31 Mart 2013 Pazar

İSRAİL’İN ÖZRÜ BEKLENEN ÖZÜR MÜ?



ABD Başkanı Obama’nın devreye girmesiyle, İsrail Türkiye’nin tezlerini dikkate almadan, sadece kendi kabulüne göre, kötü bir mizansenle üç yıl ayak sürüdükten sonra, ABD ve kendi ulusal çıkarları için “özrümsü”  bir açıklama yaptı.
Neydi bizim tezimiz?
Bizim tezimiz: Uluslararası sularda, uluslararası hukukun yasakladığı yük ve insan taşımayan sivil bir gemiye baskın düzenleyip, gemiyi ele geçirip, insanlara zarar verilemeyeceğiydi.
Zira bu gemide, uluslararası hukukun suç saydığı, ne silah, ne uyuşturucu ve ne de insan kaçakçılığı yapılıyordu.
İsrail “özrümsü” açıklamasında, Türkiye’nin tezi olan, uluslararası hukukun çiğnediğinden hiç bahis etmeden, sadece “Operasyon sırasında bazı hataların olduğunu” yani ölüm ve yaralamaların olduğunu, bir diğer deyişle bir anlamda orantısız güç kullandığını  kabul ediyor ve bunu da kendi incelemelerinin sonucu olduğunu söylüyordu.
Burada bizim açımızdan asıl dramatik durum, Türkiye’nin  tezinin aksine İsrail  uluslararası hukuku çiğnediğini kabul etmeyerek, sanki uluslararası hukuktan kaynaklanan bir hakkını kullanırken, aşırı güç kullanmış olduğunu  kabul ederek “özrümsü” bir açıklama yapması ve bizimde bunu özür olarak kabul etmemizdir.
Türk Basının içinde bulunan bazı başbakan yalakaları, her zaman olduğu gibi “algı yöneticiliği” yaparak, Türkiye’nin teziyle alakası olmayan bu “özrümsü” açıklamayı muhteşem bir başarı olarak gösterme çabası içindedirler.
Aynı “algı yöneticiliği” tazminat konusunda da yapılıyor, “İsrail tazminat konusunda da dize geldi, tazminat ödemeyi kabul etti” algısı yaratıyorlar.
İsrail, “operasyonda bazı hataların” varlığını kabul ettiğine göre, ölenlerin mirasçılarına ve yaralananlara tazminat ödemesi, bir diplomatik başarının değil, o kabulün doğal sonucudur.
Bunu bir başarı gibi gösteren “algı yöneticileri” veya iyi niyetle böyle algılayanlar bir şeyi gözden kaçırıyorlar.
İsrail bunu yaparak, hiçbir gereği yokken, tazminat ödenmesini bir anlaşmaya bağlayarak, kendi bazı kurum ve kuruluşlarının “sorumsuzluğunu” bize kabul ettirecektir.
Yoksa, İsrail’in kabul ettiği şekilde de olsa, kendi kusurunu kabul ettikten sonra tazminat ödemek için bir uluslararası anlaşma yapmaya gerek yoktur.
Anlattıklarımız olayın hukuki boyutu. Olayın bir de  siyasi tarafına bakmakta fayda var.
Olayın yaşanmasından bu yana geçen üç yıl içinde İsrail’in uluslararası sularda yaptığı bir nevi korsanlık faaliyetine, hareketi onaylayan hiç kimse olamamasına rağmen, özür, tazminat ödenmesi ve Gazze’ye uygulanan ambargonun kaldırılması konularında ayak sürüyen İsrail ne değişti de üç yıl sonra Obama’nın aracılığı ile “özrümsü” bir açıklamada bulundu.
Bunun niçin olduğu Netenyahu’nun bürosundan bir kaynağın, açıklamadan bir gün sonra bunu değerlendirirken söylediklerinden anlaşılmaktadır.
Değerlendirmede,  “Türkiye ile yeni bir bahis açılması Suriye’de ne olacağına bağlı olarak gelecekte çok çok önem taşıyabilir. Ancak, yalnızca Suriye’de ne  olacağına ilişkin olarak da değil…..” denerek cümlenin ucu açık bırakılarak net bir mesaj verilmiştir.
ABD’nin bölgedeki taşeronu   İsrail’in,  İran’la  kapışmasına az kaldığı bir dönemde, İsrail bizim hem hava sahamıza ve hem de Kürecik de kurulu bulun NATO ! radarlarına ihtiyaç duymaktadır.İşin temel noktası budur.
Yani Netenyahu kara kaşımız kara gözümüz için değil, ulusunun çıkarları için bu “özrümsü açıklama”yı yapmıştır.
İsrail’in ulusal çıkarları parçalanmış bir Ortadoğu yaratmaktan yanadır.Zira, İsrail’in bölgede etkin bir güç olabilmesi için, dinsel, etnik ve kültürel farklıklar kaşınarak  parçalanmış bir Ortadoğu en büyük hedefidir.Bunun içinde önlerinde bir Lübnan örneği vardır.
Orta doğuda çıkarları olanlar, bu bölgenin birinci Dünya savaşından sonra çizilen sınırlarının değişmesinden; bölge ülkelerinin, etnik, mezhepsel ve kültürel olarak küçülerek parçalanmalarından yanıdırlar.
Hiçbir insan hakları beyannamesinde demokrasi şartı olarak gösterilmeyen, etnik milliyetçilik, yani faşizm, Ortadoğu ülkeleri  söz konusu olduğu zaman demokrasinin ve ilericiliğin ! gereği gibi gösterilmek istenmektedir.
  Aynen bugün Türkiye’de yaptıkları gibi.
      



