29 Nisan 2012 Pazar

SEVR VE YENİ ANAYASA ÇABALARI


                     SEVR VE YENİ ANAYASA ÇABALARI            

ABD, AB ve onların yerli işbirlikçileri Atatürk’ü ve İsmet paşayı, Lozan’ı yazıp Sevr’i parçalayıp tarihin çöplüklerine attıkları için hiç sevemediler hiç benimseyemediler, onlara sadece zorunlu olarak tahammül ettiler. Ne zaman ki ülke içindeki organizasyonu, yani basını, yargıyı kendilerine göre şekillendirme operasyonunu bittirdikten sonra Sevr’i adım adım hayata geçirmeye başladılar.

Yani Lozan’ı yazarak, Sevr’i yırtıp atanlardan öç almaya başladılar.

Lozan; kanla, gözyaşıyla, terle kazanılan askeri zaferlerin diplomasi masasında taçlandırılması olayıdır.

O güne kadar, harp meydanlarında elde edemediklerini masa başında almaya alışmış olan emperyalistlerin uğradığı büyük bir diplomatik yenilgidir.

Bugün yapılmak istenen bir anayasa değişikliği değil, Sevr’in ve hudutları değiştirilmek istenen 22 ülkeden biri olan Türkiye ile ilgili Sevr’den bu tarafa içlerine attıkları duygu ve düşüncelerinin açığa çıkarılmasıdır.

Bugün yurt içinde ve dışında söylenenlerle Sevr Andlaşması’nın maddelerini karşılaştırıldığında  bu çok net olarak görülmektedir.

ABD, AB ve onların yerli işbirlikçileri Kürtler’e yerel özerklik istemektedirler.

Sevr antlaşmasının 62. Maddesi Kürtlere yerel özerkliğin tanınacağını “Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu Andlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde “  diyerek belirtmiştir.

Aynı Andlaşmanın 64.  maddesinde  ise bu özerkliğin tanınmasından bir yıl sonra plebist yapılarak Türkiye’den bağımsızlıklarını isteyebileceklerine yer verilmiştir.

Bildiğiniz üzere, Bölücülerin Mahkemelerde ana dillerini kullanmak talepleri de vardır. Bu da aynen Sevr’in 145. Maddesinde “ Türkçe’den başka bir dil konuşan Osmanlı uyruklarına, mahkemelerde, ister sözlü ister yazılı olsun kendi dillerini kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır”  şeklinde yer almaktadır.

Ana dilde eğitim de yine Sevr’in 147. Maddesinde düzenlenmiştir.

Sevr’de bile “giderlerini kendileri ödemek üzere” denmesine rağmen, şimdi bölücüler, bu hizmeti devletin yapmasını istemektedirler.

Ayrıca Andlaşma aynen bugün de istedikleri şekilde  ilk, orta,lise ve yüksek okulda ana dilde eğitim hakkı vermektedir.

İçerdeki tetikçileri ve destekçileri de Kütçe’nin şimdilik (!) yardımcı ders olarak okutulabileceğini söylemektedirler.

Bölücülerin sözcüsü de “Kürt halkı yüzyıl önceki durumun bir daha yaşanmasına izin vermeyecektir, kendi hak ve özgürlük talebinden en az birlikte yaşadığı halkların sahip olduğu ulusal tanınma, statü sahibi olma , ana dilde eğitim ve örgütlenme özgürlüğü seviyesinden geri adım atmayacaktır” demektedir.

Bu tamamıyla  Sevr’i uygulamaya koyarak, Lozan’ı fiilen yürürlükten kaldırmak çabasıdır. Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yapanlardan  öç “almaktır. Zira yüz yıl evvelki” diyerek Sevr’i kast ettiklerini  açıkça beyan etmişlerdir. Zira sonradan yırtılıp atılan Sevr 10 ağustos 1920 de yani bundan tam 92 yıl evvel yazılmıştır

ABD, AB  ve onların yerli işbirlikçileri bir şeyi unutmaktadırlar. Sevr’i yırtıp Lozanı yapanlar, bunu gerçekleştirmek için kimseden yardım istemediler, gerek harp meydanlarında ve gerekse diplomasi masasında kendi göbeklerini kendileri kestiler.

Bu nedenle yapılan bir anayasa çalışması  değil, Sevr’in o tarihte yerine getiremediği bu ülkeyi bölme işlemini, yurt içindeki işbirlikçilerine yaptırma çalışmasıdır.

Bu sadece Sevr’in hayata geçirilmesinden başka  BOP, GOP’un fikir babalarının söylediği Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 22 ülkenin hudutlarının değiştirilmesi operasyonudur.

Yerel Yönetimler Özerklik Şartına ve İkiz Anlaşmalar denen uluslar arası sözleşmelere konulan çekinceleri kaldıracağız demek yerel özerkliğe yol vermektir.

Anayasa’dan Türk, tabirinin çıkmasına göz yummak demek,  Sevr anlaşmasının da ötesine geçmek demektir. Zira bu anlaşmanın birçok yerinde Türkiye tabiri geçmektedir. Türkiye’de yaşayanlara da Türk denir.

Bu mantıkla bir anayasa çalışması yapmak, yani onlarla dans etmek Sevr’in yurt içindeki işbirlikçilerine hizmet etmektir.

Bu anayasa çalışmasından, bir sivil anayasa çıkmaz, bu anayasa çalışmasından, bağımsız bir devletin, onurlu vatandaşlarının içine sindirebilecekleri bir milli anayasa çıkmaz.

Çıksa çıksa, Sevr’in, BOP’un , GOP’un anayasası çıkar.

Sevr’in rövanşını almak yolunda yapılan bu  eyleme ülkesini seven hiç kimse  katılamaz. Katılmamalıdır.






