28 Aralık 2011 Çarşamba

YAZIK

    Kamuoyu araştırmalarına göre gelecekten umutlu olan kişi sayısı giderek düşerken, iktidar partisi AKP  ile diğer muhalefet partisi olan MHP’nin oylarında bir artış olduğu görülmekte.
Bunu Türkiye’de hiç yaşamamış bir insana sorsanız, iktidar partisinin  ilk dönemi olduğunu bu nedenle henüz hiç yıpranmamış olabileceği şeklinde yorumlar. Ama burada durum hiç de böyle değil, çiftçi perişan olduğunu söylüyor, işçi, memur ve bunların emeklisi ağlıyor.İşsizlik oranı yüksek, gençler iş aş peşinde. İnsanlarımızın bir kısmı açlık sınırının altında yaşıyor.
Bu saydıklarım ülkede yaşayan insanların nerede ise dörtte üçü. Bu kadar mutsuz, geleceğe umutla bakamayan  insan varken üç dönemdir iktidarda olan partinin oyları artıyor.
Bir siyasi iktidarın yıpranma hızını ve dolayısıyla  ömrünü, sosyal ve siyasal olayların dışında, muhalefetin umut yaratıp yaratamaması  tayin eder.
İktidarın  dış politikası dökülüyor. Komşularla sıfır sorun diye yola çıktı, eskiden hiç olmazsa soğuk olan ilişkiler, İran, Suriye, Yunanistan ve Ermenistan’la düşmanca  bir görüntüye  büründü. ABD’nin kuyruğuna takınılmış nerede ise yaklaşık dört yüz yıldır çatışmadığımız İran’la çatışabilecek bir noktaya geldik.
Böyle bir iktidara rağmen siyasal iktidar yıpranmayıp oyları artıyorsa, o zaman sorun muhalefettedir.Toplum muhalefete güvenmiyor demektir.
Yemin krizi CHP yönetimi tarafından doğru yönetilemedi büyük bir  fiyaskoyla sonuçlandı, aynı şekilde  maaş artışı krizi de doğru yönetilemiyor, bu nedenle  gazetelerde her gün bir biriyle taban tabana zıt haberler çıkıyor.
Dün yayınlanan bir gazetede, tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılması karşısında,  “destekleyelim”, bugün bir başka gazetede “destek veren milletvekilleri gider” dendiği ileri sürülüyor. Olayda adı geçen Başkanlık Divanı üyesi milletvekili, grup başkan vekilleri önergeleri biliyordu, onların bilgisi ve talepleri doğrultusunda  imza attım diyor.
Grup Başkan vekilleri hayır biz arkadaşı uyardık diyorlar ama Genel Kurulda çıkıp önergelere karşı olduklarını  açıklamıyorlar. Genel Başkan grup Başkan vekillerine önceden zamma karşı olduğunu söylediği yazılıyor. Bu olayları takip eden seçmenin tercihi başka nasıl olabilir.
Gerçek CHP lilerin  asıl içine oturanda, iktidar saflarındaki pek çok alaturka kurnazdan biri olan  bir AKP milletvekilinin “Böyle muhalefet dostlar başına” sözü.
Kamuoyu tepkisi yükselince, CHP yönetiminde krizi yönetememesi nedeniyle, AKP, MHP ve BDP ortadan çekildi sanki böyle bir zam söz konusu değilmiş de bir anda bu işi gündeme getiren CHP  gibi hava yaratıldı. Dikkat edilirse kamuoyunda sadece CHP tartışılıyor hale geldi.
Halbuki bu yasa değişikliği çalışmalarının  AKP’nin Abant kampı sırasında Başbakan’nın Bakan Çelik’e “Artışları Cumhurbaşkanı’nın maaşına endeksleyin” demesiyle başlatıldığı Salı günkü “Aydınlık” gazetesinde yayınlandı.
Yani işi asıl hazırlayıp meclise getiren AKP suçlu değil, Grup Başkan Vekillerinin yanlış yönlendirmeleri nedeniyle iki CHP  Milletvekili ve dolayısıyla CHP suçlu ilan edildi
Muhalefetin bugüne kadar verdiği, çok teknik konulardaki önergelerini bile  kabul etmeyen, AKP iktidarı ilk defa “zam” olayında diğer partilerle uzlaşı sağlayarak onları kendine ortak etti.
 Aynı zamanda da krızi doğru yönetemeyen CHP yöneticilerinin basiretsiz ve ikircikli tutumları nedeniyle, dünya siyasi tarihinde eşine ender rastlanan bir durumla, beş yüzeli sandalyeli bir mecliste, yüz otuzbeş milletvekiline sahip ana muhalefet partisi, halkın tepkisini çeken bir yasanın siyasi sorumlusu haline gelmiştir/getirilmiştir. 

