16 Temmuz 2014 Çarşamba

AHLAK


Bütün dinler ahlak temelinin üstüne oturur. Hiçbir din yoktur ki ahlaksızlık öğütlesin. Bütün dinler inananlarına AHLAKLI olun derler.
Yalan söylemek bir ahlaki sorun olduğu için bütün dinler yalan söylemeyi de en büyük günah sayarlar.
Bu nedenledir ki, her ebeveyn çocuklarına dürüst bir insan olmayı ve bunun doğal sonucu olarak da yalan söylememeyi öğütler.
Zaman zaman çocuksu yalanlar ortaya çıktığında da, ailenin sosyal ve kültürel yapısına uygun ceza uygulanır.
Toplum önderleri, toplumun takip ettiği, ona benzemeye çalıştığı insanlardır.
Siyasetçiler toplum önderleridirler, en azından bir kısım halk için böyledirler, o nedenle onların söz ve davranışları çok önemlidir.
Bu nedenle siyasetçi dürüst olmak zorundadır. Yalan söylemeyi, gerçeklerin çarpıtılması olarak görmek zorunda olduklarından, aldatıcı tavırlar içine girmemelidirler.
Ancak günümüze gelindiğinde, yalan söylemek ve özellikle yaşını başını almış siyasetçiler açısından her dakika başvurulan bir tarz haline geldi.
İşin acı tarafı bu yalana başvurmanın toplumu ayrıştıracağını, topluma çok büyük zararlar vereceğini bilmelerine rağmen bunu yapmaktadırlar.
Sırf birilerine hoş görünmek, toplumun belli kesimine sempatik görünmek için yalan söylüyorlar.
Düşünebiliyor musunuz, bu ülkenin en yetkili kişisi, doğmamış çocuğunun kendisine mektup yazarak duyduğu özlemi dile getirdiğini söyleyebilmektedir.
Bu ve bunun gibi Türk siyasetinde etkin konumdaki kişiler, toplumda büyük düşmanlıklar, büyük ayrışmalar yaratacak konularda yalan söyleyebilmektedirler.
Aynı şahısların, aynı konuda taban tabana zıt bir biriyle çelişen açıklamalarını artık kanıksadık.
O kadar kanıksadık ki, “Ey efendi sen üç gün evvel böyle söylemiştin, şimdi böyle söylüyorsun, bu söylediklerinden hangisi doğru” demeyi bile düşünmüyoruz.
Bu çelişkiler o kadar sıradanlaştı ki, gazeteler açısından haber değeri bile kalmadı.
Hem de Abdullah Gül’ün önüne gelen her yasayı onaylamamsının haber değeri olduğu bir ortamda.
Bunun en sık yaşandığı alan ise Cumhuriyete ve onun kurucularına duyulan, kin ve düşmanlık nedeniyle yapılan yalan saldırılardır.
Bunu bir kısmı Cumhuriyet ve laiklik düşmanı olmaktan diğerleri ise  etnik köken ve bölgecilik nedenleriyle yaparlar.
Sanki birbirlerine rakipmiş gibi davranırlarken, bilerek veya bilmeyerek aynı kişi ve kurumlara değişik gerekçelerle ama aynı sonucu almaya yönelik tamamı yalan beyanlarla saldırırlar.
Ne Atatürk’ün, ne de İsmet Paşa’nın diktatörlüğü kalır.
Ama geriye döner bakarsınız, bu iki insanın ne milletvekillerine boş kağıt imzalattıklarını görürsünüz ve ne de onların milletvekillerinin ülkeyi ve partiyi ilgilendiren konuları, o zaman tv olmadığından, radyodan öğrendiklerinin, tek örneğini gösteremezsiniz.
Biri kalkar hiç yüzü kızarmadan  CHP ne yaptı der.
CHP ne mi yaptı.
Devlet kuruluyor, Osmanlı’dan kalan borçlar ödeniyor, bu arada dış borç alınmıyor, dünya büyük ekonomik krizini yaşıyor, bir de üstüne ikinci Dünya savaşı çıkıyor.
Bu arada ne mi yapılıyor.
1923-1949 arasında, devletin tek değerini de şimdi yapıldığı gibi satmadan, ülkeyi gırtlağına kadar borca sokmadan, yapılanları sadece isimlerini yazdığım zaman, dokuz adet A-4 sayfası oluyor.
Devletin bütün arşivleri elinde olan bir insan bu yalanı söylüyorsa, bir sorunu var demektir.
Anladın mı O CHP’nin ne yaptığını?
“Değiştik biz O CHP” değiliz” diyenler.
O dönemde,” benim dediğimi tıpış tıpış yapacaksınız” diyen lider hiç olmadı, ki onların arkasında büyük askeri ve siyasi başarılar vardı.
Dürüst bir insan sırf o döneme,  İsmet Paşaya çamur atmak için “Sebahattin Ali’yi CHP öldürttü” demez.
İki sayfa kitap okursa gerçeği öğrenir, eğer gerçeği bile bile bunu söylüyorsa bundan sonra da birisine hiçbir şey söyleyemez.
Nazım Hikmet CHP zamanında yurt dışına kaçtı demez.


