29 Eylül 2013 Pazar

AÇIN ŞU ARŞİVLERİ


AKP, ertelenmezse bugün yeni demokrasi paketini açıklayacak. Bu pakette ne olduğu basına sızdırılan  haberlerden öğrenildi.
Bu demokratikleşme paketinin içindekilerden biri de Tunceli’nin adının Dersim olarak değiştirilmesidir.
Tunceli’nin sorunu sadece ismi midir? Tunceli ismi “Dersim” olarak değişince o bölge insanın  sorunları mı çözülecektir?
TUİK rakamlarına göre, Tunceli göç vermemiş olsaydı, bugün için nüfusu 300 bin ila 350 bin arasında olacaktı.
Tunceli’nin bugün nüfusu 96 bin civarında olduğuna göre, iki buçuk Tunceli daha ülkenin muhtelif  bölgelerinde, ağırlıklı olarak da batı bölgelerinde yaşamaktadır.
Tunceli, okuryazar oranın en yüksek olduğu illerden biridir. Bu da verilen göçün, yatırım eksikliği nedeniyle,  ekonomik imkansızlıklardan kaynaklandığını göstermektedir.
Yani Tunceli halkının sorunu, ilin adının “Dersim” olup olmamasından ziyade sosya ekonomiktir.
Devletin orada asıl yapması gereken, ilin, bölgenin ekonomik ve sosyal sorunlarının çözmektir.
Bu isim değişikliğini savunan, emperyalizmin uşakları numaralı Cumhuriyetçiler, Atatürk düşmanları ve bölücüler bu konuya hiç temas etmezler.
Bu basit bir isim değişikliği talebi değildir.Bu Sevr’i hayata geçirmenin yolunu açmaktır.
O tarihte adı “Dersim” olan bölgede (Orası sadece Tunceli değildir) emperyalistler ayrılıkçı ve Türk düşmanı feodal beyleri kullanmışlardır.
Devlet olmanın gereğini yapan genç Cumhuriyet bu isyanı bastırmıştır.
Atatürk’ün koyduğu Tunceli adını, feodaliteyi, gericiliği  çağrıştıran “Dersime” çevirmeğe çalışanlar, insan aklının pek de kabul edemeyeceği bir tezi, “orada, devletin halkı tahrik ederek isyan çıkarttığını ve bundan sonrada   kendi halkını katlettiğini”  ileri sürmektedirler.
Artık Türkiye’nin siyasi istismara açık bu sorunu aydınlatması  gerekiyor. Eğer hakikaten, devlet önce halkının kışkırtıp, sonrada orada katliam yaptıysa bu ortaya çıkartılmalıdır.
Ama feodal beyler, özellikle İngilizlerin tahrikiyle isyan etmişlerse bununda bilinmesi gerekiyor ki, bazı şarlatanlar bir daha bu konuyu istismar edemesinler.
Bunun için bazı numaralı cumhuriyetçilerin ileri sürdüğü gibi, bugüne kadar ortaya çıkan belgeler kâfidir, bir araştırmaya lüzum yoktur, elimizde tanık ifadeleri vardır gibi, safsataya kulak asmadan çok ciddi bir bilimsel araştırmaya ihtiyaç vardır.
Arşivler açılsın bu konu bilim adamlarının incelemesine sunulsun deyince, bölücüler, numaralı cumhuriyetçiler aynen sözde Ermeni soykırım iddiaların da olduğu gibi, gerçeklerin ortaya çıkmasından korktukları için buna şiddetle karşı çıkmaktadırlar.
Yapılması gereken şey, Türk ve yabancı bilim adamlarından oluşacak bir bilim kurulu kurup, Devletin bütün arşivlerinin yanında, bu bölgede daima çıkarlarını kovalayan, İngiliz, Fransız, ABD ve Rus arşivlerine de girilerek, çapraz incelemeyle ciddi bir rapor hazırlanmasıdır.
İşte o zaman  isyanın, devletin, katliam yapmak için yöre halkını tahrik etmesi sonucu mu çıktığı? Yoksa bölgede eskiden beri bir Kürt devletinin kurulmasında yararı olan  emperyalistler tarafından mı çıkartıldığı anlaşılır. 
Olayın tanıkları elbette önemlidir.
Ama tanık, gerek hukuk da ve gerekse sosyal olaylarda en tehlikeli ve zayıf delildir. Tanık beyanlarının yazılı, delillerle doğrulanması gerekir.
1938 de on yaşında olan bir insan 2012 yılı itibariyle 84 yaşında, yirmi yaşında olan ise 94 yaşındadır.
Açıklamalarına saygı duyulur ama, bilimsel bir araştırma için tek dayanak olarak kabul edilemez.
CHP’nin yapması gereken, AKP’nin peşine takılarak Cumhuriyet düşmanlarına destek anlamında bir  yasa teklifi vermek değildir.
CHP’nin yapması gereken; Türk ve yabancı bilim adamlarından oluşacak bir komisyon kurulup, Devletin bütün arşivlerinin yanında, İngiliz, Fransız, ABD ve Rus arşivlerine de girilerek ciddi bir rapor hazırlanmasını istemek olmalıdır.
İktidar buna yanaşmazsa, ki gerçeklerin ortaya çıkmasından korktukları için buna yanaşmayacaklardır, CHP finansmanını bulup, bu araştırmayı kendisi yaptırmalıdır.


