28 Nisan 2020 Salı

O YAZIYA İLGİNİN SEBEBİ



Geçen hafta 18.04.2019 günlü “Abdüllatif Şener Haklı mı çıkacak” başlıklı yazımın çok ilgi görmesinin sebeplerinden birisi, bence,  Abdüllatif Şener'in yaptığı değerlendirmenin toplumun geniş bir kesimi tarafından benimseniyor olması.
Şener, Ocak ayında bazı TV söyleşileri yapmıştı ve şu can alıcı saptamalarda bulunmuştu:
"....İktidardan inmemek Sayın Erdoğan'ın (1) numaralı hedefi. Ölene kadar mutlak surette iktidarda kalmak istiyor. Bunu gerçekleştirmek için de yapmayacağı hiçbir şey yok. Her şeyi yapar..... Artık iktidarını seçimlerle sürdürmenin sonuna gelmiştir. Artık hiçbir seçim Erdoğan'ın iktidarını sürdürmesine yetecek bir sonuç ortaya çıkarmaz...."
Şener, Erdoğan'ın iktidarını sürdürmek için neler yapabileceği hakkında da tahminlerde bulunuyor: 
"....Ya göstermelik bir seçim yapar. (Şener burada Mısır'da yapılan göstermelik seçimleri örnek olarak zikrediyor.).......Orta Doğu yöntemi bir seçim mi olur?.... Veya hiç seçime de gerek yoktur. Kendisini 10 yıl, 15 yıl, 25 yıl devlet başkanı ilan etmişler var. Buna benzer bir yöntem önümüze gelir mi, gelmez mi bilmiyorum.... Ama bildiğim bir şey var, seçimi kaybetmemek için ne yaparım diye düşünüyordur. 
Şener bunları söyledikten sonra, sözlerini şöyle bağlıyor: "Ama, bunlara gücü yetmez..... Erdoğan zorlar, ama sadece başına iş açar".
Erdoğan'ın seçim kaybetmek yoluyla iktidarı bırakmayacağı olasılığı artık TV programlarında da açıkça dile getiriliyor. Kuşkusuz, böyle ihtimallerin "demokratik" olduğu iddiasındaki bir ülkede akla geliyor olması rejim bakımından utanılacak bir durumdur. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde böyle bir ihtimalden söz edenleri kimse ciddiye almaz. Ülkemiz bakımından biz de ciddiye almayabiliriz. 
Ne var ki, yukarıdaki değerlendirmeyi yapan herhangi birisi değil. Abdüllatif Şener, milli görüş geleneğinden yetiştiğinden o zihniyeti iyi bilen,  AKP'nin önde gelen kurucuları arasında bulunmuş, AKP'ni ve liderini iyi analiz edebilen, muhtemelen parti içinden bilgi alabilen deneyimli bir siyasetçi. 
Şener, "Erdoğan'ın iktidardan gitmemek için yapmayacağı hiç bir şey yok" diyorsa, bunu ciddiye almak gerekir. Ne yazık ki, medyada da, siyasette de Şener'in bu değerlendirmesi üzerinde durulmadı.
CHP yönetimi, her zaman olduğu gibi, Erdoğan'ın  gündeminin üzerinden tartışmayı ısrarla sürdürüyor. (Son dönemde bir ara, "FETÖ'nün siyasi ayağı" tartışmasında yaptığı gibi). Partinin kurucu ilkelerine, geçmişine ihanet ederek "laiklikten, özgürlüklerden söz etmezsek seçmen kazanırız" gibi yanlış bir siyasi tavırla dincilerden oy devşirmek yoluyla iktidar olabileceğini hesap ediyor. Babacan, Davutoğlu gibi, ülkemizin her alanda getirildiği kritik eşiğin birinci derece "failleri" ile ittifakın işaretleri veriliyor. Bunları yaparak seçim kazanmanın ham hayal olduğunu; aksine, gerçek CHP'lileri partiden uzaklaştırdığını görmek istemiyor.