   
    

28 Mart 2013 Perşembe

DURUM VAHİMDEN DE ÖTEDİR


   DURUM VAHİMDEN DE ÖTEDİR
Son iki aydır her gün daha da yoğunlaşan bir şekilde, açılım ve bir akil adamlar tartışmasıdır gidiyor.
Bir taraf kendi kafasına göre havuza “Akil Adam” isimleri atıyor, karşı taraf böyle olmaz, illa da Meclis bünyesinde bir akil adamlar komisyonu oluşsun diyor.
Sanki birileri elbirliği ile TBMM’yi gayri meşru hale getirmek için çaba sarf ediyor.
TBMM görevleri Anayasanın 87. Maddesinde belirtilmiştir. TBMM 87. Maddede sayılan haller ile Anayasanın diğer maddelerinde kendisine verilen görevleri yerine getirir.Bu görevler arasında böyle  bir komisyon oluşturmak  yoktur.
Hiçbir organ kaynağını anayasadan almayan bir yetki kullanamaz.  Bu nedenle TBMM çatısı altında bir akil adamlar komisyonu kuralım demek anayasayı ihlal anlamına gelir.Çünkü Anayasa hiçbir kişi veya kuruluşa böyle bir yetki vermemiştir.
Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz günlerde AKP li Adalet Komisyonu başkanı Ahmet İyi Maya, bu meclis kurucu meclistir (!) her türlü hak ve yetkiyi kullanmak hakkına sahiptir. İstediği gibi anayasa yapar toplantıya katılanların bir fazla oyuyla referanduma götürür şeklinde, hiçbir hukukçunun söyleyemeyeceği, akıllara durgunluk verecek açıklamalarda bulunmuştu.
Ahmet İyi Maya’nın bu açıklaması ne kadar Anayasa’ya aykırıysa, ne anayasa da ve ne de Meclis İç Tüzüğü’nde karşılığı olmayan “Meclis Çatısı Altında Akil Adamlar” komisyonu kuralım demek de aynı şekilde anayasaya aykırıdır, anayasayı  ihlal etmektir.
AKP iktidarının Anayasayı ihlal etmenin yanında, Oslo ve, İmralı görüşmelerinden sonra Abdullah Öcalan’ın Nevruz açıklamasına izin vererek PKK’yı zaten fiilen tanımış olmasının  yanında, bir de hiç gereği yokken, Tayyip Erdoğan’ı Yüce Divana gitmekten kurtaracak bir hukuki tanıma getirecektir.
İlk günden beri Abdullah Öcalan  diğer elebaşları ve  PKK’nın siyasal uzantısı olan BDP yetkililerinin ısrarla istediği yasal  düzenleme, dolaylı tanımanın yanında bir de hukuki tanıma elde etmek içindir.
Bugün yürürlükte bulunan anayasa böyle bir komisyon kurulmasına olanak sağlamamaktadır.
 Meclis çatısı altında “Akil Adamlar Komisyonu” kurmak için  yasal ve hem de Anayasal bir düzenlemeye ihtiyaç vardır.
Olayı bu boyuta sürüklemek, bu ülkenin bir iç sorununa BM veya diğer bir başka uluslararası kuruluşun müdahalesinin yolunu açar.
Bu imkanı tanıdığınız andan itibaren de, iş kendi kaderin tayin hakkına kadar gider.
Eğer bu talepte bulunanlar bunu bilemiyorlarsa, bu iktidarın alternatifi olacak bir parti için büyük bir ayıptır. Eğer bu istek bilgisizlikten ileri gelmiyor da, kasıt ile yapılıyorsa ana muhalefet  partisi mensupları için buna tahammül edebilmek mümkün değildir.
Bilgisizlikten,  daha açık tabiriyle cehaletten veya bir avuç maceracının yönlendirmesinden dolayı bu yanlış tutumda ısrar ediliyorsa, bu kadar yol göstermeye, ikaza rağmen bu yanlıştan dönülmüyorsa, bu durum daha da vahimdir.
Bir ana muhalefet partisi ve hele devleti, Cumhuriyeti kuran, bu ülkeye demokrasiyi getiren sadece demokrasiyi getirmekle kalmayan, geçmişte Anayasa ihlali karşısında parlamentoda aslanlar gibi mücadele eden parti için vahimden de ötedir.   
AKP zaten bugüne kadar yüce divanlık suç oluşturan fiilleri işleye gelmektedir.
AKP bu yüce divanlık Anayasayı ihlal  suçu işlerken, bunu gören, görmesi gereken muhalefet partileri, kendi siyasal çıkarları uğruna veya partiye egemen olmuş bir avuç  “barış adı altında bölünme destekçilerinin”, yönlendirmesiyle sessiz kalıyorlarsa, bir anlamda “suçun işlenmesine salık verenler, onaylayanlar konumundadırlar.
  Muhalefet partileri, AKP ülkeyi bölünmeye götüren siyasal kararlar alırken,  AKP iktidarının “Açılım” dediği olayın  gerçek amacını, hangi nedenlerle olursa olsun, ister bilgisizlikten ister kasıtla topluma  açıklamayanlar, halka bunun hesabın veremeyecekleri gibi tarih önünde de mahkum olurlar.

24 Mart 2013 Pazar

GÖZÜNÜZ AYDIN ÜLKE BÖLÜNÜYOR!