25 Eylül 2013 Çarşamba

YAZIKLAR OLSUN SİZE


Pazartesi  günü Gazeteniz Aydınlık’ta bir haber vardı. Haberde, CHP’nin Parti Okulu’nda başlatılacak “Gelişme Seminerleri” için düzenlediği ankettin Siyasi Tarih bölümünde “Atatürk ve devrimleri” ile ilgilenip ilgilenilmediği, Sosyal demokrasi bölümünde ise “Atatürk ve sosyal demokrasi” ile ilgilenip ilgilenilmediği sorulmuştur.
CHP’de her şey tartışılıp, her konu sorgulanabilinir, ama  Atatürk’ü sorgulamak ne kimsenin hakkıdır,  ne de haddidir.
CHP’nin 21 Aralık 2008 tarihinde yapılan 14. Olağanüstü Kurultayında kabul edilen “Çağdaş Türkiye İçin Değişim” programında “CHP’nin tarihsel kimliği, Atatürk devrimlerinin birikimleri ile Altı Ok ilkeleri eşliğinde” der.
Atatürk Devrimleri ve Altı Ok” ilkelerinin, “Cumhuriyet-Laiklik-Demokrasi üçgenin korumaya ve geliştirmeye yönelik kararlılığımızın kaynaklarıdır” dendikten sonra, “Atatürk İlkeleri ve Altı Ok ilkeleri” Emperyalizme, kurulu düzenin yanlışlıklarına, eşitsizliğe, gericiliğe, sömürüye, imtiyazlara başkaldırıdır.
Uluslaşma sürecinin, Laik Cumhuriyet yapılanmasının, çağdaşlaşma hedefinin, AYDINLANMA DEVRİMİNİN SÜREKLİLİĞİNİN İFADESİDİR”  denmektedir.
Atatürk devrimi, bir ulusun makus talihini değiştirme eylemidir..
CHP’nin tüm üyeleri,bu ülkeye çağ atlatan ulu önder Atatürk ve devrimlerini korumakla  görevlidirler.
Bu anket soruları, CHP’yi kimlik ve kişilik bunalımına sokup, başkalaştırma çabasıdır.
Bu anket soruları CHP’yi kendi kendini inkar noktasına taşımaktır.Bu şuanda partiyi yönetenlerin CHP’nin köklerine ve değerlerine duydukları kin ve nefretin işaretidir.
Bu partiye bir projenin parçası olarak monte edilenlere verilen görev CHP’yi BAŞKALAŞTIRMAKTIR.
Bu başkalaştırmayı Atatürk’ü silerek yapacaklarını zannedenler, “mütareke aydını” zihniyetindeki, ruhunu emperyalistlere satmış mandacı zihniyetin tetikçileridir.
Nitekim aynı yolun yolcusu olanların Tunceli’nin isminin “Dersim” olarak değiştirilmesini istemeleri de Cumhuriyeten öç almak arzularının dışa vurumudur.
Bunlar, ulusal bağımsızlığı, üniter yapıyı  savunan CHP’ye tahammülü olmayanların oyuncaklarıdırlar.
Bu Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarının Cumhuriyete duydukları kin ve nefretin dışa vurumudur.
Artık hiçbir CHP’linin, Atatürk’ün kurduğu partide, onun izlerinin silinilmeye çalışılmasına, “önümüzde yerel seçim var şimdi susalım, sessiz kalalım” diyerek, duyarsız kalma hakkı yoktur.
Çünkü buradaki görev, Cumhuriyet Halk Partisini savunmaktır. Devletin temel taşı Atatürk ve devrimlerini  savunmak,  devleti savunmaktır.
Atatürk’ü sildiğiniz, Cumhuriyeti simgeleyen yerleşim merkezlerinin ismini değiştirdiğiniz zaman ortaya Sevr çıkar.
Atatürk’ü anket konusu yapanlar, Cumhuriyetin simgesi olan Tunçeli adını, derebeyliğin, gericiliğin simgesi olan “Dersim” olarak değiştirmek isteyenler, Sevr’i yapanların günümüzdeki uşaklarıdır. Mütareke sürecinde de vardılar, uygun ortamı bulunca bugün de ortaya çıktılar.
Bütün bu yapılanlar, Türkiye’yi diledikleri gibi, bölüp parçalayabilmek için, Atatürk’ün  CHP’sini şekillendirerek, başkalaştırmak isteğidir.
CHP içine, bu şekillendirme  projesinin bir parçası olarak yerleştirilenlerin, partiyi başkalaştırma çabaları CHP’nin kendi dinamikleriyle red edilmelidir.
CHP’nin bu ülkenin bölünmesi için kullanılmasına göz yumulmamalıdır.
Bu görev bütün CHP’lilere düşmektedir.
“Bölücüleri”, “yetmez ama evetçileri” , “numaralı Cumhuriyetçileri” hoşnut etmek siyasi prim getiriyor yalanları ile  CHP’ye  reddi miras ettirerek,  başkalaştırma çabalarına izin verilmemelidir.
Bu anket sorusunu sormak cesaretini gösterenlere, buna göz yumanlara  yazıklar olsun, ama asıl   bu partinin her kademesinde görev almış olup ta,  bütün bu olup bitenlere, köy yanarken taranan kahpe örneği, sessiz kalanlara da yazıklar olsun.
Çıkarları uğruna susmak, ne bir aydın, ne de gerçek bir CHP’linin davranışı olamaz.



