30 Nisan 2014 Çarşamba

AKP’NİN ERİME SÜRECİNDE SEÇİM


Türkiye ilk defa halkın seçeceği Cumhurbaşkanlığı seçimine gidiyor.
Demokrasisi sağlıklı çalışan bir ülkede iki turlu bir cumhurbaşkanlığı seçimi olsa, her parti kendi adayını çıkartır, ikinci turda da, ilk turda da  en çok oy alan iki kişi arasında bu yarış olacağından, seçmenler kendilerine en yakın gördüklerine oy kullanırlardı.
Ama içinde yaşadığımız zaman dilimi için aynı şeyleri söylemek mümkün değil.
Bugün iktidarı elinde bulunduran Tayyip Erdoğan sayısal gücüne dayanarak her şeyi yapabileceğine inanan parti lideri eğer Cumhurbaşkanı da olabilirse,  yürütmenin bir parçası gibi davranacağını ilan etmekte de sakınca görmeyen şahıs olduğunu göstermiştir.
O zaman yapılması gereken ilk şey, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamına çıkmasını önlemek olmalıdır.
Aslında 30 Mart yerel seçim sonuçlarına bakarsanız AKP erime sürecine girmiş, kan kaybetmeye başlamıştır.
 Yerel seçimlerde sabahtan akşam iktidar değişikliği olmayacağından, iktidar partileri her zaman avantajlıdırlar.
30 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin aldığı oy yüzde 43 tür. 2012 yılı kamuoyu araştırmaları göz önüne alındığında AKP’nin kamuoyu desteği yüzde elli beşlerdeydi.
Son iki yılda ortaya çıkan ekonomik daralma ve ayyuka çıkan yolsuzluklar, AKP’yi on iki puan eritmiştir.
Şu anda bir genel seçim yapılsa,  AKP’nin oyları 30 Mart yerel seçimlerine göre de, üç beş puan daha aşıda olacaktır.
Bunu Tayyip Erdoğan da görmekte, pabucun pahallı olduğunu hissetmektedir.
Cumhurbaşkanlığı makamı militan bir kafa yapısına sahip Tayyip Erdoğan’ın eline geçerse, birde piyon bir başbakanla yürümeye başlarsa, bu hem kendisi ve hem de  ülke için bir felaket olur.
Bugün yapılacak en büyük yanlış bir muhalefet partisinin tek başına, kendi milletvekillerine, Parti Meclisi üyelerine veya il Başkanlarına danışarak  aday belirlemesidir.
Bizim muhalefetin en büyük zaafı Tayyip Erdoğan’ı taklit ve takip etmek olduğundan, “AKP böyle yapıyor” yanlışına düşmemeleri gerekir.
Tayyip Erdoğan böyle yapmaktadır, bunun nedeni diğer adayı, yani Abdullah Gül’ü ekarte edip saf dışı bırakmaktır.
Bütün bunları göz önüne alarak,  muhalefet partilerinin  hiçbir komplekse kapılmadan  herkesin “işte bu” diyebileceği bir aday üzerinde  uzlaşı sağlamaları gerekmektedir.
Bu uzlaşının da mümkün olabiliyorsa en geniş tabanlı olmasıdır.Sadece CHP, MHP değil az veya çok oy sahibi diye bakmadan herkesle uzlaşılmalıdır.
Bunu ülke yararı için yapmak zorunluluğu vardır. Zira  Türkiye,  dış dünya da sıkışmış ve yalnızlaşmıştır.
Uzlaşmadan bir aday çıkartma lüksüne hiçbir muhalefet partisi sahip değildir.Aksi bir davranış Tayyip Erdoğan’a hizmet etmek olur.
Uzlaşmayla bir aday belirlendiği  takdirde, Türkiye de yeni bir siyasi denge oluşacak ve demokrasimiz kurtulacaktır.
Zira böyle belirlenmiş bir Cumhurbaşkanı herhangi bir partini değil, Cumhurun başkanı olacaktır.
Türkiye itibarsızlaşmış, PKK, Kıbrıs ve Ermeni konularında birilerinin talimatlarına göre davranan bir ülke haline gelmiştir.Bu nedenle Cumhurbaşkanı olacak kişinin dış politikayı da dengeleme yetenekleri olan birisi olması gerekmektedir.
Bu da tek başına yetmeyecektir, Dünyayı takip edip anlayabilmesinin yanında, Devlet kurumları arasında ki, ahengi sağlayabilecek bir kişilik olması gerekmektedir.
Yasamaya da egemen olan Tayyip Erdoğan ve hükümeti yargıyla kanlı bıçaklı haldedir.
Eğer böyle bir ortak aday üstünde uzlaşılamazsa, Tayyip Erdoğan erime sürecin de bile olsa, o cerbezeli haliyle tek bir partinin adayı karşısında seçimde  üstünlük sağlayacaktır.
Aslında toplumda denge unsuru olabilecek bir Cumhurbaşkanı, yolsuzluk olayları ile gerek Türkiye de gerekse dış dünyada da itibarını yitirmiş, yalnız kalmış hem Türkiye ve hem de Tayyip Erdoğan için de bir çıkış, bir anlamda da kurtuluş  olacaktır.