Artık 21 Temmuzu tarım ekonomisinin egemen olduğu ülkelerin bahar bayramı olarak değil,  Kürdistan’ın kuruluş günü olarak anımsayacağız.
Günlerdir beklenen “İmralı Sakini” diye algılatılmaya çalışılan  Katil Başının 21 Temmuz’da adına okunan  açıklama incelendiğinde, tek somut hususun,  Orta Doğu coğrafyasında haritaların ve hudutların değişecek olmasıdır.
Sadece bu söylem dahi açıklamanın  Katil Başına ait olmadığını, birilerinin metni yazıp onun  eline  verdiğini göstermektedir.
Çünkü bu istekler  Abdullah Öcalan ve yandaşlarının kendi başlarına gerçekleştirilmeleri mümkün olmayan, ama çok daha önce ABD li yetkililer tarafından dünya’ya ilan edilmiş olan bir durumdur.  
Bu sütunu takip edenler bilirler defalarca, İran, Irak, Türkiye ve Suriye’den koparılacak topraklar üstünde ABD ve AB’nin bir “Büyük Kürdistan” hayali olduğunu yazmıştık.
Katil Başının sözde kendi yazdığı açıklamada  “Arabi, Türki, Farsi, Kürdi toplulukların ulus devletçiklere, sanal sınırlara, suni problemlere gark” edildiği dile getirilmiş.
Bu ifade ile sadece Türkiye Cumhuriyeti hudutları tartışmaya açılmıyor,  İran, Irak ve Suriye devletlerinin sınırları da, o yöre halkları da isyana teşvik edilerek, tartışmaya açılmaya çalışılıyor.
Bu yapılırken de tam bir şark kurnazlığı ile içinde, en azından  Türk halkının bir kısmının hoşuna gidecek, Musul ve Kerk’ü de içine alacak Misakk-ı Milli sınırı tarif ediliyor.
Bu taleplerinden, yani Musul ve Kerkük’ü içine alan Misak ki Milliden,  bu ülkeyi kuranlar, Lozan’da bunun olmayacağını anladıklarından vaz geçmişler, bugünkü sınırları benimsemişlerdir.
1923 den beri kimsenin bir karış toprağında gözü olmadığını söyleyen Türkiye, böyle bir söyleme nasıl ortak olur.
Bu şark kurnazlığının hedeflediği, üniter yapıdan federatif yapıya geçiş, yani Lozan’ın delinmesidir.
Lozan bir kere delindi mi, hemen arkasından, Lozan’da büyük bir mücadeleyle engellenen, Müslüman azınlıklar konusu gündeme gelecektir. Bu da Türkiye Cumhuriyeti’ni doğrudan federatif bir yapıya götürecektir.
Açıklamayı yazıp Katil Başının eline verenler, kendilerince diğer halkları, yani bu ülkenin üniter yapısı ile bir sorunu olmayan, Arnavut’u, Çerkez’i,Laz’ı, Boşnak’ı tahrik etmeye çalışmaktadırlar.
Diğer bir önemli  nokta “Silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilme zamanı geldi” açıklamasıdır.
Burada ilk etapta  kendilerini meşru bir güç gibi gösterme çabası vardır.
Bu açıklamaya baktığınız zaman silahların teslimi söz konusu olmadığı gibi, çekilmenin  nasıl ve ne zaman olacağı da belli değil.Yani muğlak bir ifade.
Çekilmeyi kim nasıl kontrol edecek, bu nedenle kontrolü mümkün değil.  Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde PKK’nın envanteri mi var? Kaç kişinin Türkiye’yi terk ettiği nasıl bilinecek.
“Sabah Külahlı, Gece Silahlı”  söylemi teröristlerin yapısını ortaya koymuyor mu? Bunların ülkeyi terk ettiği nasıl kontrol edilecek.
Ayrıca hem Karayılan ve hem de Duran Kalkan bir çekilmenin söz konusu olmadığını açıkça ilan ettiler.
Hatta Duran Kalkan, Türk Asker ve Polisinin bölgeden çekilmesi talebinin yanında sıraladığı diğer bir kısım isteklerle, katil başından daha dürüst bir şekilde bağımsızlık istediğini söylemiştir.
Katil başı adına Diyarbakır’da okunan manifesto, sözde Kürdistan’ın ilanıdır.
Bütün temennimiz bu yapılan açıklamalar ile Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin mutabakatlarının olmamasıdır.
Eğer böyle bir mutabakat yoksa, o zaman da  komşularımızın toprak bütünlüğüne saygı duyduğumuz vakit geçirmeden ilan edilmelidir.
 Bunun aksi, “Kimseden bir karış toprak talebimiz olmadığı gibi kimseye de verilecek bir karış toprağımız olmadığı” yönündeki milli politikamızdan vaz geçip, yayılmacı bir dış politika takip edeceğimizin ilanı olur.
Sevr’i yırtanlardan öç alma duygusu, batını tedavi edilemez bir hastalığıydı. İçerdeki ortakları vasıtasıyla bunu adım adım gerçekleştirme çabasındalar. İçerdeki yardakçıları vasıtasıyla bir yere kadarda başarılı oldular.Yani ülkeyi bölerek “Büyük Kürdistan’ı” ağabeylerinin yardımı ile kuruyorlar.
 


 