25 Nisan 2012 Çarşamba

YALAN SÖYLEMEYECEKSİN



Sayın Başbakan yine bu Salı toplantısında, devrimlerini içine sindiremediği Atatürk’e ve İsmet Paşaya gerçekleri çarpıtarak saldırmaya devam etti.
Camilerin kapatıldığına, satıldığına dair yazılar okudu, ama sadece başlıklarını okudu. Bu satılma ve kapatılma işlemlerinin gerekçelerini halktan  sakladı.Yani onun bildiğini iddia ettiği dini söylemle “Yalana tanıklık etti” Nitekim, dün Hürriyet gazetesi yazarı Yılmaz Özdil bu saydıklarından bir  tanesinde Tayyip Erdoğan’a suçüstü yaptı.
Başbakan’ın elindeki belgenin sakladığı gerekçesini açıklayıverdi.
Neymiş o gerekçe?
İzmir’in Yunanlılarca işgali sırasında ahıra çevrilmiş bir Cami ve külleyesi’ nin 1936 yıllarında nasıl kurtarıldığını gözler önüne seriyordu. 
Dini, İslamı ağzından düşürmeyen Tayyip bey bütün dinlerce ve hatta tek tanrılı dinlerden binlerce yıl evvelden beri gelen ahlak anlayışlarının tümünün red ettiği yalana baş vurmuştur.
Hani işine geldiği zaman İsrail Cumhurbaşkanı’na işaret ettiği bütün peygamberlere gönderilen kutsal kitapların ortak öğretileri olup Kur-an’ı Kerim’de Müslümanlarında bu tür vecibelerle yükümlü kılındığı  On Emir’in 9. Maddesi var ya “Yalan şahitliği yapmayacaksın” diye, işte onu çiğnedi.
Şimdi bir başbakan’a hem de “DİNİ BÜTÜN” olduğunu iddia eden bir Başbakan’a yakışan, o okuduğu belgelerin gerekçelerini de halka açıklamaktır.
Hadi Sayın Başbakan açıklayıver  bu gerekçeleri de halkımız aydınlansın.
Tabii ben bu Salı konuşmasında Sayın Başbakan’dan Çarşamba günü gazeteniz Aydınlık’ta yer alan Silahlı Kuvvetlere ait arazilerin hangi gerekçeyle Maliye Bakanlığı’na devir edildiğini açıklaması da  beklenirdi.
Ama bu konuda en ufak bir açıklama yok. Bu kıymetli araziler ve özellikle de tarihi değeri olan, bu orduya binlerce subay yetiştiren “Kuleli , İzmir Maltepe ve Bursa Işıklar Askeri Liselerinin, o muhteşem arazilerinden elde edilecek paralar nereye harcanacaktır.Türk halkının bunu  öğrenmesi hakkıdır.
Elbette bu irfan yuvalarından  mezun olmuş şimdi sivil hayata geçmiş on binlerce mezunu okullarına sahip çıkacaklardır.
Dokuz yıllık AKP iktidarı döneminde  satılan  milletin milyarlarca dolarlık değerlerinden elde edilen paralarla kimleri zengin edildiğini Türk Milleti bilmektedir.
Muhalefet partileri maalesef böyle ciddi olaylarla meşgul değiller.
 Onun için Başbakan bu ülkenin gündemini dilediği gibi tayin edip, konuşulmasını istemediği konularında üstünü örtebilmektedir.
 Ana muhalefet partisi eğitimi katleden 4+4+4 ucubesinin,  devrim yasalarının en önemlilerinden birisi olan Tevhidi Tedrisat Kanunun arkasından dolandığını algılayamamış ya da algılamış ama laikliği vurgulamak yeni yönetimin işine gelmediği için  olayı ya sadece 20 milyon dolarlık olacağını iddia ettikleri yolsuzluğa, ya da  sadece pedagojik yanlışa dayandırmıştır.
İşte İsmet İnönü’yü devleştiren, düşmanlarının ökümünden 38 sene sonra bile ona saldırmalarının nedeni,  bizdeki sıradan, çapsız politikacıların “nazik mevzu” kabul ettikleri din meselesinin üstüne cesaretle  gidebilmiş olmasıdır.
Asıl utanç duyulması gereken insanlarımızın temiz dini duygularıyla oynanarak siyaset yapılmasıdır.
Aslında Başbakan’ın  İsmet Paşa ve onun üstünden Atatürk’e saldırmasının sebebi, geniş halk kitlelerinin,  Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının ülkeyi bölünmeye götürecekleri ve İslam Cumhuriyeti’ne çevirecekleri   endişesiyle Atatürk’te birleşmeye başlamalarından  duyduğu endişedir.
Burada yapılmak istenen Atatürk’ü ve Kemalizm’i T.C Devletinin genlerinden ve hatta onun en büyük eserim dediği Cumhuriyet Halk Partisi’nden silmeye çalışmaktır.
Çünkü genleriyle oynanmamış bir Cumhuriyet Halk Partisi’nin varlığı laik, demokratik Cumhuriyet için büyük bir teminattır.
Bu çok bilinçli bir eylemdir. Yıllardır, bu ülkenin ABD “muhip” i tetikçileri Atatürk’e ve onun değerlerine saldırmayı bu nedenle görev olarak üstlenmişlerdir.




