30 Ocak 2013 Çarşamba

GRUP KONUŞMASI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ



Birgül Ayman Güler’in TBMM’de parti grubu adına yaptığı konuşma, hayatında CHP’nin kapısının önünden geçmemiş, her bulduğu imkanda CHP’ye saldırmayı adet haline getirmiş, ülkeyi bölmek için önce CHP’nin bölünmesinin şart olduğunu düşünenler tarafından bilinçli olarak çarptırıldı.
Bu yapılırken de Birgül Ayman Güler üstünden CHP’nin ulusalcı kimliği, faşistlikle eş değer gösterildi.
O bakımdan geçtiğimiz  Salı günü Kılıçdaroğlu’nun  CHP Meclis grubunda yaptığı konuşmayı bazı kişiler çok büyük önem atfederek beklediler.
Konuşma her zaman olduğu gibi Türkiye’de gündem yaratacak içerikten uzak,sadece Tayyip Erdoğan’ı eleştiren, dünyada Türkiye’yi de ilgilendiren konulara, örneğin en basitiyle ABD’nin az da olsa Suriye Politikasında değişiklik yapma ihtimali gibi, hiç değinmeyen bir konuşmaydı.
Bu arda da parti programına uymamayı,  partinin tarihine saldırmayı adet haline getirenlere hiçbir şey söylemeden, sırf Birgül Ayman Güler’in konuşmasını, parti programına uygun olması nedeniyle içeriğini eleştirmeyen ve fakat söylem tarzını eleştirerek biten bir konuşmaydı.
Bir çok partili, CHP’li  olmadığını ilan ederek,   Kılıçdaroğlu’nun, bunu  bilerek  davet ettiği, Atatürk’ü ve İsmet Paşa’yı Dersim olaylarında  katliam yapmakla suçlayan, buna parti yönetiminden zamanında hak ettiği bir tepki gelmemesi üzerine, bu sefer   bir başka konuşmasında, Yunanlı bir yazarın romanında yazdıklarını tahrif ederek, kurtuluş savaşı sırasında Atatürk ve arkadaşlarının Ege’de “etnik temizlik yaptıklarını” söylemek küstahlığında bulunan Hüseyin Aygün’e de bir şeyler söyleyeceğini beklediler.
Birgül Ayman Güler’in parti programına uygun söylediği sözlerin, tarzını bile eleştiri konusu yapan Kılıçdaroğlu, Hüseyin Aygün’e bugüne kadar bu çizmeyi aşan, küstahça konuşmaları için tek kelime bile söyleyememiştir.
Hüseyin Aygün’e karşı takınılan bu sessizlik,  partide bir kırılma noktası varmış gibi bir görüntüye neden olduğundan  partinin parçalanmasını isteyen, bu nedenle etnisite egemenliğini tahrik edenlerin,  bazı gereksiz dedikoduları yaymaları için de müsait iklim yaratmıştır.
 Konuşmanın hiçbir yerinde Türk Milleti, Türk Ulusu sözcükleri kullanılmamıştır.
Bu hatalı tutum,  anayasadan Türk, Türk Milleti kavramlarının çıkartılmasını, etnisite egemenliğini hakim kılarak ülkeyi bölmek isteyenlerin ekmeğine bilerek veya bilmeyerek yağ sürmektir.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, bu coğrafyada yaşayan herkesi bütünleştirici ve farklılıkları ortadan kaldıran bir anlayıştır.
Gerek anayasamızda ve gerekse CHP programında kabul edilmiş olan Atatürk milliyetçiliği hakkında Anayasa Mahkemesi  10. Temmuz 1992 tarih ve 1991/2 Esas sayılı dosyasında: “Atatürk milliyetçiliği... ayrımcı ve ırkçı bir kavram değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkının, kökeni ne olursa olsun, devlet yönetiminde tartışmasız eşitliği, içtenlikli birliği ve birlikte yaşama istencini içeren çağdaş bir olgudur... Türk devletinin vatandaşları arasında etnik ya da diğer herhangi bir nedenle siyasal veya hukuksal ayrım söz konusu değildir... Türkiye’de... Ulusal bütünlüğün temeli ortak kültüre, laiklik ilkesiyle akla, mantıklı düşünceye, sağduyuya, adalete dayanan ‘Atatürk milliyetçiliği’dir. Anayasa, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi resmiyette Türk adıyla tanıtan birleştirici ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahiptir”. Diyerek, Atatürk milliyetçiliğinin bir ırkın başka bir ırka üstünlüğü olmadığını ortaya koymuştur.
Birgül Ayman Güler’e karşı biliçli olarak yapılan bu haksız ve çirkin linç kampanyası karşısında  CHP yöneticilerinin kendisine sahip çıkmamaları,  ‘Yeni Anayasa’ yapma sürecinde, CHP’yi bu ülkenin bölünme sürecine hizmet etme noktasına getirmeye çalışan iç ve dış güçleri muhakkak mutlu etmiştir.
Bazıları bilmelidir ki; Türkiye’nin her köşesinde yaşayan, Kürt,Arap,Boşnak,Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut, Roman yurttaşlarımız vardır. Bu etnik kimlikler, bu kökenden gelen  herkesin şerefidir ama egemenlik tektir ve o da Türk Ulusunundur. 

27 Ocak 2013 Pazar

HANGİ CHP’NİN ÜYESİ OLMAK İSTERSİNİZ?