20 Mart 2013 Çarşamba

AÇILIMDA BÜYÜK TUZAK


      
 İmralı tutanaklarından hatırlayacaksınız; Abdullah Öcalan “ne ev hapsi, ne af,  buradan hep beraber özgürce çıkacağız” dediğini ve ayrıca da, PKK terör örgütünün Türkiye dışına çıkışı içinde, “ Meclis kararı” istediğini öğrenmiştik.
Uluslararası hukuk bilgisi isteyen bu  söylem, Abdullah Öcalan’ın kendi fikri olamaz.Bu onu yönlendirenlerin fikri olması gerekir.
İktidarın bugüne kadar sergilediği hukuk dışı ve Yüce Divanlık suç oluşturan tutum ve davranışları, PKK’ya dolaylı tanıma sağlayarak onu zaten uluslararası hukukun süjesi haline getirmişti.
Yani PKK,  devletin, kendisi ile müzakere ediyor olması; devlet örgütün elindeki görevlilerini örgüt bayrakları altında, törenle, imzalanan protokolle teslim alması; örgüt militanlarının Habur skandalında olduğu gibi "üniformalarıyla" mahkeme karşısına çıkmalarına ve ülkeye girmelerine izin verilmesi ile Türkiye Cumhuriyeti tarafından fiilen tanımıştır. 
Tanıma: Bir uluslararası hukuk kişisinin ( Türkiye Cumhuriyeti) kendi dışında oluşan, belli bir olayı, bir durumu, bir belgeyi, ya da bir iddiayı (PKK’nın söylem ve faaliyetleri) kendisi (Türkiye Cumhuriyeti) bakımından yasal kabul ettiğini ve hukuksal ilişkilerini bu yolla kabul edilen veriler üzerine kuracağını bildiren bir hukuksal işlemdir. Tanıma bir antlaşma ile yapılabileceği gibi tek-taraflı bir işlemle de(PKK terör örgütü ile görüşmeye başlamak, PKK’nın elinde bulundurduğu Türk vatandaşlarını tutanak ile teslim almak, PKK’nın yurt dışına çıkışı için Meclis kararı çıkartmak, ya da yasal düzenleme yapmak) yapılabilmektedir.
Terör örgütlerinin uluslararası alanda ulaşmak istedikleri temel amaçlardan birisi de  “savaşan taraf” statüsünü kazanarak, uluslararası insani hukukun süjesi haline gelmek olduğu bilinen bir gerçektir.
İşte gerek İktidarı yönlendirenler gerekse  Abdullah Öcalan’a akıl verenlerin yapmak istedikleri, PKK’ya ve dolayısıyla onun şehir örgütlenmesi olan KCK’ya “ayaklanan/savaşan  statüsü” kazandırmaya çalışarak onu uluslararası hukukun bir süjesi haline getirmektir.
Abdullah Öcalan’ın istediği Meclis desteği bunu elde etmek için gereken ama aslında şartta olmayan son adımdır. Abdullah Öcalan’ın istediği ve Adalet Bakanının da “PKK’nın çekilmesi için yasal düzenlemelere ihtiyaç olabilir” açıklaması ve buna yönelik yasal düzenlemelerin yapılması, PKK terör örgütünün fiilen tanınması yanında yasal bir düzenlemeyle  “Ayaklanan/savaşan  Statüsünün” Türkiye tarafından hukukende  tanınması olacaktır.
PKK’nın bu statüye kavuşması ile artık onun elebaşısı, bebek katili Abdullah Öcalan ve diğer PKK tutukluları “Savaş tutsağı” muamelesi göreceklerdir.
Savaş tutsaklarının çatışmanın fiilen sona ermesi beklenmeden de kimi koşullarda serbest bırakılması olanaklıdır.
Dikkat edilirse PKK ve siyasi uzantısı BDP kaçırılan, kamu görevlileri ve diğer vatandaşlarımızdan ve Türkiye Cumhuriyeti Cezaevlerinde bulunan yandaşlarından “tutsaklar” diye bahis etmektedirler. Dağdaki  ve şehirdeki teröristlerden de “Gerilla” diye söz ederek kendilerine fiilen “ayaklanan/savaşan  statüsü” vermeğe çalışmaktadır.
Bu statünün  hukuki kaynağı 1949 yılında Cenevre’de imzalanan ve Türkiye’nin de taraf olduğu üç anlaşmanın  ortak maddesi olan 3.maddelerinden kaynaklanmaktadır.
Bu madde, sözleşmelere taraf devletlerden birisinin toprakları üzerinde yaşanan uluslararası nitelikte olmayan silahlı ihtilaflarda tarafların bağlı olacağı hükümleri düzenliyor.
"Cenevre Sözleşmeleri'nin ortak 3. Maddesi hükümlerinin” dahili bir silahlı çatışmaya uygulanabilmesi için bazı  şartların varlığı  gerekiyor?.
Nedir bu şartlar?
Hükümete karşı savaşan  örgütlü bir silahlı güç var mı?
Var.PKK terör örgütü
Bu gücün, eylemlerinin sorumluluğunu alacak bir otoritesi var mı?
Var. Başta terörist başı olmak üzere, emir komuta kademeleri var.
Belli bir bölgede mi hareket ediyor?
Genellikle öyle.
Sözleşme hükümlerini uygulama vasıta ve imkânlarına sahip mi?
Sahip denebilir! Elindeki rehineleri törenle ve protokol imzalayarak devlete teslim edebiliyor.
Yasal hükümet,  karşısındaki silahlı güce karşı silahlı kuvvetlerini kullanıyor mu?
Evet!
Bu silahlı ihtilaf uzun süredir devam ediyor mu?
Evet. 30 yıldır.
Bu çatışmalar başka devletleri içine almamış ve genel olarak devletin sınırları içinde kalmış durumda mı?
 Evet sadece Türkiye toprakları içinde.
Başkaldıran taraf,(PKK)  devlet niteliğini gösteren bir örgüte sahip olduğunu iddia ediyor mu?
Ediyor KCK bunun için var.
        Bu sivil otorite (KCK) belli bir bölgedeki nüfus üzerinde fiili bir yetki kullanıyor mu?
  KCK’nın bu konuda çok mesafe aldığı muhakkak
        Devlet  karşısındaki gücü “savaşan" olarak tanımış mı ?
Şu an için fiili bir tanımanın var olduğu kesin. Zira devlet, karşısındaki güç ile müzakere ediyor. Örgütün elindeki görevlilerini örgüt bayrakları altında, törenle, imzalanan protokolle teslim alıyor. Örgüt militanlarının Habur skandalında olduğu gibi "üniformalarıyla" mahkeme karşısına çıkmalarına ve ülkeye girmelerine izin veriyor. Böylece, o üniformaları da tanıyor 
İktidarın belki bilerek, belki bilmeden  sergilediği bu tür  davranışları sebebi ile PKK fiilen  uluslararası hukukun sujesi haline  gelmiş durumdadır.
Ayrıca Adalet Bakanı da PKK terör örgütünün yurt dışına çıkışı ile ilgili yasal düzenleme yapılacağını söyledi. Bunun yapıldığı   anda “hukuki tanıma” da gerçekleşmiş olacaktır.
  Şimdi bunun uluslararası hukuktaki adının konulması aşaması kalmıştır. O aşama da geçilince, konu artık Türkiye'nin "terörle mücadelesi" konusu olmaktan çıkacak, uluslararası toplumun konusu haline gelecektir.
Artık PKK ayaklanan veya savaşan taraf haline geldikten sonra Abdullah Öcalan’a uygulanacak statüde buna uygun olacaktır.
Örneğin PKK terör  örgütü bütün unsurlarıyla Türkiye’yi terk edecek dediğiniz zaman, acaba Abdullah Öcalan’da bu unsurların en başındaki kişi  olarak kabul edilecek ve oda mı hudut dışı edilecektir?
Edilirse, “İmralı Tutanaklarında” ortaya çıktığı gibi, “Ne ev hapsi, ne af, buradan yürüyerek çıkacağız, hepimiz özgür olacağız” sözü bu statü değişikliğini mi yandaşlarına   müjdeliyordu?
Son İmralı heyetinin okuduğu Öcalan mektubunda  Meclisi göreve çağırması da bu nedenle miydi?
Sızan haberlere göre, PKK militanları önce sınır dışına gönderilip Birleşmiş Milletler  denetimindeki bir kampa yerleştirilecekmiş, böyle bir durumda Türkiye olayın Birleşmiş Milletler’in ilgi alanına girdiğini kabul etmiş olacaktır.
Katil başıda bunun için TBMM kararında ısrar etmektedir
O zaman Başbakan “ne ev hapsi, ne de af çıkarttım” diye yemin etse başı ağrımayacaktır.
Abdullah Öcalan ve hempalarına “statü” yü Türkiye Cumhuriyeti Devleti vermeyecek uluslararası hukuk verecek. O zaman da bölücülerin “Öcalan’a af, Kürtlere statü” slagonun hayata geçtiğini Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan, söylediği şekilde  yürüyerek çıktığını ve bölünmeye giden yolun açıldığını göreceğiz.