Abdüllatif Şener ise, ortada kazanabilecek bir seçim olmayabileceği olasılığından söz ediyor. Kendi milletvekili tarafından yapılan bu uyarıya CHP yönetiminin kulak verdiği gibi bir işaret yok. Kulak verecek olsalar, sadece laf üretmek üzerine kurulu siyaset tarzlarını değiştirmeleri gerekecek. Rahatlarını kaçırmak istemiyorlar. Halbuki, CHP'li belediye başkanlarına, terör örgütleriyle birlikte anmaya kadar vardırılan son saldırılar hedefin ne olduğuna dair ipucu veriyor ve Şener'in değerlendirmelerine inandırıcılık kazandırıyor. 
Son yıllardaki seçimlerde/halk oylamalarında demokrasi ile bağdaşmayan bütün uygulamaları sineye çekmiş olan bu CHP yönetiminin, maalesef, o uygulamalardan daha ileri giden adımları da içine sindirebileceği kuşkusu uyanıyor. 


17 Nisan 2020 Cuma

ABDÜLLATİF ŞENER HAKLI MI ÇIKACAK.



Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar sözcü gazetesine verdiği demeçte Yunanistan'ın 16 adayı silahlandırarak uluslararası antlaşmaları hiçe saydığını, ama Türkiye'nin Ege'de bir oldubittiye izin vermeyeceğini" söylemiş.
 Hulusi Akar, 23 Ocak günü Aselsan'ı ziyareti sırasında yaptığı konuşmada da, Yunanistan'ın Ege'deki kara suları 6 mil iken, hava sahasının 10 mil olduğunu iddia ettiğini, uluslararası antlaşmalarla silahsızlandırılmış 23 adanın 16'sını ise silahlandırdığını hatırlatarak, "hiçbir şekilde hakkımızı çiğnetmeyiz... Bu konuda kararlıyız" demişdi.
Ege'de mülkiyeti uluslararası antlaşmalarla herhangi bir tarafa bırakılmamış 18 adacığın Yunanistan tarafından son yıllar içinde işgal edildiği haberlerine sade suya tirit açıklamalar dışında tepki vermeyen ve genel olarak çok uzun geçmişi olan (1960'lardan beri) Ege sorunlarına bugüne kadar fazla değinmeyen AKP'nin şimdi herhangi bir vesile yokken aniden Akar'ın ağzından yukarıdaki sert çıkışı yapması çok ilginç.
Ege adalarının statüleri Lozan ve 1947 Paris andlaşmaları ile şekillenmiştir.
Bu andlaşmalara göre Ege’de üç katagori ada vardır.
1. Boğazönü adaları Lozan'da askerden arındırılmış olmak kaydıyla, Bozcaada ve Gökçeada Türkiye'ye; Limni ve Semadirek  Yunanistan'a verilmiştir.
2. Kuzeydeki dört ada (Limni, Sisam, Sakız, İkerya) sadece asayişi sağlayacak kuvvet dışında yine askerden arındırılmış olmak kaydıyla  Lozan ile Yunanistan'a bırakılmış.
3. 12 ada tabir edilen ve 1812'den beri İtalya egemenliğinde olan adalar 1947 Paris Antlaşması ile Yine  asayiş güçleri dışında silahsızlandırmaları koşuluyla İtalya tarafından Yunanistan'a devredildi.