YALAN SÖYLEMEYECEKSİN



Sayın Başbakan yine bu Salı toplantısında, devrimlerini içine sindiremediği Atatürk’e ve İsmet Paşaya gerçekleri çarpıtarak saldırmaya devam etti.
Camilerin kapatıldığına, satıldığına dair yazılar okudu, ama sadece başlıklarını okudu. Bu satılma ve kapatılma işlemlerinin gerekçelerini halktan  sakladı.Yani onun bildiğini iddia ettiği dini söylemle “Yalana tanıklık etti” Nitekim, dün Hürriyet gazetesi yazarı Yılmaz Özdil bu saydıklarından bir  tanesinde Tayyip Erdoğan’a suçüstü yaptı.
Başbakan’ın elindeki belgenin sakladığı gerekçesini açıklayıverdi.
Neymiş o gerekçe?
İzmir’in Yunanlılarca işgali sırasında ahıra çevrilmiş bir Cami ve külleyesi’ nin 1936 yıllarında nasıl kurtarıldığını gözler önüne seriyordu. 
Dini, İslamı ağzından düşürmeyen Tayyip bey bütün dinlerce ve hatta tek tanrılı dinlerden binlerce yıl evvelden beri gelen ahlak anlayışlarının tümünün red ettiği yalana baş vurmuştur.
Hani işine geldiği zaman İsrail Cumhurbaşkanı’na işaret ettiği bütün peygamberlere gönderilen kutsal kitapların ortak öğretileri olup Kur-an’ı Kerim’de Müslümanlarında bu tür vecibelerle yükümlü kılındığı  On Emir’in 9. Maddesi var ya “Yalan şahitliği yapmayacaksın” diye, işte onu çiğnedi.
Şimdi bir başbakan’a hem de “DİNİ BÜTÜN” olduğunu iddia eden bir Başbakan’a yakışan, o okuduğu belgelerin gerekçelerini de halka açıklamaktır.
Hadi Sayın Başbakan açıklayıver  bu gerekçeleri de halkımız aydınlansın.
Tabii ben bu Salı konuşmasında Sayın Başbakan’dan Çarşamba günü gazeteniz Aydınlık’ta yer alan Silahlı Kuvvetlere ait arazilerin hangi gerekçeyle Maliye Bakanlığı’na devir edildiğini açıklaması da  beklenirdi.
Ama bu konuda en ufak bir açıklama yok. Bu kıymetli araziler ve özellikle de tarihi değeri olan, bu orduya binlerce subay yetiştiren “Kuleli , İzmir Maltepe ve Bursa Işıklar Askeri Liselerinin, o muhteşem arazilerinden elde edilecek paralar nereye harcanacaktır.Türk halkının bunu  öğrenmesi hakkıdır.
Elbette bu irfan yuvalarından  mezun olmuş şimdi sivil hayata geçmiş on binlerce mezunu okullarına sahip çıkacaklardır.
Dokuz yıllık AKP iktidarı döneminde  satılan  milletin milyarlarca dolarlık değerlerinden elde edilen paralarla kimleri zengin edildiğini Türk Milleti bilmektedir.
Muhalefet partileri maalesef böyle ciddi olaylarla meşgul değiller.
 Onun için Başbakan bu ülkenin gündemini dilediği gibi tayin edip, konuşulmasını istemediği konularında üstünü örtebilmektedir.
 Ana muhalefet partisi eğitimi katleden 4+4+4 ucubesinin,  devrim yasalarının en önemlilerinden birisi olan Tevhidi Tedrisat Kanunun arkasından dolandığını algılayamamış ya da algılamış ama laikliği vurgulamak yeni yönetimin işine gelmediği için  olayı ya sadece 20 milyon dolarlık olacağını iddia ettikleri yolsuzluğa, ya da  sadece pedagojik yanlışa dayandırmıştır.
İşte İsmet İnönü’yü devleştiren, düşmanlarının ökümünden 38 sene sonra bile ona saldırmalarının nedeni,  bizdeki sıradan, çapsız politikacıların “nazik mevzu” kabul ettikleri din meselesinin üstüne cesaretle  gidebilmiş olmasıdır.
Asıl utanç duyulması gereken insanlarımızın temiz dini duygularıyla oynanarak siyaset yapılmasıdır.
Aslında Başbakan’ın  İsmet Paşa ve onun üstünden Atatürk’e saldırmasının sebebi, geniş halk kitlelerinin,  Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının ülkeyi bölünmeye götürecekleri ve İslam Cumhuriyeti’ne çevirecekleri   endişesiyle Atatürk’te birleşmeye başlamalarından  duyduğu endişedir.
Burada yapılmak istenen Atatürk’ü ve Kemalizm’i T.C Devletinin genlerinden ve hatta onun en büyük eserim dediği Cumhuriyet Halk Partisi’nden silmeye çalışmaktır.
Çünkü genleriyle oynanmamış bir Cumhuriyet Halk Partisi’nin varlığı laik, demokratik Cumhuriyet için büyük bir teminattır.
Bu çok bilinçli bir eylemdir. Yıllardır, bu ülkenin ABD “muhip” i tetikçileri Atatürk’e ve onun değerlerine saldırmayı bu nedenle görev olarak üstlenmişlerdir.




22 Nisan 2012 Pazar

YARGIYA GÜVEN SARSILIRSA



Geçtiğimiz günlerde bir araştırma şirketinin yaptığı araştırma sırasında deneklere “TÜRKİYE’DE HERHANGİ BİR SUÇTAN DOLAYI TUTUKLANIP CEZAEVİNE KONULSANIZ ADİL BİR ŞEKİLDE YARGILANACAĞINIZI DÜŞÜNÜYORMUSUNUZ” diye sorulmuş. Deneklerin %67.6 sı bu soruya  “HAYIR” cevabı vermiş.
Bu durum AKP iktidarının yargıyı ele geçirme operasyonu yapmasından yaklaşık on altı, on yedi ay sonra varılan sonuçtur.
Bir ülke halkının %70 yakın bir kısmı adil olarak yargılanmayacağını düşünüyorsa, başta iktidar partisi mensupları olmak üzere tüm siyasetçilerin ve hukukçuların olayı çok ciddiyetle düşünmeye başlaması gerekir.
Özellikle de AKP’nin bu oran üstüne çok düşünmesi gerekir. Zira muhalefetin oy oranları toplamı bu %67’nin çok altında, durum böyle olunca, AKP’ ye oy verenlerin  önemli bir kısmının  bile yargıya güven duymadığı ortaya çıkmaktadır.
İktidarı ellerinde bulunduranlar bugün için bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmiş bir yargıdan mutlu olabilirler.
Bir öç alma duygusuyla kendilerine muhalefet eden düşünce adamı, gazeteciyi yargı yoluyla zindanlara tıkabilirler. Bunun toplumda yarattığı korku ile kişiler fikirlerini açıklamaktan korkup susabilirler.
Ancak, unutmamak gerekir bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmiş yargı, yarın bir iktidar değişikliğinde yeni patronlarının nam ve hesabına yargılama yaparlar.
Toplumun %67-68nin  güven duymadığı bir yargı durup dururken oluşmuyor.
Bir dava dosyasında Savcılık tarafından delil diye dosyaya sunulan belgelerin yanlışlığı, düzmece olduğu konusunda kitaplar yazılıyorsa veya avukatlar ve sanıklar sadece savunma yaparken sarf ettikleri sözlerden dolayı onlarca yıl hapse mahkum oluyorlarsa, saatlerce ve binlerce kilometre yol kat edip yurt dışından gelip Mahkemeye çıkan sanık “kaçma şüphesi var” diye tutuklanabiliyorsa, orada yargıya inanç kalmayacaktır.
Bir Mustafa Balbay örneği yaşandı, göz altına alındı serbest bırakıldı, çağrıldı aynı gerekçeyle “kaçma şüphesi var” diye tutuklandı.
Eğer bu ülkede 25 yıl süreyle yargıda savcı ve hakim olarak görev yapmış ve şimdi de avukatlık yapan bir hukukçu, savunduğu kişinin ifadesi alınırken savcılıkta kendisine ve müvekkiline tuzak kurulduğunu dile getirip, bundan utanç duyduğunu, söylüyorsa artık tuzun koktuğu noktadayız demektir.
Cumhuriyetin Savcı sanığa tuzak kurmaz, tam aksine sanığın  hem lehinde ve hem de aleyhindeki delilleri toplar.
Şimdi başlarını ellerinin arasına alıp düşünmesi gerekenler, yargı mensuplarının ta kendileridir.
Unutmayın ki, bu ülkede Savcı bir başka Savcının makamını basıp arama yaptı. Siyasi iktidarı rahatsız edecek şekilde soruşturma yürüten savcılar, görevlerinden alınıp, bir de yargılanmaya başladılar.
Yarın da bir iktidar değişikliğinde, bugün sizin yaptığınız işlemler üzerine inceleme başlatıp sonunda sizi yargılamaya başlarlar.
Bugün sırtınızı sıvazlayan o siyasilerden hiçbirisi ne yanınızda olur, ne de ortalarda görünürler. Sizi kaderinizle baş başa bırakırlar.
Onun için siz siz olun hiçbir siyasi iktidarın adamı olmayın, sadece bağımsız ve tarafsız yargı yaratıp onun adamı olun.
Bir tarihte bir Anadolu şehrine gelen Adalet Bakanı’nın ayağına gitmeyen, o yarattığı saygınlıkla tek parti döneminin Bakanı’na “Biz onu ziyaret ederiz” dedirten genç hakim gibi olun.
Bağımsız ve tarafsız yargı demokratik hukuk devletinde en son ve en güvenli sığınaktır.
Bu yargıya inançsızlık algısı toplumda maalesef haklı olarak oluşmuştur.
Türk siyasi tarihinin en önemli davaları görülürken, bu ülkenin bütün saygın hukukçuları “Hukukun evrensel kurallarının, Anayasa’nın ihlal edildiği” yolunda görüş bildirirken eğer yargı buna duyarsız  kalıp yargılamayı sürdürse  böyle bir algının oluşması çok doğaldır.
Bir hukuk devletinde yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirip siyasi iktidarın dümen suyuna girerse artık orada totalitarizmin ayak sesleri duyulmaya başlamış demektir.
  

