İKTİDARA GİDEN YOL



Bir ulusun iler gitmesinin, siyasi partilerin “sağlam idealler” peşinde koşmasına bağlıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi kuruluş felsefesi ve hedeflediği muasır medeniyet seviyesini yakalayıp hatta üstüne çıkma ideali temiz ve sağlam bir idealdir.
Bu temiz ve sağlam idealler halka doğru anlatılabilinirse halk buna sahip çıkacak ve destek verecektir.
Onun için 1950 den bu yana tek başına iktidar olamamanın nedenlerini doğru değerlendirip, ona göre hareket etmek gerekir.
Eğer iktidara gelememenin günahı  geniş kitlelerin eğitimsiz olmasına  yüklenirse bu bir siyasi parti için yapılacak en büyük yanlış olur.
Bu geniş kitleler bizi anlamıyor kolaycılığıdır. Cumhuriyet Halk Partisi halkın sağduyusuna güvenmek gerekir.
1973 de 1977 seçimlerinde o günkü seçim sistemine göre “0” barajla birinci parti olan Cumhuriyet Halk Partisi seçim sistemi nedeniyle birinci parti olurken tek başına iktidar olamamıştır.
Ama o zamanda aynı halk oy kullanıyordu.
Ancak o günkü Cumhuriyet Halk Partisi yönetim kadroları halkın sağduyusuna güvenip düzgün ve ciddi kadrolarla, programını geniş halk kitlelerine anlattı ve başarılı da oldu.
Demek ki yapılması gereken “halk bizi anlamıyor” yaklaşımından  vazgeçip, kendi programını ve hedeflerini halka anlatmaktır.
Bugün AKP iktidarının, Cumhuriyet Halk Partisine yaptığı haksız saldırıların benzerleri o günlerde de rakip partiler tarafından yapılıyordu.
Demek ki siz projelerinizi, programınızı halka doğru anlatırsanız rakiplerinizin size yapacağı saldırıların hiçbir önemi kalmayacaktır.
16 Yıldır tek başına iktidar olan AKP, işçinin, köylünün, memurun emeklinin sofrasındaki lokmasını büyütemediğini ama iktidar sahiplerinin yakınlarının nasıl semirdiklerini   yaşayarak gördü.
O zaman yapılması gereken halka “Cennet” vaat etmekten vazgeçip, “cenneti” beraberce kurmanın yolunu göstermek gerekir.
Bunu yaparken kendi ideallerinizden vazgeçip karşı cenahtan birkaç oy devşirmek için kurtlar sofrasına sarı öküzü vermek büyük yanlıştır.
Bu zafiyetiniz, sizden partinin kuruluş değerlerinden, Atatürk’ten İsmet Paşa’dan vaz geçmenizi istemelerine yol açar.
Buna razı mısınız?
Bunu hiç zannetmiyorum ama aranızda bunu içinden geçirenler vardır. Ama buna hiç birinizin ne gücü yeter  ve ne de Cumhuriyet Halk Partisinin gerçek sahibi olan, ona oy veren milyonlar buna izin vermez.
Cumhuriyet Halk Partisinde şimdi yaşanan “hizipçi” siyaset, akılcı politikalar üretmeyi engeller. Zira “hizipçilik” dar kadroculuktur: bugün karşı karşıya düştüklerinizle yarın  bir araya gelebilirsiniz.
Hizipçilik, ayrıca özel çıkarlar etrafında politik gruplaşmaların oluşmasına neden olur. Farklı çıkarlar arasındaki çatışmaları da arttır. Bu çatışma genel çıkarları göz ardı etme olasılığını da arttırır.
İktidara giden yol,  iktidar partisinin çürüme noktasına geldiği bugünlerde, oradan burada adam devşirmekten geçmez, iktidara giden yol ciddi kadrolarla, programla olur.
Siyasi hilebazların oyununu bozmak için alanlara çıkarak doğruları halka anlatıp onun sağduyusuna inanmakgerekir.  


