30 Kasım 2015 Pazartesi

UÇAK OLAYINA BİR BAŞKA BAKIŞ


Düşürülen Rus uçağı ile ilgili olarak TV programlarına katılanlar,olay sabahındaki açıklamaların internetteki kronolojisini ve Baltık bölgesinde yaşananları göz önüne alarak konuşmadıklarından, olaylar halka doğru yansıtılmıyor.
Uçağın düşürüldüğü sabaha dönersek, saat 10.46 da, Başbakan başka işlerle meşguldü  ki,  Anadolu Ajansı, Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından aldığı bilgiye atıf yaparak, düşürülen uçağın Rus uçağı  olduğunu açıkladı.
Saat 10.55 de  Genelkurmay, daha sağduyulu, daha devlet ciddiyetine yakışır ve olayın oluşuna uygun bir şekilde “milliyeti belirsiz bir uçağa müdahale edildiğini” bildirdi.
Moskova saatine göre 11.59 da, Türkiye saatine göre ise 10.59 da yani Türk genelkurmayının açıklamasından 4 dakika sonra Rusya Savunma Bakanlığı, Rusça ve İngilizce olarak düşürülen uçağın kendilerine ait olduğunu web sitesi üzerinden açıkladı.
Bu açıklamadan 11 dakika sonra yani saat 11.06 da Cumhurbaşkanlığı ya yaptığı hatayı gördü, ya da Genelkurmayın ikazı üzerine ilk açıklamasını düzeltme çabasına girerek yine Anadolu ajansı aracılığı ile düşürülen uçağın “”Rus uçağı olduğunun TAHMİN EDİLDİĞİ”  bilgisini verdi.
Bundan sonra da Cumhurbaşkanlığı tarafından çeşitli zamanlarda, düşürülen uçağın Rus uçağı olduğunun Rusya’nın açıklamasından sonra öğrenildiğini, bu önceden bilinseydi başka türlü davranılırdı, şeklinde açıklamalar yapıldı.
Bu açıklamalar gerçekle bağdaşmıyor, çünkü düşürülen uçağın Rus uçağı olduğu ilk defa Cumhurbaşkanlığı kaynakları tarafından yapıldığına göre, demek ki en azından birileri bunu biliyordu.
Genelkurmayın dahi bilmediği bir olay hakkında Cumhurbaşkanlığı nereden bu kanıya varıyor, üstünde durulması gereken nokta budur.
Durum böyle olunca, bu gerginlikten kimlerin  fayda sağlayacağına bakmak gerekiyor.
Geçen yazımda da yazmıştım. Yıllarca yurt içinde tahkimat yapılmasına göz yumulan PKK’ya karşı başlatılan operasyonlar halkta korku yaratarak halkın  Tayyip Beye desteğini sağlamıştı.
Şimdi bir dış tehlike ve düşman yaratılarak, içeride karşılaşılacak, gelmekte olan ekonomik çöküntü dahil bütün olumsuzluklar, bu düşmanın üstüne atılarak , Türk Halkının dış düşman karşısında hükümetin dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın etrafında toplanacağı düşünülmüş olabilir.
Bu olaydan müttefiklerimizin ne çıkarı olduğunu da bakmak lazım.
Yabancı basını yakından takip eden çevreler, bir yıldır Rus uçaklarının Baltıklar üzerinde NATO hava sahasını ihlal etmesinin  NATO’da büyük rahatsızlık yarattığını görüyorlardı.
Ancak, ihlallere o bölgede ne hikmetse müdahale edilmiyordu.O zamanda, Rusya’nın “Burnunun sürtülmesi” için Suriye’ye karşı uygulanan angajman kuralları gerekçesiyle Türkiye mi kullanıldı, sorusu akla geliyor.
Çok yaygın bir diğer söylenti de, İŞİD’in Türkiye üzerinden petrol ticareti yaparak finans sağladığı, ABD bütün girişimlerine rağmen bunu engelleyemediği,bu gerginlik sürecinde Rusya’nın bunu engellemesinden hoşnut olunacağı yönünde.
Angajman kuralları uygulanarak hem Rusya’nın “Burnu Sürtülmüş” ve hem de İŞİD’in finans kaynağı kurutulmuş olacağından batılı müttefikler bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı.
Bütün bunlar göz önüne alınarak uçak düşürülmesi dar bir çerçeve içinde düşünülmemesi gereken bir olay, arkasında çok çirkin,eylemler ve hesaplar olabilir.
Bu olaylara ve son üç dürt yıldır bölgede yaşananlara bakınca Atatürk’ün ünlü Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’na talimat niteliğindeki söylemi akla geliyor 1- Müstemlekecilerin arkasında durmayacaksın, 2-Kuzey Komşun Rusya’yı tahrik etmeyeceksin, 3-Araplara bulaşmayacaksın.
Son zamanlarda bunların hepsini yaptık, ama halka bunu kimse anlatmıyor.
Gözler ister istemez Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüyor, ama maalesef oradan da dişe dokunur bir açıklama gelmiyor.
Uçak düşürülüyor, önce çok basit “Endişe ile izliyoruz” şeklinde bir açıklama, arkasından ABD’nin açıklaması üzerine, aman okyanus ötesi kızmasın kıvamında, Tayyip Erdoğan’ın ekmeğine yağ süren, ciddiyetten ve içerikten yoksun, ABD’nin açıklamasının benzeri bir açıklama.