CHP tarihinde görmediği, alışık olmadığı olaylar yaşıyor.
CHP de bugüne kadar hiçbir milletvekili parti programına uygun konuştu diye eleştirilmemişti, bu parti yönetimi zamanın da  bu  da yaşandı.
İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’in partinin Kurultaydan geçmiş programına uygun olarak, kimsenin ırk ve kökenin diğerinden üstün olmadığını söylediği, Atatürk’ün “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Özdeyişine uygun meclis konuşmasına Meclis kürsüsünden, hem de  partinin Genel Başkan yardımcısı olan bir milletvekili en ağır şekilde saldırdı.
Kimdir bu kişi?
Bir iki sene evveline kadar CHP’ye saldırmayı adet haline getirmiş, Amerika’da ödül alırken Türkiye’ye etmediği hakareti bırakmayan, CİA’nın yan kuruluşu Stratfor’da  “TR705” kod adıyla kayda giren kişi.
Aynı şahıs Adalet komisyonunda, o komisyonun üyesi olmamasına rağmen komisyona gelerek, partinin görüşlerini anlatan CHP milletvekillerini müşkül durumda bırakacak şekilde, parti görüşünün aksine görüş ileri süren, bu yaptıklarından dolayı  da kimsenin kendisinden hesap  soramadığı şahıs.
Neydi bu parti görüşünün aksine savunduğu “Ana dilde savunma” yani Kürtçenin kamusal alana sokulması.
Bu kişiye kimse hesap soramıyor, bunun sebebi acaba bu şahıs üstünde “insiyatif kullanılamıyor” olması mıdır?
CHP içinde bu partinin kurucularına, tarihine  küfür edilmesine, onların katil, soy kırımcı diye suçlanmasına, bugüne kadar tanık olunmamıştır.
Bu parti yönetimi zamanın da bu da yaşandı.
Bunun düşünce özgürlüğü ile de alakası yoktur.
Bu tezleri savunmak isteyenler  bu partinin dışında kendi fikirlerine uygun partilerde siyaset yaparlar, bu fikirlerini şiddeti davet etmeden diledikleri gibi söylerler. Ama bunu CHP’nin içinde yapamazlar, yapmalarına da izin verilmemelidir.
  İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’in konuşmasına CHP milletvekillerinin alkışlarla destek vermesini içine sindiremediği (!) için istifa eden, aslında üç dört aydır AKP’ye geçeceği konuşulan Adıyaman Milletvekili Salih Fırat’ı partiye dönmeye ikna etmek için kendisiyle görüşen iki Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin ve Sezgin Tanrıkul’u gazetelere sızan haberlere göre “Parti bizim elimizde, ulusalcıların  etkin olması artık mümkün değil” demişler.
Bu şahıslar ne CHP tarihini ve ne de Kurultaydan geçmiş tüm CHP’lileri bağlayan parti Programını biliyorlar.
CHP Programının daha birinci sayfasında:
“CHP gücünü tarihi köklerinden alır. Emperyalizme karşı ulusal başkaldırının öncüsü olan Kuvayi Milliye, Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin oluşumuna dayanak oldu. Müdafa-i Hukuku ise işgal altındaki Anadolu’da, yerel kimlikten  ulusal kimliğe ve ulusal dayanışmaya ulaşmayı, gücünü ulusal iradeye dayandırmayı hedef aldı.”
……
“CHP’nin tarihsel kimliği, Atatürk devrimlerinin birikimleri ile ALTI OK eşliğinde;
Kemal ATATÜRK’ÜN  Bağımsızlık benim karakterimdir,
İsmet İNÖNÜ’NÜN, Namuslular da, en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır,
Sözleri ile öz ifadesini bulan bu soylu ve erdemli gelenek ile şekillendi.” Demektedir. 
 Şimdi, CHP liler bir karar vermek zorundasınız, hangi CHP’nin üyesi olmayı yeğlersiniz.
Ulusalcı olmayı “faşistlik” olarak niteleyen, Atatürk’e, İsmet Paşaya “katil” , “soy kırımcı” diyenlerin sırtını sıvazlayan “CİA’nın yan kuruluşu Stratfor’da  “TR705” kod adıyla kayda giren, hakkında evrakta sahtecilikten mahkumiyet kararı  olan kişilerin mi yönettiği? Yoksa;  Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, ülke bütünlüğünden yana, Atatürk’ün “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Özdeyişini benimseyen, uluslaşma sürecinin, laik cumhuriyet yapılanmasının,çağdaşlaşma hedefinin, aydınlanma devriminin sürekliliğine inananların yönettiği bir CHP’nin üyesi mi olmayı yeğlerseniz.
Eğer Atatürk devrimlerine inanların yönettiği bir CHP üyesi olmayı yeğliyorsanız, kişisel beklentilerinizi bir yana bırakın, İsmet İNÖNÜ’NÜN, “Namuslular da, en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır” sözünün gereğini yapın ve ayağa kalkın ve CHP’nin onurlu ve devrimlerle dolu tarihine sahip çıkın.