  



27 Nisan 2014 Pazar

HAŞİM KILIÇ’A ÖVGÜLER YAĞDIRANLAR


Geçtiğimiz Cuma Günü Anayasa Mahkemesi’nin 52.kuruluş yıldönümünde Haşim Kılıç’ın siyasi vurgular taşıyan konuşması, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” diyenlerin alkışlarıyla karşılandı.
Anayasa Mahkemesi’nin kararları genellikle siyasi sonuçlar doğurur.
Bu nitelikleri itibariyle de zaman  zaman siyasetçiler tarafından eleştirilere muhatap olurlar.
Siyasetçilerin yaptıkları bu tip, “eleştirilere” sataşmalara  ciddi bir Anayasa Mahkemesi Başkanı  cevap vermez.
Başbakanın, geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi’nin bir kısım kararlarıyla ilgili olarak, “deli saçması” olarak nitelenebilecek eleştirileri, Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken  öne çıkmak arzusuyla yanıp tutuşan Haşim Kılıç tarafından fırsat olarak değerlendirilmiş olmalı ki; kendisiyle polemiğe girdi.
Tabii bu ortamı yaratan Başbakanın mahkemenin kararları ile ilgili olarak yaptığı yersiz ve saygısızca  konuşmalardı.
Haşim Kılıç’ın,  Başbakanın açıklamalarına, cevap niteliğindeki  sert söylemi, bir kısım sığ, balık hafızalı  politikacılar tarafından da alkışlarla karşılandı.
Alkışladıkları, methiyeler düzdükleri Haşim Kılıç’a geçmişteki davranışlarına bakarak bugün güven duyulabilinir mi?
Bu Haşim Kılıç değil midir,İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C) nin üyesi olan ve bugünde tarikatçı kimliği ortalara dökülen.
Bu Haşim Kılıç değil midir, 2003 yılında daha Anayasa Mahkemesi’nin düz bir üyesiyken ABD Büyükelçiliğinde  “…CHP kendi problemleriyle uğraşıyor. CHP ilkesiz, olaylardan uzak bir görüntü çiziyor.Haset ederek, elleri titreyerek bunların ileri demokrasi olduğunu kabul ediyor ama CHP’nin tek görevi, AKP’nin yaptığı her şeyi reddetmek. Bu seçmenleri kaçırıyor” diyerek, Ana muhalefet partisini haddini ve hududunu aşarak suçlayan.
Yine 2010 tarihinde bu kez Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla ABD Büyükelçisine, Büyükelçi’nin makamında,  Mahkeme de görülmüş davalarla ilgili bilgi “ARZ EDEN”. 
Bu Haşim Kılıç değil midir, Yüksek mahkemedeki bütün oylamalarda laiklik karşıtı oy kullanan. Örneğin Tevhidi Tedrisat Kanunu ayaklar altına alan 4+4+4 eğitim kanunun anayasaya aykırılığına red oyu kullanan.
Yargı bağımsızlığını yok eden yasalar önüne geldiği zaman bunların anayasaya aykırı olmadığı yolunda oy kullanan.
Bu Haşim Kılıç değil midir, Cumhuriyetin kazanımlarını sosyolojik travma olarak niteleyen.
Bu “doksan yıllık travmadan” kastı, konuşmasında hiç yer vermediği laiklik ise, o koruyacağına yemin ettiği, bu nedenle korumakla yükümlü olduğu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve onun dayandığı temel ilkelerin, laiklik olmadan hiçbir mana ifade etmeyeceğini görmezden gelen.
Cumhuriyetin en önemli kazanımı olan laiklik göz ardı edilirse, ne demokrasi ve ne de hukuk devletinin  kalmayacağını bilir Haşim Kılıç
Haşim Kılıç’a, hiç düşünmeden övgüler yağdıran siyasetçiler, saygın olabilmenin ön koşulu tutarlı olabilmektir.
Laiklik kelimesini ağzına almadan yapılmış bir konuşmayı, sırf Tayyip Erdoğan’ı “hırpaladığı için alkışlamak”, ana muhalefet partisini ABD Büyükelçisine şikayet eden, “yargıç niteliği olmayan” bu şahsı,   “düşmanımın düşmanı, dostumdur” diye düşünerek, bugün desteklemek alkışlamak, büyük bir tutarsızlıktır.
Diğer bir deyişle dürüstlüğe değer vermeyen Makyevelist bir anlayıştır.
Bu şahsın laiklik ve Atatürk karşıtı olduğu tartışmasızdır.
Tabii Atatürk ve laiklik karşıtı olanlarla iş tutmak,dağarcığında söylenecek üç cümlesi olmayan, günü kurtarmayı siyaset yapmak zanneden bazı sığ siyasetçiler için, bir tarz, bir yol olabilir.
Ama bu doğru bir davranış, doğru bir duruş değildir.
Bunun sonuçları, Haşim Kılıç’ın Ana Muhalefet Partisi’ni şikayet ederken kullandığı sözcükle, “seçmenleri kaçırır”, sizi güvenilmez kılar.