 

    


27 Kasım 2015 Cuma

MEŞRU, DEMOKRATİK MUHALEFET ARANIYOR


Bilindiği üzere Suriye’nin bir uçağımızı düşürmesinden sonra “Angajman Kuralları” konmuştu. Yani önlemler “düşman” Esad rejimine karşı alınmıştı. Tek yanlı olarak ilan ettiğimiz angajman kurallarını ihlal ettiği için de, Suriye’nin bir uçağını ve helikopterini düşürmüştük.
Ancak 30 Eylül’den sonra Suriye’de çok başka bir durum ortaya çıktı.
Dünyanın tanıdığı yani bir anlamda meşru Suriye Hükümeti’nin daveti üzerine Rusya, Suriye’ye bir kısım hava kuvvetini gönderdi.
Yani,artık Suriye hava sahasında müttefik olmasa bile “düşman” olmayan bir devlet hava kuvvetleri daha faaliyet gösteriyordu.
Bu durum da Türkiye’nin yapması gereken, Rusya ile temasa geçerek, aynen Rusya’nın, Suriye hava sahası içinde yapacağı uçuşları hakkında ABD’ye bilgi verdiği gibi Türkiye’ye de bilgi vermesini, koordinasyon sağlanmasını istemek olması gerekirdi.
Hükümet, bölgeye Rus hava kuvvetlerinin de intikal etmesinden sonra, daha farklı önlemler uygulanmasını, yani engelleme, hava sahası dışına itme gibi caydırıcı önlemlerinde uygulanması konusunda Silahlı Kuvvetlere talimat verilebilirdi. Anlaşılıyor ki böyle bir talimat da verilmemiş.
Uluslararası ilişkiler hükümetlerin işidir. Hükümet bunların hiç birisini  yapmayarak, sanki böyle bir olumsuzluğun yaşanmasına çanak tutmuş gibidir.
Bu olaydan hemen sonra da efelenme, babalanma başlamıştır.
Baksanız dünyanın ciddiye bile almadığı “İşgüder” Davutoğlu, bile “emri ben verdim” diye aradan kafasını uzatmaya çalışmıştır.
Angajman kurallarında bir değişiklik yapılmadığından, Rus uçakları da bölgede uçarken IFF Sistemiyle (Tanıma ve tanıtma sistemiyle) kendisini tanıtması gerekirdi.
Bugüne kadar böyle bir tanıtımın yapıldığına dair Rusya tarafından da bir açıklama gelmedi.
Bu durum karşısında “dost” olarak kendisini tanıtmayan, angajman kurallarına uymayan, bir hava unsurunu vurmak, uluslararası hukuka uygundur. Türk Hava kuvvetlerinin bu konuda bir emir beklemesine de gerek yoktur.
Bu olayla, Ege’de FIR hattından kaynaklanan “İt dalaşlarını” mukayese edemeyiz. Ege’de Yunanlılar veya Türkler birbirlerinin egemenlik alanlarına girmemekte, sadece ihtilaflı FIR hatlarında sorun yaşanmaktadır.
İhlaller ve “it dalaşları” FIR hattında olmaktadır.
Siyasi iktidar, Rusya ile koordinasyon sağlamamaktan kaynaklanan bu olumsuz durumu, aynen 1 Kasım seçimleri öncesi, yıllarca yurt içinde tahkimat yapmasına göz yumduğu  PKK’ya karşı mücadeleyi yeniden başlatarak, yarattığı korku havasınının işine yaradığını görünce, bu defa da, uluslararası bir ihtilaf ve düşman yaratarak, hayalindeki başkanlık için yeterli parlamento ve halk desteğini arkasına almayı amaçlamış olabilir.
Dikkat edilirse bu olayda, Dünyada Başbakanı ciddiye bile alan yoktur.
Yabancı basın Tayyip Erdoğan’ı takip etmektedir. Durum böyle olunca da insanın aklına, Tayyip Erdoğan’ınBaşkanlık hayalini hayata geçirmek arzusu gelmektedir.
Recep Tayyip Erdoğan amacına ulaşmak yolunda, eline geçen fırsatı kullanacak bir adım atmıştır.
Medya ve propaganda gücünden de yararlanılarak “kahramanlaştırılacak” bir Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasında muhalifler   ve halkın durması sağlanacaktır.
Böylece, ülkeyi bir tek adam rejimine götürecek başkanlık sistemi ile ilgili referandumun da halkın önüne konması için uygun bir zemin yaratılmış olacaktır.
Ancak buradaki hesap yanlış çıkabilir, yaratılan ihtilaf ve düşman, bundan önce yurt içinde yaratılan “paralel yapı”,ve  PKK gibi iç düşmana benzememekte, ciddi bir dış “düşman” olacaktır.
Türkiye’yi felakete sürükleyebilecek olan bu gidiş, ancak sert bir demokratik, toplumsal muhalefet yaratılarak önlenebilir.
Duyarlı halk kesimleri bu noktada ana muhalefet partisine bakmakta ama, oradan gelen açıklamalar suya sabuna dokunmayan, ABD’den gelen açıklamalarla neredeyse birebir örtüşmektedir.

Yani ülke büyük bir maceraya sürüklenmek tehlikesiyle karşı karşıyayken buna dur diyebilecek bir meşru, demokratik muhalefet aranmaktadır.