 Yunanistan'ın askersizleşmiş olması gereken adaları silahlandırması sorunu 1960'lardan beri var. Bu durum, iki ülke arasındaki esaslı sorunlardan birisi. Malum, Ege ordusu 1975'de Yunanistan'ın risk taşıyan bu tutumunun tehdide dönüşmesi nedeniyle  kurulmuştu.
Özetle Yunanistan, Boğazönü ve Kuzey Ege adalarının Lozan'a ek Boğazlar Sözleşmesi uyarınca silahsız hale getirildiğini, Montrö'nün Boğazların silahlandırılmasına izin vermiş olması nedeniyle, aynı hükmün Boğazönü ve Kuzey Ege adalarını da kapsayacağını iddia ediyor. Biz, Montrö'nün bu adaların silahlandırılabileceği gibi bir hüküm içermediğini savunuyoruz  Bozcaada ve Gökçeada'da asker bulundurmadığımız gibi.
12 Ada bakımından ise Yunanistan, Paris Andlaşmasına Türkiye taraf olmadığından herhangi bir hak ileri süremeyeceğini iddia ediyor. Biz ise, Paris Andlaşmasının, imzacı olmasalar da, bütün ilgili devletler için bir "statü" yarattığını ve bu ilgili devletler arasında Türkiye'nin de bulunduğunu savunuyoruz. 
"Statü" yaratan andlaşmalara en bilinen örnek, malum, Montrö Boğazlar sözleşmesidir. Çok az sayıda devlet tarafından imzalanmış olmasına rağmen, bütün devletler bakımından hüküm ifade eder. ABD örneğin, "imzacısı olmadığım sözleşme bizi bağlamaz" diyemez. Demiyor da nitekim.
Bence asıl üzerinde durulması gereken, 60 yıl geçmişe dayanan ve AKP tarafından tümüyle unutulmuş olan bu sorunun şimdilerde akla gelmiş olması. Bunun bir nedeni vardır kuşkusuz! Üstelik, aidiyeti uluslararası anlaşmalarla kimseye verilmemiş yüzlerce adacık/kayalıklardan 18'ini Yunanistan haksız olarak AKP'nin bakışları arasında işgal ederek üzerine askeri tahkimat yapmışken. Acaba AKP bu ağır kusurunu örtbas etmek için mi silahlandırılmış adalar konusunu gündeme taşıdı?
Bu çıkış ister istemez Abdüllatif Şener'in şu sözlerini akla getiriyor:
"....İktidardan inmemek Sayın Erdoğan'ın (1) numaralı hedefi. Ölene kadar mutlak surette iktidarda kalmak istiyor. Bunu gerçekleştirmek için de yapmayacağı hiçbir şey yok. Her şeyi yapar.....bildiğim bir şey var, seçimi kaybetmemek için ne yaparım diye düşünüyordur...." 
Türkiye'yi olağanüstü kurallarla yönetmenin ve nihayetinde seçimleri süresiz ertelemenin bahanesi olarak kullanılmak üzere bir dış sorun yaratmanın hazırlığı mı yapılıyor? Şener'in tahminleri doğru mu çıkıyor? İzlemekte yarar var. 