25 Aralık 2011 Pazar

GERÇEK NEDİR?

Cuma sabahı televizyon kanalları, T.C Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununda,TBMM de gece yarısı baskınıyla yapılan bir değişiklikle,  gerek önceki dönemler emekli milletvekillerinin emekli maaşlarının arttırıldığını ve gerekse halen bu görevi yapan milletvekillerinin de  emekli aylığının tamamını almalarına olanak sağlayan bir seri değişikliğin  kabul edildiğini yayınladı.
Cuma sabahından beri olaya  kamuoyundan da tepkiler gelmeye başladı.
Aslında ayıp ve eleştirilmesi gereken konu, İktidar partilerinin bugüne kadar, Anayasanın 82. maddesine göre yürürlüğe sokulması gereken, milletvekillerinin özlük haklarını ve emeklilikleriyle ilgili  bir uyum yasasının çıkartmamış olmalarıdır. Bu nedenledir ki; milletvekillerinin  özlük hakları ile ilgili düzenlemeler maalesef her dönemde halkın gözünden kaçırılarak gece yarısı baskın önergelerle çözülmeğe çalışılması bir alışkanlık haline gelmiştir.
Geçen dönemde de iki defa aynı yöntemlerle milletvekili ve emeklileri maaşları gece yarısı operasyonlarıyla arttırılmaya çalışılmış ancak o tarihteki CHP yönetimi ve grubu buna karşı çıkıp imza vermemiştir.
Bu tavır karşısında diğer partiler de kamuoyu tepkisinden çekinerek, benzer düzenlemeleri  Genel Kurula getirmeye cesaret edememişlerdi.
Bugünkü gazetelerin yazdıklarına göre, önerge hazırlığı Meclis Başkanı’nın Partilerin Grup Başkan Vekilleriyle görüşüp onlarında kendi Genel Başkanları ile görüşerek mutabakat sağlanması üzerine başlamıştır.  CHP den de önergeye Divan Katibi ile diğer bir Milletvekili’nin imza verdikleri yönündedir.
Kamuoyu tepkisinin yükselmesinden sonra AKP, MHP ve BDP liler bu işi hiç üzerlerine almazlarken, sanki olayın tek sorumlusu ve tek düzenleyicisi CHP li bu iki milletvekili havası yaratılarak; kendilerini temize çıkartmak çabası içinde ki CHP parti yönetiminden peş peşe açıklamalar gelmeye başlamış ve bu iki milletvekilinin disiplin kuruluna verileceği bildirilmiştir.
Bütün önergeler Genel Kurul da Grup Başkan Vekillerine verilir. Yani o gün Genel Kurulda bulunan Grup Başkan Vekili benim bu önergeden haberim yoktu demesi mümkün değildir.
Eğer bu önergeye parti ve grup olarak karşıydılarsa, o zaman yapması gereken,  önerge üstüne söz ister “her ne kadar arkadaşlarımız böyle bir önergeye imza atmışlarsa da biz grup olarak bu önergeye katılmıyoruz” diyebilirdi.
Anlaşılıyor ki bu önerge,   geçtiğimiz hafta Salı gününden itibaren gündemdeymiş. İsteselerdi, aksi davranışları engellemek üzere bağlayıcı grup kararı da alabilirlerdi. Bütün bunları da yapmayarak sanki “istemem ama yan cebime koy” tarzı bir davranış içindedirler
Hiçbir milletvekili böyle bir önergenin altına kendi Genel Başkanı’nın ve Grup Başkan Vekilleri’nin onayı ve izni olmadan imza atamaz.
Olayın tek sorumlusu sanki yalnızca bunlarmışçasına, disiplin kuruluna sevk ederek kamu oyu önüne atılmaları çok   büyük bir haksızlıktır.
Bu durum ayrıca insanın aklına, acaba bu milletvekilleri “Atatürk’e katliamcı” denmesi üzerine buna karşı açıklama yapanların arasında oldukları içinmi yargısız infaza tabii tutuluyorlar düşüncesini getiriyor.
Kılıçdaroğlu ve onun kurmayları böyle önemli bir önergenin görüşüleceği bir oturumda, daha ne önemli işleri vardı ki; bu toplantıya katılmayarak bu önergeye dolaylı olarak destek vermişlerdir. Böyle bir önergenin görüşüleceğini bilen Kılıçdaroğlu niçin Genel Kurul salonuna gelip duruma vaziyet etmemiştir.
CHP yönetimi “yemin krizini” yönetemeyip nasıl ellerine yüzlerine bulaştırdıysa, bu olayı da krizi de yönetemeyip ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar.
Emeklilerin insanca yaşamasını sağlayacak düzenlemeler yapılamamışken, İşçi emeklilerinin intibak yasası çıkartılmamışken, gece yarısı baskınıyla böyle bir  düzenlemeye  nasıl ve ne kadar destek verirsen ver bunun hesabını hiç kimseye veremezsiniz.   