23 Nisan 2014 Çarşamba

KORKU İMPARATORLUĞUNU YIKMAK


CHP 30 Mart Yerel Yönetimler sonuçlarını tartışıyor gibi yapyor. Günümüzün moda söylemiyle “miş” gibi yapıyor.
Bir Seçim sonucu tartışılıyor PM bir gün, kapalı grup toplantısında gene bir gün, büyük bir ihtimalle de İl başkanları toplantısı da yine bir gün olacaktır.
Böyle bir seçim hezimetinden sonra bu kadar kısa toplantılarla işi geçiştirmek, tam anlamıyla “miş” gibi yapmaktır.
Kapalı grup toplantısından basına sızan haberlere göre milletvekillerinin konuşmaları beş dakika ile sınırlandırılmış.
Sınırlandırmakla da kalınmamış, eleştiri getiren vekillerin konuşmaları çeşitlilaf atmaların yanında “bir dakikanız kaldı” , “toparlayın” gibi  müdahalelerle kesilmeye çalışılmış.
Geçmiş dönemleri parti içi demokrasi olmamakla suçlayanlar, kendileri parti yönetiminde oldukları zaman çok ağır bir seçim yenilgisi üstüne bile eleştiriye tahammül edemeyerek, yönetimi  eleştiren milletvekillerini “Bize ders vermeye kalkanlar bunun bedelini çok ağır şekilde ödeyeceklerdir” diye tehdit edebilmişlerdir.
Geçmiş dönemlerde şu oldu, bu yapıldı gibi savlarla kendinizi savunmaya kalkmayın, siz partiden ulusalcıları tasfiye ettiğiniz gün, “KORKU İMPARATORLUĞUNU YIKTIK” diye açıklamalar yapıyordunuz.
Yıktığınız o korku imparatorluğunun yerine kendi korku imparatorluğunuzu mu kuruyorsunuz?
Nasıl bir demokrasi anlayışıdır bu.
Ne kadar tahammülsüzsünüz.
Siz bu partinin tarihi kişiliği olan Genel Başkanlarını katliam yapmakla, faşist olmakla suçladınız.
Bilip bilmeden Nazım Hikmet’i CHP hapsettirdi, Sebahattin Aliyi CHP öldürttü diyeceksin, ama seçim sonuçlarının sorumlusu olduğunuz söylenince eleştiriye tahammül edemeyeceksin.
 Bu partiye gönül verenler içleri de burkularak,tarihi gerçeklerle bağdaşmayan, bilimselliği olmayan söylemlerinizi sineye çektiler.
Aslında galiba en büyük yanlışı da bu çirkin saldırılarınız karşısında susarak yaptılar.
O zaman parti tarihine yapılan saldırılara tepki verselerdi, siz bugün “Bize ders vermeye kalkanlar bunun bedelini çok ağır şekilde ödeyeceklerdir” diyemezdiniz.
Tayyip Erdoğan’dan haklı olarak, düşünce ve ifade özgürlüğüne saygılı olmasını, demokrasinin evrensel kurallarına uymasını isteyeceksiniz, ama siz kendi partinizde buna uymayacaksınız. En ufak eleştiriye tahammül edemeyeceksiniz.
Hakikaten, çok merak ettim, “size ders vermeye kalkanlara” nasıl bir  bedel ödeteceksiniz.
Ne yapacaksınız o insanlara, bir daha milletvekili adayı mı yapmayacaksınız?
Bu söyleminizden, aday belirleme de ön seçim yapmayacağınızı mı anlamamız gerekiyor?
Halbuki o korku imparatorluğunu yıktığınızı söylediğiniz konuşmalarda, geçmiş yönetimleri suçlarken, siz daima ön seçim yapacağınızı söylemiştiniz.
Şimdi siz buna uymazsanız, kendinizi kimseye inandıramazsınız.
Biran için şaşırdınız yaygın olarak ön seçim yapma kararı aldınız diyelim, bu kızdığınız insanlar ön seçime girip kazanıp, gelirlerse ne yapacaksınız.
Bunların ön seçimden başarılı çıkmamaları için bildiğiniz, hemşericilik, etnik kökencilik gibi diğer ayrımcı yöntemleri mi uygulatacaksınız?
Şimdi bazı milletvekilleri bir daha aday göstermezseniz diye seslerini çıkartmaya bilirler, en ufak bir eleştiri de bulunmaya bilirler. Bunlar şimdilik sayıca çoğunlukta da olabilirler, ama unutmayın ki, CHP de biat kültürü yoktur, KAPI KULLUĞU HİÇ YOKTUR.
CHP liler bireydir, istihbarat elemanı değillerdir ki, ağa babalarını talimatına göre davransınlar.
O eleştiriyi getiren milletvekilleri, istihbarat elamanı olmadıkları için, önce CHP’nin, dolayısıyla  Genel Başkanı da olduğunuz için de, sizin yararınız göz önünde tutarlar.
Yani daha açık söylemek gerekirse parti içindeki gerçek dostlarınız, bu yerel seçimlerde sizi yanlışa sürükleyenler değil, seçime giden süreçte yapılan yanlışları dile getirenler, seçimden sonra da bu alınan sonuçtan dolayı  sizi eleştirenlerdir.
 




  