23 Kasım 2015 Pazartesi

YARIN ÇOK GEÇ OLACAK


1 Kasım seçimleri sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesinden vaz geçilip, Sevr’i hayata geçirme yolunda ilerlemesine sessiz kalacak bir Meclis tablosu ortaya çıktı.
AKP’nin daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın Başkanlık sistemine geçilmesi  birinci önceliğidir, bu yolda  HDP’ye vermeyeceği taviz yoktur.
Başkanlık için ise HDP’nin “Ver Özerkliği Al Başkanlığı" diyeceği gün gibi aşikârdır.
Zira, 7 Haziran seçimlerinden önce “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sözünü slogan haline getiren HDP, bu söyleminden döndü ve başkanlık da tartışılabilinir  demeye başladı.
Aslında  AKP ve HDP’nin milletvekili sayıları Anayasayı referandumsuz değiştirmeye yeterli.
Ama oyunun planlayıcıları, Türkiye’nin dinci faşizm ile bölünme arasına sıkıştığında, buna oluşacak toplumsal tepkiyi bir nebze olsun azaltabilmek için, oyunun içinde CHP’nin muhakkak yer alması gerektiğine inanıyorlardı; bu nedenle  kaset operasyonu yapıldı, buna uygun kadrolar da  işbaşına getirildi.
Bu kadro tarafından, CHP’nin  seçim bildirgesinde, Türkiye’nin  iç  sorunları hakkında, ülke bütünlüğü açısından çok tehlikeli, CHP’nin kuruluş felsefesi ile çelişen, ama AKP ve HDP’nin işine gelecek, ayrıştırıcı önerilere yer verildi.
Necip Türk basını tarafından bu tehlikeli söylemler ya görülemedi ya da bilerek ve isteyerek görmezden gelinerek, emekliye işçiye  para vaadleri ön plana çıkartıldı.
Seçim bildirgesinde:
a)             “Eşit vatandaşlık” temelinde yeni bir anayasa” dan söz edilerek HDP ile aynı şeyler söyleniyordu.
b)             “Anadili Türkçe olmayan yurttaşlarımızın kamu hizmetlerinden eksiksiz olarak yararlanabilmesini sağlayacağız” denerek,.“Ben Arnavutça, Lazca,vb gibi hastane veya tapu/kadastro veya eğitim hizmeti almak istiyorum diyen vatandaşın bu talebi karşılanacaktır, deniyordu.
Bu söylem Türk Ulusu’nun bir parçası olmuş çok çeşitli etnik kökenden gelen vatandaşlarımızı kışkırtmak ve huzursuz etme çabasıdır. Böylece bölücüler aynı yöndeki taleplerinde yalnız bırakılmamış olacaklardır.
c)              Seçimlerde   ve siyasette  dil yasaklarını sona erdireceğiz, denerek, ülkenin  getirilmek istendiği nokta TBMM de bile Milletvekilleri istedikleri dilde konuşabilecek, yani çok dilli hayata geçileceği ilan edilmektedir. Yani yemin merasiminde yaşanan rezalet olağanlaştırılacaktır.
d)             Yurttaşların anadilin öğretimi hakkından yararlanabilmesi için gerekli alt yapıyı, kamu desteği ile oluşturacağız. denerek, dil birliğinin bozulması vatandaşın verdiği vergilerle yani kamunun parasıyla sağlanacaktır.
e)             Yerel Yönetimlerin İdari ve Mali özerkliklerini sınırlayan düzenlemeleri kaldıracağız, denmiştir.Bu Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda kabul etmediğimiz hükümlere konan çekincelerin kaldırılacağının utangaç söylemidir.
Bölücülerde de aynı şeyleri söylüyor.
f)               İdari sistemimizde yerinden yönetim ilkesini hayata geçireceğiz, deniyor. Bu, yukarıdaki maddeyle beraber okunduğunda “Tam özerklik”  kast edilmektedir.
Bütün bu bölünme yolunu açmak ve eşit vatandaşlık kavramını pekiştirmek üzere, bildirgede bir de “Kürt Yurttaşlarımız” tanımı var.
Bu hukuksal bir kavram olan vatandaşlığı etnik kökenlere göre tarif eden, ülkenin bölünmesi yolunda ki en önemli kilometre taşını hayata geçirme arzusudur.
Bunun bir adım sonrası, bu ülkede yaşayan, Laz, Çerkez, Arnavut, Abazaların  kolektif haklar ve ayrıcalıklar peşinde koşmaya başlanarak, ülkenin bütünlüğü korunamaz hale gelecektir.
Böylelikle, Cumhuriyetin yıkım ihalesi, onu kuran parti tarafından üstlenilmiş olacaktır.
Okuma alışkanlığı düşük olan ülkemizde, iki yüz otuz sayfalık seçim bildirgesi daima böyle tehlikeli niyetleri saklamak için yapılır.
AKP, ve HDP’den sonra CHP’de  bu hale geldiğine göre, artık parlamento dışı demokratik muhalefeti hayata ve harekete geçirmek kaçınılmaz olmuştur.

Kırmadan, dökmeden, yasal haklarımızı kullanarak bu ülkenin bölünmesine izin vermeyeceğimizi haykırmak zorundayız. Bunu yapmazsak yarın çok geç olacak.