21 Aralık 2011 Çarşamba

BU ÜLKENİN AYDIN SORUNU VAR

             
Dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal 1984 yılında o tarihteki Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın elinden Legion d’Honneur nişanını almıştı.
Daha 1972 yılında da, son yıllarda moda olduğu üzere Türkiye’ye küfür etmeden, bu ülkede yaşayan insanları aşağılamadan, Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterilmişti.
Bugüne kadar birçok ödüle, en son olarak da, yine Fransızlar tarafından  Legion d’Honneur’un bir üst mertebesi olan  Grand Officier ödülüne  layık görüldü. Geçtiğimiz Cumartesi günüde İstanbul’da Fransız Sarayında yapılan bir törenle bu nişan Fransa eski Genel Kurmay Başkanı tarafından kendisine verildi.
Bu ülkenin bir yazarının, bir sanatçısının böylesine ödüllerle onurlandırılması elbette hepimizde büyük bir sevinç yaratır.
Böyle büyük yazarlar, sanatçılar sadece kendi ülkelerinde değil, dünyanın her yerinde önemsenirler. Bunların söz ve davranışları büyük etki yaratır.
Bütün bunları şunun için yazdım; Yaşar Kemal bu ödülle onurlandırılırken, Fransa da,Ermeni soykırım iddialarının inkarını suç sayan, bir nefret söylemine dönüşen,  yasa önerisi de Parlamentodan  geçiriliyor.
TBMM den bir Milletvekili heyeti ile işadamlarından oluşan bir diğer heyet,  düşünce ve ifade özgürlüğünü zedeler nitelikteki yasa tasarısın yasallaşmaması için çaba sarf etmek üzere Paris’e gittiler.
Bu iki heyetin seyahatleri de turistik gezi olmaktan öte hiçbir mana ifade etmez.
Ama eğer Yaşar Kemal, “gerçek kişiler” yerine ülkesi ve ulusu ile Türkiye halkına yöneltilmiş bu nefret söylemine, kendisine sunulan bu ödülü en azından bu tasarı gündemde kaldığı sürece almayacağını açıklayarak karşı durabilseydi, dünya bugün Türkiye açısından bambaşka şeyleri konuşuyor olabilirdi.
Çünkü ünlü bir sanatçının,  edebiyatçının, bilim insanının bu tür  tepkileri, bütün dünyada hem çok ses getirir  hem de diğer sanatçıları, yazarları, çizerleri, bilim insanlarını “Türkiye halkı, ülkesi ve ulusuyla ‘soykırımcı’ olarak tanımlanmayı hak ediyor mu? Böylesi bir tanımlama, tarihi ve hukuki gerçeklerle uyuşuyor mu?” diye,  konu hakkında düşünmeye sevk edebilirdi.