13 Temmuz 2014 Pazar

ORTADOĞU’NUN ASLANI TAYYİP


Ortadoğu kan gölüne döndü. Haritalar söylendiği gibi değişiyor. Ortadoğu’nun ve Balkanların en büyük lideri Tayyip Erdoğan bütün bu olup bitenleri eli böğründe seyrediyor.
Kendisini hakikaten Ortadoğu ve İslam aleminin lideri zanneden Tayyip Bey, aslında kendisinin hiçbir gücü olmadığının, yaptıklarının da büyük abisinin istekleri ile sınırlı  olduğunun bile farkında değil.
Zannediyor ki; Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, kendisi ve can kuşu Abdullah Gül istedi diye İslam Konferansı Teşkilatı’na Genel Sekreter seçtiler.
ABD istemeyecekti de Ekmeleddin İhsanoğlu o koltuğa oturacaktı öğlemi, çok safsın ve dünyayı hiç tanımıyorsun.
Sana ne kadar oynama izni verirlerse o kadar oynarsın.
Hani Esad’ın on beş günlük ömrü kalmıştı, hani Cuma namazını Şam’da kılacaktın.
“Otur oturduğun yerde” dediler. Kımıldayamadın.
Sana sadece terör örgütlerine destek ver dediler, sen terör örgütlerine,Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atarak, hem de Suriye’nin bölünmesine neden olacak şekilde, maddi manevi yardımda bulundun.
Bak Irak da aynen Suriye gibi paramparça oldu sesini bile çıkartamıyorsun.
Senin vatandaşlarını, hem de “elçiye zeval olmaz” denen diplomatlarını kaçırdılar, buradan yalvarıyorsun “Eğer Müslüman san o insanlara eziyet etme” diye.
Bunun Müslümanlıkla ne alakası var, bu bir insanlık sorunu. Onların içinde bebekler var, kadınlar var.
Sen devlet olarak nerdesin.
Aslında hem Irak da hem de Suriye’deki gelişmeler sana BM kararı gereğince müdahale hakkı verdi.
Hadi kullansana bu hakkını, kullanamazsın.
Senin vatandaşların uluslararası sularda, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde öldürüldü, ona bile ses çıkartamadın.
Senin uçağın uluslararası hukuka uygun şekilde uçarken, radyo frekansıyla düşürüldü sessini çıkarabildin  mi?
Açıklasana o uçağı kimin, hangi yöntemle düşürdüğünü.
Filistinliler için buradan bağırırsın ama hiçbir şey yapamazsın. Çünkü Amerika senin bir şey yapmana  izin vermez.
Seni kimse ciddiye almaz. Olaylara objektif bakamıyorsun.
Elbette çocukların, kadınların ve de genel olarak sivillerin Gazze de öldürülmesi kabul edilemez; kabul edilemez ama kadınların, çocukların ve sivil halkın “canlı kalkan” olarak kullanılması da kabul edilemez.
Bunların hepsi insanlık suçudur.
Bunların ikisini de telin edersen belki bir saygınlığın olur.
Ama bu arada yalvar yakar olduğun İŞİD, soydaşlarımız Türkmenleri öldürür, insanların yaşamına müdahale eder, onları görmezden gelirsin.
Yalan yanlış, sırf siyasi istismar konusu yapmak için CHP Camileri kapattı ahır yaptı diye konuşursun, burnun ucunda İstanbul’da Camiye saldırı oldu, failleri kim, bulup açıklasana sen Başbakan değimlisin.
Sakın bunu,Irak’taki diplomatlarımıza “Size bir şey yapmazlar” dediğiniz İŞİD’ciler yapmış olmasın. 
Devlet adamları önce kendi ülkelerinin menfaatlerini korur, müttefikleri varsa onlarla ülkesinin menfaatlerini uyumlu hale getirir.
Bak o beğenmediğin İsrail ulusal çıkarları gerekiyorsa, en büyük müttefiki ABD ile bile ters düşebiliyor.Örneğin İran konusunda olduğu gibi.
Tabii onun için önce devlet adamı olmak gerekir. Dünyayı ve gelişen olayları değerlendirip ona göre politikalar üretmek gerekir.
Irak’la aramızdaki hududun çizildiği Ankara Antlaşması’nın dayanağı olan bir rapor olması lazım, onu senin diplomat zannettiklerine değil, hani o monşerler diyerek küçümsediğin ciddi diplomatlar var ya, onlara bir okut da sana bir anlatsınlar.
Bir devletin ikili antlaşmalardan veya uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kullanabilmesi için şahsiyet sahibi bir iktidara sahip olması gerekir.
Cuma günü İsrail’e seslenmiş, “Biz seninle nasıl normalleşiriz, normalleşemeyiz” diye.
İsrail hakikaten çok üzülmüştür, korkmuştur bu babalanmalarından.
Senin sayende bağımsız Kürt devleti kuruluyor, artık bu coğrafyada sağlam bir müttefiki var, sana bir ihtiyacı kalmadı ki, dünya da kimsenin ciddiye almadığı, gücü kendinden menkul Ortadoğu’nun aslanı Tayyip.
   