14 Nisan 2020 Salı

DEVLET ADAMI OLABİLMEK



Salı günkü yazısında Yılmaz Özdil Türkiye’nin sorunun devlet adamı eksikliği olduğunu yazarken Platon’un devlet adamı tarifine yer vermiş. Platon’a göre, Devlet adamının eğitimli,deneyimli, adil olmalıdır,  dediğini yazmış. Devlet adamı olabilmek için elbette bu üç kıstas çok önemli ama bana göre eksik.
Şöyle ki; eğitimi sayesinde deneyimlerinden istifade ederek ufkun ötesini görebilen adamdır, devlet adamı
Maalesef son 30 yıldır, Türkiye de bunun sıkıntılarını çekiyoruz. Belki Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi istisnalar oldu ama onları da  dinlemediler.  
Eğitimli olmak tek başına yeterli değil, eğitimli olmanın yanında deneyimlerinden istifade ederek ufkun ötesini görebilen insan olmak gerekiyor.
2002 de oluşan parlamentonun aritmetiği Anayasa değişikliği yapabilmek  için Cumhuriyet Halk Partisi’nin desteğini  şart kılıyordu.
İşte böyle bir TBMM oluşumu  içinde, görsel basının denetçisi konumundaki Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun yapısı, 2005 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin destek ve onay vermesiyle, Anayasamızın 133. Maddesine eklenen bir fıkra ile, TBMM’deki siyasi parti gruplarının milletvekili sayısı esas alınarak Meclis Genel Kurulunca seçilmesi bir anayasa hükmü haline getirilmiştir.
Yani eskiden uzmanlar seçilirken bu değişikliklerden sonra partililer seçilir hale geldi
Bu madde ortada olduğu müddetçe kim iktidar olursa RTÜK’e onun egemen olacağı ve iktidara göre, kendilerine muhalif olan televizyon kuruluşlarına hayat hakkı tanımayacağını zamanında görememek büyük aymazlıktır.
Platon’un tarifindeki gibi sadece eğitimli ve deneyimli olmak ta devlet adamı olmak için kafi değilmiş bunu yaşayarak görüyoruz.
Radyonun iktidarın borazanı olduğu günleri yaşamış bazı siyasilerin, bu anayasa değişikliğini yaparken bugünkü tehlikeleri görememeleri, ne eğitimsizliklerinden ne de deneyimsizliklerinden, sadece ufkun ötesini görememelerinden kaynaklanmıştır.
İktidarın güdümündeki bu kurumun, demokratik bir ülkede düşünce ve ifade özgürlüğü içinde kabul edilecek bir düşünce açıklamasından bile rahatsız olup, o televizyon kuruluşlarına ne cezalar verebildiklerine tanık oluyoruz. Nitekim Tele1’e verilen akıl almaz ceza gibi.
Demokratik bir ülkede, bir siyasetçinin çıkıp siyasetteki ve basındaki virüsler temizlenecek şeklinde bir ifadesi karşısında toplumun anayasal hakkını kullanarak tepki vermesi gerekirdi.
Bir kısmımızın körü körüne hayran, bir kısmımızın da körü körüne düşman olduğumuz ABD’de Donald Trump böyle bir laf ettiği zaman toplumdan ve siyaset kurumundan  sert tepki geliyor. İngiltere’de, Fransa’da  siyasi liderler böyle bir söz sarf edebilirler miydi  ya da etseler basının ve siyasetçilerin tepkisi ne olurdu.
Siyasette en kolay iş haftanın muayyen günlerinde televizyona çıkıp, siyasi iktidarı eleştirmektir.
Zor olan ve yapılması gereken sahaya çıkıp halkın arasına girerek, sorunları anlatmaktır.       Onların demokratik ve yasal tepkilerini hayata geçirmektir.
Nitekim, bunun son örneği Ankara’dan İstanbul’a olduğu için, yönü yanlış bile olsa adalet yürüyüşüdür. Milyonlara anayasal, demokratik hakkını kullandırmıştır
Bugün ufkun ötesini görebilmek derken, evvela Uzanlar’a, sonra Aydın Doğan’a siyasi ve ekonomik saldırılar yapılırken, bu toplum ve muhalefet sessiz kalarak büyük hata yaptıklarını ve de  özellikle dönemin siyasetçilerinin ufkun ötesini göremediklerini anlatmaya çalışıyoruz.
Bize de rakip olur  diye Uzanlar’a yapılan saldırıya sessiz kalındı,  Aydın Doğan’ın her odasından müfettişler çıkarken, sessiz kalındı, şimdi basına baskı yapıldığından dert yanılıyor. Ama artık çok geç. Bunun tek sorumlusu yapılan hukuksuzluklara, haksızlıklara zamanında karşı çıkmayan siyaset adamlarıdır.
İşte gerçek devlet adamı haksızlık, hukuksuzluk kime karşı yapılırsa yapılsın tepki gösteren insandır.
Hele bu haksızlık, hukuksuzluk, hukuk kullanılarak yapılıyorsa bu tehlikenin en büyüğüdür. Zira hukuk bir kere çiğnenmeye başlarsa herkes için nerede duracağı bilinmez.
İşte devlet adamı ülkesinde gelişen olayları, doğru tahlil edip ufkun ötesini gören insandır.
Son otuz yıldır maalesef ülkemizde ufkun ötesini de görebilen siyaset adamı yetişmedi. Bugün yaşadığımız sıkıntıların temelinde bu yatıyor.   