23 Ocak 2013 Çarşamba

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI DEĞİŞİRKEN



Suriye’de Esad rejiminin gitmesi, İsrail üstündeki İran tehdidin azalmasına ve ayrıca da İran’ın Lübnan ile bağları kopacağından bölgesel etkisinin de azalmasını sağlayacaktır.
Bu durum ABD’nin çıkarına olacaktır.
Buna rağmen Bush döneminin hatalarından ders çıkartan Obama’nın, yani ABD’nin yeni dış politika uygulaması, artık kendisinin temel ulusal çıkarlarını tehdit etmeyen, bölgesel ihtilaflara, aynen Suriye’de olduğu gibi, doğrudan silahla müdahale etmemek şeklindedir.
Nitekim, Esad rejiminin gitmesi için kendisi doğrudan bir askeri müdahalede bulunmamış, Suriye iç dinamiklerinin ve bölgesel güçler olan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın müdahalesiyle Esad’ın devrilerek Suriye’de yeni bir yapının ve bölge dengelerinin buna göre kurulmasını beklemiştir.
Türkiye,  son dönemde ABD dış politikasında değişen  ve yerleşen yeni doktrinin, ABD’nin kendi temel ulusal çıkarlarına tehdit oluşturmadığı sürece ihtilaflara silahla, yani askeri güç kullanarak müdahale etmeyeceğini kavrayamamıştır.
Bu nedenledir ki Tayyip Erdoğan, Esad rejimi bir hafta on gün dayanamaz diye boş nutuklar atmıştır. Zira; ABD’nin Suriye’de aynen Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi doğrudan askeri müdahalede bulunacağını zannediyordu.
ABD dış politikasını yakından takip eden düşünce kuruluşlarının  ve dış politika yazarlarının görüşlerine göre ABD’nin bundan sonraki dış politika önceliğinin, denizlerdeki mutlak egemenliğine yönelecek tehditleri azaltmak ve düşman bir ülkenin geliştireceği kıtalararası nükleer silahlarla  ABD topraklarını hedef alabilmesini önlemek olacaktır.
Yani ancak o zaman ve diplomasinin bittiği noktada askeri güç kullanacaktır.
ABD bu noktaya bir anda, herhangi bir olay olmadan, durup dururken gelmemiştir.
Afganistan ve Irak bataklıklarında ilk etapta  can düşmanları olan Talabani ve Saddam’ı devirmişti.
Saddam’ın devrilmesinden önce bölgede dengeler İran ve Irak üstüne kuruluydu. Saddam devrildi de  ne oldu? Bir başka can düşmanı İran’a çok büyük bir hareket alanı sağladı.Hem de tek kurşun atmadan.
 ABD dış politikasındaki değişim ilk defa eylemli olarak Libya’da uygulanacaktı.
Baktığınız zaman Kaddafi Libyası, ne ABD’nin denizlerdeki egemenliğine,  ne de kendi toprakları için bir nükleer tehlike yaratıyordu.
O nedenle ABD,  Fransa’nın bölgede üstünlük sağlamak için başlattığı hava harekatına soğuk baktı, uzak durdu.
Ancak, Fransız hava saldırılarının Kaddafiyi devirmeye yetmeyeceği anlaşılınca, ABD, gönülsüz bir şekilde NATO ittifakı çevresinde, Türkiye’nin de Libya sahillerine daha meclisten teskeresi geçmeden muhrip gönderdiğimiz olaylarda, hava saldırılarına katıldı.
Bu askeri müdahale  değişen ABD dış politikasının, denizlerdeki egemenliğine  ve ABD toprakları için nükleer tehdit oluşturmayan bir ülkeye, son askeri müdahalesi olmuştur.
ABD’nin bu değişen dış politikasını herkes görmüş ve anlamış, ama maalesef derinliği kendinden menkul Davutoğlu’nun siyasi tercihleri ile yönlendirdiği Türk diplomasisi bu değişimi anlayamamıştır.
Anlayamadığı içinde, ABD’nin Afganistan, Irak ve en son olarak da Libya’da yaptığı gibi fiili askeri güç kullanacak, bir zamanlar aile boyu dostluk gösterileri yaptığımız Esad çok kısa bir süre içinde düşecek, Suriye’de iktidarın AKP’ın   yakın  dostu Müslüman kardeşlere kalacak zannettik.
Esad devrilmediği gibi, Türkiye Suriye hududu yol geçen hanına döndü. Bu çatışmadan dolayı bölge ekonomisinin büyük kayıplarının yanında sadece Suriyeli sığınmacılara harcanan para yarım milyar dolar civarındadır.
ABD dış politikasındaki bu değişiklikten sonra çıkacak bir İran krizinde, inşallah ABD’nin dolduruşuna kapılıp, Kasr-ı Şirin antlaşmasından bu tarafa hiçbir ihtilaf yaşamadığımız İran’la bir çatışmaya girmeyiz.
      
    