Düşünce özgürlüğü önündeki bütün engellere rağmen, bugün Türkiye’de, bazı insanlar her ortamda çıkıp,hukuki ve tarihi gerçeklerle çelişse dahi “Ermeni soykırımı yapılmıştır” diyebilmenin yanında, bir kısım küresel sürtüklerde nerede ise ASALA Cinayet şebekesinin diplomatlarımızı öldürmesini bile mazur gösterebilmektedirler.
Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasalar ve uygulamalar karşısında, haklı olarak, attıkları zaman mangalda kül bırakmayan anlı şanlı köşe yazarı gazeteciler, bu davete, yasayı neden gösterip katılmasalardı, çok daha saygın bir davranış içinde olmazlar mıydı?
Gazeteci her şeyden önce mesleğinin sorumluluğunu duyan kişidir.
Hem mesleğinin temelini oluşturan  düşünce özgürlüğünü savunduğunu  söyleyeceksin ve hem de düşüncelerini açıklayanları hapse mahkum etme yolundaki  bir ülkeye basit bir tepkiyi bile gösteremeyeceksin, ondan sonra da her konuda ahkam keseceksin.
Hem de bu tepkiyi göstereceğin ülke “Düşüncelerine katılmasam da onları özgürce savunma hakkını ölene kadar desteklerim” diyen ünlü düşünür Voltaire’in ülkesi Fransa iken.
Ödül törenine davetli olarak katılan anlı şanlı köşe yazarları, “Ermeni soykırımı olmamıştır” düşüncesine katılmayabilirler, ama bu yoktur demeyi yasaklayan bir yasal düzenlemeye, eğer düşünceyi en kutsal değer olarak  kabulleniyorlarsa, ki böyle olduğundan zerrece şüphem yok, şiddetle karşı çıkıp bu davete bu nedenle katılmayacaklarını gerek davet sahibine gerekse yurtdışında ki yabancı meslektaşlarına bildirebilirlerdi. İşte bunu yapmamışlar, aydın sorumluluğunu yerine getirebilecekleri büyük bir fırsatı kaçırmışlardır.





19 Aralık 2011 Pazartesi

AŞİFTE FRANSA

                  
Fransanın; “Ermeni soykırımı olmamıştır” demeyi yasaklayan, bunu savunanları hapis ve para cezasına çarptırmayı öngören yasa tasarısı bir değişiklik olmaz ise bu hafta içinde Fransız Parlamentosunda görüşülüp oylanacak.

“Ermeni Soykırımı olmamıştır” demek, şiddet çağrıştırmayan, şiddet içermeyen bir söylemdir.Fransa şiddet içermeyen bu tarz düşünce açıklamalarını yasaklayarak, düşünceye saygı ilkesini çiğnemekte ve kişileri düşüncelerini ve bu düşüncelerini ifade ettikleri için cezalandırma yoluna gitmektedir.

Bu bir nefret suçudur. Fransa bu yasakları yasalaştırarak, Türklere karşı önyargı doğurabilecek bir davranış içine girmektedir.

Olay sadece bir nefret suçu çerçevesinde de irdelenemez, böyle bir yasa, düşüncenin açıklanmasını da peşinen engellemektedir.