10 Nisan 2020 Cuma

MEN-İ İSRAFAT KANUNU



AKP İktidarı daha doğru söylemle Partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, siyaseten ve ekonomik olarak sıkışıp halktan bağış istemek mecburiyetinde kalınca, kendisinin başlattığı yardım kampanyasıyla hiçbir benzerliği olmayan Tekâlif-i Milliye Emirlerini örnek gösterdi.
Tekalif-i Milliye Emirleri 8 Ağustos 1921 tarihinde yani Osmanlı İmparatorluğu işgal edilmiş, orduları dağıtılmış, ülkenin kurtuluşu için kılını kıpırdatmayan bir İngilizlerin himayesini kabullenmiş bir padişahın varlığında kurtuluş savaşını yapan ulu önder Atatürk Milli Ordu askerlerinin karınlarını doyurmak giydirmek, eline silah verebilmek için, halktan aldıklarını geri ödemek şartıyla topladığı ayni bir borçtur.
Onun için Partili Cumhurbaşkanının şimdi yaptığı yardım çağrısıyla uzak yakın bir benzerliği yoktur.
Ama Partili Cumhurbaşkanına bunu verenler bir şeyi gözden kaçırmışlar bu kanundan 10 ay evvel 25 Kasım 1920’de de 55 numaralı Men-i İsrafat kanunu çıkartılmıştır.
O tarihteki Meclisin bu kanunu çıkartmasındaki amacı, milli mücadele nedeniyle toplumun maddi birikiminin gereksiz yere sarf edilmesini engellemek için çıkarılmış bir kanundur.
Bu kanun 1967 yılına kadar yürürlükte kalmış o tarihte yürürlükten  kaldırılmıştır.
Türkiye’de tasarruflar Milli Gelirin yüzde 15inden azdır. Bu nedenle de Dünya sıralamasının alt sıralarında yer almaktayız.
Bu nedenle evvela Türkiye’yi yönetenlerin “itibar” diye hesapsızca  para harcamaktan, devlet parasıyla itibar gösterileri  yapmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir.
Dünya da itibar, etrafa hesapsız kitapsız para savurmakla olmaz, sözüne itibar edilen, devlet adamlığı ile olur. Tabii ölçüde Trump’ın birileri için söyledikleri değildir.
Öncelikle devleti yönetenlerin israftan vazgeçmeleri gerekir. Devasa saraylardan, uçak ve araç filolarından vazgeçerek halka örnek olmalıdırlar.
Büyük Atatürk Kurtuluş savaşını yönetirken, Ankara tren İstasyonundaki Direksiyon binasında mütevazı bir odada yaşadı. Hiçbir şatafatı yoktu.
Bugün toplumda ve özellikle de sonradan görme zenginlerde çılgınca bir savurganlık var. Bir hanım kızımız, düğününde altı (yanlış okumadınız 6) gelinlik değiştirmiş. Bunu tek kelimeyle izah etmek gerekirse ancak “görgüsüzlük” denebilir. 
Doğmamış çocuğun cinsiyetini öğrenince “Baby Shover”lar yapmak, şatafatlı kına geceleri, evvela Türk halkı daha doğrusu sonradan görme zenginler bu şımarıklıklardan vazgeçecekler. Vazgeçmezler ise men-i israf kanunu gibi bir yasal düzenlemeyle vazgeçirilmelidirler.
İktidar örnek alacaksa bunu almalıdır. Açlık sınırı altında yaşayan milyonlarca insan varken önce bu şımarıklıkları vazgeçirmek gerekir.
Eğer onlar vazgeçmez iseler, insanların sosyal medya hesaplarını kontrolden evvel,  1920’nin Men-i İsraf Kanuna benzer bir yasa çıkartılmalı ve şımarıkça yapılan gereksiz harcamaların önüne geçilmelidir.
Ama tabii halktan bunu isterken devleti yönetenler önce kendileri bu fakir milletin vergileriyle oluşan hazineyi korumalıdırlar.
Bütün lüzumsuz saray inşaatları durdurulmalı, uçak ve araç filoları azaltılmalı, kaliteli bir mütevazı yaşamla halka örnek olunmalıdır. Olunmalıdır ama, daha şu günlerde Saray'a 14 yeni araç kiralanıyor. (Perdeli, film camlı, buzdolaplı vs. Sürücüyü de ihaleyi kazanan şirket temin edecekmiş) - TBMM'den 27 yeni kiralık araca 5,000,000 TL harcanıyor, sonradan halktan yardım isteniyor.
Devleti yönetenler tasarrufa hiç dikkat etmezken, halktan tasarruf yapmasını nasıl isteyebilirsiniz ki.
Cumhuriyetin kurulduğundan beri onur abidesi olarak duran Çankaya Köşkü’nün suyu mu çıkmıştı. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan önceki bütün Cumhurbaşkanları o sarayı hiçbir sıkıntı duymadan kullanmışlardı.  
Araştırın bakalım eski Cumhurbaşkanları döneminde Cumhurbaşkanlığının kaç aracı vardı?
Şu andaki durumumuz, hiç çalışmadan satarak hovardalık yapan miras yedilere benziyor.

  