  




19 Kasım 2018 Pazartesi

ALBERT EİNSTEİN’NIN HAKLILIĞINI İSPAT ETMEYE ÇALIŞMAYIN



Albert Einstein “Hep aynı şeyi yapıp farklı bir sonuç beklemek aptallıktır” demiş.
Türk siyaset adamları bunu doğrulamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
1950 seçimlerinden sonra Orhan Veli Kanık, kendi çıkarttığı Yaprak Dergisinde 15 Mayıs 1950 de “ Demokrat Parti, Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı.Oysa ki Halk Partisi;  halkın kazanacağını umarak, fikirleriyle prensiplerinden son zamanlarda ne fedakarlıklar etmişti. Bütün yayınlarına  göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan haklar ……Hiçbiri kar etmedi. Zavallı Halk Partisi”  şeklinde bir yazı yayınlamış.
Bugün ki Halk Partisi Yönetimi de benzer şeyleri yaparak, kendi ilkelerinden, programından tavizler vererek seçim kazanacağını zannediyor.
 Türkçe dilini savunurken, “Ezan Türkçe okunsa ne olur” diyen milletvekilini, sırf belli çevrelere hoş görünmek için “Kesin İhraç Talebiyle” disiplin kuruluna sevk ediyor.
Laikliğin rafa kaldırılmasına, karşı taraftan oy alacağız düşüncesiyle sessiz kalmak.
 Ayrılıkçı Kürtleri memnun etmek için örneğin Cumhuriyetin Tunceli iline, “Dersim” demek.
Bu yöntemlerle seçim kazanılsaydı, Orhan Veli’nin yazdıkları 1950 seçimlerinde olmazdı.
Bu yöntemlerle iktidar olunmaz, olunmayacağı da görülmüştür. Kimse aslı varken taklidine oy vermez.
Çiftçinin, köylünün sorunlarıyla ilgili bugüne kadar dişe dokunur tek kelime bir şey söylediniz mi?
Tarımda aile işgücü temelinde küçük ve orta ölçekli Köylü işletmelerini yeniden tarımın öznesi yapmak için planınızı, projelerinizi halka anlatıyor musunuz?.
Türkiye de yargı bağımsızlığı olmadığını söylüyorsunuz da,iktidar olduğunuzda yargı bağımsızlığını ve hakim güvencesini nasıl sağlayacağınızı halka anlatmıyorsunuz.
Söylemediniz iktidar olmak için öncelikle bunları söylemeniz gerekiyor.
Türk Halkı rejimin korunmasını ve Atatürk ilke ve Devrimlerinin sürmesini ister. Ancak bunların yanında adalet, temel hak ve özgürlüklerin korunmasını, bunların yanında, işsizlik sorununun ve köylünün, çiftçinin  sorunlarının  çözümünü, gelir dağılımında eşitliği, barış ve düzenin hakim olduğu bir ülkede ister.
Onun için çürüme noktasına gelmiş AKP’yi iktidardan uzaklaştırabilmek için oluşturulacak nitelikli kadrolar, halkın ekonomik sıkıntılarına, yolsuzluk ve hortumlara, politik çıkar tezgahlarına, talancılık  ve siyasal kirlenmeye bir tepki yaratıp, bir alternatif olduğunu geniş kitleleri ikna edip Cumhuriyet halk Partisini iktidar olunabilinir.
Bu yöntemlerle iktidar olunabilinir ancak Cumhuriyet Halk Partisi’nin şuandaki yönetimi, inatla Albert Einstein’nın haklılığını ispat etmeye çalışır şekilde, 1950 seçimleri öncesi Halk Partisi Yönetimlerinin yaptığı yanlışları yapmaya devam ediyor.


16 Kasım 2018 Cuma

TAM ANLAMIYLA İFLAS EDEN SURİYE POLİTİKASI


AKP iktidarının uyguladığı yanlış dış politika, Türkiye’nin başına büyük sorunlar açacağa benziyor.

Tayyip Erdoğan’ın dış politikası, 911 kilometre sınırımız olan, en uzun sınıra sahip olduğumuz komşumuz Suriye’de de, her konuda olduğu gibi başarısız oldu. 