Bu yasa,  bugün Fransa’yı yönetenlerin  1789 da İnsan Hakları Beyannamesi’ni yaşama geçiren atalarından daha da geride olduklarını ortaya koymaktadır.

Bu yasanın çıkartılmasının amacı, “Ermeni Soykırım iddialarının” serbestçe tartışılıp halk tarafından anlaşılmasını önleme gayretidir.

Bugün Ermeniler bu işin tartışılmasından son derece rahatsızdırlar. Zira bu konunun tartışılması, Ermenilerce çarpıtılarak yazılan bir tarihi olayın gerçek yüzünün ortaya çıkmasından duyulan endişedir.

Bugün, Türk, İngiliz, Rus, ABD, Fransa ve Ermeni  arşivleri tarafsız tarihçilere açılarak bu iş araştırılabilinir. Türkiye bu işe uzun zamandan beri de taraftardır.Buna yanaşmayan Ermeni tarafıdır. Çünkü böyle bir çalışma birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye aleyhine bir kamuoyu yaratmak için Ermenilerin yardımıyla tezgahlanmış, İngiliz çığırtkanlığının nasıl bir çarpıtma olduğunun ortaya çıkmasından duyulan korkudur.

Dünyanın her ülkesinde gerçek anlamda hukukçu hüviyetine sahip, ülkelerinin iktidarlarından emir almadan işlerini yapan, kapıkulu olmayan hukukçular da vardır.

Bunun en güzel örneklerinden biri de, Malta tutukları arasında bulunan ve Ermeni Soykırımı ile suçlanan Türklerin soruşturmalarının yapılması yetkisine sahip İngiliz Kraliyet Başsavcısıdır.

Soruşturma İngiliz Kraliyet Başsavcısıdır tarafından yürütülmüş ve sonunda “Osmanlı topraklarındaki Ermeni ve Yunan ırkına mensup olanların katlettikleri” gerekçesiyle dava açılamayacağına karar verdikten sonra, İngiliz Kraliyet Başsavcılığı İngiltere Hükümeti’nin açılamayan hukuki davanın yerine siyasi dava açılması yönündeki istemini de kabul etmemiştir.

Başsavcılık Ermeni Soykırımını belirleyen hukuken geçerli bir maddi kanıt yoktur diyerek, bir anlamda mensubu olduğu devletin propaganda maksatlı Türkleri suçlayan  yeşil kitabının da bir kıymeti harbiyesinin olmadığını ortaya koymuştur.

Bir yerde  Fransızlar, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğünü AB normlarına aykırı bir şekilde kısıtlarken, Türkiye’yi Ermeni Soykırımı ile suçlamayı “ileri demokratlık” kabul eden, kendileri engellenmeye çalışıldığı zaman bunu düşünce özgürlüğüne bir saldırı olarak niteleyen bizim liboşlar, dönekler,numaralı Cumhuriyetçiler bugün Fransa’nın bu nefret suçu oluşturan davranışını eleştirmekten özenle kaçınmaktadırlar.

Elbette tarihçiler bu konuyu derinlemesine incelesin; buna   “aydın” olduğunu iddia eden kimse karşı çıkamaz.

Bunu yaparken de savunmamızı “sizde yapmıştınız” gibi mahalle vari dedikodulara değil, sadece tarihi gerçeklere dayandıralım.

Ama ne acıdır ki; Türklerin soykırım yapmadığını Sovyet arşivlerini ve Ermeni tarihçilerin belgelerini inceleyerek ortaya koyan bir bilim adamını da, birçok diğer fikir suçlusunu olduğu gibi,  biz bu arada hapis etmekte de bir sakınca görmüyoruz.