     

17 Mart 2013 Pazar

CHP PARTİ MECLİSİ’NDE KONUŞULANLAR



CHP Parti Meclisi geçtiğimiz Cumartesi günü olağanüstü toplandı. Kendisini solcu diye niteleyen ama “Kürt Etnik Milliyetçiliğini” savunanlar Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Partimizin politikası ve kırmızı çizgilerimiz bellidir. Buna rağmen bazı arkadaşlarımız sanki ne dediğimiz belli değilmiş gibi bir hava yaratıyor” demesi üstüne sükutu hayale uğramış olmaları gerekiyor.
CHP’nin kırmızı çizgileri nelerdir?
Anayasanın ilk dört maddesi ve bu maddelerde atıf yapılan başlangıç hükmü ve devrim kanunlarıdır.
PKK sözcüleri ne diyor?
Anayasamızın ilk dört maddesi içinde yer alan Türk,Türk milleti, üniter yapı kaldırılsın,  hatta açıklamalarından istediklerini elde etmek için laikliği bile pazarlık konusu yapabilecekleri anlaşılırken, bir de istediklerini elde etmek için  “başkanlık sistemi bile tartışılsın” diyerek,  “ver özerkliği al başkanlığı” pazarlığını gündeme taşımaktadırlar.
Yıllardır, Kürtler  asimile olduklarını  dile getirirler. Örnek olarak da 12 Eylül faşist cuntasının ana dili yasaklaması gibi ne ahlaken ve ne de sosyolojik olarak savunulamayacak bir yanlışı  ve bir de 12 Eylül öncesi Ecevit Kabinesinde bakanlık yapan Şerafettin Elçi’nin Nokta Dergisi’ne bakan olduğu dönemde  verdiği bir söyleşide “ Türkiye’de Kürtler vardır, bende Kürdüm” dediği için, 12 Eylül darbesinden sonra, tam bir yıllık sürenin dolmasına çok az bir süre  kalmışken, dava açılıp mahkum edilmesi ayıbı vardır.
12 Eylül sonrası bu ülkede yapılan insanlık dışı işkenceler herkese yapıldı. Sadece Kürtlere değil, Türk Milleti kavramı altında yaşamaktan gocunmayan insanlara ülkenin bütün cezaevlerinde yapıldı.
Ülkenin bölünmesinden yana olanlar ve onların yardakçıları, 12 Eylülün en büyük mağduru CHP olmasına rağmen, sanki faşist cuntanın tüm eylemlerinden CHP sorumlu gösterme çabasındadırlar.
CHP İzmir Milletvekili Alaattin Yüksel Parti Meclisi toplantısında sırf bölücülere şirin gözükmek için “Kürtlere, Lazlara, göçmenlere Türk’üz dedirttik” diyebilmiştir.
12 Eylül faşist cuntası döneminde Kürtlere yapılan saçma sapan uygulamalardan başka, bu ülkede  ne zaman  Arnavut’a, Çerkez’e, Pomak’a ben Türküm dedirtilmiştir.
Ama iyiki Parti Meclisi’nde Aytun Çıray gibi namuslu bir vatan evladı varmış ki, gereken cevabı vermiş.
Yalakalık sınırı tanımaz, “kızınca güzel konuşuyorsunuz” diyecek kadar bayağılaşılır.
Biri kalkıp “Özerklik Kavramını anlatamadık” diye bilmiştir.
CHP programının hiçbir yerinde “Yerel Yönetimlere Özerklik” kavramı yoktur.
Zira özerklik, yerel yönetimleri, ulusal demokrasiye rakip yerel iktidar odakları haline getirir.
CHP’nin  yerel yönetimleri geliştirme  anlayışı, yerel yönetimleri yerel demokrasi odakları haline getirmektir.
Bir başka CHPli çıkıp “eşit yurttaşlık” kavramını dile getirip, Kürtler uygulanan asimilasyon politikasından vaz geçilmesini söyleyebilmiştir.
Bunu söyleyen  milletvekili üç dönem ve hem de DYP yönetim kurulu üyeliğinden istifa edip CHP’den   milletvekili yapılırken mi asimile edilmiştir?
Onun Kürtçeyi öğrenmesine çocuğuna öğretmesine engel mi vardı.  Konya Cihanbeyli’nin Yenice oba beldesinde asimilasyon mu uygulanmıştır.
Bu ülkede Kürt kökenli prof, milletvekili, iş adamı, üst düzey bürokrat olanlar asimile mi olmuşlardır?
Ya da Akdeniz’in, Ege’nin cennet kıyılarında yatırım yapan, yazlık sahibi olanlara “Kürtlüğünü inkar et” ondan sonra mı gel denmiştir.
Bu ülkede bir asimilasyonun değil , bir entegrasyonun söz konusu olduğu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu kökenli yurttaşlarımızın, kendi hür iradeleriyle,  göreceli olarak daha gelişmiş olan batı bölgelerine göçmelerinden anlaşılmaktadır.
Siyasette saygınlık, dürüst olmaktan geçer, bunun ilk şartı da içtiği anda sağdık kalmaktır.
Sosyolojik bir kavram olan Büyük Türk Milleti önünde and içeceksin, sonrada Türk, Türk Milleti bir ırkın adıdır, anayasadan çıkartılsın diyeceksin.
Sevsinler senin dürüstlüğünü.
  