Geçtiğimiz yazılarımızdan birinde de belirtmiştik. Amerikalılar, Irak’tan sonra şimdi de Suriye’deki ayrılıkçı Kürtleri Kullanıp “Büyük Kürdistan “ amacını bir adım daha ileriye taşımayı ve bölgedeki petrol ve doğalgazı üzerinden  “Kürdistan” üzerinden Akdeniz’e ulaştırmayı hedefliyor.

ABD’nin bu hedef doğrultusunda önemli bir mesafe aldığını kabul etmek gerekiyor. Bu mesafe alışın tek sorumlusu, AKP Genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Suriye’deki bu gelişmeleri, Recep Tayyip Erdoğan Rusya ile dayanışma  içinde engelliye bileceğini hesap ediyordu ki Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, suratımızda şamar gibi patlayan 14 Mart'ta Cenevre'de başlaması planlanan Suriye barış görüşmelerine Suriyeli Kürtlerin de dahil edilmesi gerektiği şeklinde açıklamasını yaptı.

Tayyip Erdoğan dışında bu coğrafyayı iyi bilen herkes Rusya’nın Suriye’de bir federasyonun peşinde olduğunu biliyordu. Zira böyle bir niyeti olmasa PYD/YPG Bürosu’nun Moskova’da faaliyetini sürdürmesine izin vermezdi.

Lavrov, Kürtlerin Cenevre görüşmelerine katılması gerektiğini söylediği basın toplantısında, "Kürtlerin dahil olmadığı bir barış görüşmesi düzenlemek uluslararası toplum açısından zayıflık göstergesi olur" da dedi.

Değişik gerekçelerle de olsa, ABD ve Rusya, Suriye’nin parçalanmasında anlaşmış görünüyorlar.

ABD Suriye’den kopacak Kürt bölgesiyle “Büyük Kürdistan” hayalini gerçekleştirmek isterken, Rusya’da Suriye’nin eyaletlere bölünmesini istiyor.

Rusya ve ABD gelinen noktada Türkiye’nin bu bölgede etki alanını genişletmesini istememektedirler.

Suriye’de bugün ABD ve Rusya’nın uzlaştıkları bu nokta orta vadede Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit etmektedir.

Irak ve Suriye’de oluşacak bir Kürt koridoru, Türkiye’deki ayrılıkçı hareketleri tahrik edecektir.

Yeni Osmanlı hayalleri görenlerin ufku imam hatip eğitimi ile sınırlı olduğu için, ne bölge ve de ne Dünya politikalarını kavrayamıyor. Bu nedenle de Suriye politikası tam anlamıyla iflas etti. ABD ve ortakları Suriye rejimini değiştirmek için Türkiye’yi kullanıp başarısızda olunduğu için sınır komşumuzla emperyalistlerin yarattığı bu kriz, AKP iktidarının öngörüsüzlüğü nedeniyle Türkiye’nin kucağında uzun süre her an patlamaya hazır bomba olarak bırakıldı.  

Bu ülkeyi yönetenler, yönetmeye talip olanlar, Barış Doster’in altını çizdiği şu hususu;  emperyalizmin amacının, Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e uzanan Kürt koridoruyla başlayıp Türkiye ve İran’ın bölünmesiyle tamamlanacak Büyük Kürdistan olduğunu görmeleri ve beyinlerine kazımaları gerekmektedir.

Emperyalistler bu saldırganlıklarının üstünü de, her karıştırdıkları ülkede yaptıkları gibi, o ülkelere insan hakları, özgürlük, demokrasi getirme şalıyla örterler.

Bunu yaparken de, kendi çocuklarının burunları bile kanamasın diye aynen Osmanlı yıkılırken yaptıkları gibi Müslümanı Müslümana kırdırırlar.