20 Nisan 2014 Pazar

BAYKAL DOĞRU SÖYLÜYOR


CHP’nin önceki Genel Başkanı Baykal seçim bölgesi Antalya’da yaptığı açıklamada, yerel seçim sürecinde “çılgınca hatalar yapıldığını” bu hataların ikazlara rağmen yapıldığını, “göz göre göre yapıldığını” ama sonuçlardan gerekli çıkarımları yapıp bir an evvel ayağa kalkılması gerektiğini söyledikten sonra da “Önümüzde genel seçimler de var, çok fazla da zaman yok. Bunu şimdiden halletmek lazım.O bahane bu bahane  deyip görevi savsaklamamak lazım. ‘Onu atlatalım, bunu geçelim’ dersek yanlış yapmak olur. Doğru teşhisleri koyup, gereğini yapmak lazım. Tazelenmeye yeniden ihtiyaç var.”  Dedi.
CHP yerel seçimlerde ağır bir yenilgi almıştır. AKP’de oy kaybetti gibi, boş ve anlamsız laflarla zaman öldürmenin gereği yoktur.
AKP’nin kaybettiği oylar CHP’ye gelmediği sürece,bunun, CHP’ye faydası yoktur.
Baştan itibaren yanlış yapılmıştır.
Önce adaylık süreci 2013 Temmuzunda başlatılmış, ama adaylar nerdeyse seçimlere bir ay kala zorla açıklanabilmiştir.
Yani adaylarımız sekiz ay birbirleriyle boğuşmuşlar, son bir ayda rakip parti adayları ile yarışmışlardır.
Her yerde ön seçim dendi, yapılmadı.
Eğilim yoklaması dendi, uyulmadı.
Kamuoyu araştırması dendi, yaptırıldı ama, bu araştırmalarda adı sanı geçmeyen başka parti mensupları aday gösterildi.
İstanbul ve İzmir tümüyle iki Büyükşehir Belediye başkan adayına  teslim edildi, onların her türlü şantajına boyun eğildi.
Hemşericilik, bölgecilik, eş dost yakını olmak aday tespitinde belirleyici oldu.
Tunceli’de Cumhuriyet değerleri yok sayılarak “Dersim” dendi, Ankara’da “Bozkurt işareti” yapıldı, cemaatle cilveleşildi, laiklikten tavizler verildi.
Bütün bunlar sağa açılım olarak kabul edildi, bu saçmalıkları yaparken de CHP’nin ana gövdesinin laik ve ulusalcı olduğu göz ardı edildi
O şişirilmiş haliyle alınan yüzde yirmi beş oyun içindeki, yüzde  yirmi ikisinin o laik ulusalcı kitleye ait olduğu, yanlış yönlendirmelerle “yenileşiyoruz” diye görmezden gelindi.
Sol damarı güçlü bir kitle partisi olan CHP’de , ulusalcı ve solcu olmak suç sayıldı.
 Bir yerel yönetimler politikası ortaya konup, halka anlatılmadı.
Sadece tapelerle yatıldı, tapelerle kalkıldı.
Bir yerel seçim, iktidarın oyununa gelip referandum havasına sokulursa, o iktidarın lehine işler. Bunu biraz seçim stratejisinden anlayan  herkes bilir.
Seçim yenilgisinin altı gerekçesi olduğu, ama bunun sadece birinin partiyle ilgili olduğu söylendi, tabi kimse inanmadı.
Doğu ve Güneydoğu bölgesinin sorunları üstüne çalışanlar değil, Amerika İstihbarat Örgütü CİA’nın yan kuruluşu, özel istihbarat birimi olan Stratfort’un 705 kod numaralı istihbarat elemanı, Abdullah Öcalan’ın ve  Habur sınır kapısından giren PKK militanlarının avukatı el üstünde tutuldu.
Bu gibilerin telkiniyle, içeriği bilinmeyen “açılım sürecine”, o bölgede oylarımız artar diye, destek sözü verildi.
Ama oylar daha da düştü.
Çünkü, Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleşmesi için, ABD ve onun istihbarat elemanları böyle istiyordu.
Bursa da % 40  hedef gösterildi, “bu oyu alamasam giderim dendi”, ama bu söz unutuldu.
Daha Ocak ayı içinde yerel yönetimlerden sorumlu Genel Başkan yardımcısı Balıkesir’i alamazsak, ben ve genel başkan istifa ederiz dedi.
Üçüncü parti olduk, gene unutuldu.
Yedi ilçede miting yaptırdılar, Manisa da birinci partiyiz diye  kandırdılar, elimizde var olan bütün belediyeleri rakiplerimize teslim ettik.
Üçüncü parti olduk.
Eski yönetimler Sivas’ın doğusuna gidememekle suçlanıyordu, Sivas’ın doğusundan o zaman alınan oylar bile alınamadığı gibi Sivas’ın batısında da parti eridi.
81 ilin 61’inde oy kaybı varsa, 37 il’de yüzde on barajının altında kalınıyorsa, kabahati hiç kimsede aramayacaksın, sorumluluk ne ilçe  ne de İl teşkilatlarında, sorun partiyi yanlış yöneten üst yönetimde.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanları asgari burjuva ahlakına sahip olurlar, bir söz verdiler mi tutmalıdırlar.
O zaman tazelenmek ihtiyacı kaçınılmazdır, Baykal doğru söylüyor.




   

16 Nisan 2014 Çarşamba

DİKTATÖRLEŞMEK

Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde, iktidarların ömrünü belirleyen ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumdur.
Bu ülkelerde ekonominin çarkları dönüyorsa ve büyüme de gerçekleşiyorsa, halk yolsuzluklarla,  doğrudan fazla ilgilenmez.
Yani yolsuzluk , genelde bu ülkelerin aydınlarının seçmen tercihlerinde rol oynar. Alt kültür grupları bu konularla fazlaca alakadar değillerdir.
O kadar değillerdir ki; “Bak yolsuzluk yapıyorlar” dediğiniz zaman, “Biliyorum çalıyorlar ama iş de yapıyorlar” cevabını alırsınız, oysa böyle bir cevabı hiçbir  gelişmiş ülkede duyamazsınız.
Bu ülkelerde yolsuzluklar seçmen tercihlerinde önemli rol oynar.
Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, yolsuzluklar, seçmen tercihleri üzerinde ancak  ekonomi bozulduğu zaman etkili olur.
Son iki yıldır  ekonomik göstergelerin bozulması, işsizliğin çift haneli oranlara yükselmesi, yani ekonominin bozulmaya başlaması seçmen tercihlerini de etkilemeye başlamıştır.
Nitekim, 2011 genel seçimlerinden hemen sonra 2012 yılı başında yapılan kamuoyu araştırmaları, AKP oylarının yüzde elli beşler mertebesinde olduğunu gösteriyordu.
2014 yerel seçim sonuçları AKP’nin oylarını yüzde kırk üçlere gerilediğini göstermektedir.
Bu gerileme,  ekonomideki bozulmayla düz orantılıdır.
Muktedir olduğunu zannedenler, ekonomi kötüye gitmeye başlayıp, halk desteğinin düştüğünü görmeye başladıkları andan itibaren de, yaptıkları yolsuzlukların hesabı sorulacağı korkusuyla sertleşmeye başlarlar.
Tayyip Erdoğan’ın içinde bulunduğu ruh hali işte budur.
Bundan sonra her geçen gün daha da sertleşecektir. Kendine hayali düşmanlar yaratacaktır.
Polisle, bürokratla oynayacaktır ve oynamaktadır da.
Bu ona yetmemektedir. O her dediğini yapan, her söylediğini emir gibi algılayan, bir yargıya ihtiyaç duymaktadır.
Şimdi şikayetçi olduğu, eski yol arkadaşı Cemaatçilerin, aydınları, komutanları, gazetecileri zindanlara gönderme çabasına girdikleri tarihlerde, önce, “Bir cesur savcı arıyorum” diye haykırıyordu.
Aranan savcı bulundu, şimdi haksız dediği, “kumpas” dediği tutuklamalar başlayınca, “Ben bu işin savcısıyım” dedi.
Danıştay saldırısından sonra, bu kez de sanki tüm “Kumpas’ın” içindeymişçesine, “Bakın daha neler çıkacak” dedi.
Nitekim her şeyi bildiğini bir eski polis şefi açıklayıverdi.
O tarihlerde “Yargı bağımsız, müdahale edemeyiz” derken, bugün “Adliye koridorlarını temizleyeceğiz” noktasına geldi.
Anayasa Mahkemesi hoşlanmadığı iki karar verince dünyayı ayağa kaldırdı. Ama, aynı Anayasa Mahkemesi Başkanı, ülkenin ana muhalefet partisini, ABD Büyükelçisine, sadece Anayasa’nın Ana muhalefet partisine  tanıdığı bir hakkı kullanıyor diye şikayet ettiği zaman bundan mutluluk duydu.
Anayasa Mahkemesi Başkanının bu yakışıksız davranışı, olayları başından beri bildiği anlaşılan Tayyip Erdoğan’ı, ana muhalefet partisine yapılacak operasyona da zemin hazırladığı için belki de mutlu etmişti.
Ama şimdi iki tane hoşlanmadığı karar çıkınca Anayasa Mahkemesine etmedik laf bırakmaz hale geldi.
Hatta can kuşları aracılığıyla, verilen kararları Cumhurbaşkanı seçimleri ile ilişkilendirdi.
Zannedersiniz ki, Cumhurbaşkanlığı adayı olmak onun iznine tabi.
 Parlamenter demokrasilerin, tek parti iktidarlarında ki en büyük zaafı, İktidarların yasamaya egemen olmasının yanında, bir emniyet fren mekanizması olan yargıya da egemen olmak arzusudur.
İşte tam bu nokta, muktedirin, totaliterleşmenin de ötesine geçip diktatörleşmeye başlamasıdır.
Demokratik ülkelerde  iktidarlar yargının dümenin de değil, hizmetindedirler. Ama gelin görün ki, Tayyip Erdoğan yargıda da kendisine biat etmiş, aynen AKP Milletvekilleri gibi sözünden çıkmayan bir yapı istemektedir.Yani yargının  dümeninin de  kendisinde olmasını istemektedir.
Tayyip Erdoğan, “ileri demokrasi” yalanları içinde  bu HSYK’yı da Anayasa Mahkemesi’ni de kendisi şekillendirdi. Çok değil dört sene evvel yaptı bütün bunları, şimdi bunlardan da  şikayet ediyor.