20 Kasım 2015 Cuma

HALKÇI, DEVRİMCİ VE REFORMCU OLMAK


1967 yılının Mayıs ayında, o tarihte Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreteri olan rahmetli Bülent Ecevit, Karadeniz Ereğlisi’ne gelir.
Ufak bir balıkçı kasabasından büyük bir sanayi kentine dönüşen İlçe’de bir konuşma yapar.
Konuşmanın en büyük özelliği Cumhuriyet Halk Partisini  dönüştürme çabalarının yeni olmadığını ortaya koyması.
Nitekim rahmetli Ecevit konuşmasında “CHP hem Adalet Partisi’ne oy verenlerden hem de Cumhuriyet Halk Partisine veya demokrasiye küsenlerden oy almaya çalışsın diye düşünenler olabilir. Fakat bu düşünceye uygun tutarlı ve başarılı bir politika izlenemez. Çünkü AP’ ye giden oylardan çelmek için izlenecek tutum ile küsen oyları kazanmak için izlenecek tutum birbirlerinden yüz seksen derece ayrıdır. Birincisi için izlenecek tutum tavizci olacaktır. Atatürkçülükten taviz verilecektir.27 Mayıs kötülenecektir. Halkı kurtarmaya değil, halkı aldatmaya çalışacaktır. Birincisi için izlenecek tutum, CHP’yi CHP olmaktan çıkaracaktır. Ama ikincisi, küsen oylardan bir kısmını alabilmek için izlenecek tutum açık sözlülüğe, dürüstlüğe dayanan bir tutum olacaktır. 27 Mayısçı olacaktır. Halkçı olacaktır. Devrimci, reformcu olacaktır. Kısacası biri ortanın iyiden iyiye sağında, öbürü ortanın solunda olacaktır. CHP’nin geleceğine, tarihi ödevine, program ve kimliğine uygun tutum şüphesiz ki ikincisidir.” demiştir.
CHP o tarihte, tarihi kimliğine uygun, halkı aldatmayan, dürüst halkçı ve devrimci söylemleriyle 1973 ve 1977 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıştır.
Bugün partiyi yönetenlerin ve yönetmeye aday olanların buradan çıkartacağı çok önemli dersler vardır.
Bir kere dönüşmeyeceksin, tarihin bu partiye yüklediği sorumluluktan sapmayacaksın.
Dürüst ve açık sözlü olacaksın.
Van’da farklı, Orta Anadolu’da farklı Ege’de ve Trakya’da çok farklı şeyler söylemeyeceksin.
Bölücülere yakın olduğu iddia edilen bir Televizyonda programa katılıp, Anayasa’nın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek ilk üç maddesinin değişe bileceğini söyleyip, iki gün sonra da bir başka televizyon programımda, ilk dört maddeyi değiştirtmeyiz demeyeceksin.
AKP’ye oy veren muhafazakâr çevrelerden oy çelebilmek için şimdi yaptığınız gibi laiklikten taviz vermeyeceksin. Tam aksine din ve vicdan özgürlüğünün teminatının laiklik olduğunu savunacaksınız.
Bir televizyon programında çıkıp, “Allaha şükür oğlumun bedelli parasını verecek (30.000.-TL) gücümüz vardı dedikten iki ,üç dakika sonra, aynı programda  bu kez “Kızım 80 metre karelik ev aldı paramız yoktu içini döşeyemedik” demeyeceksin.
Ev alımıyla ilgili dedikodular dolaştığı zaman aynen 10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in yaptığı gibi, bütün para hareketlerini banka kayıtlarıyla ortaya koyacaksın.
Bunları yapmadığın sürece dürüstlüğün tartışılır hale gelir.
Herhangi bir batılı devlet ve organizasyonun baskısı ve isteği olmadan yapılan o muhteşem devrimleri inkar etmeyeceksin, tam aksine onlara sonuna kadar  sahip çıkacaksın, savunacaksın.
Partinin tarihi sana tam bağımsızlığa sahip çıkma ödevini yüklüyor. Birileri istiyor diye bundan taviz vermeyeceksin, birilerini kuyruğuna takılarak onlara hoş görünmeye yönelik politikalar üretmekten, söylemlerde bulunmaktan vaz geçeceksin.
Ürettiğin ekonomi politikaları, halkçı olacak, bütün katmanları kucaklayacak politikalar olmalıdır. Emekliye ikramiye, asgari ücret şu kadar olacak gibi söylemler, palyatif tedbirlerdir, halka dokunan politikalar değildir.
Halka dokunan politikalar, geniş halk kesimlerine kalıcı mutluluk vadeden politikalardır. Senin savunman gereken politikalar, sadaka ekonomisi olmamalı, çevreden merkeze doğru kalınmayı savunan politikalar olmalıdır.
Halkçılık işçinin, köylünün, esnafın, küçük ve orta ölçekli sanayicinin sorunlarıyla ilgilenmekten geçer.
Yani başarılı olmak, başkalarına benzemekten, tavizler vermekten değil, özüne dönüp, halkçı, devrimci ve reformcu olmaktan geçer.
Ve hepsinden önemlisi ülkenin bölünmez bütünlüğüne sonuna kadar sahip çıkacaksın.Atatürkçülükten taviz vermeyeceksin 



16 Kasım 2015 Pazartesi

TEHLİKE GELİYORUM DİYOR.