12 Kasım 2018 Pazartesi

KARŞI TRİBÜNE OYNAMAK


        CHP yönetimi "Ezan Türkçe okunsun" dediği iddiasıyla  Öztürk Yılmaz'ı ihraç talebiyle disipline vermiş.
"Kendi fikrini söylemiş" deyip geçmek varken, karşı tribüne hoş görünmek için adamı linç etmenin de bir anlamı yok.
CHP’yi yönetenler bu kadar akılsız olamazlar, CHP yi ezik göstermek için kasıtlı yapıyorlar sanki.
Konuşmayı izlediğiniz zaman Ezan Türkçe okunsun demiyor, Türkçede okunabilir diyor. Nitekim 1932 den 1941 kadar Türkçede Arapçada okunabiliyordu. 1941 de çıkartılan bir kanunla Arapça Ezan yasaklandı.
Kılıçdaroğlu bu konuda Abdülkadir Selvi'ye:
“CHP’li olan, CHP’nin kararlarına ve politikalarına uymak zorundadır. Herkes istediği gibi hareket edemez. İstediğim gibi hareket ederim derseniz o zaman partiden ayrılırsınız."demiş
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Tunceli İlimize “Dersim” denmesi yönünde bir kararı mı var? Bu bir parti politikasımıdır.
Kılıçdaroğulu’nun Tunçeli’nden Milletvekili yaptığı arkadaşı “Dersim Milletvekili” diye kart bastırmıştı. O şahıs o zaman niye disipline sevk edilmemişti.
18. Kurultay’da Kemal Bey  “Ben Dersimli Kemalim” demişti
Sezgin Tanrıkulu isimli PKK militanlarının avukatlığından milletvekili yapılan şahıs genel başkan yardımcısı iken Ahmet Hakan’ın CNN televizyonunda 12 Kasım 2014 tarihinde   sunduğu “Tarafsız Bölge” programında Dersim olayları nedeniyle “Ben CHP Genel Başkan yardımcısı olarak CHP adına özür diliyorum” demişti.
Daha çok yakın bir zamanda Kemal Kılıçdaroğlu donarak şehit düşen askerlerimizle ilgili bilgiyi “Dersim Milletvekilimizden aldım” demişti.
 CHP Kurultaylarında bu yönde alınmış bir karar mı vardı? Kurultayda alınmış böyle bir karar yoksa bunlar disiplin suçu oluşturmuyor mu?
Bu verdiğim örneklerde bilerek ve isteyerek Atatürk’e ve bu ülkenin bölünmez bütünlüğünden yana olanlara yapılan saygısızlık değil mi?
“Adalet” diye Ankara’dan İstanbul’a yürüyen bir genel başkanın evvela kendi partisi içinde adil davranması gerekmez mi.   
Kılıçdaroğlu ayrıca Abdülkadir Selvi’ ye  şunları da söylemiş:
"Efendim, Arapça ezan-Türkçe ezan tartışmasının bırakılması lazım. Arapça ezan, İslam dinimizin evrensel bir değeridir. Dünyanın neresinde okunursa okunsun ezanın İslam’ın bir çağrısı olduğunu ifade eder. Ki dünyanın her yerinde de ezan Arapça okunur. Ve dünyanın her noktasında ezana saygı gösterilir. Bütün dünyada Arapça olarak okunur. Ve ezan okunduğunda dünyanın her tarafında saygı gösterilir. Biz politikacılar bir yerde konuşma yapıyorsak ezan okunduğunda saygımızdan dolayı konuşmamızı keser, ezanın bitmesini bekleriz. Çünkü bir toplum gelenekleri, görenekleri ve inançlarıyla yaşar. Biz CHP olarak toplumun değerlerine saygı gösteririz."
Kılıçdaroğlu’nun söylediği “Arapça Ezan- Türkçe Ezan” tartışmasının bırakılması gerektiği sözü  doğru. Artık geçmişte kalmış bir tartışmayı açmak, AKP’nin ekmeğine yağ sürer gündem değiştirmelerine yardımcı olur.
Ezan sadece ibadet vaktini belirten bir çağrıdır. Genel Anlayışın Aksine, Ezan sadece İslam anlayışına has dini ibadetlere çağrı biçimi değildir Yahudilik inancında da benzer bir davet biçiminde bir ritüel vardır, Hıristiyanlar da çan çalarlar.
 Tartışma "Ezan'a saygı veya saygısızlık" değil ki! Türkçe okunursa Ezan'a saygısızlık mı edilmiş olacak? Geçmişte, 1932 de Atatürk’ün isteği, arzusuyla Ezan Türkçe okunmaya başlandığında, Ezan'a saygısızlık mı ediliyordu? Tanrı Uludur diyerek insanları ibadete çağırmanın  neresi Ezan’a saygısızlık. Haydin namaza dersek saygısızlık mı etmiş oluyoruz.
Birkaç oy için  karşı tribüne oynamaya başlarsan kendinle çelişirsin. Ama parti yönetiminin asıl derdi Partinin kuruluş felsefesine inanan Atatürkçüleri partiden tasfiye etmek hırs ve arzusu olunca bu tür çelişkilerde normaldir.