Bu şikayetin temel nedeni, kontrolsüz tek adamlık, yani diktatörleşmek arzusudur.

13 Nisan 2014 Pazar

AZILI CHP DÜŞMANLARI


Türk siyasi hayatına girdiği günden beri tek görevi, batı emperyalizminin menfaatlerini korumak olan, “karıştırıcı” Kemal Derviş,  CHP’nin “Merkez solda liberal toplumu savunan bir parti” olmasını isterken ve buradan hareketle “CHP’de etnik şovenizme yer olmaz” buyurmuş.
Bu söylem bana, CHP’yi statükocu, laikçi, askerci, darbeci, Atatürkçü nitelikleri nedeniyle oylarını arttıramadığı tezini savunan, pari içinden ve dışından ,sözde CHP dostu ama aslında azılı CHP düşmanı olanları anımsattı.
Bunlar, CHP’yi ve CHP tarihini bilmeyen, bilse bile menfaatlerini kovaladıkları  güçlerin emirlerini yerine getirerek, güçsüz ve kişiliksiz bir CHP şekillendirip, ülkenin bölünmesinin yolunu açmaya çalışanlardır.
Bunlar ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’ın söylemiyle, ABD’de oldukları zaman muhakkak ortadan kaldırılan ve fakat başka ülkelerde oldukları zaman övülen, sırtı sıvazlanan, hatta insan hakları savunucuları olarak gösterilen  tiplerdir.
CHP, antiemperyalist, halktan yana siyaset güden, sol damarı güçlü bir kitle partisidir.
CHP bu nitelikleri itibariyle zaten merkez sol bir partidir.
Daha 1960 lı yıllarda İsmet Paşa’nın “Ortanın solu” söylemi de bunun açık ifadesidir.
Anayasa tarihimizde kişiyi ön plana çıkartan 1961 Anayasası ile hayata geçirilen, bütün değerler,  1959  yılında CHP’nin yapılan 11.Kurultayında “İlk Hedefler Beyannamesi” olarak Türk halkına sunulmuştur.
Bu beyannamede dile getirilen hususlara baktığınız zaman CHP’nin merkezin solunda ve ilerici bir parti olduğunu görürsünüz.
Bu beyannamede “çalışma ve girişim özgürlüğü” dile getirilirken, “sendika ve grev hakkından”, “hukuk devletinden”, sosyal adaletten” söz edilmektedir.
Nitekim, sendika kurma ve grev hakkı da bir CHP iktidarı döneminde hayata geçirilmiştir.
Bir başka nokta, azılı CHP düşmanlarının söylediği gibi CHP hiçbir zaman darbeci olmamıştır.
1960 darbesinin yandaşı olduğu iddiası da mantıken de doğru değildir.
O günkü seçim sistemi içinde tek başına iktidara geleceği herkes tarafından kabul edilirken ve böyle bir   kendi iktidarında ve o günkü anayasa ile tek başına yapabileceği bir anayasa değişikliğiyle “ilk hedefler beyannamesindeki” ideallerini hayata geçirebilecek güç ve konumda olan, bu ülkeye demokrasiyi kendi iradesiyle getiren  bir siyasi parti askeri darbeden yana olabilir mi?
Ayrıca CHP tarihinin hiçbir aşamasında kod numaralı ABD görevlilerinin söylediği gibi şovenist olmamıştır.
“Savunma için yapılmayan savaş cinayettir” diyen bir anlayıştan gelen milliyetçilik anlayışının  ırkçı olması mümkün müdür?
CHP hiçbir zaman  ırk, kan ve kafatası esasını benimseyen  bir parti olmamıştır, devlette zaten hiç böyle yönetilmemiştir.
CHP’nin milliyetçilik anlayışı “Ne mutlu Türk olana” değil “Ne mutlu TÜRKÜM diyene” anlayışıdır.
Bin yıldır süre gelen beraber yaşamanın getirdiği, bir kültür ve dil birlikteliğidir. Tasada kıvançta ortak duygu birlikteliğidir. Yani bir tarih bilincidir.
Bunun hiçbir yerinde şovenizm yoktur.
Şoven bir parti, Alman faşizminden kaçan insanlara kapılarını sonuna kadar açar mıydı?
Tek parti döneminin yurt dışında görevli diplomatları Alman faşizminin yok ettiği Yahudi ırkına yardım için çırpınır mıydı?
Bunların anlayışında şoven olmamanın tek şartı, bu ülke bölünürken, buna yardımcı olmaktır.
CHP’nin demokrasi anlayışının öznesi insandır, kişinin etnik kimliği ya da inancı değildir.
CHP’nin dostu görünümlü bu amansız CHP düşmanlarının çabası, etnik kimliklere siyasal ya da anayasal bir statü kazandırmanın, demokrasilerin gereği imiş gibi bir anlayışı CHP’ye benimsetmeye çalışmaktır.
Bunu benimseterek ulus devleti ortadan kaldırmanın yolunu, önünü açmaktır.
Bu CHP’ye dayatılmak istenirken, gerçekleri çarpıtarak sanki ulus devlet artık dünya da ortadan kalkıyormuş gibi bir algı yaratılmak isteniyor.Bu arada Birleşmiş Milletlere üye iki yüzden fazla ülkenin çok büyük bir çoğunluğu ulus devlettir.