   

9 Temmuz 2014 Çarşamba

BİLMEDEN ATIYORSUN GERÇEKLERİ ÇARPITIYORSUN


Çok şanslısın Tayyip Bey, zira Aziz Nesin erken öldü. Şimdilerde yaşasaydı, senin 11 yıllık başbakanlık döneminde, sayende yaşamı boyunca yazdığı eserlerin üç katını yazardı.
Senin aksine Aziz Nesin de şanssızdı, senin gibi bir madeni göremeden öldü.
Düşünüyorum da,  hem senin cehaletinle, hem de o gerçekleri çarpıtma yeteneğinle çok eğlenirdi.
Dünya da senin kadar bilgisiz bir siyaset adamı acaba dünya üzerine gelmiş midir?
Hiç zannetmiyorum.
Cumhurbaşkanı adayı olduğuna göre Başbakanlıktan istifa et diyorlar, bilmediğin bir konuda ahkâm kesiyorsun ve dönüp, Obama, Merkel istifa mı ettiler diyorsun.
Gene elmalarla armutları topluyorsun. Bilmediğin konuda bir profesör edasıyla fikir beyan ediyorsun, bilgiçlik taslıyorsun. 
Ben görmedim ama, bu saçma sapan örnekleri verirken, gene öğrencisinin yanlışını yakalamış ama bunu görmezden gelen öğretmen edasıyla, kafanı da muhakkak saat sarkacı gibi iki yana sallamışsındır.
Tayyip bey, MERKEL BAŞBAKAN, bugüne kadar kimse başbakanlar milletvekili genel seçimine girerken istifa etmelidirler dedi mi?
Hiç kimsenin aklına bile gelmemiştir.
Ama şansölye Merkel Almanya Cumhurbaşkanlığına aday olursa elbette istifa eder.
Alman yasalarına göre böyle bir zorunluluk var mı yok mu bilemem?
Yoksa bile siyasi ahlak olarak muhakkak istifa eder, etmezse  Alman halkı onu istifaya zorlar.
Obama Amerika’ da geçerli olan Başkanlık sisteminde yürütmenin başı, aynen senin bugün Türkiye’de hükümetin  başı olduğun gibi.
Sen nasıl Milletvekili Genel Seçimlerine girerken istifa etmek zorunda değilsen, Obama da Başkanlık Seçimine girerken istifa etmek zorunda değil.
Sen oradaki Başkanlık ile buradaki Cumhurbaşkanlığını aynı şey zannediyorsun.
Sen, yerel seçimlerde belediye başkan adayı olan Bakanları, “Bakanlık  görevlerine devam etmelerinin  etik  olmayacağı” gerekçesiyle istifa ettirmiştin.
Ayrıca senin istifanın etikle falan da bir alakası yok, sen bir kamu görevlisisin.İSTİFA ETMEK ZORUNDASIN.
Vali, hakim, kaymakam hatta il,iİlçe Başkanı  istifa edecek ama Başbakan olarak  “İstifa  etmem için yasal bir zorunluluk yok diyeceksin”
Hadi bu hukuki konulara aklın ermiyor. Ama millete saygı göster onlarla alay etme.
O insanları suiistimal ediyorsun onların, hulus ve saffetinden istifade ediyorsun.