        

9 Kasım 2018 Cuma

ADIM ADIM ARAPLAŞTIRMA



6 Kasım tarihli yazısında Yılmaz Özdil, Umut Oran'ın bir raporuna atıfla, Türkiye'de bir Suriye kurulmakta olduğunu yazmış.
Türkiye'yi Araplaştırma projesi çok yönlü olarak adım adım ileriye götürülüyor. (Okulların imam hatipleştirilmesi, harf ve dil devrimlerine defalarca saldırılması, andımızın reddedilmesi, "Türk Milleti" kavramının silikleştirilmesi, okullara Arapça ders konulması, tabelalara Arapça yazılar yazılması vb...vb..) 
Araplaştırma hedefine ulaşılmasında Suriyeliler araç olarak kullanılıyor. Suriyeliler bahanesiyle Arapça dili ve harfleri bütün şehirlerimize yaygınlaştırılıyor. Ne siyasette, ne medyada ne, de toplumda bir tepki var. 
Daha geçen ay Türkiye'ye para getirenlerin istisnai olarak Türk vatandaşlığını kazanmalarına ilişkin koşullar bir hayli hafifletildi, fazla dikkat çekmedi. Buna göre, mesela, Türk vatandaşlığına hak kazanmak için öngörülen sabit sermaye tutarı 2 milyon dolardan 500 bin dolara indirildi. Ayrıca, Türkiye'de gayrimenkul sahibi yabancıların vatandaşlığa geçişi için gereken asgari taşınmaz bedeli de 1 milyon dolardan 250 bin dolara düşürüldü.
Gelişmiş batılı ülkelerin vatandaşları için Türk vatandaşlığının bir cazibesinin olmayacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. O halde bu düzenlemenin hedefinin, Suriyeliler başta olmak üzere, Arap ülkelerinin vatandaşlarının olduğu açık. 
Araplaştırma yoluyla dinciliğin yaygınlaştırılmasını hedefleyen Körfez ülkelerindeki zengin dinci çevrelerin bu olanaktan yararlanılmasını teşvik edeceklerini tahmin etmek de zor değil.
Suriyelilerin -elbette barışçı yöntemlerle- mümkün olan en kısa zamanda ülkelerine döndürülmesi için toplumsal ve siyasi baskı oluşturması gerekirken, tersine, bunların Türkiye'ye "entegre" edilmesinden söz ediliyor. Milyonlarca insanın "entegre" edilmesinin imkansızlığı göz ardı ediliyor.
Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet gazetesinin manşetindeki haberdi. Ombudsman "Türkiye'deki Suriyeliler" başlıkla bir rapor hazırlamış ve Suriyelilerin "kalıcı Oldukları”nın kabul edilmesi gerektiği belirtilerek, uyumları (entegrasyonu) için devlet tarafından politikalar oluşturmasını önermiş. Bu arada, mesela, kamu kurumlarının internet sitelerinde Arapça dil seçeneğinin bulunması da tavsiye edilmiş. Hayrettir, Cumhuriyet gazetesi de rapordaki önerileri destekler bir tutum takınmış. 