20 Ocak 2013 Pazar

HANGİ BARIŞ



Diyarbakır’daki cenazelerin defni sırasında ortaya çıkan görüntüleri televizyonlardan izleyen deneyimli  emekli bir üst düzey bürokrat dostum : "TV'lere bakıyorum, herkes ‘Diyarbakır'da olay çıkmadı’ diye zil takmış oynuyor. E birader, örgüt bayraklarının tabutlara örtülmesine ve elde taşınmasına müdahale edilmiyorsa, devletin üniformalı güvenlik güçleri, hiç sıkılmadan açıkça söylendiği gibi, ‘aman tahrik etmeyelim’ diye köşe bucak saklanmışsa tabii olay çıkmaz. Olay çıkmaz da, devletin devlet olmaktan çıktığı tescil edilmiş olur.Çok sıkıntılı bir durum.." dedi.
Toplumsal bir olayda devletin kolluk kuvveti saklanıyorda, orada “asayişi” örgüt elemanları sağlıyorsa, artık  devlet devlet olmaktan çıkmıştır.
Terör örgütü ne istiyordu?
1-Türk ve Türk milleti kavramlarının anayasadan çıkartılması, anayasal vatandaşlık tarifinin kabul edilmesi.
Edilecek mi?
Edilecek, Başbakan bunu açıkça dile getirdi. BDP elbette kabul ediyor, yani ülke bölgelere bölünerek iki milletli bir yapıya kavuşturulacak. Yani federasyona yönelecek.
2-Kürtçenin kamusal alanda kullanılmasını istiyorlar.
Ana dilde eğitim, ana dilde savunma hakkı, Kürtçenin kamusal alana girmesidir.
Bu da hayata geçiyor mu?
Geçiyor
3-Silahlı emniyet güçleri istemi idi.
Silahlımıydılar?  Silahsızmıydılar? Bilemem ama Perşembe günü emniyet güçlerinin de var olduğunu tescil ettiler.
Bundan bir adım sonrası “siz askerlerinizi ve polisinizi buralardan çekin, biz asayişi de sağlarız” olacaktır.
4-Bölgesel bayraklarının tanınması idi.
Oldu mu? Oldu.
Tabutların üstüne terör örgütünün bayrağı örtüldü. Hastaneye bu bayrak çekildi.
Bunların hepsi özerkliğe, bağımsızlığa giden yolun ilk kilometre taşlarıdır. Artık yol açılmış kopuş süratlenmiştir.
Emperyalistlerin arzusu gerçekleşmiştir.
İşte bütün bunları öngöremeden, bana da sorarsanız bilerek,  İmralı açılımına hesapsız ve kitapsız kredi açmak, devleti kuran, devletten evvel var olan bir parti üstünde oynanan oyununun, yani ulusalcı kanadın tasfiyesinin emperyal güçlerin bir istemi ve planı sonucu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu süreç bu milletin çektiği acıları, sıkıntıları göz önünde tutarak,  huzura uzanan bir süreç olmayacaktır. Keşke böyle olsaydı, böyle bir huzur sürecine giden müzakerelere elbette destek verilmesi gerekirdi.
Perşembe günü Diyarbakır’da atılan barış nutukları elbette kulağa hoş gelir.Her istediğin elde etmiş bir ayrılıkçı terör örgütü, kendi egemenliğini ilan edip, bunu devlete de tescil ettirdikten sonra, elbette barış nutukları atacaktır.
Şu anda gelinen nokta ilan edilmemiş özerk bölgeli bir Türkiye’dir.
Hangi siyasi partiye gönül vermiş, oy vermiş olursak olalım. İlk sakınmamız gereken şey Türkiye Cumhuriyeti olmalıdır.
İnsanın kendisine saygı duyması için, önce mensubu olduğu ülkenin tüm değerlerine ve ilkelerine saygılı olmasını gerektirir.
Bu nedenle bu bölünme sürecini barış süreci diye yapılan algılatma oyunlarına gelmeyelim.
Her Türk vatandaşının temel önceliği: ülkesini korumak ve kollamak olmalıdır. Buna zarar verecek her oyuna karşı uyanık olunmalıdır.
Bu Millete algılatılmaya çalışılan husus, Abdullah Öcalan’ın kutsanmasıdır. Onun için süreci “İmralı Süreci”, “İmralı Görüşmeleri” “Barış Süreci” “Çok iyi bir Müslüman’dı, namaz kılardı” gibi söylemlerle ölen kırk bin kişiyi unutturma çabasıdır.
İşte şimdi oynan oyun budur.
Perşembe günü Diyarbakır’da olan, T.C Devletinin bölünmez bütünlüğünün bitişinin başlangıcının ilanıdır.
Devlete sahip çıkılmaz ise,   üç beş sene içinde, bu bölgenin kopuşunu göz yaşları içinde seyrederiz.
Cenazelerin kaldırıldığı gün, olay çıkmamasının sebebi ayrılıkçı terör örgütünün şimdilik istediklerin elde etmiş olmasındandır.
Diğer bir deyişle  Devlet terör örgütü önünde diz çökmüştür.
Barış, uluslararası hukuka göre devletler ya da BM tarafından kabul edilmiş  gruplar
 arasında olur. Siz eğer bu iç kalkışmayı savaş olarak kabul ediyorsanız zaten kaybetmişsinizdir.
Hangi barıştır elde edilen.  





 

   

 
  

16 Ocak 2013 Çarşamba

FEDERALİZME GİDEN YOL



Ülkenin son 30 yılına damgasını vuran adına ister Kürt, ister güney doğu sorunu deyin, bu sorun sadece iç dinamiklerin yarattığı bir sorun değildir.
İçeride yapılan büyük yanlışların, yani zamanında bireysel kültürel haklara saygı gösterilmemesi, bölgenin ekonomisine, bölgesel kalkınmanın hızlanmasına kamu kaynaklarının öncülüğünde sahip çıkılmamış, 30 yıllık terör ortamının yarattığı mağduriyetlerin giderilmemesi, boşaltılmış olan köylerin, gönüllük ve devlet kaynakları kullanılarak  yeniden inşası koşulları ile geriye dönüş sağlanamamıştır.
Bunlar dış kaynaklı sorunu ağırlaştıran içeride yapılan veya yapılması gerekirken yapılmamış hususlardır.
Terör veya Kürt sorunu önce, başta Almanya olmak üzere Avrupa, 90’lardan itibaren de ABD’nin katılmasıyla genel olarak batı tarafından pişirilip bize ihraç edilmiştir.
Tarih boyunca bölgedeki isyanlar dış tahriklerle olduğu da göz önüne alındığında durum daha net olarak anlaşılabilinir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok, daha 2001 yılında BM Güvenlik Konseyinin  2001 tarih ve 1373 sayılı kararı ile, terörist eylemlerle bütün vasıtalarla mücadele etme gereğini vurgularken,  bütün devletlerin, terörist eylemlere karışmış kuruluş ve kişilere… doğrudan veya dolaylı biçimde destek vermemeleri,terörist eylemleri finanse eden, planlayan, destekleyen veya icra edenlere topraklarında güvenlik içinde  yaşama sağlamayı reddetmelerini ve bu sayılanların kendi ülkelerinin topraklarını kullanmalarını engellemesi karar altına alınmışken,  Avrupa ülkelerinde terör örgütü üyelerinin cirit atması, kırmızı bültenle aranan insanların aynı ittifak içinde bulunduğumuz ülkelerin en üst düzey yetkilileri ile görüşüyor olması, başka nasıl izah edilebilir?
Batının temel gayesi Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirip, İsrail benzeri Büyük Kürdistan’ı kurmaktır.
Büyük Kürdistan’ın en önemli ayağı Türkiye’dir. Irak çözülmüş, Suriye bölünme sürecine girmiş, Türkiye’de öncelikle bir federal yapıya kavuşturulursa olay büyük oranda çözülecektir.
İşte tam bu ortamda Türkiye’de anayasal vatandaşlık, ulusal vatandaşlık tartışma konusu yapılmıştır.
Anayasamızın 3. Maddesi “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen , beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli Marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkent Ankara’dır.” diyerek bölünmez bütünlük, yani üniter yapı ve herhangi bir etnisiteye dayanmayan ulus ilkesini vurgulamıştır.
Türk vatandaşlığı, bu topraklar üzerinde yaşayan, devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan insanları,etnik kökeni, inancı, cinsiyeti ne olursa olsun, bir kültür ve bin yıllık ortak anlaşma dili olan Türkçe birlikteliğinin yarattığı, etnik kökenlerden arındırılmış bir vatandaşlık tanımıdır.
 Ulusal vatandaşlık, her türlü etnisiteyi red eden, bunları aşan, yurttaşların her hal ve şart altında eşitliği ilkesi üstüne kurulmuştur.
Anayasal vatandaşlık ise bireyleri değil, etnisiteye dayalı toplulukları ve dini grupları kabul etmektedir.
Bütün bu etnisite veya grupların eşitliğine dayanan bireysel hakları değil kolektif hakları savunan, bu etnik veya dinsel grupların toprak esasına dayanan bir vatandaşlık tanımıdır.
Bu birden fazla resmi dilin hayata geçmesidir.
Bu Türkiye’yi önce federal yapıya, sonrada Büyük Ortadoğu Projesi’nin son aşaması olan bölünmeye götürür.  
Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisini  hayalini kurduğu başkanlık sistemine taşıyacağını düşündüğü, federalizme giden yolun ilk ve fakat en önemli adımı olan anayasal vatandaşlığa karşı değildir.
BDP de, bir etnisiteyi tarif etmemesine rağmen,  Türk ulusu ve Türk vatandaşlığının ortadan kaldırılarak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının anayasada yer alınmasını istemektedir.
Bu tarif bireyleri değil toplulukların birlikteliğini getirmektedir.
BDP’nin söyledikleri ile Başbakan’ın söyledikleri bir birleriyle birebir uyuştuğu gibi Büyük Ortadoğu Projesinin hazırlayıcılarının sondan bir önceki istediğidir.
Başbakanın takip ettiği, ona bu yolda BDP’nin destek verdiği yol, batılıların Büyük Kürdistan kurabilmek için istedikleri  federasyona giden yoldur.