Özetlersek; CHP’lilerin bu tür kişilerden öğrenecekleri hiçbir şey yoktur.

9 Nisan 2014 Çarşamba

ULUSALCILIK CHP’NİN TEMELİDİR


Yerel seçim sonuçlarının ortaya çıkmasından sonra “Y-CHP” nin şakşakçıları paniğe kapıldılar.
Aman bu yolda devam edin sakın ulusalcılara geçit vermeyin, demeye başladılar.
Türkiye’yi başka noktalar çekmek isteyenler,  ulusalcıları dindara, Kürtlere, özgürlüğe ve de Dünya’ya düşmanmış gibi göstermek çabasındadırlar.
Laik olmak mı dindara düşman olmak?
Dini simgelerin Başbakan gibi siyasi amaçla kullanılmasına karşı çıkmak mı dindara düşman olmak?
Laikliğe zarar vermeyin, toplumu ayrıştırmayın; bu gidiş tehlikeli bir gidiştir, demek mi, dindara düşman olmak?
Laiklik hiçbir şekilde din düşmanlığı değildir.
Atatürkçülerin, ulusalcıların  yaptığı, dine dirin bir saygı göstererek, dinin değerini, önemini özümseyerek, inancın insanın en temel özgürlük alanı olduğunu kabul ederek; laik devlet düzeninin din bakımından da toplum bakımından da ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışmaktır.
Laikliği din düşmanlığı olarak algılayanlara, onlara hak vererek, onlara yaranmaya çalışan devşirmelere  karşı çıkmak mı, din düşmanlığıdır.
Ülkeyi bölmek istercesine, gerçekleri saklayarak istedikleri şekilde algı yaratmak için, ulusalcılar “Kürt düşmanı” dediler.
Atatürkçüler hiçbir zaman, bin yıldır beraber yaşadıkları Kürtlere düşman olmadılar, onları düşman görmediler.
İnceleyin bakalım bugüne kadar adına ister demokrasi sorunu, ister Kürt sorunu deyin, kimler bu konuda kafa patlatmış raporlar yazmış?
O ulusalcı diye suçladığınız Atatürkçüler yazmış.
Bir çok Kürt kökenlinin bile anadil yasağının kaldırılmasını ağzına alamadığı bir dönem de, bunu dile getirenler, bugün Kürt düşmanı ilan edilen  ulusalcılardır.
O yörenin ekonomik ve sosyal problemleri o raporlarla ortaya konuldu.
Bunlar mı Kürt düşmanlığı?
Ulusalcılar içeriğini bilmedikleri açılım sürecine evet demeyecekleri gibi. teröristle müzakere değil mücadeleyi savunurlar.
Bunlara göre Atatürkçüler/ulusalcılar özgürlüğe düşmanmış.
Eğer bu söylem yakın tarihi bilmemekten ileri gelmiyorsa, kötü niyetten, laik cumhuriyet düşmanlığından ileri geliyordur.
Bu ülkede, bugün normal kabul edilen bir çok konunun, sosyal adalet, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler, anayasa mahkemesi, yargı bağımsızlığı, kanun önünde eşitlik, dünyanın kabul ettiği bütün hak ve özgürlüklerin Türk vatandaşlarınada sağlanacağı ve bu hakların açık biçimde tanımlanarak anayasalarda yer alacağı daha 1959 da  CHP’nin  İlk Hedefler Beyannamesinde yer aldığını bilirler.
1982 Anayasasında yapılan değişikliklere, “Kuvvetler Birliğinin” önünü açan 12 Eylül 2010 değişiklikleri hariç, 1982 Anayasasından Askeri cuntanın izlerini silmenin önündeki engelleri kaldıran bütün değişikliklerde CHP yani  Atatürkçüler vardır.
En büyük iftira da ulusalcıları/Atatürkçüler için “Dünya’ya düşman” söylemidir.
Temel inancı “Yurtta sulh cihanda sulh” olan insanların dünyaya düşman olduğunu söyleyebilmek, Atatürk’e, onun kurduğu laik cumhuriyet ve onu savunanlara  duyulan kin ve nefret duygusundan olabilir.
1 Mart 2003 te, Irak’a yapılmak istenen ABD askeri müdahalesi içine Türkiye’nin çekilmesine engel olmak mı Dünya’ya düşman olmaktır?
Orda bir milyondan fazla Müslüman öldürülürken, Müslüman kadınların ırzına geçilirken buna karşı çıkmak mı Dünya’ya düşman olmaktır?
Yoksa bütün bunlar olurken “ABD askerlerine sağlık ve başarı” dilemek midir?
Arap ülkelerinin iç işlerine karışmayın, Araplar arası ihtilafta tarafsız kalın demek mi, Dünya’ya düşman olmaktır?
Bunları söyleyerek CHP düşmanlığı yapanların, gayesi CHP’yi yönlendirmek arzularıdır.
Cumhuriyet kurulduğundan beri, ulusalcılar devrimciliklerinin gereği, ülkemizi, toplumumuzu, çağdaş medeniyet seviyesini üstüne çıkartmak için değiştirme, dönüştürme, ilerletme mücadelesini yapıyorlar.
Atatürkçüler, hem ulusalcıdırlar  hem de devrimciliklerinin gereği yenilikçidirler. Ulusalcılık CHP’nin temelidir, ulusalcı olmayanlar CHP’li olamazlar.