30 Ekim tarihinde Viyana’da, aralarında İran ve Irak gibi şeriat hükümlerine göre yönetilen ülkelerinde bulunduğu, 17 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen, Suriye konulu toplantı bildirisinin birinci maddesinde, “Suriye’nin laik geleneği esastır” hükmünün konulması Türkiye açısından da çok önemlidir.
Zira; laiklik ilkesi Orta Doğu ile ilgili uluslararası bir metne ilk defa giriyor.
Bu kayıt Paris’te gerçekleştirilen insanlık dışı vahşi İŞİD saldırısından evvel olduğu için, bugün çok daha önemli hale geldi.
Türkiye demokrasiyle yönetilen, nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman olan, ama laik bir devlettir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “terörün, dini, mezhebi, etnik kökeni, milliyeti yoktur, terör terördür, terörist teröristtir” sözü lafzen doğrudur ama, ister hoşumuza gitsin ister hoşumuza gitmesin, son dönemlerde gerçekleştirilen terör, maalesef İslami terördür.
Bu terör faaliyeti, elbette bütün Müslümanları ve İslam âlemini hedef göstermeyi, bir nefret söylemi geliştirmeyi haklı kılmaz.
Terör her gün yöntem değiştirerek ve hedef büyüterek bu noktaya geldi.
Uçak kaçırma, bireysel şiddet noktasından kitle halinde insanların katline dönüştü.
Teröre karşı dünya ortak bir tavır geliştirmedi.
Çünkü her terör grubu bazılarının işine geliyordu. Türkiye Asala ve PKK terörüyle boğuşurken, bugün İŞİD katliamına hedef olan Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri bunların sırtını sıvazlıyordu.
Bunlarla masaya oturun, geçmişinizle yüzleşin safsatalarını bize anlatıyorlardı.
O zaman bize telkinleri “güvenlikçi tedbirler değil, özgürlükleri genişletin” oluyordu.
Terör belası bumerang gibi boyunlarına dolanınca şimdi, özgürlükler ülkesi Fransa’da “güvenlikçi tedbirlerin”  alınacağı söyleniyor ki, onlardan, bizde olduğu gibi ülkelerinin bölünmesinin yolunu açacak bir toprak talebi de söz konusu olmamasına rağmen bu  terör saldırısını “savaş ilanı” olarak kabul ediyorlar.
Orta Doğu’nun enerji kaynaklarına egemen olabilmek için bölgeyi istikrarsızlaştırıp, kan gölüne çevirerek, bu terör ikliminin oluşmasının ve dolayısıyla bölge insanın yıllardır terör belası ile iç içe yaşamasının sorumlusu batılılardır. 
Ülkemizde ve bölgedeki etnik veya mezhepsel terörün sorumlusu Batılılar olmasına rağmen,  Türkiye, zaman geçirmeksizin uluslararası İslamcı hareketlerle ilişkisini kesmelidir.
Dünya’nın terör listesine aldığı  adamları burada ağırlamaktan vaz geçmelidir.
Türkiye ,laikliğin içini Anayasa hükmüne, AYM ve AİHM  kararlarına rağmen boşaltmaya devam ederse, bizde de geçmişte   Pakistan’da, Afganistan’da ve İran’da da yaşandığı gibi büyük felaketler yaşanabilinir.
Bugüne kadar dini sömürerek gelmiş AKP’den böyle köklü bir dönüşüm beklemek hayal âleminde yaşamak olur.
Türkiye içinde laiklik temelinde sert bir muhalefet yükseltmek için hem iç ve hem de dış koşullar çok uygundur.
Ülke çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayken, özellikle de Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu laik muhalefeti yükseltmesi gerekmektedir.
Cumhuriyet Halk Partisi kendi iktidarında, bugün AKP’nin uyguladığı dinci/mezhepçi dış politikadan dönüp, bütün komşuları ile iyi ilişkiler kuracağını, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” prensibini hayata geçireceğini ilan etmelidir.
Birilerinin kuyruğuna takılıp komşu ülkelerin iç işlerine karışmaktan vazgeçmelidir.
Esad’ın görevde kalıp kalmayacağı Türkiye’nin değil, Suriye halkının bileceği bir iştir.
Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminin, bugüne kadar  yaptığı gibi, her önüne gelene mavi boncuk dağıtarak, ne laik bir muhalefeti ve ne de onurlu dış politikayı  gerçekleştirmesi mümkün gözükmemektedir.
Onun için Cumhuriyet Halk Partisi’nin biran evvel özüne dönmesi gerekmektedir.
Geniş kitlelere laikliğin dinsizlik olmadığını, tam aksine, gerçek Müslümanların din ve vicdan özgürlüğü kapsamında, ancak laik bir düzende mutlu olabileceklerini anlatabilir, anlatmalıdır.
Hemen yanı başımızda din adına işlenen cinayetler halka anlatılarak, milyonların desteği sağlanabilir.
Türkiye’de yükselecek sert bir laik muhalefet,  terör gerçeğiyle yüzleşen batının da desteğini alacaktır.
Bütün bunlar yapılmaz, ise tehlike geliyorum diyor.



    

13 Kasım 2015 Cuma

ÖNCE EĞİTİMİ ÇÖKERTİRLER


Bir ülkeyi bitirmek, çökertmek istiyorsan önce eğitimi çökerteceksin, aynen Türkiye’de yapıldığı gibi.
Önce köy enstitülerini kapattılar.
Niye, çünkü eğitimli köy çocuğu birinci sınıf demokrasi demek.
Soracak, sorgulayacak hakkını bizzat kendisi arayacak. Ağa’ya bey’e muhtaç ve bağımlı olmayacak.
Bununla da yetinmediler, köyden öğretmeni çıkartmak için, taşımalı eğitime geçtiler.
Akşam köy kahvesinin tek egemeni, akil adamı “imam” kalsın diye.
Kentlinin eğitimi düzgün müydü?
Ne gezer.
Daha ilk okul sıralarından itibaren çocukları yarış atı gibi, sınav sınav dolaştırdık.
Çocuk sorgulayamıyormuş, düşünemiyormuş, onlar hiç önemli değil. Zaten düşünen sorgulayan insan, zararlı, kötü düşüncelere kapılabilir.
Ya yüksek tahsil, o da ilk ve orta öğretimin aynası. Alta ne veriyorsan yukarı da onun devamını yapıyorsun.
Genç en basit muhakemeyi yapamıyor. Ama aşağıdaki şıklardan hangisi doğru diye sorarsan, onu anında cevaplıyor.
Genel kültür, yok canım ona ne lüzum var.
Üniversiteye giriş sınavını kazanıyor ya, yeter de artar bile.
Üniversite eğitimi, yüksek lise haline gelmiş. Ne gam.
Bu anlattıklarımın hiçbirisi abartı değil, aynıyla vaki.
Evlenme programlarından vakit bulup arada bir nadir olarak yayınlan “bilgi” ölçen yarışma programlarına, ya da eline mikrofon alıp sokağa çıkan muhabirlerin sordukları sorulara aldıkları cevaplara bakarsanız, durumun vahimden de öte olduğunu görürsünüz.
Örneğin, sokak röportajında üniversite öğrencisine sorulan “İsmet Paşa asker kaçağıymış ne diyorsunuz” sorusuna verilen cevap, “Çok ayıp etmiş, siyasetçi askerden kaçar mı, kaçmamAsı lazım.”
Daha birkaç ay evvel sorulan bir başka soru, “Geçenlerde İsmet Paşa partisinden istifa etmiş”  cevap “Duymadım ama üzüldüm”
Bu örnekleri gençliğin muhkeme yeteneğinin ne hale getirildiğini göstermek için yazdım.
Elbette, sayıları az da olsa bunun tam zıttı bir gençlik de var.
Ama geneli maalesef eğitim sisteminin yarattığı, düşünmeyen sorgulamayan bir gençlik.
Eğer düşünebilseydi, sorgulayabilseydi, bugün yaşadıklarımız yaşar mıydık?
İstenen  bu idi, başarılı oldular.
Düşünmediği, sorgulamadığı gibi, tüketim ekonomisinin gereği tek tanrısı para olan bir kuşak yarattık.
Bir kişiyi tarif ederken, iyi adam, kültürlü adam dan ziyade, şu kadar milyon dolarlık adam dendiğini duyarsınız.
Bir toplum düşünebiliyor musunuz, namuslu, dürüst insan olmak bir üstün vasıf haline gelmiş.
Eğer böyle bir insan var da çevremizde, bunu tanıtmak istersek, ağzımızı doldura doldura “Çok namuslu” adam deriz.
Ama bunda gençliğin kusuru yok, hafızanızı biraz zorlayın, 12 Eylül döneminde bir gazete reklam yapıyordu, dan dan davul çaldırıp “Köşeyi dön” diye, mühim olan köşeyi dönmek, nasıl döndüğün, dünde bugünde  kimsenin umurunda değil.
Bir ülkede evlilik programları, beğenirlilik rekorları kırıyorsa, bu muhteşem eğitim düzenimizin sonucudur.
Ülkedeki gazete tirajları ile kitap satış rakamlarına bakın ne hallere geldik.
Nüfusu yetmiş milyonu aşmış bir ülkede toplam gazete okuru sayısı, bir gazeteyi dört kişinin okuduğu hesabıyla on milyon civarında ise, en çok satan kitap, bir milyon sattığı zaman haber değeri oluyorsa, sözün bittiği yerdeyiz.
Dört, beş büyük ilin dışında çok az ilde ilçede, kitapçı kaldı biliyor muyuz, eskiden var olanlarda, tümden kırtasiyeci oldular.
Bütün bu noktaya gelmemiz, istendi ve bunda da başarılı oldular.
Bunda başarılı olamasalardı, siyaset kurumu bu kadar yozlaşır mıydı.
Elinizi vicdanıza koyun, böyle bir toplum yaratılmasaydı, Tayyip Erdoğan veya benzerleri, bu ülkede bu makamlara gelebilirler miydi?
Elbette gelemezlerdi?
O zaman, önce eğitimi bilinçli olarak çökerttiklerini görüp anlayıp bu ülkede eğitim reformu yapıp, düşünen, sorgulayan ve tartışan yurttaşlar yaratmak zorundayız.
Bunun için önce çocuklarımızı, yani geleceğimizi şekillendiren öğretmeni en iyi şekilde eğiteceğiz.