     

13 Ocak 2013 Pazar

TARİHİNDEN KOPARTILAN CHP



12 Ocak, Cumhuriyet Halk Partisi tarihinde çok önemli bir gündür.
12 Ocak 1959 yılında yapılan olağan Kurultay’ında yayınlanan “İlk Hedefler Bildirgesi”  CHP’nin devrimci sol damarının şahlanmasının  önemli bir nirengi noktasıdır.
İleri demokrasi yalanlarının söylendiği bugünlerde, gerçek anlamda ileri demokrasinin ne demek olduğunu anlatan bir bildirgedir o.
Çift Meclis, Anayasa yargısı, İdarenin her türlü işlem ve eyleminin yargı denetimine tabi olması, sendikal örgütlenme, grev hakkı, seçim sisteminin demokratikleştirilmesi yani nispi seçim sistemi, Hakimler Şurasının kurulması gibi daha bir çok kurumun iktidara gelindiğinde hayata geçirileceğinin ilanıdır.
Ogün çok büyük bir merakla CHP Genel Merkezi’nden  böyle bir günün yıl dönümünde herhangi bir açıklama yapılıp yapılmayacağını merakla bekledim.
Tabii benim bu bekleyişim çok fazla iyi niyetli idi.
CHP’nin geçmişi ile bağının en Vandal bir şekilde, bilgisayar kablolarının kesilmesi gibi koparıldığını düşünememiştim.
Bugün kü YCHP yönetiminden kim hatırlayacaktı “İlk Hedefler Bildirgesini” ;
 Habur çadır mahkemelerinde teröristlerin avukatlığını yapan TR 705 Kod numaralı Genel Başkan Yardımcısı mı?
Türkiyem Partisi’nin “yetmez ama evetçi” Genel Başkan Yardımcısı mı?
“Yetmez ama evetçi”, partililerin tanımadığı Bayan Genel Başkan yardımcısı mı?
“AKP’yi inceledik, inançlara göre örgütleneceğiz” diyen,saygı duruşunu  elini kalbinin üstüne götürerek yapan, Kadınlar Kolu Genel Başkanı mı?
Kurtuluş Savaşını, emperyalizme karşı bir savaş olarak değil, Rumlara karşı bir etnik temizlik hareketi olarak niteleyen, Atatürk’e ve İsmet Paşa’ya katil yaftası asmaya kalkan  bir CHP milletvekili mi?
Parti tarihine bu kadar açıkça saldıran bir kişiyi bu partide tutan Genel Başkan mı?
Bütün bunlara birkaç tanesi hariç sessiz kalan milletvekilleri mi?“İlk hedefler Bildirgesini” hatırlayacaklardı.
Bunlar hiçbir şey yapmazlar, yapamazlar.
Bunlar Fransa Cumhurbaşkanı’nın “ölenlerden birisiyle görüşüyorduk” şeklindeki utanmazlığına bile ses çıkartamayacak “terör örgütü orada ne arıyor” du bile diyemeyecek durumdalar.
Bunlar o haldeler ki, birileri kızar diye, Mandella –İmralı denklemi kurulduğunda, Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli insanlarla, ırkçı Güney Afrika yönetimince “insan” oldukları bile kabul edilmeyen siyahlar ile parelellik kurulduğunda bile seslerini çıkaramazlar.
Bu konuşmayanların, susanların hiç birisi parti yararını düşündükleri için değil, bir dahaki seçimde Genel Başkan ve çevresindeki ülkenin bölünmesinden yana olanları kızdırmaktan korktukları için susuyorlar.
Eğer bu olumsuzlukları görmezden gelip, şimdi söylemeyelim, önümüzde seçim var susalım diye geçiştirirlerse, seçimlerden sonra düzeltilecek bir partide ortada kalmayabilir.
Düşünebiliyor musunuz?
Genel Başkan, ülkenin bölünmesine neden olabilecek İmralı açılımına “kredi tanımış” buna ne parti tabanından ve nede birkaç milletvekilinden başka diğer milletvekillerinden ses çıkartan olmamıştır.
Kim ne zaman konuşacaktır.
Partinin akil adamları sizler ne zaman konuşacaksınız.
Sayın Deniz Baykal, uğradığınız ağır mağduriyetin kırgınlığını yaşadığınızı tahmin edebiliyorum.
Ama siz Atatürk’ün oturduğu koltukta oturdunuz.
Ben eski bir milletvekili olarak sadece beni seçenlere  karşı sorumluyum, ama siz bu millete ve ülkeye karşı sorumlusunuz.
Bu partiye genel başkan, genel sekreter olarak yıllarca hizmet vermiş diğer parti büyükleri şimdi milletvekili olmayabilirsiniz, ama sizlerinde susma hakkı olmadığı kanısındayım.
CHP Örgütünde yıllarca emek vermiş, örgüt emekçileri artık sizinde susma hakkınız kalmadı.
Görülüyor ve anlaşılıyor ki; bugünkü CHP yönetimi bu partiyi iktidara hazırlama kabiliyetine sahip değil.
İktidara muhalefet etmek, muhalefetin tanımı içinde var ama bu yeterli olamaz. Özellikle CHP için olamaz, hele bugün olduğu gibi iktidar taklitçiliği ile hiç olamaz.
AKP İktidarının ülkeye yaptığı tahribatı önleyebilmek için, bugüne kadar yaptığı tahribatı gidermek, bundan sonrasını da önlemek için yeni bir “İlk hedefler bildirgesi” ne ihtiyaç vardır.
Bunu da partinin ilkelerine bağlı ilerici CHP’liler yapabilir.
 