     





22 Eylül 2013 Pazar

DEVLET KİMLİKSİZLEŞTİRİLEMEZ


Anayasa’da ve TBMM İçtüzüğünde olmayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun CHP li üyelerinin komisyonda, diğer partilere mensup üyeler önünde  tartıştıkları uzun zamandan beri basına yansıyordu.
Son olarak CHP li üç üye arasında, bu kez de  “Türk Milleti” kavramı üzerinde tartışma çıktığı, üyelerden sadece Süheyl Batum’un CHP’nin programına ve Atatürk’ün ulus kavramına uygun bir söylemde bulunduğu, diğer iki üyenin,  CHP’nin programıyla taban tabana zıt, AKP ve hatta BDP ile aynı paralelde görüş açıkladıkları basında yer aldı.
Dağınık bir görüntü sergileyen, her kafadan ayrı bir ses çıkan CHP’de, bunlar doğal kabul edilir hale geldi.
Doğal kabul edilemeyecek olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, partinin kuruluş felsefesine, tüzük ve programına aykırı  söylemleri  partinin; Süheyl  Batum’un  söylemini ise bir bilim adamının şahsi görüşü gibi yansıtmasıdır.
Aslında bu söylemlerden sadece Süheyl Batum’un söyledikleri partinin tüzüğüne ve programına uygundur.
Diğer iki milletvekilinin söylemleri CHP’nin Kurultayından geçmiş hem tüzüğüne ve hem de  programına aykırıdır.
Genel başkan dahil bütün üyeler  CHP’nin tüzük ve programına uygun davranmak ve söylemde bulunmak zorundadırlar.
CHP’nin  kuruluş felsefesine göre ulus, ne din ne de ırk temeline dayanır.Ulusu yaratan temel öğeler, ortak tarih, o ortak tarihin ürünü olarak ortak dil ve sonuç olarak ortak kültürdür.
Onun için “Türk”, Anadolu toprakları üzerinde, dine ve etnisiteye dayanmadan, “kaderde, kıvançta” dayanışma içinde, beraberce yaşayan insan topluluğunun  adıdır.
CHP ulusu, dil, kültür ve ülke birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür, diye tanımlar.
Bu tanımlama  hem bin yıllık kardeşliğe ve hem de   genetik bilimine uygundur.
Genetik bilimi ırkları red eder; Ulus bilinci sadece  ortak dil, ortak kültür ve ortak tarih bilincine dayanır.
Uluslaşamadık demek; bölünmeyi kendilerine hedef seçenlerin söylemidir.Anayasal vatandaşlık tanımı da, bin yıldır bu coğrafya da yaşayan insanlara verilen “Türk” adının, kimliğinin  inkarıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin ne olduğu bellidir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin tüm üyelerinin uymak zorunda olduğu bir programı vardır. Bu programa içtenlikle inanlar hem ulusalcıdırlar ve hem de bazılarının havsalalarının alamayacağı kadar ilericidirler.
Cumhuriyet Halk Partisi’ne birileri tarafından, bir projenin parçası olarak dışarıdan monte edilenler, çağdışı etnik bölünmeyi dillendirdikleri için gerçek CHPliler kadar yenilikçi değildirler. Yenilikçi olanlar  ulusalcı Cumhuriyet Halk Partililerdir. Zira, onlar Atatürk devrimlerine duydukları inanç nedeniyle ilerici, yenilikçi ve muasır medeniyetle olan açığı kapatıp onu aşma inancına sahip olanlardır.
 Ulusalcı olmadan Cumhuriyet Halk Partili olmak mümkün değildir.
Dünyada da etnisiteye dayalı bir siyasi yapılanmanın başarılı bir şekilde yaşayan bir örneği de yoktur. 
Zira ulusu kaldırdığınız zaman, mezhepçilik, ırkçılık, kabilecilik gibi ilkel dayanışma modelleri ortaya çıkar ki; ülkenin bütünlüğünü kendi elimizle parçalamış oluruz. CHP’liler buna alet olamazlar.
Büyük Orta Doğu projesinin eş başkanının  AKP’si, bölünmeden yana  BDP ve onlarla işbirliği yapanların Türkiye Cumhuriyeti Devletini siyasi kimliğinden soyutlayıp, kimliksiz bırakmayı istedikleri anlaşılıyor.
Bu coğrafyada doksan yıldır devletin siyasi kimliği konusunda en ufak bir tartışma olmamıştır.
Büyük Kürdistan hayalini gerçekleştirmek için Sevr’i hayata geçirmek  isteyen üç buçuk adamın devleti kimliksizleştirerek bölünmesini, parçalanmasını  istemelerini anlamak mümkündür.
Ama bu ülkeyi kuran CHP’nin, devleti kimliksizleştirerek bölme, parçalama çabalarına  sessiz kalmasını anlamak mümkün değildir.



19 Eylül 2013 Perşembe

DAVUTOĞLU GİTMELİDİR.