13 Mart 2013 Çarşamba

KİMİN ARZULADIĞI İSTİKRAR


        
Son yıllarda, bir kısım enteller, köşe yazarları ve elbette hedeflerinde bölünme ve büyük Kürdistan hayali ile yaşayan Kürtler,
 bir anda ülkenin istikrarından yana oldular.
Konjonktür o kadar lehimize imiş ki; düne kadar Türkiye’nin istikrarsızlığından yana olan uluslararası aktörler, şimdi bölgenin istikrarı açısından Anadolu’nun huzuruna ihtiyaç duyuyorlarmış.
Yıllardır Türkiye’nin istikrarsızlığından yana olan uluslararası  aktörler, ne değişti de şimdi Anadolu’da huzurun olmasını istiyorlar.
Olan şu; şekillendirilmiş iktidar ve muhalefet aracılığıyla dört ülkenin toprakları üzerinde kurulacak olan Büyük Kürdistan’ın gerçekleşmeye başlamasıdır.
Elbette uluslararası aktörler, Türkiye Cumhuriyeti Devletini yönetenler ulusal bütünlüğü, ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğü savundukları  sürece, bu ülkedeki terörü teşvik ettiler, desteklediler, yani istikrarsızlık Türk halkında bıkkınlık yaratmak için bir vasıtaydı.
Bir kısım köşe yazarlarının ve entellerinin desteğini de arkasına alıp, bölünmeye giden yolun kilometre taşları döşenmeye başlayınca elbette Türkiye’nin bölünmesinde menfaatleri olan  uluslararası aktörler gelinen noktada onların anladığı anlamda Türkiye’nin “huzurunu” isterler.
Oynanan bu oyunun ülkeyi bölünmeye götürdüğünü, bu bölünmeden tek yararlananların uluslararası aktörler ile bölgede yaşayan feodal beyler olacağının dile getirilmesi istenmemektedir.  Bu söylemde bulunanlara, sözde barış sürecine zarar verildikleri yaftası ile saldırılmaktadır.
Elbette Kandil bile bombalandığı sürece sesleri çıkmaz. Zira, istediklerini almaya en yakın noktada olduklarının hayalini görüyorlar.   
Niye onlara göre pişmiş olan aşa su katsınlar ki.
İstikrar dedikleri şey Türkiye’nin bölünmesine giden yoldur. O yoldaki istikrarı sonuna kadar savunurlar.
CHP yönetiminin başı sonu belli olmayan bu tezgaha kredi açması bile onları tatmin etmemektedir. İlla devleti kuran CHP’nin şimdiki yönetimi bile olsa, bu bölünme sürecinin içinde olması arzu edilmektedir.
O kadar ki, CHP Genelbaşkanı’nın “Terörle mücadele edilir, müzakere edilmez” demesi gerekirken, İmralı sürecinde MİT’in davranışının hukuki dayanağı olup olmadığı gibi bir soruyu sormasına bile tahammülleri yoktur.
CHP’den ve ulusalcılardan istenen tek  şey, bu bölünme sürecine karşı çıkmamalarıdır. Yani ihanete sessiz kalmalarıdır.
Uluslararası aktörlerin, Türkiye’nin bölünme sürecinden mutluluk duymalarını anlıyorum, zira onlar kendi ülkelerinin, kendi insanların mutluluğu için bunu planlıyorlar.
Ayıplanması, kınanması gerekenler,bu ülkenin çağdaş Ali Kemalleri, bu ülkenin çocuklarıdır. Onların bir ihanet olan bu  bölünme sürecini “Anadolu’nun huzuru” diye yutturmaya çalışmalarıdır.
Hiç siz uluslararası aktörlerin, bu ülkede silahsız askerlerin bile pusuya düşürülüp öldürülmesine tepki verdiklerini gördünüz mü?
AKP iktidarı döneminde Kuzey Irak’tan Türkiye’ye terör ihraç edilirken, uluslararası hukuktan kaynaklanan, Anadolu İnsanın huzuru için takip hakkımızı bihakkın kullanmamıza izin verdiler mi?
Şimdi mi Anadolu’nun huzuru akıllarına geliyor?
Artık Türk halkına yalan söylemekten, onu kandırmaya çalışmaktan  vaz geçin.Batılı ülkeler terör örgütüyle müzakere etmedikleri gibi, hiçbir inisiyatifi olmayan onların siyasi uzantılarıyla da görüşmezler.
İspanya Hükümetinin  ETA'nın siyasi uzantısı konumundaki Herri Batasuna'yla müzakere masasına oturduğunu gördünüz mü? Duydunuz mu?
Ciddi Devlet adamları ne terör örgütüyle ve ne de onların siyasi uzantılarıyla görüşüp pazarlık ederler.
Biz teröristler yut dışına çıksın derken, IRA olayında İngiltere’nin ne yaptığını Türk halkından saklıyorsunuz.
IRA, Kanadalı bir general başkanlığında, biri Katolik, diğeri Protestan iki rahibin de yer aldığı komisyon eşliğinde silahlarını imha etmeye başlamış, silahlı elemanlarını yargıya teslim etmiş ve en nihayetinde; 28 Temmuz 2005’te IRA’nın silahlarının tamamının imha edildiği ilan edilmiştir.
Türkiye’ye uygulatılmaya çalışılan çifte standardı görüyor musunuz? İşte arzu ettikleri istikrar budur.