     

9 Ocak 2013 Çarşamba

TERÖRÜ BİTİRMEK UĞRUNA EŞKİYA’YA TESLİM OLMAK



Bir anda ülkede öyle bir hava yaratıldı ki; İmralı açılımına  karşı çıkmak sanki, terörün devamını istemekmiş gibi algılanmaya başlandı.
Bu algıyı yaratmaya çalışanları gözünüzün önüne getirin;  tarihte olmuş her olaydan Türkiye ve Türkleri sorumlu tutan, bir kısım köşe yazarı ve “enteller” olduklarını görürsünüz.
Bunlara göre, 1915 Ermeni tehcirini de, 1937-38 Dersim tedibinin  de  tek sorumlusu Türklerdir.
Bunlar için Türkler hep kötü, ötekiler hep iyidir.
Zannedersiniz ki, 1915 Nisan’ın da Talat, Enver ve Cemal Paşalar bir sabah uyanmışlar, durup dururken hadi Ermenileri sürelim  veya Atatürk 1937 de bir sabah  uyanmış “Hadi İsmet, Dersim’de tedip harekatı yapalım” demiş.
İşte o olaylara bu at gözlüğü ile bakanlar,  bugün de silahlar patlarken, bu ülkenin askerleri şehit olurken, ülkedeki terör faaliyetlerinden ve ölen binlerce insandan sorumlu olduğu için ölüme mahkûm edilmiş bir katille müzakere masasına oturulmasına alkış tutmaya ve bunun  “barış” a giden yol olduğunu söylemeye başladılar.
Ana muhalefet partisi, neler karşılığında katilin ayağına gidildiğini bilmeden, yetkili organlarından geçirilip, geçirilmediği şüpheli bir ortamda “hadi terörü çöz; sana kredi veriyoruz” demek gafleti içinde bulundu.
Ülkenin Başbakanı, bana sorarsanız hiçbir gereği olmayan,batıda kaybedilecek oylar hiç düşünülmeden, sadece doğu ve güneydoğudan oy artışı sağlanacağı yanlış  hesabı üstüne kurulmuş bu hamleye; saygısız ve kaba bir şekilde “Sen kimsin de bana kredi veriyorsun” cevabını vermekten çekinmedi.
Bu anlamsız ve teminatsız krediye  destek sadece, PKK’nin siyasal uzantısı olan BDP’den ve yukarıda sözünü ettiğim olaylara at gözlüğü ile bakan entel takımından geldi..
Hatırlayacaksınız Başbakan “terör örgütüyle görüşen ve bunu  söyleyen şerefsiz” dedikten sonra, sanki kendisini tekzip etmek istercesine Oslo görüşmelerinin tutanakları yayınlanı vermişti.
Bugün de her ne kadar, katile af ve ev hapsi yok diyorsa da, terör örgütü öncelikle akıllı bir oyunla,  böyle bir süreçte bebek katilinin “danışmanlara ve danışmaya ihtiyacı olduğunu, bu nedenle bu şartların sağlanması” gerektiğini dile getirmeye başladı.
Bunun sağlanması, katilin içinde  bulunduğu cezaevi şartlarının düzeltilmesi olmayacak mıdır?.
Eğer Başbakan söylediğinin arkasında duruyorsa, yani  af veya ev hapsi söz konusu değilse, demek ki çözüm anayasal ve yasal düzenlemelerle gerçekleşecek.
O zaman anayasadan “Türk ve Türk ulusu” kavramları mı çıkartılacak?
Ana dilde eğitimin önümü açılacak?
Yerel Yönetimler Özerklik şartına, ülke bütünlüğünün zedelenmesini engelleyecek şartlara Türkiye’nin koyduğu  çekinceleri mi kaldırılacak?
Başbakan “ben her şeyi açıklamak zorunda değilim, uygulamada görürsünüz” dediğine göre, ana muhalefet partisi açtığı krediyi hesapsız kitapsız, neye kredi açtığını bilmeden  açmış olmuyor mu?
Hiçbir kreditör krediyi bir kere açtıktan sonra artık yeni şartlar ileri süremez, sürse de bunu kimse ciddiye almaz.
En büyük tehlike de böyle anlamsız, neye verildiği belli olmayan krediyi açanın toplumda itibarını yitirmesidir.
Hiçbir terör örgütü, elinde silah bulunduğu sürece  kazandığından daha geri bir pozisyonda bir anlaşmayı kabul etmez.
Bu nedenle terör örgütü  koşulsuz olarak tüm silahlarını son mermisine kadar teslim ettikten sonra onunla masaya oturulur.
Bu nedenledir ki; “terörle mücadele edilir, müzakere edilmez” denilmektedir.
AKP iktidarı 2002 de “sıfır” terörle ülkeyi teslim aldığı zaman gerekli, demokratik, sosyal, toplumsal ve ekonomik tedbirleri alsaydı terörün insan kaynağı kurutulabilinir ve bugün bambaşka şeyleri konuşuyor olabilirdik.
On yıllık AKP iktidarının uyguladığı yanlış demokratik, sosyal, ekonomik politikalar ve teröre verilen dış destek nedeniyle terör bitirilememiş tam aksine azmıştır. Bugün geldiğimiz nokta da, İktidarıyla muhalefetiyle Türkiye Cumhuriyeti, terörü bitirmek uğruna, eşkıya’ya teslim olmuş duru