18 Nisan 2012 Çarşamba

28 ŞUBAT TOPLUMSAL TEPKİNİN SONUCUDUR


Çevik Bir paşa ve arkadaşlarının göz altına alınıp tutuklanmaları sonrasında büyük bir cadı avı başladı.
Hiçbir müdahale ister askeri olsun ister sivil toplumdan gelsin, bir anda oluşmaz, belli bir süreçten geçtikten sonra iç ve dış dinamiklerin etkisiyle oluşur.
28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997’ de yapılan anayasal bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlar, Merhum Başbakan Necmettin Erbakan tarafından “28.2.1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu Kararlarının  13 Mart 1997 günü bakanlar Kurulu’nda öncelikle müzakere edildiği malumlarınızdır.
Bu müzakerede alınan ‘irtica ile etkin bir şekilde mücadele edilmesi kararı mucibince Milli Güvenlik Kurulu’nun Bakanlar Kurulumuza bildirdiği hususların bir kopyası ilişikte bilgilerinize sunulmuştur.
Bu konuların önemle dikkate alınarak, Anayasamızın ; T.C Devleti’nin Demokratik, Laik, Sosyal bir hukuk Devleti olması temel ilkeleri çerçevesinde , Bakanlığınızı ilgilendiren konularda , konuyla ilgili kısa, orta ve uzun vadeli tedbirlerin dikkat ve ihtimamla alınması, mali destek ve yasa değişikliğine ihtiyaç gösteren tedbirler varsa, bunlar hakkında da Bakanlar Kurulunca gereğinin yerine getirilebilmesi için Başbakanlığa bilgi verilmesini rica ederim” şeklindeki genelgesi sonucunda hayata geçirilmiştir.  
Bu yazı Dışişleri Bakanlığı başta olmak üzere, Başbakan yardımcısına,Devlet Bakanlıklarına ve Bakanlıklara dağıtılmıştır.
Yani bu süreçteki bütün işlemler Bakanlar Kurulu tarafından yapılmıştır.
Bugün hiç kimse, ben o tarihte bakandım ama benim imzam yoktu diyemez. Bütün Bakanlar Kurulu üyelerinin  bu konuyu enine boyuna tartıştıkları Başbakan’ın genelgesiyle bellidir.
Eğer  kendilerine istifa etmeleri yönünde askerlerden  baskı geldi ise mertçe istifa eder ve bunu da kamuoyuyla paylaşırlardı.
Bu ülke 28 Şubat sürecine bir günde gelmedi.
Refahyol hükümeti döneminde oluşan pislikler nedeniyle askerlerle hiçbir bağlantısı olmayan, belki de dünya da yaşanmış en uygar sivil itaatsizlik örneği olan  eylem eğlence olsun diye mi yapılmıştı.
En az 30 milyon insanın katıldığı SÜREKLİ AYDINLIK İÇİN BİR DAKİKA KARANLIK eylemi tamamı ile bir sivil harekettir. Askerle, orduyla hiçbir alakası yoktur.
En az 30 milyon insanın katıldığı bu eylem hakkında Refahyol’un Adalet Bakanı  iğrenç bir söylemle “mum söndü oynuyorlar” diyebilmiştir.
Devrin Başbakanı Merhum Erbakan “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemi için 30 milyon insanı  Bunlar glu glu dansı yapıyorlar” diyerek aşağılamaya çalışmıştır.
Refahyol hükümetini hedef alan bu eylem ne zamana kadar sürdü?
Refahyol Hükümeti’nin 18 Haziran 1997 tarihinde Necmettin Erbakan’ın istifasıyla hükümetin  düşmesine kadar sürdü.
Bu arada başka ne oldu?
6.5 Milyon üyeyi temsil eden aileleri ile birlikte 30 milyonu geçen Türk-İş, TİSK, TOBB, TESK ve DİSK  Refahyol hükümetini uyardılar.
O tarihte bu beş sivil toplum örgütü adına açıklama yapan TOBB Başkanı “Bu sivil girişimin öz iradeleriyle oluştuğunu” belirtmiştir.
Özellikle  “SÜREKLİ AYDINLIK İÇİN BİR DAKİKA KARANLIK” eylemini başlatıp, Refahyol hükümeti düşünceye kadar sürdüren insanlar askerler istediği için mi bu eylemi başlatıp sürdürdüler.
Hayır,  tam aksine sivil iradenin egemen olması için bu eylemi başlattılar.
O beş büyük sivil toplum kuruluşunun hangisi askerlerin talimatıyla böyle bir ortak hareketin içine girerlerdi.
Necmettin Erbakan 18 Haziran 1997 de hükümet ortağı iki parti arasındaki protokol gereği Başbakanlık görevini Tansu Çiller’e devretmek için istifa etiğinde, Sayın Demirel o tarihte görevi Tansu Çiller’e verseydi, bugün post modern darbeden bahis edilecek miydi.
Sayın Demiel devlet adamlığı duruşu sergilediği ve anayasal hakkını kullandığı için şimdi askerlerden talimat mı almış olarak nitelenecek.
28 Şubat sürecinde hükümetin değişikliğinde askerlerin hiçbir etkisi yoktur.
Bir zamanlar, 12 Eylül Askeri darbesi için  “12 Eylül, Türk Milleti’nin meşru müdafaya geçtiği gündür” diyebilen ve şimdi demokrasi havarisi kesilip, isteri çığlıkları atarak 28 Şubatı darbe olarak niteleyenlere söylenmesi gereken tek bir şey var.  
  28 Şubat, “SÜREKLİ AYDINLIK İÇİN BİR DAKİKA KARANLIK ve Türk-İş, TİSK, TOBB, TESK ve DİSK’ in eylemlerinin bir sonucudur, bunu bir askeri darbe olarak nitelemek ne hukuken ve ne de siyaseten mümkün değildir.