Hatırlanacağı gibi Başkan Obama 9 Eylül günü Amerikan halkına seslenerek, Suriye’deki kimyasal silahlar konusunda ortaya çıkan soruna barışçıl bir çözüm bulunması için Rus Dışişleri Bakanı Lavrov tarafından ortaya atılan öneriye destek vereceğini, bu öneri hayata geçirilinceye kadarda silahlı müdahale seçeneğini askıya alacağını duyurdu.
Lavrov ortaya attığı öneriyle en çok ABD yönetiminin elini rahatlattı, açıkça ABD Halkı Suriye’de bir askeri seçeneğe sıcak bakmadığı gibi, Amerikan Kongresinin önemli bir bölümünün de Obama’ya bu konuda destek vermeye istekli olmadığı biliniyordu.
Obama’nın   konuşmasından  ders alınması gereken iki nokta dikkat çekiciydi.
Bunlardan ilki, Suriye’ye karşı sınırlı da olsa bir askeri harekat nedeniyle Amerikan halkının kendisine yönelttiği eleştirileri hem tek tek  saydı ve hem de cevap verdi.
Hukuken zorunluluğu olmamasına rağmen, ABD Kongresine gitme kararı ve arkasından çıkıp doğrudan doğruya Amerikan halkına açıklamalarda bulunması, beğenelim, beğenmeyelim BİZİM PEK ALIŞIK OLMADIĞIMIZ, demokratik bir liderin halkına karşı duyduğu saygı ve sorumluluğun güzel bir örneğidir.
Türkiye’de  harp tam tamları çalarak ülkeyi harbe sürükleyen ve fakat ne halkına ve ne de TBMM’ye bilgi vermek gereğini duymayan bir başbakan ve onun hükümeti vardır.
Obama, savaşlı çözümü askıya almasına rağmen, Suriye’ye sınırlı müdahalede bulunmak konusundaki kararını ağırlıklı olarak Amerika’nın ulusal çıkarları ile izah etti.
Doğrusu da budur. Ülkeler, dış politikalarını düzenlerken,başka ülkelerin değil kendi ülkelerinin ulusal çıkarları üstüne kurarlar.
Tayyip Erdoğan ve hükümeti, şu ana kadar Esad’ın gidip, muhaliflerin iktidarı ele geçirmesinde, Türkiye’nin ne gibi bir ulusal çıkarı olduğunu ne Türk halkına ve ne de kendisini denetlemekle görevli olan TBMM’ye bu konuda bir bilgi verdi.
Suriye’nin Kuzeyinde aynen Kuzey Irak’ta olduğu gibi bölgesel bir yönetim kurma çabasında olan PYD’ye karşı Türkiye’nin bu noktadan sonra tavrı ne olacaktır.
Katil başıyla müzakere yolunu seçen Türkiye, PYD’ye karşı Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan bir tutum sergileyebilir mi?
Bütün bu konuların açık bir oturumda TBMM den tartışılması gerekmez miydi? Böylece halkta bilgilenmiş olurdu.
Burada hangi ulusal çıkarlarımızın olduğu halkımıza anlatılamazımıydı?
Arap toplumları arasında Arap Milliyetçiliği çok güçlü bir duygu olduğu gibi kolektif hafızaları da çok  güçlüdür.
Arap halklarının  entelektüel kalbi sayılan Suriye’ye, Türkiye’nin batılı devletlerle birlikte düşmanca bir tavır takınmasını Arap halkları asla  unutmayacaklardır.
Batılılar yarın bu bölgeden bir anlamda çekilecekler ve peki biz bu coğrafya da bu düşmanca duygularla nasıl beraber yaşayacağız.
Savaş çığırtkanlığı yapan Türkiye, Suriye’yi doğru teşhis edememiştir. Suriye diğer Arap ülkelerine benzememektedir. Orada çok örgütlü ve uluslar arası bağlantıları çok güçlü bir rejim vardır.
Nitekim on beş günde gider denen Esad rejimi iki yıldır ayakta ve barış sürecinde de masada olacaktır.
Ama  biz o masanın hiçbir yerinde olamayacağız.
Masanın hiçbir yerinde olmayacağımız gibi “cezalandırma imkanı” bu sefer ters dönerek, kendisine karşı düşmanlık yapan ülkelere karşı savaş dışı yöntemler kullanılmak üzere Esad’ın eline geçecek.
Son yıllarda özellikle de Davutoğlu ile başlayan süreçte, doksan yıldır sürdürülen ve doğruluğu yaşanarak görülmüş “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinden dönülmesinde, koltuk uğruna  sessiz kalan Dışişleri diplomasisinin günahı ve ayıbı çoktur.
Yukarıdan beri anlattıklarımız Türk Dış politikasının her konuda olduğu gibi Suriye konusunda da,  iflas ettiğini ortaya koymaktadır .
Bu noktada artık Davutoğlu bakanlık koltuğunda oturmamalıdır. Oturamamalıdır, demokratik bir ülkede bu kadar başarısız ve bilgisiz bir bakanı o koltukta oturtmazlar.
 Böyle bir istifa Türkiye’yi büyük bir beladan kurtaracaktır.






    

 
    