6 Ocak 2013 Pazar

DEVLET ADAMI OLABİLMEK


DEVLET ADAMI OLABİLMEK

Son zamanlarda Cumhurbaşkanlığı seçimini bir parti içi sorun gibi algılayan Tayyip Erdoğan’ın, olayı tekeline alma arzusunun yarattığı sıkıntıları yaşıyoruz.
 Bilindiği üzere 2007 yılına kadar Cumhurbaşkanları bir defaya mahsus olmak üzere yedi yıl için seçiliyorlardı.
Tayyip Erdoğan 2007 yılında TBMM’ye şimdi araları limoni olan, o tarihte kendisinin o makama atayacağını (!) zannettiği Abdullah Gül’ü, partiler arasında uzlaşma aramadan, dayatarak  seçtiremeyince, gücüne gölge düştüğü  düşüncesiyle, büyük bir öfkeye kapılarak, “bende dilediğimi seçtiririm” anlayışı içinde parlamentodaki sayısal çoğunluğuna dayanarak, Anayasa’nın 101. maddesinde bir değişiklik yaptırarak, Cumhurbaşkanını halka seçtirmenin yolunu açtı.
O tarihte bu ülkenin bütün aklı selim sahibi insanları, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin çok olduğunu, bu kadar geniş yetkilerle donatılmış ve halk tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı’nın ileriki yıllarda hükümetler için büyük sorunlar yaratacağını her ortamda dile getirdiler.
Tayyip Erdoğan, bu sağduyulu çağrıları duymazdan gelerek, ruhunda taşıdığı tek adam olma hırsıyla ve  büyük bir öfkeyle bu değişikliğe gitti.
Tayyip Erdoğan’ın engellenemez bu hırsı nedeniyle, hiçbir hukuki sorumluluğu olmayan, ama halk tarafından en az %50+1 oyla seçilmiş, hemen hemen her zaman iktidar partisinden fazla  oy alacak  geniş anlamda yürütmenin başı olan bir Cumhurbaşkanı yaratıldı.
Geldiğimiz noktada ne oldu?
Tayyip Erdoğan’ı gelişen olaylar nedeniyle Cumhurbaşkanı seçilememek korkusu sardı.
Halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanının, bugünkü yetkileriyle kendisine ne gibi sorunlar yaratabileceğini  Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ da kamuoyuna açıkladı.
Bu noktada paniğe kapılan Tayyip Erdoğan, şimdi de yanındaki kendini Anayasa hukuku uzmanı zannedenlerin  sözüne uyarak, kendi ruh âleminde hayal ettiği Bonapartist Başkanlığa benzer “Türk Tipi Başkanlık” sistemini gündeme getirdi.
Meclisteki çoğunluğu şuanda böyle bir Anayasa değişikliği  yapmaya yetmiyor. O zaman ne yapacaktır? Mecliste ittifaklar arayarak bu sorunu çözmeye çalışacaktır.
Nitekim kendisi de, uzlaşma olmadığı takdirde Meclis içinde ikili üçlü uzlaşmalar olabileceğini dile getirmektedir.
Her ne kadar BDP şuanda başkanlık sistemine karşı duruyor gibi görünse de onların tek amacı pazarlık güçlerini arttırabilmektir.
Bugün katil başına çıkartılacak bir af veya ev hapsi karşılığında BDP ile anlaşmak sorun olmayacaktır. Birde buna CHP içinde on beş civarında olduğu söylenen milletvekilleri de ilave edilirse bu sayı 371’e rahatlıkla ulaşacaktır.
Nitekim İmralı’da katil başı ile görüşüldüğü Başbakan tarafından açıkça beyan edilebilmekte, uzun yıllardan beri "elinden silahı bırakmayan terör örgütüyle müzakere edilmez, mücadele edilir" diyen muhalefetten de buna en ufak bir tepki gelmemektedir.
İmralı’da katil başı ile nelerin karşılığında PKK’ya silah bıraktırma  pazarlığının yapıldığını tahmin etmek de zor olmasa gerek.
İmralı’da bu süreçte yapılan pazarlıklara sessiz kalan muhalefetin, ileride varılacak anlaşmalara da destek vereceği anlaşılmaktadır.
Bu gidiş ülkeyi bölünmeye götürmektir.
Gelinen nokta da Tayyip Erdoğan, İmralı’nın talimatına uyacak olan BDP ile uzlaşma ve  CHP içinden bu anayasa değişikliğine destek verecek devşirmeler sayesinde, hem istediği başkanlık sistemini gerçekleştirecek ve hem de uzlaşma dışında kalanları, toplum önünde mahkûm etmeyi başaracaktır.
Bu ortamda, Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardır demek, gaflet, delalet ve hıyanet içinde olmaktır.
İşte milletler devlet adamlarına böyle olağanüstü dönemlerde ihtiyaç duyarlar, bunlarda   tam bu noktada devreye girerler. Ancak, şu anda maalesef Türk siyasetinde bu çapta insanlar ya düz milletvekili ya da meclis dışındadırlar.
O bakımdan yol gösterebilecek  devlet adamlığı niteliğine sahip insanlarda medyanın bugünkü halinde seslerini duyuramaz haldedirler. 