7 Nisan 2020 Salı

KÜRESEL SALGIN



Dünya bir küresel salgınla boğuşuyor. Türkiye’de bu salgını kendi  yanlışları nedeniyle yaşıyor. Salgın Dünya’ya yayıldığı ilk günden itibaren hudutlarımızı kapatıp, ülkeye girişi çıkışı engelleseydik, halk ilk günden bu konuda bilinçlendirilseydi belki salgın bu kadar yaygınlaşmazdı.
Her ne kadar ilk günlerde hemen Çin ve İran’a uçuşlar yasaklansa da özellikle İran’dan kaçak yollardan ülkemize girişleri engelleyemedik.
Ama Türkiye ne yurt dışına yapılan Turistik gezileri  ve ne de Umre ziyaretlerini engelledi. Bu büyük bir yanlıştı.
Gerekli tedbirleri zamanında almayan ülkelerde de salgın can alırken biz, bu ülkelere gidiş gelişe engel olmadık. Örneğin Çeşmeden İtalya’ya halen roro seferleri yapılabiliniyor.
Suudi Arabistan Kabeyi ziyarete kapatırken, biz Umre ziyaretine izin verdik.
Sonradan işin vahameti ortaya çıkınca devlet olarak bazı tedbirler alsak da artık geç kalmış olduk.
Anayasamız vatandaşın sağlık hakkını 56’ıncı maddede düzenlemiştir. Maddenin birinci fıkrasında  “Herkes sağlıklı ve dengeli çevrede yaşama hakkına sahiptir” dedikten sonra maddenin üçüncü fıkrasında, “ Devlet. Herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak…..” diye devam etmektedir.
Bu hakkın gerçekleşmesi için devletin olumlu davranışta bulunması gerekir, örneğin bütün dünya da maske gibi en basit korunma cihazı herkese bedava dağıtılırken,   Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan çıkıp “Halkın ulaşabilir olduğu noktalarda  inşallah maskelerin satışını gerçekleştireceğiz. Vatandaşımız ekmeğini ya da sebzesini nerden alıyorsa  ona yakın yerden bunlara daha rahat ulaşabilecek” diyebildi.
Tepkiler üzerine bundan vaz geçildi, maskelerin PTT aracılığı ile bedava dağıtılacağı söylendi. Onlarda böyle bir şeye hazırlıklı olmadıklarından bu işlem sağlıklı yapılamadı.
Belli ortamlarda maske takmayı zorunlu kılan devlettir. Devlet kullanılmasına zorunluluk getirdiği maskeyi  halka parayla satamaz.
Satmamalıdır da, Zira Adalet ve Kalkınma Partili Cumhurbaşkanı  çok değil daha beş, on gün önce her eve kolonya ve maske dağıtacağız dediği bir ortamda, Ticaret Bakanı’nın bu söylemi, bu söylemden sonradan dönülmüş olsa da, yanlış ötesi olmuştur.
Tepkiler üzerine her konuda olduğu gibi tek adam olan Partili Cumhurbaşkanı çıktı ve “maskenin parayla satışı yasaktır.” Dedi. Tabii bu doğru bir söylem ve eylemdi ama çok geç kalınmıştı.
Bir taraftan Suriyeli sığınmacılara kırk milyar dolar harcadık bir o kadar daha harcarız diyeceksin, Afrika Kalkınma bankasına yardım yapacaksın, şatafatlı saraylarda yaşayacaksın, onlarca uçağın olacak, her bir köşeye saraylar yaptıracaksın, sonra da Anayasanın 56. Maddesinin “devletin Halkın sağlığını” korumak yükümlülüğünü görmezden gelerek  gönüllü de (!) olsa halka yardım çağrısı yapacaksın.
Ticaret Bakanı maskelerin parayla satılacağını söylerken, Cumhuriyet Halk Partili Belediyeler hemşerilerine bedava maske dağıtıyorlardı. Bu devlet içinde devlet olmak değil ama  Anayasanın 56. Maddesine uygun davranmaktı.
Sade bu kadar mı yapılan yanlışlar.
Tıp uzmanlarından oluşan bir bilim kurulu var, onların anlaşılan  halka duyurulmayan toplum sağlığı açısından çok radikal önlem önerileri de var ama Adalet ve Kalkınma Partili Cumhurbaşkanı bu önerilerin hayati olanların bir kısmını  veto edip hayata geçirmiyor.
Tabii burada sadece Cumhurbaşkanını eleştirmek yanlış olur burada asıl eleştirilmesi gerekenler önerileri dinlenmeyen bilim adamlarıdır niçin  o kurulda hala görev yapıyorlar anlamak mümkün değil.
Bilim Kurulunun önerileri salgın ortamında  vatandaşın anayasal yaşam hakkını korumak için dahi olsa dinlenmiyorsa bu çok vahim bir durumdur.