“ Benim milletim, ağzımdan din, kitap laflarını düşürmediğim için bana inanır” diyorsun.
Seni dinlerken, bu ülkenin Başbakanı mı konuşuyor, yoksa birisi Cuma hutbesi mi okuyor anlamak mümkün değil.
Tabii bu konuda yalnız değilsin. Bazen sizleri dinlerken İran İslam Cumhuriyeti Meclisinde bu kadar çok dine atıf yapıyorlar mı  diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Hele hele o gerçekleri çarpıtma yeteneğin yok mu.
Üstüne üstat tanımam.
İnan sen bir numarasın.
11 Kasım 1938 de, askerlerin meclisi sardığını ve İsmet Paşa’nın zorla Cumhurbaşkanı seçtirildiğini bile söyledin.
Bilgisizliğin, cehaletin elbette tartışılmaz.
Ama be birader, İsmet Paşa o tarihte Başbakan değil, Genelkurmay Başkanı da Mareşal Feyzi Çakmak, hangi güçle kuşatacak Meclisi.
Sen o dönem  Milletvekilini senin boş kağıda imza atan “tuzlukların mı”,ya da Cumhurbaşkanı adayını TV de benle beraber öğrenen milletvekilleri mi  zannettin?
  Bir tane belge göstersene, 11 kasım 1938 de meclisin askerler tarafından kuşatıldığına dair.
Devletin bütün arşivleri elinde, hadi durma göster.
Aman sakın Eskişehir Örfi İdare  Komutanlığına atfen okuduğun sahte belge gibi olmasın.
Gerçekleri böyle çarpıtarak sadece İsmet Paşa’nın aziz hatırasına saygısızlık etmiyorsun.
O Meclise saygısızlık ediyorsun, Türk Ordusuna, Mareşale hakaret ediyorsun.
CHP cami kapattı bile dedin. Bir tane belge gösterebildin mi?
Gösteremezsin.
Türkiye’ de en çok cami hangi dönemde yıkıldı biliyor musun?
Bilemezsin, okumak gibi bir alışkanlığın yok ki bilesin.
Yıkmaya, inşaata çok meraklısın bak bakalım İstanbul’un tarihine.
Bilmeden atıyorsun, gerçekleri çarpıtıyorsun, başını yastığa koyduğun zaman gerçekten iç huzuru ile uyuyabiliyor musun?


   