10 Mart 2013 Pazar

DEMOKRASİNİN TEMİNATI ÖZGÜR BASIN



Her rejimde bir parlamento olabilir, ister işlevsel ister göstermelik, ama vardır.
Parlamentonun varlığı, birden fazla partilerin bulunması da gerçek anlamda demokrasinin göstergeleri değildir.
Demokrasinin en büyük teminatının özgür basın olduğunu İngiliz siyasetçi:  “Lordlar Kamarası sizin olsun, Avam Kamarası da sizin olsun, siz bana özgür basını verin” diyerek özetlemiştir.
Bu ülke insanın büyük bir çoğunluğunun doğru dürüst bilmeden hayranlık duyduğu Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük özelliği “ifade özgürlüğüdür”
Orada başkan Obama dahil herkes ve her eylem en acımasız şekilde eleştirilir, çünkü gerçek demokrasiye inanıyorsanız, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmanız şarttır..
Amerika Birleşik Devletleri veya bir başka uygar ülkede,bir devlet başkanı veya  hükümet başkanı, hoşlanmadığı yayınları yapan gazetelerin patronlarından, sevmedikleri, haz etmedikleri gazetecilerin  işten çıkartılmasını isteyebilirler  mi?
Mümkün değil.
Böyle bir istekte bulunamayacakları gibi akıllarından bile geçiremezler, geçirirlerse adama “sevsinler senin ileri demokrasi anlayışın” derler.
Geçmişte ve günümüzde Dünyayı, Türkiye’yi  sarsan haberlere bakın bunların hepsi özgür basının başarısıdır.
Demokrasiyi tam özümseyememiş ülkelerde, ülkesinin kaderini dilediği şekilde ele geçirmek isteyen siyasetçiler, önce basın özgürlüğünü yok etmeye çalışırlar.
Bunu yaparken de aynen Tayyip Erdoğan’ın bugün yaptığı gibi, ülkenin yararını gözetiyormuş gibi bir algı yaratmaya çalışırlar.
Daha yeni, muhteşem bir gazetecilik örneği olan “İmralı Tutanak”larının yayınlanmasına,  büyük tepki veren Başbakan Tayyip Erdoğan “Sevsinler senin gazeteciliğini” diyebilmiştir.
Ve bu tepkisini de, “sözde barış süreci” baltalandığı için vermiş gibi yapmıştır.
Aslında burada tam olarak da yukarıda sözünü ettiğimiz “ülkenin kaderini tek başına eline almak” arzusunun, yani İmralı’da kotarılan “ver Türk tipi başkanlığı al özerkliği” Anayasa oyununun ortaya dökülmesinden duyduğu rahatsızlıktır.
Yani basın görevini yapmıştır
Demokrasinin hareket noktası, siyasi iktidarların, ancak kontrol edildikleri zaman doğru yolda kalacaklarına olan inançtır.
Burada gazete ve gazeteci  halkın haber almasını sağlamış, siyasal iktidarın kontrol edilmesinin önünü açmış,  ancak bu ülkenin ne siyasetçileri, ne kamu hukukçuları, ne  demokrasi ayıbı bu sözlere ve nede ortaya dökülen ülke bütünlüğüne yönelik pazarlığa tek tepki vermemişler/verememişlerdir.
Burada gazete ve gazeteci görevlerini yapmışlardır.
Görevlerini yapmayanlar bu ülkenin aydınları ve siyasal partileridir.
Demokrasiyi, basın özgürlüğünü içine sindiremeyende Tayyip Erdoğandır.
Doğru haber alma, doğruları ve gerçekleri bilme yani doğru bilgilenme hakkı demokrasinin gereğidir.
Özgür basın, halkın gerçekleri öğrenerek, doğru siyasal tercih yapabilmesi, ve azınlığında çoğunluk haline gelebilme hakkı  için şarttır.
Özgür basın,  ister siyasi, ister ekonomik gücü elinde bulunduranların  kamuoyu önünde hesap verebilmeleri için şarttır.
Ülkenin aydınları, siyasi partileri için güçlü, yansız, ilkeli, demokratik bir yazılı ve görsel basın  hedef olmalıdır.
Bu hedefe ulaşabilmek için en azından siyasi partiler  ilk etapta, Başbakanın böyle konuşmasının temel nedeni olan vergi inceleme ve denetim gücünün siyasal iktidarın etki ve yetki alanı dışına çıkartılmasının mücadelesini vermek zorundadırlar.
Dünyanın bir çok demokratik ülkesinde başta, Amerika Birleşik Devletlerinde olmak üzere vergi idareleri siyasal iktidarların kontrolünde olmayıp, özerk kuruluşlardır.
Bu temin edilmeden iktidarları hoşuna gitmeyen hiçbir bilgi halka ulaştırılamaz.
Nadiren de olsa ulaştırıldığı zamanda son tutanak olayında olduğu gibi, gazete ve gazeteci Başbakan tarafından baskı altına alınır.
Eğer demokratik bir ülkede yaşamak istiyorsak, demokrasinin teminatı olan özgür basın için hukuk mücadelesi vermek zorundayız.




   


6 Mart 2013 Çarşamba

İHANETE ORTAK OLACAKLAR



Katil başı ile yapılan görüşmeler “İmralı Süreci”  diye halka algılatılmaya çalışılmaktadır.
Siyasi iktidar daha doğrusu Tayyip Erdoğan, kendisine tek adam yönetiminin yolunu açacak, bir nevi padişahlık yetkilerini sağlayacak bir sistemin pazarlıklarını yapmaktadır.
Bunu yaparken, bir terör örgütünü ve onun başını meşrulaştırmak pahasına kanunların suç saydığı bir fiili işlemekten çekinmemektedir.
İşlenen fiil Türk Ceza Kanunun “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” başlıklı 302. Maddesidir.
Bu maddenin 1. Fıkrası “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya veya Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet İdaresinden ayırmaya yönelik bir fiil işleyen kimse ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.” Demektedir.
Tutanakları okuyan olayları doğru yorumlamak yetisine sahip her siyasetçi orada başkanlık sistemi karşılığında önce özerkliği elde eden bölücü çetenin  bunun  arkasından da bağımsızlık talebinde bulunacağını da anlayacaktır..
İktidarı ve ana muhalefetiyle Türkiye tarafından  konulmuş çekincelerin kaldırılacağı söylenen “Yerel Yönetimler Özerklik Şartına göre, sınırları belli yerel yönetimlere, kamu işlerinin önemli bir bölümünü, kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yürütme hakkı  tanıyan, bunu yerine getirebilmek için de, kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar sağlanacaktır.
Yani yapılmak istenen,  yurttaşların yerel yönetimin kararları üzerinde daha fazla söz sahibi olmasını sağlayacak yerel yönetimleri birer demokrasi  odağı haline getirmek değil;  ulusal düzeydeki demokrasiye rakip olacak yerel iktidar odakları yaratmaktır.
Bölücü başı ve yandaşlarının ilk etapta elde etmek istedikleri özerk bölgenin   çizilecek coğrafi sınırlarının , Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından dahi tek taraflı bir tasarrufla değiştirilemeyeceği hükmü  anayasada yer alacaktır.
Türk halkının gözünden kaçırılan en önemli nokta  budur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Türkiye’nin bölünmesine giden yolun başıdır.
İlk etapta “Özerklik adı altında” coğrafi sınırları ellenemez, ulusal demokrasiye koşut yeni demokrasi odakları yaratıldıktan sonra, bölünme süreci hızlandırılacaktır.
Zira; “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ile “Medeni Siyasi Haklar Sözleşmelerinin 1. Maddelerine göre “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahip” olduklarından diledikleri zamanda Türkiye’nin bölünmesinden doğrudan ve dolaylı menfaati olan anlaşmaya taraf bir devlet,bölücülerle anlaşarak Türkiye’nin antlaşma şartlarını ihlal ettiği gerekçesiyle komiteye baş vurarak bu hakkın kullanmasının şartlarının yaratılmasını isteyebilirler.
O bakımdan özellikle siyasi partilerin yetkilileri “İmralı Tutanakları”  denen suç belgesini bu uluslar arası sözleşmeyle beraber okumalı ve değerlendirmelidirler.
Siyasi partiler, özellikle bu çok özel durum hakkında tarih, hukuk ve siyaset biliminin verileri ve deneyimleriyle tehlikeyi öngörmek ve önlemek için hukuk çerçevesinde kalarak her türlü demokratik mücadeleyi yapmak ve  ülkenin bölünmesine gidecek süreci durdurmak zorundadırlar.
Hiç kimsenin bölücü örgüt başının ve onun siyasi uzantısının “Bölünme talebimiz yok, tek devlet, tek bayrak”  yalanlarına inanmaması gerekir.
Türkiye Sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Çok çeşitli oyunlar oynanıyor. Bu ortamda Türk halkının  her zamankinden daha dikkatli ve hassas olmaları gerekiyor. 
Bu coğrafyada Arap’ıyla, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcüsü’yle, Kürd’üyle , Türk’üyle kardeşçe yaşıyoruz; yüzlerce yıldır kardeşçe yaşadık, daha binlerce yılda yaşamak istiyoruz. Dışarıdan birilerinin ve bu birilerinin kuklalarının  bu birlikteliği bozmasına izin vermememiz gerekiyor.
Cumhuriyetin yıkılma sürecini  çevrelerini sarmış küçük bir hain ve entel grubunun  istekleri doğrultusunda, ses çıkartmadan seyredenlerinde ihanete ortak olduklarını tarih yazacaktır..   