15 Eylül 2013 Pazar

HADİ ARTIK KEMAL BEY


Son günlerde  Abdullah Gül’ün 2 Nisan 2003 tarihinde ABD Dış İşler Bakanı Colin Powel’la yaptığı 2 sayfa ve dokuz maddeden oluşan anlaşma en azından objektif habercilik yapan bir kısım yazılı ve görsel medyada “Habere Değer” görüldüğü için yer almıştır.
Bu sözleşme incelendiğinde VE EĞER GERÇEKSE Kİ ÖYLE GÖZÜKÜYOR, Türkiye açısından  Irak’ta bir buçuk milyon insan öldürüldü ile geçiştirilecek bir olay değildir.
Elbette günahsız insanların ölmesi kabul edilemez. Ancak Türkiye açısından durum ondan çok daha vahim ve önemlidir.
Bu gizli anlaşmanın 10 ve 11. Maddeleri Türk Ceza Kanunun 302. Maddesinin 1. Fıkrasında tarif edilen “ Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymaya veya devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini  bozmaya veya devletin  egemenliği altında bulunan topraklarından bir kısmını Devletin idaresinden ayırmaya yönelik bir fiili işleyen kimse, ağırlaştırılmış müebbet hapis ile cezalandırılır” Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak suçunu oluşturur.
Ancak bu fiil Cumhurbaşkanı olmasından önceye, yani Bakanlık dönemine ait olduğu için, yargılanması ancak Cumhurbaşkanlığı görevinin bitmesinden, yani 2014 Temmuzundan sonra açılacak bir Meclis soruşturması sonucunda söz konusu olabilir.
Bu hukuki görüşümü Yargıtay Onursal Başsavcısı ve Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sayın Sabih Kanadoğlu ile paylaştım o da aynı hukuki görüşü taşımaktadır.
Elbette bu söylenenler sadece Abdullah Gül’ün fiili ile ilgili değil, TBMM’den kaçırılan bu gizli anlaşmayı adım adım hayata geçiren  diğer AKP li Bakanlar da  aynı şekilde haklarında Meclis soruşturması açılarak Yüce Divana gönderilirler.
Bu işin hukuki boyutudur.
Olayın bir de siyasi boyutu vardır ki; bunda ön almak ulu çınar CHP’ye düşer.
CHP, AKP iktidarının, gizli anlaşma hükümlerine uygun olarak, bölücülerle kol kola,  ülkeyi adım adım bölünmeye götüren icraatları ile ilgili olarak “HESAP SORACAĞINI” öyle mahcup mahcup değil, güçlü bir şekilde haykırmalıdır.
Bunu yapacak olan Partinin lideridir.Yani Sayın Kılıçdaroğludur.
Dünya da ama özellikle de ülkemizde partilerin liderleriyle özdeşleştiği bir gerçektir.
Liderlik, ideolojilerin ve parti tabanından yükselerek gelen düşüncelerin lider denen kişide vücut bulmasıdır.
Partiler, liderlerinin verdiği imajla algılanırlar; liderlerinin etkinliği, partinin gücünde önemli bir faktördür.
Türk toplumunun büyük ekseriyetinin bu gizli anlaşmayı içine sindirebileceğini düşünmek mümkün değildir.
Söz konusu gizli anlaşmayı ciddi olarak incelediğiniz zaman, Türkiye bağımsız, saygın  bir devletten ziyade, muhatabı karşısında diz çökmüş, muhatabının  ulusal çıkarları için ne gerekiyorsa, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı olmasına rağmen, ona yardımcı olan bir manda yönetimi gibi davranmıştır.
CHP buna isyan etmeyecek de neye isyan edecektir.
Türk askerinin teröriste karşı nasıl davranacağına bile bir başka ülke karar verecektir.Bunu egemen bir devletin kabul etmesi mümkün değildir.
Bu gizli anlaşma, Sevri kendilerinin “kutsal kasesi” gibi gören Kürtlerin bağımsızlığına giden yolun önünü açmaktadır.
İşte CHP bunu kabul edemez. Etmemelidir.
CHP Kuvayi Milliye gibi çok soylu bir kökten gelmektedir. Bu nedenle onun Genel Başkanı, Türkiye’nin bu kadar aşağılanmasına sessiz kalmamalı, müsebbiplerinden hesap soracağını şimdiden dünya ya ve Türk toplumuna AÇIK VE NET FAKAT  GÜR BİR SESLE ilan etmelidir.
Bu onun tarihi ve ahlaki sorumluluğudur. Zira; koltuğunda oturduğu, Atatürk bu partinin kurucusudur.
Ona uygun davranmak zorundadır. Çevresindeki üç beş bölünmeden yana olanların değil, partinin temelini ve ana gövdesini oluşturan, ulusalcı Kemalist kitlelerin sesini dinleyip, bu milyonların düşüncesini kamuya taşımalıdır. 
Ülkemiz gibi demokrasi kanallarının bir çoğunun kapalı, görsel ve yazılı medyanın büyük baskı altında tutulduğu bir dönemde, kısıtlı da olsa bu olanağın liderler için var olduğunu göz önüne alarak, parti ve toplum tabanın istekleri doğrultusunda açıklamalar yapmalıdır.
Hadi artık Kemal bey, çevrende  yer tutmuş, ulu CHP çınarını kurumuş gibi gösteren iki buçuk bölücünün söylediklerine göre değil, ardılları olduğun, ulusal bağımsızlığı her şeyin üstünde tutan geçmiş CHP liderleri gibi, gür bir sesle AKP den hesap soracağını, bu ülkenin bölünmesine, Meclise türbanlı vekil sokularak devlete meydan okunmasına izin  vermeyeceğini bir haykır.
Tabii Ulusal Bağımsızlık Mücadelesinin birikimleri ve Atatürk devrimleri ile bu sürecin felsefi ve ahlaki değerlerine gerçekten inanıyorsan.
 

   


   