Millete maskeyi bile para ile satmayı düşünen devlet, hâlâ

3 Nisan 2020 Cuma

AYIP OLUYOR BEYLER



Türkiye’nin tartışmasız en çok okunan köşe yazarı Yılmaz Özdil bundan on beş gün kadar önce, dürüst bir gazeteci olarak İzmir halkının karşı karşıya kaldığı tehlikeyi: “üzülerek söylemem gerekiyor ki,  koronovirüs vakıalarında  İstanbul’dan sonra en büyük darbeyi İzmir yedi, virüs bulaşmış insanlarımızın sayıları ve hayatını kaybeden insanlarımızın listesi  elimde var. İzmir  Büyükşehir belediye başkanı başta olmak üzere, topluma açıklamak zorundalar, insanların alarm durumuna geçmeleri için bu gerçeğin açıklanması şart” diye duyurmuştu.
Vay sen misin bunları yazan, Başta İçişleri sekreteri olmak üzere Yılmaz Özdil’in yalan söylediğini, halka yanlış bilgi verdiğini söyledi, bir kısım AKP’li üst düzey yöneticiler ve İzmir Milletvekili de yalan yazdığını hatta daha da ileri giderek ajan olduğunu bile söylediler.
Bugün Sağlıktan sorumlu sekreterin de açıklamalarıyla Yılmaz Özdil’in yazdıklarının yalan ve  provakatif olmadığı, tam aksine tümüyle  gerçek olduğunu ortaya koydu.
Konu İzmir ve İzmirliler olunca, CHP’nin İzmir milletvekillerinin, bu çirkin saldırılar karşısında  ne yaptıklarını düşünmeden geçemiyorsunuz. Hele iki tanesi var ki bunlar gazeteci kökenliler.
Biri de Genel Başkan yardımcısı. Yılmaz Özdil’e bunların sahip çıkmaları beklenirdi. Ama bunu yapmadılar, sebebi herhalde Yılmaz Özdilin bugünkü CHP yönetimini eleştiriyor olması olsa gerek, o zaman, katli vacip diye düşünmüş olacaklar ki, tek cümleyle bile doğruları yazarak halkın doğru haber almasını sağlayan  Yılmaz Özdil’e sahip çıkmadılar.
Bunun sebebi olsa olsa Yılmaz Özdil  şuandaki Cumhuriyet Halk Partisi yönetimini eleştiriyor olması herhalde. Yılmaz Özdil’e yapılan haksız gerçek dışı saldırılar karşısında onun  yalnız bırakılamaması gerekirdi. Aslında,  Yılmaz Özdilin Cumhuriyet Halk Partisine yönelik eleştirileri, doğruları söylemesi de bir bakıma dosta yardımdır. Bunu bile anlamaktan acizler.
Cumhuriyet Halk Partisi kendisine verilen oylara layık bulunduğunu gösterecek etkinliklerde tutum ve eylemleriyle kendisinden beklenen role sahip çıkmadığı içindir ki bugün eleştirilere uğramaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisine oy ve gönül verenler, iktidarın başıbozuk gidişinden dolayı Cumhuriyet Halk Partisi’nin olaylara egemen olabilecek yerde, olayların peşinden  sürüklenmenin ızdırabını çekmektedirler. Ana muhalefet olarak etkin muhalefet imkanını ortadan kaldıran da işte bu tutumdur.
Türkiye’nin en çok okunan, dürüst gazetecesine sahip çıkmayacaksınız. Ondan sonra basın özgürlüğünden söz edeceksiniz. Hadi canım sende.
 Hakikaten  bu tutum çok üzücü ama unutmayın ki, İzmirliler kendi bağırlarından çıkan Yılmaz Özdil’e sahip çıkarlar, bunun bedelini de sizlere ödetirler.
Namuslu, dürüst  insanlar haksızlığa uğradıkları zaman onlara  sahip çıkmazsınız bundan sonra olacaklardan da siz sorumlu olursunuz.
Eğer Cumhuriyet Halk Partisi  bu ülkenin, bu milletin  geleceği için ciddi surette bel bağlayacağı bir siyasal parti olmasaydı omuz silkip geçilebilinirdi.  Sade parti üyeleri değil Cumhuriyet Halk Partili olmadığı halde  partiye oy verenlerin partiden bu oylara layık olmasını bekleme ve isteme hakları vardır.
İktidarın haksız hukuksuz saldırısına uğrayan insanlara sahip çıkmayacaksınız da ne yapacaksınız.
Cumhuriyet Halk Partisinin temel felsefesi, kim olursa olsun haksızlığa uğrayan  insanlara sahip çıkmaktır. Onun için tutumunuz karşısında “Ayıp oluyor beyler” demekte başka çare kalmadı.