.  
   

15 Nisan 2012 Pazar

SURİYE'YE MÜDAHALE TÜRKİYE'YE TUZAK

                   
Suriye’de bir yıldır muhalifleri tahrik, teşvik ve Türkiye vasıtasıyla da eğiten ABD aslında orada istediği sonucu en azından şimdilik elde edememiştir.
Kapalı rejimlerin en kötü tarafı dış dünyanın buralardan sağlıklı bilgiler almasının imkânsız olmasıdır.
Şuanda da Suriye’den gelen bilgilerin çok sağlıklı olmaması nedeniyle, Suriye’de öldürüldüğü iddia edilen insanların sayısı ABD tarafından şişirilerek Türkiye tahrik edilmeye çalışılıp,  tek başına müdahale etmesi sağlanmak istenmektedir.
Suriyeli muhaliflere Suudi Arabistan ve Katar’ın parasal destek sağladığı, ABD’nin de bir takım istihbarat bilgisi verdiği, Türkiye’nin de muhalif güçleri eğittiği artık yabancı kaynaklar tarafından yüksek sesle dillendiriliyor.
Son günlerde Türkiye’de hududun sıfır noktasında bulunan  mülteci kamplarından bazı kişilerin geceleri tekrar Suriye topraklarına girip, çatışmalara katılıp geri döndüğü yazıldığı gibi Aydınlık  gazetesinin birkaç gün önceki  haberinde , sığınmacıların ancak %20 sinin    Assad rejiminden kaçanlar olduğu, diğerlerinin Türkiye’de kendilerine iş ve vatandaşlık verileceği vaatleriyle buraya getirildiklerini söyledikleri yer aldı.
Bütün bunlar, ABD kendisi, Kasım ayında yapılacak Başkanlık seçimine kadar bir şey yapamayacağı gibi,  Başkanlık seçimini de Cumhuriyetçi bir adayın kazanması halinde Başkan Obama  topal ördek haline geleceği için,yeni ABD Başkanı’nın göreve başlamasından sonraki 2013 Mart, Nisan aylarına kadar müdahale edebilmesi mümkün olmadığından Türkiye’nin tek başına bir harekette bulunması isteniyor.
Assad Rejimi’nin devrilmesinde Türkiye’nin, Suudi Arabistan, İsrail ve ABD’nin olduğu gibi hayati çıkarları yoktur.
Suriye’deki sorun mezhepseldir. Türkiye’nin  beraber hareket ettiği ABD ve Arap Birliği üyelerinin nihai amacı , Suriye’de de Arap Baharı yaşayan ülkelerde olduğu gibi Müslüman Kardeşler örgütü ve onun gibi Sünni siyasal İslamcıların iktidarına imkan sağlamak olduğu açıktır.
Zira ABD tarafından işgal edilmeden önce Irak ve Suriye’deki Baascı rejimlerin laik yapısı Körfez ülkeleri rejimlerine ters gelmiştir.
Suriye’deki azınlık Alevi/Nusayri egemenliğindeki Assad Rejimi yıkılır ve Suriye Sünni çoğunluğun yönetimine girerse, İran’ın, Suriye’yi kaybetmekten başka Lübnan ve Filistin’deki militan yandaşlarını silahlandırma ve destekleme yeteneği büyük ölçüde zayıflayacağı için, Akdeniz’e kadar uzanan  Şii nüfus bölgesinin en önemli halkasını   Sünni bir yönetime bırakmak istememektedir.
Türkiye, ABD ve Arap Birliği ülkeleri ise Atlantik’e kadar uzanan radikal Sünni hakimiyetini sağlamak istemektedirler.
Daha çok yakın bir  zamanda Mısır, Libya ve Tunus’a laiklik nasihatleri veren Tayyip Erdoğan, Suriye konusunda laikliği ağzına bile almamaktadır.
Bölgedeki bu Sünni Şii çatışmasında Türkiye ulusal çıkarlarını göz ardı ederek, nüfusunun büyük çoğunluğu Sünni olması gerçeğini dış politikasının aracı haline getirmiştir.
Bu mezhepsel çatışma ortamı içinde Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları gibi evrensel ilkeleri savunup, BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan bir askeri müdahaleyi savunmaması gerekir.
Suriye’ye yapılacak bir askeri müdahale, ister BM Güvenlik Konseyi kararı ile olsun, isterde böyle bir karar olmaksızın bir harekat yanlılarının tek taraflı bir davranışı olsun, Türkiye için büyük sorun yaratır.
Suriye’ye yönelik Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir Askeri harekat halinde bölge Kürtleri topyekun ayaklandırılacaktır. Buna da ortam çok müsaittir. Zamanında Mısır, Afganistan ve Irak’ta çalışmış deneyimli yabancı istihbaratçı ve paralı askerler çalışmalarını Türkiye’de yoğunlaştırarak çatışma ortamını tahrik ederler. Bundan sonra da  insan hakları ihlalleri var denerek, bugün Assad Rejimini devirmek için istenilen BM müdahalesi Türkiye’nin bölünmesi için talep edilir.


     







11 Nisan 2012 Çarşamba

BU BİR AYMAZLIK MI? YOKSA İHANET Mİ?