Ombudsman kim? Milli görüşçü ve geçmiş dönemde Cumhurbaşkanı'nın hukuk danışmanı Şeref Malkoç.
Cumhurbaşkanı’nın  hoşuna gitmeyecek bir rapor yazabilir mi?
Mümkün değil.
Birkaç yıl önce Suriyelilere vatandaşlık verilmesi tartışması yapılırken Deniz Baykal  tarihi bir uyarıda bulunmuştu. Şöyle demişti:
"Dayanışmaya evet, ama Türkiye, Türkiye olarak kalmaya devam etmelidir"...
Umarım CHP yönetimi önceki genel başkanlarının bu tarihi sözünü hatırlarlar ve o sözün gereğinin yerine getirilmesi yönünde yoğun çaba harcarlar.
Ancak CHP Yönetimi;"Aman darbeci demesinler" korkusuyla Balyoz gibi davalara karşı etkili bir tavır koymayan ve TSK'nin tasfiye edilmesine seyirci kalan;
"Aman dinsiz demesinler" korkusuyla anayasal laiklik ilkesinin içinin boşaltılmasına sesini çıkartmayan;
"Aman Kürt oylarını kaybetmeyelim" korkusuyla, karşı çıkmak bir yana, "Çözüm Süreci”ne kredi açan;
"Aman ABD'ni kızdırmayalım" kaygısıyla Suriye olaylarının başlangıcında Esad'ın gitmesi hedefini destekleyen CHP yönetiminin Türkiye'nin Araplaştırılması projesine karşı, Cumhuriyet Halk Partisine gönül veren milyonlarla ifade edilen tabanın aksi yöndeki görüşlerine  rağmen etkili ve eylemli bir tavır almasını beklemek saflık olur. 
Zaten öyle bir niyetleri olsaydı yıllardır harekete geçerlerdi. Bu hareketsizliklerinin sebebi sorulsa, "aman bize ırkçı derler" diye bir bahane de bulurlar.
Ama siyaset, doğru bildiklerini halka anlatmanın aracıdır. "Aman başkaları bize ne der!" korkusu altında doğru politikalar geliştirilemez. Teslimiyetçilik, kolaycılık ve tembellik politika haline gelir. 
Yazınca kızıyorlar ama CHP yönetiminin yıllardır yaptığı tam da budur. Bu tavrın halkta karşılığının olmadığını  göremiyorlar ya da görmek istemiyorlar.

https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gif



5 Kasım 2018 Pazartesi

OLMUYOR TAYYİP BEY.