11 Eylül 2013 Çarşamba

TÜRKİYE’YE DEĞİL AKP’YE VERMEDİLER


İstanbul, Madrid ve Tokyo’nun çekiştiği Olimpiyat yarışını Tokyo kazandı.
Aslında bu yarışı İstanbul değil, AKP zihniyeti kaybetti.
Olimpiyat en çok İstanbul’a yakışırdı. Zira;Dokuz bin yıllık bir tarihe sahip, üzerinde onlarca, yüzlerce medeniyet kurulmuş , iki kıtayı bir biriyle kucaklaştıran  en önemli suyollarının üzerinde.
İstanbul her şeyi ile böyle bir organizasyonu yapacak güce ve birikime sahipti. Ama Türkiye’yi dolayısıyla da İstanbul’u yöneten zihniyet buna uygun değildi.
Olimpiyat hareketinin anayasası olan “Olimpik Şart” (Olimpic Charter), hareketin ana ilkelerini sıralar.
Bunlardan ilki spor yönetiminin gerçek anlamda özerk olmasıdır.
Elinizi vicdanınıza koyun Türkiye’de federasyonlar, özerk midir?
Ne gezer, federasyonlar AKP’nin oyuncağı, arka bahçesi haline gelmiştir.
Federasyon başkanının kim olacağına bu ülkenin başbakanı karar verir. Bırakın onu milli takımın çalıştırıcısının kim olacağına bile Tayyip Erdoğan karar verir.
İkincisi, bir ülkeye ve insana, ırk, din, siyaset, cinsiyet ve başka yollarla her türlü ayırımcılık Olimpik harekete mensubiyet ile bağdaşmaz.
Bu ülkeyi yöneten AKP, bırakın başka ülkelere ve insanlara ayırımcılık uygulamamayı, kendi halkını “Biz ve siz” diye ayıran bir zihniyettir.
Hatay da  alçakça  patlatılan bomba sonucu hayatını kaybeden insanlarını, yurttaşlarını “Elli iki Sünni kardeşimiz öldü” diyerek, dinci/mezhepçi ayrımcılığa tabi tutan,   olimpiyat ruhunu hiç anlamamış bir Başbakan’a sahibiz.
Ölenler Sünni olmayıp, Alevi, Hıristiyan,Yahudi, dinsiz olsaydı insan olarak acı duymayacak mıydık?
 Böyle bir çirkin bir ayırımcılık olimpik ruhla bağdaşır mı?
Dış politikasını dinci/mezhepçi anlayışla yöneten, halkının demokratik tepkilerine “Dağıtılmaları emrini ben verdim” diyebilen  bir Başbakan ve onun emrindeki iktidar partisi, olimpiyat ruhunu anlamış kabul edilebilinir mi?
Üçüncüsü, spor yapmak bir insan hakkıdır. Her birey, herhangi bir ayırımcılığa tabi tutulmadan, olimpik ruhla spor yapma imkanına sahip olmalıdır.Bu, dostluk ruhuyla karşılıklı anlayışı, dayanışmayı ve dürüst oyunu zorunlu kılar.
Ayrımcılığın önlenmesi ilkesi çerçevesinde, olimpik hareketin üzerinde ısrarla  durduğu konulardan biri de kadın erkek ayırımcılığıdır.
Türkiye bu ayırımcılığı en yoğun ve şiddetli yaşayan ülkelerin önde gelenlerinden biridir.
“Haremlik selamlık” yüzme havuzu bu ülkenin Başbakanın söylemidir.
Sporda dürüst olma kuralını yok eden doping günlük olay haline gelmiştir.
Kadınların kaç çocuk doğuracağından tutun, parkta bir kızla erkeğin yan yana oturmasından hoşlanmayan, insani ilişkileri sadece cinsellik olarak algılayan bir Başbakana sahiptir Türkiye.
Dördüncüsü, Olimpizmin hedefi, sporu, insan onurunun korunmasına yönelen  barışçıl bir toplum yaratılmasını desteklemek amacıyla, insanoğlunun uyumlu kalkınmasının hizmetine sunmaktır.
Tayyip Erdoğan, savaş tam tamları çalacağına, ulu önder Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” özdeyişine  sıkı sıkıya bağlı kalsaydı, önce “siz biz, mezhep eksenli iç politika uygulamalarından vaz geçip, karşısındaki insanların ne söylediğini, ne istediğini anlamaya çalışsa, yani tek başına iktidar gücüne sahip olmasına rağmen toplumun çeşitli kesitleriyle fikri koalisyonlar kursa  yurt içinde barışı temin ederdi.
Aynı husus dış politikamız içinde söz konusudur.
Olimpiyat komitesinin en istemediği şey, spora, olimpiyat ruhuna, dinin, siyasetin ve ırkçılığın karıştırılmamasıdır.
Akdeniz oyunlarının açılışında, Türk Bayrağını  Gezi olaylarına katılanları “Ermeni” diye ayırımcılığa tabi tutarak suçlayan birine taşıttılar.
Tanıtımda olimpiyat ruhuyla bağdaşmayacak şekilde“Müslümanlığımız” öne çıkarılmıştır. Bu çok vahim bir hatadır.
Nitekim,  Başbakan’ın “İstanbul’a verilmeyerek dünyadaki bir buçuk milyar Müslüman ile bağlar kopartıldı” demesi olimpiyat ruhuyla taban tabana zıt bir söylemdir.
Bu da Tayyip Erdoğan’ın olimpiyat ruhunu hiç anlamadığını göstermektedir.
Bu arada olimpiyat ruhuna aykırı bir şekilde Müslümanlığımızı ön plana çıkartırken,  kaç Müslüman ülkenin Türkiye’yi oylarıyla desteklediğidir.
Ayrıca biz Müslümanlığımızı ön plana çıkartırken, Dünya Televizyonları da Müslümanların nasıl bir birlerini katlettiklerini gösteriyordu
Türkiye elbette bir gün Olimpiyat düzenleyecektir. Ama bu “Yurtta Sulh Cihanda sulh” özdeyişini içselleştirdiği, kutsal din duygularını ait oldukları yere, insanların vicdanına bırakıp,  laik yaşamı benimsediği gün olacaktır.    
Yani yükselen değer Atatürkçülüğü ve onun ilkelerini benimseyip hayata geçirdiğimiz gün olacaktır.