   


6 Nisan 2014 Pazar

İNÖNÜ DÜŞMANIMISINIZ KEMAL BEY?


Yerel seçimlerden sonra Türkiye’nin hemen hemen her yerinde seçime itirazlar oluyor.
Haksızlığa uğradığına inanan CHP liler tek başlarına ellerinden geldiğince bir hukuk mücadelesi veriyorlar.
Elbette başka parti adaylarının oyları da AKP tarafından gasp edilmiş, sandıkta usulsüzlükler olmuştur.
Ağrı’da AKP tarafından gasp edilmek istenen yerlerden biri olabilir.
BDP’lilerin buna karşı mücadele etmeleri en doğal haklarıdır.
Cumartesi günü sosyal Medyaya, CHP’nin, Sırrı Sakık’a destek vermek üzere, bir heyeti Ağrıya göndereceğine dair herkesi hayretler içinde bırakan  bir haber düştü.
Kılıçdaroğlu’nun, CHP’ye  verilmeyen  böyle  bir desteği, BDP’li Sırrı Sakık’a vermesinin bir anlamı olduğunu, TBMM tutanak dergisine göz gezdirirken anladım.
CHP tarihine ve onun eski Genel Başkanlarına kin ve nefret duygusuyla dolu bir kişiye, hem de açılım politikalarında uzlaştığı AKP ile girdiği mücadelede yardımcı olunmasının altında yatan asıl neden, o kişinin İsmet Paşa’yı “Dersim” de katliam yapmakla suçlamış olmasıdır.
Kamu ihale kanunu görüşülürken, CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba kürsüde İsmet Paşanın Malatya Sümerbank’ta kendisine hediye edilen üç metre bezin bile bedelini ödediğini, bunun faturasını gerektiğinde ibraz etmesinin bir erdemlilik olarak nitelemesi üzerine Muş Milletvekili Sırrı Sakık söz almıştır.
Sırrı Sakık İsmet Paşa’nın Dersim de 1937 de 1938 de  katliamlar yaptığını söyledikten sonra, kendilerinden özür dilenmesini istemiştir.   
Sırrı Sakık’ın İnönü düşmanlığı, haksız da olsa ideolojisi açısından, önlerine koydukları ayrılıkçı hedef bakımından anlaşılabilinir.
Başka herhangi bir partinin yaptığı  bu tür hukuk mücadelelerine destek verilmezken,  Sırrı Sakık’ın yaptığı hukuki mücadeleye destek verilmesinin altında yatan asıl neden, Kılıçdaroğlu’nun sırf İsmet Paşanın katliam yapmakla  suçlanmış olmasına duyduğu sempati midir?
Ayrıca, böyle yapılarak Doğu ve Güneydoğu’da partinin  oylarını arttırılacağımı  düşünülüyor?
Bakın o bölgelerde, CHP milletvekilleri oyunuzu CHP’ye vermiyorsanız DTP’ye verin demişlerdi, buna rağmen o bölgede  oylarımız artmadı, tam aksine düştü, bir çok yerde  MHP’nin de altında kaldı.
Aslında bu İnönü düşmanlığı Kılıçdaroğlu tarafından  ilk defa açığa vurulmuyor. Hatırlar mısınız, Tayyip Erdoğan ve şürekasının  Adnan Menderes’i İnönü astırdı, “Dersimde katliam yaptı “şeklindeki  asılsız suçlamalarından   sonra, İsmet Paşa’ya yapılan bu haksız çirkin iddialara destek verircesine Kılıçdaroğlu  yanına Sezgin Tanrıkul’unu alarak Rahmetli Menderes’in mezarına gitmişti.
Sayın Kılıçdaroğlu, İnönü’den nefret edebilir, ama tarih Paşa’yı “Çağın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri” diye anacak.
İlk defa Genel Başkan seçildiği Kurultay’da da Kılıçdaroğlu “Atatürk’ün, İsmet Paşa’nın koltuğunda oturduğumu unutmayacağım” demişti.
Halbuki  o zaman o Kurultay delegelerine doğruları söyleyip,  kendisinin  CHP tarihi ile onun eski genel başkanları ile sorunları olduğunu söyleseydi, acaba o aldığı oyu alabilir miydi?
Hatta genel başkan seçilebilir miydi?
Tarihle yüzleşmek, yalan yanlış kulaktan dolma bilgilerle bilimselliği olmayan dedikodulara destek vermekle olmaz.
Atatürk ve İsmet Paşa’nın “Dersim” de  katliam yaptıklarına inanılıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, o dönemin Fransız, Rus ve İngiliz arşivlerini de kapsayacak şekilde bir  bilimsel araştırma yaptırması  için ön alınıp, Meclise teklif sunulmalıdır.
İsmet Paşayı devirdiği için olsa gerek Kılıçdaroğlu’nun kendisine idol olarak seçtiği Rahmetli Ecevit’in bir sözünü kendisine anımsatayım, “Kin  insan yüreği için bir yüktür” derdi.
Bu kin duygusundan kurtulmaya çalışsın, hem o iki büyük adamın ardılı olarak o koltuğa oturacaksın, birine açıktan, öbürüne açıktan yapmaya  yüreğin yetmediği için örtülü olarak saldıracaksın.
Çevresindeki devşirmeler bundan mutlu olabilirler ama gerçek CHP’liler buna izin vermezler.
 