Partili de olsa ülkenin Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan bir insanın, kendinden önce o koltukta oturmuş, arkasında askeri zaferleri olan, Garp Cephesi komutanlığı yapmış, Lozan’ın başarılı diplomatı ve hepsinden öncede devletin kurucusu Birinci Cumhurbaşkanı Ulu Önder Atatürk’ün ilk başbakanı İsmet İnönü’ye, “Atatürk’ün resimlerin paralardan kaldırdı demesi hiç yakışık almadı.
Devletin en tepesinde oturan bir insanın, devletin arşivlerinden  Atatürk’ün resimlerinin, banknotlardan  neden ve niçin kaldırıldığını öğrenmesi kadar kolay bir şey olamaz.  
Bunları   Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yıldız Teknik Üniversitesi Davutpaşa Kampusu'nda düzenlenen Türkiye Gençlik Zirvesi'nde “……Atatürk'ün resmini paradan kaldıran bunlar. İnönü, CHP'nin en önemli isimlerinden değil mi? Bay Kemal sen bunları bilmiyor musun?” diyerek ülkenin 2. Cumhurbaşkanı ve Atatürk’ün silah arkadaşı ve yoldaşı İnönü’yü, banknotlardan Atatürk’ün resmini, Atatürk’e ihanet için kaldıran  kişi olarak suçladığı için yazdım.
  Elbette bir insanın, bir siyasetçinin her şeyi bilmesi mümkün değildir. Ama bir işin doğrusunu araştırıp öğrenmek imkanı varken bunu yapmayan insan ve hele de bu kişi Cumhurbaşkanlığı sıfatını da  taşıyorsa kusurludur, yakışmamıştır.
1940’lı  yıllarda ülkede para ve pul basacak matbaa yoktu. Para ve pullarımızı İngiltere Londra’da büyük tesisleri bulunan Thomas De La Rue basıyordu. 1940 yılında İsmet İnönü hükümeti tarafından aynı kişiye 100 ve 50 kuruşluk olarak 20 milyon liralık banknot bastırıldı. Basılan banknotlar Londra’dan Newyork Shine adlı gemiyle Türkiye’ye gönderildi.
Gemi iki hafta süren yolculuktan sonra yakıt almak için Yunanistan’ın Pire limanına uğradı. Tarih 06 Nisan 1941′di. Alman uçakları Pire limanına saldırarak değişik bandıralı birçok gemiyle birlikte Türkiye’ye para getiren Newyork Shine gemisini de batırdı. Gemideki Türk paralarının bir bölümü de denize saçıldı ve Yunanlılar tarafından toplandı. O dönem 20 milyon lira çok büyük paraydı, bu parayla Türkiye ekonomisi idare ediliyordu. Bu olay üzerine İnönü paraların Yunanlılar tarafından kullanılmasını önlemek amacıyla Atatürk resimli tüm banknot paraları tedavülden kaldırmak zorunda kaldı. Yıllar sonra bu paralar da tedavülden kaldırılarak yeniden Atatürk resimli paralar bastırıldı.
Olayın oluş nedeni ve gerçeği budur.
Ben bunu Tayyip Beyin öğrenmediğini, bilmediğini hiç zannetmiyorum.
Ayrıca bu hikaye merkez sağ iktidarlar ekonomik olarak ülkeyi batağa sürükledikleri her  zaman, halkın dikkatlerini başka noktalar çekmek için ortaya attıkları  bir çarpıtılmış bir hikayedir.
Ayrıca Tayyip Erdoğan da şimdilerde, aynen bir dönemin  Hitler  Almanya’sında veya Sovyetler Birliğinde olduğu gibi devamlı olarak bir hayali düşman yaratıyor, kendisine ve partisine muhalif olanları “düşman” olarak niteliyor. Bu bir zamanlar FETO idi, şimdi de Cumhuriyet Halk Partisi ve devletin  kurucu babaları onun için “düşman”.
AKP Genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, uygulanan  politikalar nedeniyle halkın kendisinden ve partisinden uzaklaştığını gördükçe, Atatürk’e saldırmaya cesaret edemediği  için bunu İsmet İnönü üzerinden yapmaktadır.
Ama maalesef Cumhuriyet Halk Partisi Yönetim kadroları bu haksız, gerçek dışı ve zaman zaman da çirkinleşen saldırılara gerekli cevapları verememekte/vermemektedirler.
Bu çarpıtılmış  açıklamalar devamlı tekrarlanınca ve hak ettiği ağırlıkta da  cevapta verilmeyince, halkın eğitimsiz olan kısmı bu gerçek dışı açıklamaları doğru kabul etmeye başlar.
Tayyip Bey’in şimdi uyguladığı yöntem, ülkemizde                     yakın tarihimizde de denendi, ama bunu yapanlara bir fayda sağlamadığı gibi ülkeyi kamplara bölmekten başka hiçbir işe de yaramadığı yaşanarak öğrenildi.  