CHP Milletvekili Radikal Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda, AKP’yi eleştirirken partiyi ne hale getirdiklerini ortaya koymuştur.
Bu hanımefendi, Başbakan’ı eleştirirken, CHP li Milletvekillerinin, Milli Eğitim Komisyonunda 4+4+4 olarak bilinen yasanın gerek komisyon ve gerekse  Meclis çalışmaları sırasında, din, laiklik, imam hatip liseleri, Kur’an kursları gibi konulara değinmediklerini; hatta bu değişiklik imam hatip liselerinin orta kısımlarının yeniden açılması için yapılıyorsa buna hep beraber çözüm bulabileceklerini söylediklerini yazmıştır.
Bu CHP’nin temel değerleriyle örtüşmeyen, Atatürk ve onun devrimlerinin temel taşını inkar ederek DİN ÜZERİNDEN SİYASET YAPMAK ANLAMINA GELMEKTEDİR.
Din üzerinden siyaset yaparak bir şeyler elde edileceği düşünülüyorsa bu çok yanlış bir anlayıştır.
Bu anlayış ülkeyi  artık laikliğin belirleyici olmadığı bir rejime götürür.
Bu hanımefendinin anlaması gereken bir husus vardır ki o da, Türk halkının din sömürürsü ile bir tercihte bulunmayacağıdır.
Zira kurtuluş savaşı sıralarında da o idealist insanlar, o tarihte hem de dinin en büyüğü halife tarafından dinsizlikle damgalanmışlardır. Anadolu insanı o günde bugünkü kadar dindardı. Üstelik gerilik ve cehalet çok daha vahim haldeydi. Ona rağmen Anadolu insanı bunlara kanmamış, sadece doğruyu yanlışı değil,  o büyük önsezisi ile gerçek dindar ile sahtesini çok iyi ayırmıştır.
Eğer bugünkü CHP yönetimi, laiklik ilkesinden taviz vererek iktidara geleceğini zannediyorsa bunda da büyük yanılgı içindedirler.
Hem Laiklik Anayasanın değiştirilemez bir parçası olması kuralını koruyacaksın ve hem de laikliğin içini boşaltacak bir yasa değişikliğine bu noktadan ses çıkartmayarak, halkın gözünü boyayarak bu anayasa ihlaline göz yumacaksın.
CHP de hanımefendi ve onun gibi düşünenlere sesleniyorum; AÇIK VE DÜRÜRST OLUN VE  BİZİM İÇİN LAİKLİK SADECE DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ İLE SINIRLIDIR,  deyin.
Ama unutulmaması gereken, Türkiye’yi bugün geldiğimiz noktaya   Atatürk’ün laik cumhuriyet anlayışı getirmiştir. Bunu ortadan kaldırdığınız zaman dinin, eğitimi, hukuk ve devlet düzenini, siyaseti belirlemesine izin verdiğimiz zaman bunun nelere yol açacağını görmek için yaşamaya gerek yok çevrenize, Iran’a, Irak’a, Lübnan’a bakarsınız.
Bu ülkede ilk defa bir parti yüzde 45-46 oy almıyor. Süleyman Demirel’de yüzde 55 oranında oy aldı, Bülent Ecevit yüzde 42 oranında oy aldı, ama bunların hiçbirisi devletin temel değerleri olan laiklikle oynamadılar.
Hanımefendi size ve CHP içindeki Atatürk’e küfür edemedikleri için İsmet İnönü’yü hedef alanlara ve bunlara göz yumanlara
 bir şeyi anımsatmak istiyorum.
Demokrat Partiyi kuran rahmetli Celal Bayar’dan İsmet Paşa bir tek şey istemiştir. O da “Celal bey senden bir tek şey istiyorum.Benim gelecekteki hayatıma yönelik güvence vermeni değil, kişisel teminat talep etmek değil, senden bir tek şey istiyorum, AMAN,ANAYASAMIZIN LAİKLİK İLKESİNE SAKIN DOKUNMAYIN” dedi.
Hanım efendi Rahmetli Bayar bu talebe,  sizi hiç ilgilendirmeyecek, belki de adını duyduğunuz zaman tüyleriniz diken diken olacak,  gücünüz yetse tarih sayfalarından bile adını sileceğiniz Atatürk’e atıf yaparak, “Elbette, hiç  tereddüde  gerek yok, hepimiz Mustafa Kemal’le birlikte bu anlayış içindeyiz. Biz onun yanında yetiştik, elbette öyle olacaktır.” demiştir.
Hanımefendi bu düşünceler sizi hiç etkilemeyecektir, onu biliyorum. Ama bazı şeyleri bu büyük önsezi sahibi Anadolu halkından saklayarak, onu aldatarak iktidara geleceğinizi zannediyorsanız, o halka büyük saygısızlık ediyorsunuz, yanılıyorsunuz.
Bunu bilgisizlikten, toplumu tanımamaktan  yapıyorsanız büyük bir aymazlık içindesiniz, ama mesleğiniz gereği bilmediğinizi düşünmek mümkün olmadığına göre,  bilerek yapıyorsunuz demektir o zaman da  büyük bir ihanet içindesiniz.

       
 