   




9 Kasım 2015 Pazartesi

BU KORKU MU NEFRET Mİ?


Son yıllarda bazılarında, özellikle de 1 Kasım seçimlerindeki büyük hezimetten sonra, Cumhuriyet Halk Partisi köklerine dönecek diye büyük bir korku başladı.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin özüne dönmesi demek,bugün inkar edilen devrimci, halkçı ve laik niteliklerine geri dönmesi demektir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin devrim anlayışı sürekliliği içerir, Bir dönem de gerçekleştirilen köklü değişiklik boyutuyla sınırlı kalamaz.Bu ilericiliğinin gereğidir.
Bunu anlayabilmek için 1961 Anayasasının hazırlanmasında, eğer çağdaş uygarlığa hakim olmuş görüşler egemen olmuşsa, bunda  Cumhuriyet Halk Partisi’nin 12 Ocak 1959 daki 14. Kurultayında kararlaştırdığı ilk hedefler bildirgesinin büyük katkısı olmuştur.
Cumhuriyet Halk Partisi etnik kördür. Ama etnik kör olmak demek bölücüleri CİA ajanlarını kucaklamak değildir.
Cumhuriyet Halk Partisi Kürt kökenli vatan evlatlarını, bazılarının söylediği gibi dışlamaz; tam aksine onları ağaların, şeyhlerin, derebeylerin kulları olmaktan kurtarıp, birey olabilmeleri için çaba sarf eder.
O bölgeyle ilgili Cumhuriyet Halk Partisi eleştirilecekse, planlayıp da gerçekleştiremediği toprak reformu nedeniyle eleştirilebilinir.
Eğer zamanında, yani 1930’larda o toprak reformu gerçekleştirilebilseydi, Türkiye bugün birinci sınıf bir demokrasiye sahip olurdu.
Cumhuriyet Halk Partisi  geçmişinde merkez sağdan bir çok siyaset adamına kapılarını açmıştır. Ama onlar kendi düşüncelerini partiye taşımadılar, bu partinin değerlerini benimseyerek geldiler.
Hürriyet Partisinden ayrılanların Cumhuriyet Halk Partisine katılmaları bunun çarpıcı örneğidir.
Cumhuriyet Halk Partisi köklerine döndüğü zaman, Genel Başkanlar  ABD büyük elçileri ile otel köşelerinde  gizli saklı görüşmeler yapmazlar, açıkça görüşürler.
 “Bu ülkede neyin, nerde ve ne kadar ekileceğine biz karar veririz” diyerek haykırırlar.
Yani ülkenin ve partinin sorunlarını yabancılarla konuşmazlar. Onların bizim iç sorunumuz olduğunu bilirler.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin köklerine dönmesi demek; eğer soydaşlarını koruması, ulusla arası hukuktan kaynaklanan bir hak ise, bu hakkı Kıbrıs’ta olduğu gibi, kimsenin icazetini almadan, milli onurunu koruyarak “Barış Harekatı” yaparak gerçekleştirebilmesi demektir.
Cumhuriyet Halk Partisi haksız olarak suçlandığı  gibi İslami kesime hiç kapısını kapatmadı, sırtını dönmedi, tam aksine onlara kucak açtı. Mübadele ve ondaki temel mantık incelerse bu görülür.
Kast edilen, kurucu önderimize kefere diyen  haysiyet yoksunlarını benimsemek ise, onları Cumhuriyet Halk Partisi elbette bağrına basmayacaktır.
Elbette kutsal din duygularını  siyaset ticaret eksenine oturtanları bağrına basmayacaktır, onlara hep sırtını dönecektir.
Cumhuriyet Halk Partisi, “Din layık olduğu yere, insanların vicdanına bırakılmıştır” özlü sözün arkasındadır.
Bu partinin kurucuları kendi ceplerinden Camii yaptırmışlardır. Ama bizim anlayışımızda dini kutsal yerine, inanların vicdanına  bıraktığımız için onu sömürmediler, bunun da reklamını yapmadılar.
Bu partinin tarihinde aydın  din adamlarının  Başbakanlık ve  Bakanlık koltuğunda oturtulması vardır.
İzmir ve Onuncu yıl  Marşlarına duyulan antipatiyi de anlamak mümkün değil.
Biri direnişin simgesi diğeri ise ilk on yılda yapılanların ve bir ulusun kendisine güveninin şiirsel anlatımı.
O güzelim İzmir Marşı’na olan bu nefret, güzel İzmir’in yobazlığa geçit vermemesini anımsattığı için mi? Yoksa doğrudan doğruya o gün emperyalizme, günümüzde de müstebite karşı direnişin sembolü olmasından mı?
Ya da adını bile duymak istemediğiniz, “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” denmesinden mi?
Bu duygunuz Atatürkçülerden korkunuzdan mı, yoksa nefretinizden mi?
Korkmamanız gerekir, Atatürkçüler egemen olduğu gün, bu ülkede hukuk egemen olacağı için her birey özgür olacaktır. O Cumhuriyet Halk Partisi, Hukuk Devrimin yapmış partidir.
Nefret, kişilerin duygusal bir yaklaşımıdır, ona başkalarının yapabileceği bir şey yoktur, ama bir şeyi unutmamak gerekirki, kin ve nefret, insan yüreği için yüktür.