2 Kasım 2018 Cuma

KAŞIKCI CİNAYETİNDE ALDATICI BİR GİRİŞİM



Adalet bakanlığımız Gazeteci Cemal Kaşıkcı cinayetinden sorumlu olduğunu düşündüğü kuvvetli suç şüphesi altındaki 18 Suudi vatandaşının Suudi Arabistan’dan  iadesini resmen istemiş. Bana göre bu talep, dostlar alışverişte görsün girişimi. Hiçbir egemen devlet kendi vatandaşını yargılanmak üzere başka bir ülkeye göndermez. Bu, uluslararası hukukun koruduğu bir kuraldır. 
Vatandaşın geri verilmezliği ilkesi, neredeyse suçluların geri verilmesiyle ilgili tüm uluslararası belgelerde yer almıştır. Buna göre , geri verilmesi talep edilen kişi, talep edilen devlet vatandaşlığına sahipse kural olarak geri verilmeyecektir.
Vatandaşın geri verilmezliği ilkesi, antik çağda Yunan ve İtalyan site devletlerinde ve Roma Hukukunda bile görülmektedir. 
Türkiye’ye iadesi talep edilen 18 kişinin hepsinin kimlikleri Türk makamları tarafından belirlenmiş durumda.
24 Nisan  1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana sözleşmesinin 41. Maddesine göre, hakkında ağır suç iddiaları bulunan başkonsolos veya konsolosluk memurlarının dokunulmazlık hakkı yoktur ve bundan dolayı da yetkili yargı mercii tarafından ifadeye çağrılabilirler, tutuklanabilirler ve haklarında dava açılabilir, dolayısıyla bulunduğu ülke izin vermediği sürece ülkeden çıkış yapamazlar.
Türk Ceza Kanunun 82. Maddesinde tarif edilen  canavarca hisle ve eziyet ederek işlenmiş bir Cinayetin  Konsolosluk hizmetiyle bir alakası yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti önce Konsolosun,  arkasından da bu 18 kişinin elini kolunu sallayarak ülkeden ayrılmalarına göz yummuştur.
Suudilerin vatandaşlarını vermeyeceği biline biline bu katilleri istemek iç kamuoyuna şov yapmaktır.
Hatırlanacağı üzere, Mavi Marmara olayından sonra vatandaşlarımızın ölümüne neden olan İsrail güvenlik personeli hakkında Türkiye’de dava açılmıştı. Hatta davalılar arasında İsrail üst düzey askeri yetkililer bile vardı. 
Demek ki kaçmalarına göz yumulan Suudi katiller hakkında da burada dava açılabilinirdi.
Üstelik Mavi Marmara olayında davalılar o suçu uluslararası sularda işlemişlerdi. Kaşıkçı olayında ağır suç söz konusu olduğundan 1963 tarihli Viyana sözleşmesinin 41. maddesine göre Türkiye’nin katilleri burada yargılama hakkı vardır. Uluslararası sularda işlenmiş suçu takip eden Türk yargısı, aynı işlemi kendi topraklarımızda işlenen suç için neden yapmamıştır? Suç isnat edilenler İsrailli ve Suudi olunca farklı işlem mi yapılıyor? Yargılama başlatılırsa iş Suudi tepe yöneticilere kadar uzar diye mi endişe ediliyor? 
Ondan daha acısı, yakın zamanda Türkiye ye gelen “kasap” lakaplı Suudi Arabistan Başsavcısı büyük boy beş sandıkla ülkesine döndü.
O sandıklar bile aranmadı. Herhalde “Kasap” ülkesine fındık fıstık götürmedi.
Katillerin kaçmalarına göz yumulması, Suudi başsavcısının beş sandıkla bu ülkeyi terk etmesi hepsi tesadüf mü yoksa belli gayeye mi yönelik?
Dünyanın dikkatinin odaklandığı böyle bir olayda yeni bulgulara ulaşıldıkça ve ihtiyaç oldukça asıl olan Türk ve Dünya kamuoyunun resmi makamlar tarafından bilgilendirilmesidir. Ancak, öyle yapılmadı. Onun yerine, Suudi Arabistan yöneticilerini doğrudan işaret etmekten kaçınarak, yalnızca uluslararası medya kuruluşlarına "bir Türk yetkiliye atfen" bilgiler damla damla sızdırıldı. Dış medyanın ilgisini çeken bu tutum Recep Tayyip Erdoğan’ın "Suudi yönetimi üzerindeki cendereyi yavaş yavaş sıkması" olarak yorumlandı ve başlıca iki sebebe bağlandı.
Bunlardan birincisi, Recep Tayyip Erdoğan'ın, Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkılması için Suudi'den para alma gayreti; ikincisi ise, Recep Tayyip Erdoğan'ın "İslam dünyasının liderliği için" cinayetin emrini verdiği konusunda neredeyse kesinlik bulunan Suudi veliaht prensi Muhammed bin Salmanı rakip olarak gördüğü ve prensi bu yolla zayıf düşürmesi girişimi olarak sayıldı.
İkisi de Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi ve anayasal ilkeleri ile ters düşen sebeplerdir. 
Kaşıkçı olayı, hiçbir zaman gerçekleşmesi mümkün olmayan bir "İslam dünyası liderliği" hayali uğruna Türkiye'nin hangi ligde oynatıldığını göstermesi bakımından ibret vericidir. Türk halkının bu olaydan çıkarması gereken dersler vardır.