  
          


8 Eylül 2013 Pazar

SAYGISIZ


CHP’yi savunmak, korumak Türkiye’yi korumak ve savunmaktır. CHP bu ülkenin çimentosudur. O ne kadar sağlam ve temizse ülkede o derecede güvendedir.
Bu nedenle CHP’deki aksaklıkları gördüğümüz zaman eleştirilerimizi sakınmadan yazıyoruz.
Her insan, doğası gereği sevdiğinin kusursuz olmasını ister, bu nedenle en sert eleştirilerini sevdiklerine yapar.
Biz CHP yönetimlerine yönelik eleştiride bulunduğumuz zaman bazıları, “Partiyi yıpratıyorsunuz” diyerek bizi eleştiriyorlar.
Ama bizim eleştiri konusu yaptığımız konuları yaratanları eleştirmek onların aklına bile gelemiyor.
Zira onların büyük çoğunluğu için tek hedef, önümüzdeki  yerel seçimlerde bir belediye meclisi üyeliği kapabilmektir.
Biz kendi içimizdeki “saygısız ve terbiye yoksunu” olanlarla uğraşmaktan, ustalığı kendinden menkul Tayyip Erdoğan’ın aynı konu hakkında birbiriyle taban taban zıt söylemlerini teşhir etmeye vakit bulamıyoruz.
Zannedersiniz ki,  bir projenin parçası olarak CHP’ye monte edilmiş insanlar Tayyip Erdoğan’ın koltuk değneği.
İşte bunlardan biri de 10 Aralık Hareketinin  CHP’de görevlendirdiği İstanbul İl başkanı Oğuz Kaan Salıcıdır.
Bu zat Gerçekgündem internet sitesinin yazdığına göre İstanbul 2. Bölge adayları ile yaptığı toplantıda:
  "Ankara'daki abilerinize güvenmeyin. Ankara'daki abilerine kapora yatıranların kaporaları yandı. Bol sıfırlı çekleri verenler çeklerini geri alsın.Eskiden bu işler bu partide böyle yapılıyordu. O devir kapandı. Çeklerini geri alamayanlar soğuk su içsin. Su bulamayan bol buzlu rakı içsin” diyerek herkesi zan altında bırakmıştır.
Bilindiği üzere, Yerel Seçim Adaylarını belirleme komisyonunda Kemal Kılıçdaroğlu tarafından görevlendirmiş, MYK üyeleri  Bihlun Tamaylıgil, Adnan Keskin, Gökhan Günaydın, Umut Oran ve Bülent Tezcan bulunuyor.
Eğer Salıcı, bu insanların veya başkalarının, “bol sıfırlı kaporalar” aldığını biliyor da, bunu partinin Genel Başkanına bildirmek yerine basına sızacağını bilmesine rağmen bu konuşmayı yapıyorsa, burada CHP’yi yıpratmak kastı vardır.
Bu ve buna benzer davranışlar CHP’yi kendi seçmeni ve toplum indinde itibarsızlaştırır.
Metro Poll şirketinin Şubat 2013 tarihinde yaptığı araştırmada: “Sizin de Oy Vermeyi Düşüneceğiniz Yeni Bir Partiye İhtiyaç Olduğunu Düşünüyor musunuz?” sorusuna cevap veren ve “Evet Var” diyen CHP’lilerin oranı %49.7dir.
Bu oran ürkütücüdür. Kamuoyu araştırmaları çok kesin sonuçlar vermeseler bile seçmen eğilimlerini hakkında ciddi ip uçları verir.
Her parti yönetimi partisini büyütmek, iktidara taşımak iddiasıyla göreve gelir.
Aynen Sayın Kılıçdaroğlu’nun geldiği gibi, ama maalesef bunu gerçekleştiremediği gibi, “değişiyoruz diyebilmek için”  partiye taşıdığı, “Ben CHPli değilim” dedikten sonra  milletvekili olmayı içine sindiren kişiler sayesinde parti tabanında büyük huzursuzluk yaratılmasına neden oldu.
Partinin mirasını red eden,  ilericilik kisvesi altında, çağdışı bölücü etnik köken milliyetçiliğine, gericiliğin en katmerlisi olan olan cemaatçiliğe ve mezhepçiliğe bel bağlayanlara partide yer verildi. 
Bu olumsuzluklar nedeniyle CHP yaşadığı kimlik bunalımı ve bunun sonucu  veremediği  siyasal mesajları nedeni ile ilgi odağı, çekim merkezi olmaktan uzaklaştı.
İşte bu nedenledir ki, hem kendi parti tabanında kaymalara engel olamadı ve hem de partiyi büyütemedi.
  Bir İl Başkanı, parti yetkili organlarında görevli insanları, en ağır şekilde suçlamak cesaretini gösterebiliyorsa, bunu yapana,  en hafif tabiriyle “Saygısız” deneceği gibi, bunu görevden alamayan parti üst yönetimi de, ya bu söylenenleri kabul ediyordur, ya da bu şahsı görevden almaya gücü yetmiyordur.
CHP geleneğinde İstanbul İl Başkanlığı böyle konuşmasını bilmeyen insanların değil, Hasan Fehmi Güneşler gibi, Ali Topuzlar gibi sonradan Bakanlık koltuklarına oturmuş kalitede ki insanların işgal ettiği bir makamdır.
CHP Mevlana misali, “Gel… sen de gel, kim olursan ol gel” demiş, bu partiye yıllarca küfür edenleri,  Atatürk’e İsmet Paşaya küfür etmeyi ilericilik zannedenleri partiye doldurmuştur
Ülkenin bir çok sorunu her geçen gün ağırlaşırken, CHP önce kendi sorunlarını en kısa zamanda çözmek ve toparlanmak zorundadır.
Devşirme şöhretlerden, başarısı kendinden menkul, ilkesiz ve şaibeli insanlardan uzak durmalıdır.

Böyle adaylarla değil,  kendi doğal kuralları içinde öne çıkmış isimler yaratıp topluma sunulmalıdır. 