6 Kasım 2015 Cuma

YENİ ANAYASA


Yapılan açıklamalara bakılırsa ülkenin tek sorunu Anayasa.
AKP sözcüleri her gün medyada, askerlerin yaptığı anayasayı değiştirelim sivil, milli bir anayasaya yapalım diyorlar.
CHP başkanlık sistemi hariç yeni bir anayasa yapmaya hazırım diyor.
HDP, ver anayasal vatandaşlığı dolayısıyla özerkliği, al başkanlığı anlayışında.
Anayasa bir devletin temel yapısını, kuruluşunu, iktidarın devrini ve devlet iktidarı karşısında bireylerin özgürlüklerini düzenleyen belgedir.
Bu tarif karşısında, AKP ve HDP sözcülerinin açıklamalarına, bugüne kadar ki tutum ve davranışlarına bakılırsa  hedeflerinin devletin temel yapısıyla, kuruluşu ile oynamak olduğu açıkça görülmektedir.
AKP sözcüleri, askerlerin dayattığı bir anayasa yerine, sivil ve milli bir anayasa istediklerini söylemektedirler.
1982 Anayasası, doğrudur ilk yapılışı 12 Eylül Askeri rejimi dönemindedir. Bir anlamda askerlerin yaptığı anayasa olarak nitelenebilinir, ama bu anayasa, hani o ağızlarından hiç düşürmedikleri “milli iradenin”  yüzde doksan iki oyla kabul ettiği anayasadır.
Büyük bir ihtimalle bugün AKP oy veren ve o tarihte seçme hakkına sahip vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu, bu anayasaya da kabul oyu vermişlerdir.
Halk oyu ile kabul edilmiş bu Anayasa tam bir milli anayasadır.
Bu anayasa şimdiki haliyle de sivil bir anayasadır. Bu Anayasa günümüze kadar milletin oylarıyla seçilmiş Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından  on sekiz kez değişikliğe uğramış ve bazı maddeleri de mükerrer olmakla üzere yüz on sekiz maddesi değiştirilmiştir.
Bu nedenle Anayasa artık askerlerin yaptığı anayasa olmaktan çıkmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şekil verdiği bir anayasa haline gelmiştir.
Dünya’da milli olmayan anayasalara Almanya ve Japonya Anayasaları  örnek gösterilebilinir.
Bu iki ülkenin anayasaları, galip devletlerin asker hukukçuları tarafından hazırlanıp, bu ülkelere empoze edilmişlerdir. Bunlara da o nedenle “Empoze Anayasalar” olarak adlandırılırlar.
Ama bugün o devletler de bile artık bu anayasaların milliliği ya da gayri milliliği tartışılmamaktadırlar.
Bir anayasayı kimin yaptığı değil, nasıl uygulandığı önemlidir.
AKP sözcülerinin dillendirdiği, arzu ettiği “millilik” tek adam rejimidir. Çünkü verdikleri örnekler Selçuklulardan başlayıp Osmanlılara kadar gitmektedir.
Yani arzu edilen padişahlık benzeri tek adam rejimidir.
AKP, CHP ve HDP’nin vatandaşlık tarifinin değiştirilerek, Anayasal vatandaşlığın getirilmesi konusunda uzlaşmış oldukları anlaşılmaktadır.
Anayasal vatandaşlık kavramı, etnik kimliklere, yani bölünmeye hukuki zemin hazırlamakla eş anlamlıdır.
Bunu kabul etmek ülkenin bölünmesine giden yolun önünü açmaktır. Sevr anlaşmasının 62 ve 64. Maddelerindeki yerel özerkliktir. Bunu bir adım sonrası da bağımsızlıktır.
AKP ve Tayyip Erdoğan için Başkanlığa giden yolda anayasal vatandaşlık sorun olarak görünmemektedir. Son zamanlarda, tek vatan, tek bayrak demelerine rağmen, bir taraftan da bölünmenin yolunu açan “Anayasal Vatandaşlıktan ” söz etmektedirler.
Bizim Anayasamızın 66. Maddesindeki “Türk” kelimesi bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içersinde yaşayan; dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasal düşüncesi, felsefi inancı, dini mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları ve herkesi kucaklayan milletin ortak adıdır.
Bundan daha eşitlikçi, yansız, dile, ırka, renge, cinsiyete, siyasal düşünceye, felsefi inanca, din ve mezhebe kör ve çağdaş bir anlayış olabilir mi?
Bu nedenle, ülkenin bölünmesine karşı olan tüm vatandaşlarımızın bu konuda  uyanık olmaları gerekmektedir.
AKP, HDP ile, ver Başkanlığı al Anayasal vatandaşlığı ve özerkliği diyerek uzlaşabilir. Buna başka partilerde de mevzilenmiş bölücüler de destek verebilirler, bu nedenle, bu ülkenin tüm aydınları, vatanseverleri bu konuda çok hassas  olmalıdırlar.
Oynan oyun temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi kisvesi altında tek adam rejimi ile ülkeyi bölerek, Sevr’i hayata geçirme operasyonudur. BOP da günümüzde bunun ete kemiğe bürünmüş halidir.