8 Nisan 2012 Pazar

HADİ KENAN PAŞA BİR İYİLİK YAP


Elazığ eski Milletvekili Sayın Feyzi İşbaşaran dostumuz, sosyal medyada Kenan Evren’e, bana göre harika bir çağrıda bulundu.
Dedi ki; “Kenan Evren’in yapacağı son iyilik arşivindeki işadamları, Gazeteci, Sanatçı, Yargı Mensupları, Aydınların mektuplarını açıklaması” dedi.
Bugün paşanın yargılanmasından, o dönemde, işkence tezgâhlarından geçen, faili meçhullerin yakınları, asılan gencecik insanların anaları, babaları, kardeşleri, hapsedilen aydınları haklı olarak mutluluk duymaktadırlar.
Bu onların en tabii haklarıdır. Kimse onları kınayamaz.
Ama birde bu memlekette, darbenin hemen arkasından Cunta üyelerine bağlılıklarını bildiren, yüksek yargı organları ve onların anlı şanlı mensupları vardı.
Bizde bu kepazelikler yaşanırken Cinnah’ın ülkesi Pakistan’da, Anayasa Mahkemesi üyeleri, General Ziya Ül Hak, bizdeki gibi yönetime el koyunca “Varlık nedenimiz olan Anayasa yürürlükten kalktı” deyip cüppelerini asıp çıkmışlardı.
Ben avukat olduğumdan o gün gurur duydum. Zira; tüm bu yüksek Yargı Organları kurumsal olarak Cuntaya bağlılıklarını bildirirken, bir tek Türkiye Barolar Birliği böyle bir çirkinliğe başvurmadan, tebrik kuyruğuna girmeden yayınladığı bildiri ile biran evvel demokratik siyasi hayata dönmenin önemine vurgu yapmıştı.
O günkü gazete kupürlerinde, köşe yazılarında 12 Eylül öncesi siyasetçilerine edilmedik hakaret kalmıyordu. Bu çirkin saldırılar yapılırken de, Cunta yayınladığı bir bildirdi ile de siyasetçilere konuşma yasağı getirmişti.
Bu memlekette aydın geçinenler Cunta’ya fikri destek sağladıkları gibi bireyi ikinci plana iten bir anayasa hazırlığında da yardımcı oluyorlardı.
Bu anayasa hazırlama işinde o kadar ileri gittiler ki, Cunta bile onların yaptıklarının bir kısmını düzeltmek zorunda kaldı.
Şimdi Tayyip Erdoğan’a saygı duruşu gösteren işadamlarının ağ babaları da Kenan Paşaya saygıda kusur etmiyorlardı. Bunun karşılığında ne işçi hakkı, ne sendikal hak kalmıştı. O gün çok mutluydular.
Ama tahmin ediyorum ki; bugün o iş adamları arkalarında güçlü dürüst sendikaların olmamasından çok rahatsızlardır. Zira; iktidara karşı direnirken arkalarında onları savunacak sendikalar yok bugün.
Cunta mensuplarına saygı sunan, onların önünde sanatlarını icra etmekten onurlandığını söyleyen,  sanatçı olduğunu iddia eden zavallılardan geçilmiyordu.
Şimdi tam otuz iki yıl sonra Kenan Evren Cuntası ile mi hesaplaşılıyor.
O zaman o günün yalaklarının da teşhir edilmesi, onlarında kamu vicdanın da mahkum edilmeleri  gerekiyor.
Savunma hakkı insanlık tarihi kadar eski ve kutsal bir haktır. Sende sana destek veren ortaklarını açıklayarak, o darbeyi nasıl yaptığını, kimlerin seni buna teşvik ettiğini, sana ve Cunta’na  sonradan nasıl destek verdiklerini  bir bir açıkla Paşam.
Yazdığın kitap yetmez, sergi aç bu kupürleri, köşe yazılarını, sana yazılan mektupları sergile teşhir et Paşam.
Açıkla ki; bugün Tayyip Erdoğan’a aynı yalaklığı yapanlar, bunun otuz kırk sene sonra bir gün, bugün yaptıklarının açıklanıp rezil olabileceklerini  anlasınlar. Anlasınlar ki, ileride aynaya bakmaktan utanacak hale gelmeden kendilerine çeki düzen versinler.
 Paşam, ben o dönem de genç bir Avukat olarak rahmetli Ecevit’in avukatlığını yapıyordum, ama bende Allah korkusu var, senin Mahkemelerin her şeye rağmen bugünkü özel yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinden daha tarafsız ve bağımsızdılar.
Ama sayenizde hukukta orada az çiğnenmedi. “Asmayalım da besleyelim mi” vecizen de unutulacak gibi değildir Paşam
Bütün buna rağmen sana çok hakaret ettik gıyabında, bana senden özür dileme şansı yarat, açıkla bu yalakların ismini Paşam açıkla, teşhir et bu zavallıları, bende senden gene gıyabında özür dileyeyim.
Allah uzun ömür versin ama yaş iyice kemale erdi, ilk defa bir iyilik yap bu ülkeye, yap ki, günümüz yalakları, sürüngenleri  kendilerine çeki düzen versinler.
Ben  de Cahit Sıtkı’nın “ABBAS” şiirinde söylediği gibi, “Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan”
Haydi Paşam, vakit tamam; yap bu ülkeye son bir iyilik.
   
DÜZELTME: 5 Nisan 2012 tarihli yazımda Sayın Cemil Çiçek’in
                        Anavatan Partisi Kurucusu olduğunu yazmıştım. Kendisi
                        Cunta tarafından “veto” edilmiş. Düzeltir özür dilerim



4 Nisan 2012 Çarşamba

SİYASİ GÖSTERİ

                 SİYASİ GÖSTERİ



12 Eylül Askeri cuntasının hayatta kalan son iki üyesi Çarşamba günü yargılanmaya başladı.

Ben hukukçu olarak 1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesinin 1. fıkrasının cunta mensuplarına yargı muafiyeti tanıdığını, bu nedenle bunların yargılanamayacağını yazmıştım, bugünde yine aynı görüşümü muhafaza ediyorum.

Cunta kendisine yargı muafiyeti tanıyan bu maddeyi Anayasaya koymuş ve anayasa maalesef halkımız tarafından %92 gibi çok yüksek bir oyla kabul edilmiştir.

Hiç kimse bugün kalkıp,  evet verilmesi için baskı yapıldı savını ileri süremez. Bu satırın yazarı ve binlerce insanda aynı şartlar altında,  cunta anayasasına göstere göstere  “Hayır” oyu kullandı.

12 Eylül’ün gerçek mağdurları, işkence tezgahından geçenler, o dönemin faili meçhullerinin ve haksız olarak asılanların yakınlarının tepkisine saygı duymamak mümkün değildir.

Ancak hukukun evrensel kuralları vardır. Bu evrensel kurallar herkes için bağlayıcıdır. Bunlardan biri ve kişi güvenliği açısından en önemli olanı da ceza yasalarının sanık aleyhine olarak geriye yürümezliği ilkesidir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi 12 Eylül Anayasasının Cunta mensuplarına tanıdığı yargı muafiyetinin,12 Eylül 2010 da anayasadan çıkartılması nedeniyle, artık bunları yargılayabiliriz düşüncesi büyük bir hukuki yanlıştır.

Bugün cunta mensuplarına duyduğumuz nefret dolayısıyla bunların yargılanması gerektiğini düşünmek, yarın Ceza kanunlarının başka sanıkların aleyhine olarak geriye yürüyebileceğini kabul etmek anlamına gelir. Bu hukukun evrensel ilkelerine aykırı olduğu gibi, AKP İktidarı gibi otoriter bir yapıya bürünmüş bir siyasal anlayışın eline büyük bir fırsat verir.

Türk Hukukuna, “İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı olmaz” ilkesi 2004 yılında girdi. Elbette artık 2004 yılından sonra bu ülkede işlenen ve insanlığa karşı suç kavramına giren fiiller, üstünden kaç yıl geçmiş olursa olsun, zaman aşımına uğramayacaktır.

Biran için Türkiye’nin de altında imzası bulunan BM antlaşmalarında tarif edilen bazı fiillerin İnsanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına girdiğini düşünsek bile bu antlaşmalara dayanarak da, bu fiilleri işleyenleri yargılayamazsınız.

Zira temel hak ve özgürlüklere ilişkin, usulüne göre yürürlüğe girmiş olan uluslararası antlaşmaların iç hukukumuzda uygulanabilir olması da Anayasamızın 90. maddesinin 5. fıkrasının sonuna ilave edilen, uluslararası sözleşmelere üstünlük tanıyan cümle de 2004 yılında Anayasamıza girmiştir.

Bu Anayasa Maddesine dayanarak da BM antlaşmaları insanlığa karşı suçları korumuyordu onun için ben buna dayanarak cuntacılar yargılayabilirim diyemezsiniz. Bu da usul hukuku hükümlerinin sanık aleyhine değiştirilemeyeceği ilkesini ihlal eder.

Burada bir hususa okurlarımın dikkatini çekiyorum. Bu konuda hiç sesi çıkmayan iktidar partisidir. Zira 12 Eylül 80 den sonra cuntanın bürokratları olarak çalışmış birçok mensupları var. Parti kurucuları var.

Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e bilgi sunarken ki resmi bugün için tam bir ironi.

Örneğin TBMM Başkanı Cemil Çiçek,  Anavatan Partisinin Kurucu üyesidir. O tarihte partilerin kurucu üyeleri faşist cuntanın denetimine tabii idi. Parti kurucusu olabilmek için faşist cuntanın izin vermesi gerekiyordu. Demek ki Sayın Cemil Çiçek faşist cunta açısından muteber bir kişilikti.

Daha dikkat çekici olanı;  bugün bu cunta mensuplarının yargılanmasını isteyen tosuncuklardan hiç birisi, Darbe yapıldığı tarihte ABD Başkanı’na “BİZİM ÇOCUKLAR YAPTI” denerek bilgi verilmesine ne o gün ve ne de bugün hiçbir tepki vermiyorlar.

Yani o tarihte cuntanın arkasında bugün tetikçiliklerini yaptıkları ABD’nin olduğunu dikkatle saklıyorlar.

Dün o darbe nasıl bir ABD Projesiyse, son on yıldır bu ülkede yaşananlarda bir ABD projesidir.

1 Nisan 2012 Pazar

AKP’NİN B PLANI

29 Mart tarihli Zaman Gazetesi’nin manşetten verdiği habere göre, Başbakan Güney Kore temaslarını tamamlayıp  İran’a geçerken uçakta gazeteciler ile sohbeti sırasında çok önemli bir noktaya temas etmiştir.

Başbakan “Yeni Anayasa” yapım süreci ile ilgili bir soru üzerine, “ 4 Parti uzlaşamazsa B planı, uzlaşabilen partilerin ne yapabileceğini bunu görmek olur” diyerek tavrını ve kimlere güvendiğini üstü kapalı ortaya koymuştur.

Başbakan her dediğini alkışlayan, her yaptığında keramet arayan bir basın yarattı.

Bütün bunları becerirken de en büyük destekçileri “ileri demokrasi” yalanını alkışlayan, buna destek veren batılı dostlarımızdı (!)

Ama bu dostlarımızın (!) asıl hedefi, ister iktidarda  ister muhalefette olsun devletin laik ve  üniter yapısının koruyucusu ve teminatı olan CHP’nin eksenini kaydırmaktı.

Bunu yapabilmek için CHP’nin ulusalcı bir yol izleyen önderlerini ya ahlak dışı bir operasyonla  etkisiz, ya da Cumhuriyet Başsavcısının yardımıyla tasfiye ettiler.

Böylece  partiyi ekseninden kaydırabilecek olanların önü açıldı.

Amerikalılardan ödül almış, CİA Ajanlığı açıkça ortaya çıkmış, bölünmenin yolunu açacak olan bölgesel özerkliği ve ana dilde eğitimi savunan TR705 gibi birisini partiye üye yaptıkları  gibi Genel Başkan Yardımcısı da yaptırdılar.

Yetmez ama “evet” çi bir profesör ile yine Eylül 2010 da Anayasa’ya  “evet” densin kararı çıkartmak için , o tarihte Genel Başkan yardımcısı olduğu partide büyük çaba sarf eden ve bunda da muaffak olan bir şahsı, parti üyesi bile değilken Parti Meclisi üyesi yaptılar.

CHP li olmadığını açıkça söyleyip Atatürk’e katliamcı diyebilen, en hafif söylemiyle “densiz” bir akraba Milletvekili yapıldı.

Laiklik tehlikede değildir, yargı da tarikat örgütlenmesi vardır diyemem diyebilen, İkinci Dünya harbinin dünyayı kasıp kavurduğu, 70 milyon insanın hayatına mal olan bir harbe bu ülkeyi sokmayan CHP hükümetlerini ve o dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü  Hitlere benzetebilen, bir kişinin  parti Genel Başkanı olmasının da önünü açtılar.

Bütün bu yapılanların nedeni, ülkede rejim değişikliğine neden olacak,ülkeyi bölmeyi amaçlayan bir anayasa değişikliği yapabilmenin önündeki sayısal bir engel olmasa bile, manevi engel görülen CHP’yi   parçalamak arzusudur.

Böylece ABD ve AB nin isteği gerçekleşti, AKP-BDP-CHP den devşirilecek 20-25 kişi ile 367 sayısını kolaylıkla aşabilecek bir TBMM tablosu ortaya çıktı.

BDP için Türkiye’de Başkanlık sistemi veya parlamenter sistem olması hiçbir anlam ifade etmez. Onlar için asıl olan etnik kökene dayalı özerk bölgeyi hayata geçirmektir

Bunu aldıkları takdirde Tayyip Erdoğan’ın rüyalarını süsleyen Başkanlık sistemine karşı çıkmaları için hiçbir sebep yoktur.

Siz Tayyip Erdoğan’ın şimdiler de söylediği, “Yeni Anayasa da Özerkliğin yer almayacağı  ve Türk kavramının korunacağı” söylemlerine sakın inanmayın takkiye yapmak ruhlarında vardır . Uçakta söylediği B Planı bunun açık göstergesidir.

Tayyip Erdoğan’ın İçişleri Bakanı değil midir? “Valiler seçimle gelecek” diyen, Tayyip beyin kendisi değil midir, “Eyaletler içinde bir sistem olabilir diyorum”  diyen, yine Tayyip Erdoğan değil midir “Türkiye’nin yarının da artık ‘Kemalizm’e  veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur.” diyen.

BDP lilerin söylemlerine, CHP içindeki devşirme yeminli Atatürk ve Kemalizm düşmanlarının söylediklerine bakın sonucu şimdiden görün.

Sakın bu olayın  bizim bölücülerin, numaralı Cumhuriyetçilerin, yeminli Atatürk düşmanlarının kendi özgün düşünceleri olduğunu sanmayın. Bu bir CİA projesidir. Yıllar evvel Türkiye’de her herzeyi yiyen  CİA  şefi Henze ne demişti “Türkiye’de ayrı ayrı etnik kökene dayanan devletçikler olmalı”

Bu bölünme Anayasası ile mücadele, bütün Atatürkçülerin ve her şeyden evvel Cumhuriyet sevdalısı gerçek CHP’lilerin görevidir.

Yılgınlığa hiç neden yok, tek çıkış yolumuz anti emperyalist Atatürkçülüktür.Tek  yolun bu olduğu, İran ABD, AB, Bölücüler ve Ermeni Milliyetçileri ile CHP içindeki yeminlilerin tek ortak hedefinin  Atatürk olduğu gerçeği bunu ortaya koymaktadır.