Fransa ve onun gibi  davranan devletler ne yaparlarsa yapsınlar, gerçeğin ortaya çıkmasını engelleyemeyeceklerdir. İnsanlık tarihi düşüncelerinden ötürü birçok, filozof, yazar, sanatçı ve bilim insanını  baskı altına alınıp, hapsedildiklerini, işkenceler gördüklerini ancak özgür düşüncenin gelişiminin  engellenemediğini bize göstermektedir.   

   

18 Aralık 2011 Pazar

CUMHURBAŞKANI'NIN GÖREV SÜRESİ BEŞ YILDIR

Son günlerde yine gündem değiştirmek üzere Cumhurbaskani'nin gorev süresi bes yılmi yedi yilmi tartisması başlatıldı.
Bunun sebebi gerek dis politikadaki başarısızlıkları gerekse ekonominin icine girdiği çıkmazı tartistirmamak.
Başbakan, yeni yılda bunun TBMM gündemine gelecegini ve sürenin yedi yıl olarak belirleneceğini açıkladı.
Bu çok tehlikeli bir yöntemdir. Siz bugün Cumhurbaskani'nin gorev süresini oy çoğunluğunuza dayanarak yedi yıla çıkartırsanız, yarın bir başka cogunluk sahibide Cumhurbaskani'nin gorev süresini dört yıla indirir.
Parlamentolar kendi gorev sürelerini diledikleri gibi kisaltabilecekleri gibi, harp halı gibi olağanüstü durumlarda da bir yıl uzatablirler.
Ama keyfi olarak belli süre için seçilmiş Cumhurbaskani'nin süresini uzatmaz.
Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı olarak seçildiği tarihte, TBMM fen gecen Anayasa degisikligi ile Cumhurbaskani'nin gorev süresini bes yıl olarak tespit eden Anayasa degisikligi yasalaşmıştı.
O tarihte Cumhurbaşkanı olan sayın Ahmet Necdet Sezer yasayi halk oyuna götürdü.
Halk oyu sadece bir Anayasa degisikligini yürürlüğe söküp sokmamak işlemiyor.Yani yasa vardır, yanlizca yururluk kararini beklemektedir.Abdullah Gül bu yasa TBMM de geçerek yasalastiktan ve fakat yürürlüğe girmeden önce TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Kendisi bu yasa yürürlüğe girdiği takdirde Cumhurbaşkanlığı süresinin bes yıl olduğunu biliyordu, hatta o Anayasa degisikligine partisi AKP milletvekili olarakta destek vermişti
Şimdi süreyi yedi yıla çıkartmak Anayasaya aykırı olur. Elbette bugünkü Anayasa Mahkemesi'nin böylesine keyfi bir yasayı iptal edeceğini düşünmek hayal perestlik olur.
Aman o zaman Abdullah Gül siyasi bir eyik davranis sergiler ve sureyi fiilen kendisi besyila cekmis olur.
Eger ilk Cumhurbaskani'nin süresini bes yıla çeken Anayasa degisikligi yapılırken, bu bes yıllık sürenin nezaman uygulanacağı geçici madde ile tespit edilseydi, o zaman bu tartışmalar hiç yapilmazdi.

15 Aralık 2011 Perşembe

ÇANLAR LAİK TÜRKİYE İÇİN ÇALIYOR

Laiklik karşıtı eylemlerin odağı  olduğu Anayasa Mahkemesince tescil edilmiş AKP, Cumhuriyetin ve demokrasinin olmazsa olmazı olan laiklikten  ülkeyi tümüyle koparma operasyonuna devam ediyor.

Pazartesi günü Hürriyet Gazetesinde okuyanların kanını donduracak bir haber yayınlandı Bu habere göre, Doğu ve Güneydoğu illerinde “mele” bizim bildiğimiz  “mola” denilen DİN EĞİTİMİ ALMAMIŞ kişiler için Diyanet İşleri Başkanlığı’nda bin kişilik kadro açılmış.