2 Nisan 2014 Çarşamba

DİBE VURDUK KEMAL BEY

          
30 Mart yerel seçimleri bitti. Her seçim sonrası olduğu gibi partilerin yetkililerini dinlerseniz, bu seçimin de kaybedeni yok, hepsi kazanmış.
Ama gerçek böyle değil. Gerçekleri halkın gözünden saklayarak “zafer nutukları” attığın zaman, biran için kazanmışlık algısı yaratırsın, ama iki üç gün geçip, gerçekler gün yüzüne çıktığı zaman utanırsın.
1 Nisan tarihli Hürriyet Gazetesi’nde sevgili Sedat Ergin 2002 den başlayarak CHP’nin oy hareketlerini analiz etmiş.
Ergin “…Bu parti, (CHP’yi kast ediyor) 2002 de 6 milyon 113. Bin seçmenle oyların yüzde 19.39’unu almıştı ülke genelinde. 2004 yerel seçimlerinde il genel meclisinde 5 milyon 882 bin  seçmenle yüzde 18.23 te kaldı. 2007 genel seçimlerinde  7 milyon 317 bin oyla yüzde 20.88’e çıktı. 2009 yerel seçiminde il genel meclisinde 9 milyon 229 bin oyla yüzde 23.8’e yükseldi. 2011 seçimlerinde  CHP 11 milyon 155 bin seçmenle yüzde 25.98’e çıktı.
Dünkü AA sonuçlarında  il genel meclisi  ve belediye meclisi toplamında, CHP’nin 11 milyon 270 bin seçmenle yüzde 25.7 oy oranını yakaladığını görüyoruz” Bu durumda CHP’nin yerinde saydığını söyleyebiliriz”  diye yazmış.
CHP gerçekten yerinde mi saymıştır?
Hayır tam tabiriyle dibe vurmuştur.
Cumhuriyetin kalesi İzmir’de oy oranı düşmüş sekiz ilçede seçim kaybedilmiş.
Antalya, Mersin, Ordu, Artvin kaybedilmiş, ama Antalya ve Mersin’i, Ordu’yu  ağzına alan yok. Yani sahilde de kaybetmeye başlamışız.
Trakya’da AKP oyları büyük artış göstermeye başlamış, CHP’de  oy düşmesi olmuş.
Metropollerde oy artışı olmuş deniyor.
Bu artışı sağlayan oyların içinde Cemaat,MHP ve merkez sağda tutarlı ve düzgün bir parti olmadığı için  kentli seçmenin de oylarının olduğunu görmezden geliyorlar.
Bunları düştüğünüz zaman CHP’nin oylarının yüzde 21-22 bandına olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Partinin temel değerleriyle oynamak yaramadı. Toplumdan beklenilen karşılık alınamadı.
Laikim denmekten bilinçli bir şekilde uzak duruldu. Cemaatle kayıt dışı  işbirliği yapıldığı iddiası CHP’nin üzerine yapıştı kaldı.
İçeriğinin ne olduğu bilinmeyen “açılım politikasına” ABD’nin plaka numaralı adamı   öyle istiyor diye, destek vereceğiz dendi.
Cumhuriyetin simgesi Tunceli’nde, feodalitenin söylemiyle “Dersimliyim” dendi, Tunceli kaybedildi.
Son Ankara Mitingine kadar Atatürk’ün adını ağzınıza almaktan “utandınız”.
Ama asıl CHP tabanının, Atatürk’ün  adını ağzına almaya utananlardan, Atatürk’e faşist diyen bölücü ve ABD’nin plaka numaralı adamının   parti üst yönetiminde bulunmasından, cemaatle kayıt dışı ortaklık kurulmasından, utandığını düşünemediniz.
CHP’nin devrimci niteliğini unuttunuz, Atatürkçülüğün sol  bir hareket olduğunu bilemediğiniz için, üçüncü sınıf adamların telkinleriyle CHP’yi “muhafazakar” ilan ettiniz.
Partiyi çıfıt çarşısı haline getirmeyi yenileşme zannettiniz. Yenileşmenin, fikri düzeyde, çağdaş uygarlığı aşma çabası olduğunu göremediniz.
CHP’nin halkçılık ilkesinin, sosyal demokratik talepleri rahatça, kolayca karşılayabilecek bir yaklaşım olduğunu bilemediğiniz için Atatürkçüyüm diyemediniz. 
 Bir yerel seçim sürecince bu partinin yerel yönetimler politikasıyla ilgili tek satır bir şey söylemediniz, çünkü böyle bir politika geliştiremediniz.
Devleti kuran partinin bu konuda bir broşürü bile yoktu.
Artık yerel seçimlerde, köylerin de oy kullanacağını düşünemediniz, onlara dönük, onlarda umut ve heyecan  yaratacak tek cümle sarf etmediniz.
Bu yerel seçimde de, Tayyip Beyin oyununa geldiniz, genel seçim gibi götürdünüz, bari onda halkta bir umut, bir heyecan yarataydınız, oda olmadı, oldurulamadı.
Çok yerde mitingler yapıldı, çok çalışıldı ama üretken değildi. Hani futbol tabiriyle “verimsiz  koşan futbolcular” gibiydi.
Özün sözü, dibe vurduk Kemal Bey dibe, bir daha siz siz olun, büyük lokma yiyin, ama büyük laf etmeyin yüzde kırk almazsam istifa ederim diye.