6 Temmuz 2014 Pazar

İNANDIĞIMI YAZABİLMEK ÖZGÜRLÜĞÜM


Yazdıklarımdan, söylediklerimden hoşlanmayan kişiler var. Bu çok da doğal bir şey.
Elbette bu kişilerden bazıları  eleştirilerini de iletiyorlar, bu da benim açımdan çok faydalı oluyor.
Ama bazıları var ki, eleştiri getiremedikleri gibi, “Aydınlıkta yazıyorsun”, Kılıçdaroğlu’nu kast ederek “Onu nasıl eleştirirsin” gibi  aslında ne kadar cahil ve yoz olduklarını ortaya koyan eleştiriler! yapıyorlar.
Aydınlık Gazetesi ve Ulusal Kanal’ın kurucuları İşçi Partili olabilir, bütün gazete ve Tv  patronlarının bir siyasi görüşü, desteklediği parti olabilir, önemli olan  patronunun gazeteciye müdahale edip etmediğidir.
Hemen şurada belirteyim ki; ben  profesyonel bir gazeteci değilim, sadece Aydınlık  Gazetesi’nde haftanın iki günü köşe yazısı yazan  bir hukukçu, bir siyasetçiyim.
Bugüne kadar gerek Aydınlık Gazetesi’nde yazdığım yazılarım ve gerekse  de Ulusal Kanal da katıldığım Tv programlarında  söylediklerim nedeniyle, ne Gazete ve ne de  Tv yönetimleri tarafından, bana  ima yoluyla bile olsa, her hangi bir telkinde bulunulmadı, böyle bir saygısızlık yapılmadı.
Bildiğim, tahmin ettiğim kadarı ile Aydınlık Gazetesi’nde yazı yazanlar arasında benim gibi CHP ile organik ve manevi bağı olan dostlarımız var.
Onların da hiç birinden yazdıkları, çizdikleri ve söyledikleri için, herhangi bir müdahaleyi bırakın, kendilerine telkinde bile bulunulduğunu duymadım.
Ben Aydınlık Gazetesi’nde ki bu  köşem de, ya da katıldığım Ulusal Kanal Tv programlarında özgürce dilediğimi söylüyorum.
Nitekim, daha çok yakın bir tarihte, Ulusal Kanal da katıldığım bir TV programında, 3 Temmuz’a çok kısa bir süre kala 20 milletvekili imzasıyla yeni bir aday çıkartılmasının yanlış olduğunu söyledim.
Benim bu söylemim, Ulusal Kanal’ın genel görüşüne aykırıydı, gerek programın modöreterü ve gerekse de benimle tam zıt görüşte olan  diğer katılımcı arkadaşım, sadece fikirlerini söylediler.
 Beni ve benim gibi düşünenlerin, kaç defa davet edildiğimiz Tv  programlarının son dakika da, basın emekçisi arkadaşlarımızın buldukları “zarif, beyaz yalanları ile iptal edildiğini” bizi, yazdığımız gazete veya programına çıktığımız TV kanalları konusunda  haksız şekilde eleştirenler biliyorlar mı?
Bana ve benim gibilere ambargo uygulayan bir TV yöneticisinin, bana diğer katılımcıların yanın da “ambargoyu biz de değil, (burada ismini vermeyeceğim) …… de arayın” dediğini biliyor musunuz?
Hoşlanmadığı kişilerin programını iptal ettiren, hoşlanmadığı haberleri, söylemleri engelleyen sadece Recep Tayyip Erdoğan değil, herkes bu engellemeleri kendi  iktidar alanı içinde, sözünün geçtiği yerde  yaptırıyor.
Ulusalcılara, ülkenin bütünlüğünden yana olanlara, gazete köşelerinde, TV kanalarında bölünmez yaptıkları programlarda en çirkin en haksız saldırılar olurken, bunlara cevap  verme hakkımızın bile kullandırılmadığını, bizi eleştirenler biliyorlar mı?
Bizi eleştirenlere bir öneri de bulunmak istiyorum.
 Onur Öymen’in “Bir Propaganda Silahı olarak Basın” adlı eserini bir okusunlar.
Bunu okudukları zaman, Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen iç ve dış mihrakların basını nasıl kullandıklarını, liderlerin halkın gerçekleri öğrenmesini engellemek için neler yaptıklarını anlayacaklardır.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra şunu belirtmek istiyorum, ÖNEMLİ OLAN BENİM NEREDE SÖYLEDİĞİM DEĞİL, NE SÖYLEDİĞİMDİR.
Bizleri eleştirmek okuyucunun, partili arkadaşımın en doğal hakkı, ama bunu fikirler üstünden yapın. Bizde sizlerden bir şeyler öğrenelim.
Ama ne olur, “Sen şuna karşısında, ondan eleştiriyorsun” ya da “Ne olursa olsun ama biz iktidar olalım” diye eleştirmeyin.
Türkiye’nin bölünmesine şimdi olduğu gibi destek  verenlerden olursanız, hiç zannetmiyorum ama, oyunuz bile artabilir. Belki iktidar bile olursunuz, ama ortada parti de,  ülke de  kalır mı şüpheliyim.
Buradan, bu köşeden, bugüne kadar yazdıklarıma, söylediklerime hiç müdahale etmeyen, Aydınlık Gazetesi ve Ulusal Kanal Yöneticileri’ne huzurlarınız da teşekkürü bir borç biliyorum.