Laiklik bir gecede Anayasa’ya konulan bir hükümle gerçekleşmedi. Atatürk devrimlerinin en önemlisi olan laiklik belli bir sürede, anayasa hükmünün altını dolduracak onun hayata geçmesini kolaylaştıracak olan ve 1982 Anayasasının 174. Maddesinde de koruma altına alınan devrim kanunları ile gerçekleşmiştir.

Bugün hayata geçirilmek istenen, taşrada vatandaşların din konusunda başvurdukları (!) iddia edilen eğitimsiz cahil cühela, şıhlara, şeyhlere Diyanetten kadro vermektir.

Eğer bunca İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat fakültelerine rağmen bu ülkede insanlar dini konularda hala din eğitimi almamış insanlara başvuruyor ise bu söz konusu eğitim kurumlarının AKP’nin dünya görüşünün arka bahçesi olarak planlanmasından kaynaklanmıştır.

Bu tekkelerin, zaviyelerin kapatılmış olmasına rağmen, hala modern Cumhuriyet  dervişlerin, mollaların yaşadığını gösterdiği gibi ve bu kavramların da AKP İktidarı tarafından resmileştirilmesi  çabasıdır.

Kamuya yansıyan bilgilere göre, Nakşibendiler, Caferiler ve benzeri tarikat mensuplarından bin kişiye devlet kadro verecek.

“Ulemaya sormak gerekir” diyen bir Başbakan’a mollaları hayatımıza sokmak yakışır doğrusu.

Bu ülkeyi İranlaştırmak için bir adım daha kaldı, oda aynen Şah’ın İran’ın da olduğu gibi çıkan yasaların şeriatta uygun olup olmadığını denetleyecek bir mollalar meclisidir.

Atatürk, “ hangi şey ki akla, mantığa ve gerçeklere uymaktadır, o bizim dinimize de uymaktadır”  diyerek,  “gerçek İslam” a karşı rasyonalist bir tavır takınırken,  aklı, mantığı, gerçeği inkar eden, hurafelere, batıl itikatlara dayanan bir din anlayışını kabul eden tarikatlara karşı da büyük bir savaş açmıştır.

İşte AKP iktidarı aslında, Atatürk’ten ve Cumhuriyetten rövanş alırken şimdi de tarikatları ve onların sözcülerine resmi kisve tanımak çabasındadır.

AKPli Bakan, “mele” meselesini açıklarken, bunların sözleriyle inanları durduran veya harekete geçiren kimseler olduklarını söylemiştir.

Devlet Güneydoğu Anadolu sorununun çözümünü, eğitimsiz, cahil insanların toplumdaki etkileriyle  çözeceğini düşünüyorsa büyük yanılgı içindedir.

Devlet zamanın da PKK’yı Hizbullaha göz yumarak bitireceğini düşünmüştü. Sonradan bunun Devletin  başına ne büyük belalar açtığını yaşayarak gördük.

ABD bir dönem, Afganistan’da Sovyetlere karşı Bin Ladin’in örgütü El Kaideye her türlü desteği vererek desteklemişti. Sonunda silah ters tepti ABD’ni vurdu.

Binlerce derslikte yüz binlerce çocuk öğretmen açığı nedeniyle yetersiz eğitim koşulları altında eğitim yapmaya çalışırken, binlerce öğretmenin kadro ve kaynak yokluğu gerekçesiyleataması yapılamazken Tekkeler ve Zaviyelerin kapatılması hakkındaki kanun etrafından dolaşmak için “mele” denerek üstü örtülmeye çalışılan şıhlara, şeyhlere devlet kadro vermektedir.    

    Cumhuriyeti ayakta tutan kurumları çökertirken, AKP zihniyetinin arka bahçe olarak kabul ettiği İmam Hatip liseleri yetmedi ki, şimdide, şıhlardan ve şeyhlerden medet umulmaktadır.

Liboşlar, numaracı Cumhuriyetçiler, Atatürk’ü silerek çağdaşlaşabileceğimizi zannediyordunuz, işte gelinen nokta bu, gözünüz aydın