   






      


2 Kasım 2015 Pazartesi

ESKİ GENEL BAŞKANLAR ONURLARI İLE YAŞARLAR.


1 Kasım seçiminin tek kazananı vardır; O da siyasal rüştünü ispat eden Ahmet Davutoğlu’dur. Dolayısıyla da genel başkanı olduğu AKP’dir.
Seçimin kaybedenleri ise, ister Mecliste temsil edilsinler ister edilmesinler tüm muhalefet partileridir.
Hiçbir muhalefet partisinin, bu seçimden başarıyla çıktığını söyleme hakkı yoktur.
Muhalefet partisi sözcülerinin açıklamalarına bakılırsa, hepsi ağız birliği etmişçesine, seçim sürecinin olağanüstü şartlar altında geçtiğini söylüyorlar.
Olağanüstü dönemdeki sıkıntıların bedelini,  halka umut ve heyecan veren bir muhalefet partisi varsa,  daima iktidar partileri öderler.
Muhalefet partilerinin tek doğru söylediği şey olağanüstü şartlarda bir seçime gidilmiş olduğudur.
7 Haziran  1 Kasım dönemi arasında muhalefet partileri, halkın nabzını tutup, halkın en büyük sorunun ne olduğunu anlayamamışlardır.
Ana muhalefet partisi maalesef kendisi olmaktan uzaklaşmış, , terör örgütünün siyasal uzantısı olan ve bu nedenle de  terörle arasına mesafe koymamış olan HDP’nin peşine takılmış, o ne söylerse ona destek verir hale gelmiştir.
Sadece bunu yapmakla da kalmamış, bu ülkenin ordusuna, aydınlarına kumpaslar kurup, onların zindanlarda sürünmesini sağlayan Fettullah Gülen Cemaatiyle iş tutar hale gelmiştir.
Partinin genel başkanı da 1 Kasım gecesi seçim hezimeti  üzerine basın mensuplarının önüne çıkıp, “seçim çalışmalarımız sırasında adaylarımıza en ufak bir olumsuz tepki gelmemiştir” diyebilmiştir. Bunu da başarıları olarak göstermiş ve partililerin aklıyla alay edercesine, “Oylarımızı ve milletvekili sayımızı az da olsa arttırdık” diyebilmiştir.
On dört yıldır yıpranmış, tükenmiş AKP karşısında, elde edilen oy ve milletvekili sayısındaki çok küçük artışın kendi başarısından ötürü değil, seçime iştirak eden seçmen sayısının artışı ve meclisteki diğer iki partinin hatırı sayılır oy kayıplarının, doğal sonucu olduğunu dahi algılayamamıştır.
Halbuki Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı, 2004 yerel seçimlerindeki çok küçük oy kaybını gerekçe gösterip, o tarihte bir grup milletvekili ile birlikte seçimli olağanüstü kurultay istediğini unutmuş görünmektedir.
Bir ana muhalefet partisi için seçim başarısı ya tek başına iktidar olmaktır, ya da en azından seçimlerden birinci, parti olarak çıkarak koalisyonun büyük ortağı olmaktır.
Kendisi de seçimlerden evvel çıktığı televizyon programlarında başarının tek kıstasının “İktidar olmak” olduğunu söylüyordu.
Şimdi ne değişti de, bu başarı ölçütü terk edilerek, % 0.7 lik bir oy artışını başarı olarak gösterebilmektedir.
1 Kasım seçim sonuçları göstermiştir ki 7 Haziran’da HDP’ye giden CHP oyları ihmal edilebilecek kadar çok küçük oranlardadır.
Bu yönetim anlayışı ile CHP geleneksel tabanından kayıplar vermeye başlamıştır. MHP seçmenin kentlisi de bu seçim de CHP’ye oy vermiştir. HDP’ye gittiği iddia edilen oylardan da geriye dönüş olduğu kabul edilirse o zaman geleneksel CHP tabanı kendi partisine oy vermemiş olmaktadır.
CHP bunun sebeplerini iyice incelemelidir. CHP tabanı CHP’de genel başkanın değişim diye nitelediği, aslında açıkça terör örgütünün siyasal uzantısı  partinin peşine takınılmasından rahatsızdır.
  Ana akım medya, Tayyip Erdoğan’dan duyduğu rahatsızlık nedeniyle CHP Genel Başkanına bugüne kadar hiçbir siyasetçiye göstermediği toleransı göstermiştir.
O kadar göstermişlerdir ki; bir televizyon konuşması sırasında üç dakika arayla sarf ettiği çelişkili söylemlerini, gaflarını, konulara hakim olamamasını  görmezden gelmişlerdir.
Çevresinde ki yolsuzluk söylemlerine gözlerini ve kulaklarını kapayarak görmezden ve duymazdan gelmişlerdir.
Basın desteğine ve siyasal atmosferin bu kadar elverişli olmasına  rağmen başarısız olan Kılıçdaroğlu’nun gecikmeden istifa edip, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve Türk demokrasisinin önünü açması gerekmektedir.
Bunun örnekleri demokrasinin yerleştiği ülkelerde çoktur. Daha çok yeniler de İngiltere de, oylarını arttıran ama iktidar ya da iktidar ortağı olamayan üç partini genel başkanları istifa etmiştir.

Başarısız olanın istifa etmesi erdemli bir davranıştır.Bu erdemi gösterip istifa eden genel başkanlar, toplumdaki saygınlıklarını korurlar ve   onurları ile yaşarlar.