1 Eylül 2013 Pazar

ONURUYLA OYNAN ORDU

        
Abdullah Gül tarafından verilen 30 Ağustos Zafer Bayramı resepsiyonuna , CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu katılmadı.
Katılmama gerekçesini kendisi açıklamadı. Açıklamadığı içinde biz kendi kendimize gelin güvey olup,bu katılmamayı, içimizden çıkan silahlı kuvvetlerin kişiliksizleştirilmesine, itibarsızlaştırılmasına  duyduğu tepki olarak algıladık ve mutlu olduk, ama yanılmışız.
Kılıçdaroğlu, bizde hayal kırıklığı yaratan katılmama gerekçesini, kendisine yakın bulduğu bir milletvekiline açıklattırdı.
Konya Milletvekili Atilla Kart telefonla katıldığı bir televizyon programında, bir çok şey söyledikten sonra, bir cümleyle “Abdullah Gül, cumhurun başkanı olamamış,tüm toplumu kucaklayamamış onun için resepsiyona katılmıyoruz” dedi.
Bu gerekçe genel de doğru bile olsa, 30 Ağustos törenlerine katılmama gerekçesinin bu olmaması gerekirdi.
Geleneği bulunan ordulara sahip ülkelerin her yıl kutladıkları bir “Silahlı Kuvvetler Günü” vardır.
Bu gün, bazı ülkelerde, tarihteki bir olayın yıldönümü olan, bizdeki 30 Ağustos gibi, sabit bir gün, bazılarında ise, her yıl birkaç gün ileri- geri kayabilen bir tarihtir.
O günlerde yapılan kutlamaların ev sahibi, daima kutlamayı yapan ülkenin silahlı kuvvetleridir.
Bizde de 30 Ağustosun ev sahibi Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genel Kurmay Başkanı, yurt dışı temsilciliklerde de, Büyükelçilik nezdindeki askeri ataşelerdi.
Bir yönetmelik değişikliği ile “sivilleşme kisvesi” altında  bu hak Silahlı Kuvvetlerden alınmıştır.
26 Ağustos 1922 günü başlayıp 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile biten büyük boğazlaşma, Türk Ulusunun ve onun bağrından çıkan silahlı kuvvetlerinin özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir.
Bu muhteşem başarıyı yaratan orduyu kimsenin rencide etme hakkı yoktur.Bu nedenle 30 Ağustos Türk Silahlı Kuvvetlerinin günüdür.Kimsenin bunu gasp etmesine göz yumulmamalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Ergenekon, Balyoz,Askeri Casusuluk ve fuhuş, 28 Şubat….gibi davalarla moral olarak çökertilirken, resepsiyona katılmama gerekçesinin, “Silahlı Kuvvetlerin günü olan bu günün, eşine ender rastlanır bir şekilde siyasi otorite tarafından gasp edilmiş olması” gösterilmeliydi.        
Böyle bir gerekçe toplum vicdanın da daha büyük bir kabul görürdü.
CHP’nin, ordunun itibarsızlaştırılmasına sessiz kalması, birilerinin bu yolda attığı adımları daha da hızlandırmış ve fütursuzlaştırmıştır.
Dünya harp tarihinde emsali bulunmayan bir zaferle sonuçlanmış, “Megalo-idea”nın  Anadolu topraklarına gömdüldüğü Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Belediye’nin Ankara’da 14 km asfalt dökmesi ile aynı kefeye konmuştur.
Şimdiki Genel Kurmay’dan buna bir tepki düşünülemezdi. Ama devleti kuran CHP’nin buna sessiz kalması bağışlanamaz bir kusurdur.
CHP Genel Başkanı kişi olarak, Atatürk ve onun en yakın silah arkadaşları hakkında hangi hisleri besliyorsa beslesin o kimseyi ilgilendirmez, ancak o koltuğu işgal ettiği sürece CHP ve onun değerlerini korumak zorundadır.
Doğru bir şekilde tespit edildiği üzere, Abdullah Gül eğer cumhurun başı olamamış, bir siyasi parti mensubu gibi davranıyorsa,  CHP Genel Başkanı’nın Irak gezisi hakkında  o zaman onun bilgilendirilmesinin ne anlamı vardı.
Bu çelişkili davranışla, Abdullah Gül’e CHP heyetine verdiği randevuyu iptal etme zevki verilmiş oldu. CHP’yi bu hale düşürmeye kimsenin hakkı yoktur.
Zaten Dış İşleri Bakanlığı’na, Irak gezisiyle ilgili olarak CHP’ye yakışan, devlet ciddiyeti içinde  bir not verilmiş olması gerekirdi.
Gösterilen resepsiyona katılmama gerekçeyle, Irak gezisi hakkında Cumhurbaşkanı olarak kendisine bilgi vermek çelişkili bir davranıştır.
Dört tarafı ateş içinde olan bir ülkenin silahlı kuvvetlerinin, kişiliksizleştirilmesi, itibarsızlaştırılması, ulusal onur günlerinin de asfaltlama ile aynı kefeye konularak sıradanlaştırılmasına, CHP  tepkisiz kalmamalıdır.
Bir cümlelik resepsiyona katılmama gerekçesini, dakikalarca anlatan Milletvekilinin  aklına, bu çirkinliğe bir cümleyle tepki vermek  gelmedi herhalde?
Bu ulusal onur günlerimizin sıradanlaştırılmasına göz yumduğunuz, tepkisiz  kaldığınız sürece, Türkiye’nin milli bağımsızlığına sahip çıkan, çağdaş düşünceli, gerçek anlamda laik ve  özgürlükçü bir yönetime  ve güçlü, itibarlı bir orduya sahip olunmasını istediğiniz  düşünülebilinir mi?
30 ağustos Meydan muharebesi sonunda, bugün onuruyla oynan ordu ve ona komuta eden Atatürk ve onun en yakın silah arkadaşları, Türk Milletine egemenliğini armağan etmişlerdir.
Bunu hiç aklımızdan çıkartmıyalım.