3 Mart 2013 Pazar

HAİNLERDEN NİÇİN KORKULUR?


HAİNLERDEN NİÇİN KORKULUR?

Hain, zarar vermekten, üzmekten veya kötülük yapmaktan hoşlanan, bundan zevk alan kişidir.
Genellikle zayıf karakterli tiplerdir. Çoğu zaman büyük kitlelerin içine saklanırlar, ortaya çıkabilecekleri siyasal ortamın oluşmasını beklerler.
Roma döneminin en güçlü hatibi Çiçeron, bunların düşmandan daha tehlikeli olduğunu, çünkü düşmanın kim ve nerede olduğunun  bilindiğini söylemiş.
Bakın, inceleyin, tarihten bugüne kadar gelin, bütün hainler  devletin  imkanlarından  en fazla istifade etmiş olanlardır.
Hainlik yapabilecekleri  noktaya gelinceye kadar seslerini hiç çıkartmazlar, bukalemun gibidirler, her renge girerler.
Adam, devletin üniversitesinde Profesör olmuştur. Asistanlık yıllarında hocasının çantasını taşımış, hocası ne demişse emredersiniz demiş, boynunu bükmüş, sessizce kabul etmiş görünmüştür. Gerçek düşüncesini hocasına hiç söylememiştir. Tam bir zavallıdır.
O titri alıp, siyasi iklimin müsait olması sonrasında, mensubu olduğu etnik kökenin sömürüldüğünü iddia etmeğe başlamıştır.
Nasıl bir sömürülmeyse?
Devlet imkanları önüne serildiğinde, bunları sonuna kadar kullanmıştır.
Devlet memuru olurken hiçbir engelle karşılaşmamış, belki de üniversite yıllarında devletten burs bile almıştır.
Ama onu hiç söylemez.
Bir diğeri, avukat, hakim, savcı olmuş; bu görevlere gelirken hiç kimse onun önüne etnik kökeninden ötürü bir engel çıkarmamış, ama o hep ağlamaya devam etmiştir.
Eğer mensubu olduğu etnik kökenden gelen soydaşlarına en ufak bir sıcaklık duysa, bölgenin feodal yapısına karşı çıkması gerekirdi.
Çıkmış mı? Ne gezer.
O feodal yapının ağababaları ile bir araya gelip, o düzenin devamı için, bölge insanın geri bıraktırılması için “ana dilde eğitim” der.
Ama kendi çocuğunun İngilizce öğrenmesi için çaba sarf eder.
Büyük patronu ABD çağırdı mı, orada Kızılderililere her türlü mezalimin yapıldığını, uzak doğu kökenli insanların İkinci Dünya Savaşında tehlikeli hayvanlar gibi toplama kamplarında tutulduğunu aklına bile getirmez; gider onlara biat eder, T.C’ye  etmedik hakareti bırakmaz.
Bunlar kamu görevinin en alt noktasından başlar, aklına gelebilecek en üst noktaya kadar çıkarlar, ama onlara sorarsanız kanun önünde eşit değillerdir, ezilmektedirler.
Hep birileri tarafından yaşadıkları ülkeye karşı kullanılmışlardır.
Bunların yanında birde “entel” dediğimiz, “aydın” gibi gerçeği aramayan, moda olan düşüncenin peşinde koşarken en önde görünmek, ekonomik refaha erişmek için her şeyi yapanlar vardır.
Bunlar, öğretim üyesi olur, gazeteci olur, siyasetçi olur.
Bunlar moda olan düşüncenin peşinde koşarken, moda olduğu için ya da uşaklık ettikleri ağababalarının, düşüncelerinden hoşlanmadığı, o toplumun duygu ve inanç dünyasından kazımak istedikleri liderleri, yaşadığı dönemde bulunmayan araçlar ya da kurumlar çerçevesinde yargılarlar.
Örneğin, Anadolu aydınlanmasının büyük mimarı Atatürk’ü, devrimleri halka sormamakla, demokrat olmamakla suçlarlar.
Henüz soy kırım tarifinin bulunmadığı bir dönemde yani 1915 Osmanlısından hareketle, tarihi gerçeklere sırtını da dönerek, hem de bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni, Ermenilere Soykırım yapmakla suçlarlar.
Böylelikle yaşadıkları ülkeyi,  moda olan bir düşüncenin peşinden koşarak, gerçeği aramadan suçlarlar.
Bunu yaptıkları için de ödüllere layık görülürler.
Bunlar tarih boyunca hep varlardı.
Bunların en önemlisi Caesar’ı arkasından hançerleyen Brütüs’dü.
Kimdi Brütüs?
Yaşadığı dönemde devletin imkânlarından en fazla yararlanan  senatördü.
Caesardan himaye de görmüştü. Ama sonunda, imkan bulduğu an, hep olduğu gibi, onu sırtından hançerlemişti.
Bizim yakın tarihimize bakın, mütareke döneminde, yukarıda tarif ettiğimiz hainler yok muydu?
Binlerce vardı.
Bugünde var,
Bunu en iyi anlatan ABD önceki Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger’dir. “Biz Amerika Birleşik Devletlerindeki hainleri öldürürüz, ama başka ülkelerin hainlerini çok sever ve koruruz” demiştir.
Hainler! Kissinger sizi böyle tarif ediyor. Onun için sizlerden korkulur.