2 Ocak 2013 Çarşamba

BUNU YAPMA KEMAL BEY


     
31 Aralık günlü Sözcü Gazetesi’nde aklı başında bütün partililerin  içini karartacak bir haber yayınlandı.
Haber, size  İstanbul’da bir işadamının tahsis ettiği binada çalışma ofisi hazırlandığı, bu ofisin kurulması için beş kuruş para harcanmadığı, sizin de bu binayı çok beğendiğiniz, sahibi işadamına teşekkür ettiğiniz, “Burasının CHP’nin seçimlerdeki beyni olacağını” söylediğiniz yazıldı.
CHP’nin tek bir  beyni vardır, orası da Ankara’dır. CHP’nin katıldığı her seçim Ankara’dan yönetilmiştir, bundan sonra da böyle olmalıdır.
Bu tutumunuz Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’un başkent yapma hayaline öğle veya böyle, az da olsa destek vermekten başka hiçbir işe yaramayacağı gibi, kendi parti tabanınızda da büyük algılama hatalarına sebep olur.
CHP için İstanbul’dan başka il ve ilçelerde yapılacak yerel seçimlerin hiç önemi yokmuş gibi bir düşünce oluşmasına neden olur.
Haberi dikkatlice okuduğunuz zaman, haberde İstanbul il teşkilatı ve başkanından tek kelime bahis edilmediğini görürsünüz.
İstanbul İl başkanı benim gibi düşünen insanlar için hiç de  sempatik bir isim  değildir.Ama her şeye rağmen İstanbul Belediye seçimlerinin koordinasyonunu İstanbul  İl teşkilatı yapar.Bu davranışınızdan sonra o il başkanının teşkilat üstünde en ufak bir saygınlığı kalır mı?
CHP Genel Başkanı’na İstanbul’da bir çalışma ofisi düzenlenecekse bunu İl Başkanlığı yapar.
O İl Başkanı’nı siz getirmiş olmanıza rağmen, bu aşamada kifayetsiz, kabiliyetsizde bulabilirsiniz, o zaman aynen nasıl Diyarbakır’da Sezgin Tanrıkulu istemiyor diye, tam on bir kere il başkanı değiştirdiyseniz, bu İl Başkanını da görevden alır bir başkasını atarsınız.
Bu kadar büyük ekonomik fedakarlık da bulunan bu işadamı, hangi ekonomik faaliyeti sonucunda bu binaya sahip olmuş ve yaklaşık on beş, on altı ay bu binanın getirisinden nasıl fedakarlık edebilmektedir.
Bu büyük ekonomik fedakarlık karşısında akıllara ,bu iş adamına  her hangi bir taahhütte bulunulup bulunmadığı sorusu geliyor.
Bugün yaşadığımız ve yaşadığınız  en büyük sorunun  nedeni  parti tarihini ve geleneğini bilmemenizden kaynaklanmaktadır.
Bir Genel Başkan bir İl’e gittiği zaman yanında daima İl Başkanı olur. Onu yok sayamaz. Bu İsmet Paşadan beri böyledir ve doğrusu da böyle olmasıdır.
Bakın gazetenin haberine göre,  bu merkeze ilk ziyaretinizi yaparken, yanınızda Genel Başkan yardımcıları Gürsel Tekin ve Umut Oran bulunmuşlar, birde danışmanlarınız Rasim Bölücek ve Şükrü Karaca eşlik etmiş. İl başkanının esamisi bile okunmuyor.
Bu davranışınız alternatif İl teşkilatı yaratmaktır.
Korku imparatorluğunu yıkıyoruz dediniz ama maalesef yerine siyasetin derebeyliğini yaratıyorsunuz.
Çok iyi hatırlıyorum, İstanbul’da beraber olduğumuz  özel bir  yemeğe Deniz Baykal yanında, il Başkanı olduğu için Gürsel Tekin’i de getirmişti. Elbette orada yapılacak konuşmalara Gürsel Tekin’in sağlayacağı engin katkılarından dolayı değil, İl Başkanlığı makamına gösterdiği saygıdandı bu davranışı.
Kemal bey, yapmayın bu yanlışı.Red edin bu çalışma ofisini ve İl teşkilatlarıyla götürün yerel seçim  çalışmalarını . Gerek İstanbul’da ve gerekse tüm diğer illerde.
Bu Yerel Genel Seçimler sadece İstanbul’da yapılmayacak, sizde sadece İstanbul’da çalışmayacaksınız.
Bu yaptığınız yanlışın diğer İller teşkilatları üzerinde yaratacağı çöküntüyü düşünmek dahi istemiyorum.
Siz İzmir’i gözden mi çıkarttınız Kemal bey?Tayyip Erdoğan’ın en az İstanbul kadar  almak istediği bir diğer şehir de İzmir’dir.
O İzmir Cumhuriyetçilerin harman olduğu yerdir.
Ankara’da hiç mi iddialı değiliz? Siz bu yerel Genel seçimler sırasında Türkiye’yi hiç mi dolaşmayacaksınız. Mersin’de, Antalya’da Edirne’de diğer illerde çalışmayacak mısınız?
Yanlıştan dönmek erdemdir Kemal bey, yapmayın bu yanlışı.