    






2 Temmuz 2014 Çarşamba

1930’LARIN CHP’Sİ


Birileri kin ve nefret duygusuyla “Bizi hala 1930’ların CHP’si gibi görmeyin. Dünya değişiyor, biz de değişiyoruz. Yeni şeyler söylüyoruz. Demokrasi ve özgürlüğü savunuyoruz.” diyorlar.
1930’ların dünyasına bir göz atarsanız, kuzeyimizde bir komünist dikta, Avrupa’da İtalya, Almanya, İspanya ve Portekiz’ de faşist diktatörlükler, Avrupa monarşilerinin çoğunda daha demokrasi tam anlamıyla yeşermemiş bile.
Ya Türkiye ne halde? Okur yazar oranı yüzde bir buçuklarda, bütün aydın gençlerini, Çanakkale’den başlayarak Kurtuluş Savaşında kaybetmiş bir toplumla, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden bir Cumhuriyet kurma ve yaşatma mücadelesi içinde.
Bugün olduğu gibi, o günün “Düvel-i Muazzama”sı, ilk olarak Musul Kerkük sorununda, sonra Hatay meselesinin gündemde olduğu günlerde dahili işbirlikçilerini kullanmayı, etnik ve dinci ayaklanmalar çıkartmayı  bir alışkanlık haline getirmişlerdi.
Bütün bu olumsuz şartlarda başarılanları görmezden gelip, “Biz hala otuzların CHP’si değiliz” diyebilenlerin, akıllarının alamayacağı devrimleri gerçekleştirmişlerdir  o tarihlerde.
Tevhidi Tedrisat Kanunu, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Hakkında Kanun, kadın erkek eşitliğinin sağlandığı çağdaş bir Medeni Kanunla beraber Türk Hukuk devrimi, uygar dünyanın kullandığı uluslararası takvimin ve Türk harflerinin  kullanılmaya başlanması ve bazı unvan ve lakapların kullanılmasının engellenmesi ve bazı çağdışı kisvelerin giyiminin yasaklanması.
Bu yasalar çağdaş bir toplum yaratmak için çıkarıldı.
Kadınlara seçme ve seçilme hakkı ne zaman verildi hiç düşündünüz mü?
 1930’lar Türkiye Cumhuriyeti’nde  kadınların siyasi haklarını kazanması için gerekli yasaların çıkarılmasını ifade eder. Kadınların siyasi hayatta seçme ve seçilme hakkını elde etmesi; toplumsal hayatta gerçekleşen Atatürk Devrimleri’ndendir
 1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile önce belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma ihtiyar meclislerine seçilme hakkı tanınan kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları, 5 Aralık 1934’de Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile tanındı.
Hiç düşündünüz mü?
O dönemde kaç kilometre demiryolu millileştirildi?
1928 den 1938’e kadar millileştirilen demiryolu 3387 kilometredir.  
O günün teknolojisiyle, borçlanmadan kaç kilometre demiryolu yapıldı.
2815 kilometre demiryolu yapıldı..
O faşistlikle suçladığınız, izlerini silmeye çalıştığınız Büyük Önder ve Silah arkadaşları, bugün dünyanın en önemli arkeoloji müzelerinden biri olan Anadolu Medeniyetleri Müzesini  1921 yılında,Ekim I936′da da Ankara Devlet Konservatuarını açtığını biliyor muydunuz?
Atatürk, Türk toplumunun tutuculuktan kurtulup, özgür düşünceye yönelmesinde bilim, kültür ve sanatın önemli olduğunu bildiği için bu konservatuarı açmıştı.
O dönem’de bu ülkenin hiçbir değerini satmadan, Anadolu boz kırındaki aç ve çıplak vücutlu insanların çabasıyla yapılan sanayi hamlesini hiç düşündünüz mü?
Kin ve nefret duygusuyla suçladığınız Atatürk bir ortaçağ toplumundan yola çıktı. Sınıf, cinsiyet, ırk, din ayırımı olmadan,  tüm yurttaşlar arasında “hukuksal eşitliği” hayata geçirmeyi başardı.
Yeni şeyler söylüyormuşlar.
Ne söylüyorsunuz? İçeriğini bilmediğiniz açılıma evet demek ilericilik mi?
Eğer ülkenin bölünmesi, 1930’ların CHP’sini beğenmeyenler için önemli değilse bizler  için çok önemli.
Hem bu partide görev alacaksın, hem de bu partinin tarihine dil uzatacaksın.
Bunu yapan bir parti var, Tayyip Erdoğan var, 
O zaman Tayyip beyin partisine gideceksin. O bunu sizlerin sayesinde zaten yapıyor.Sizler de ona katkıda bulunursunuz.
Biz din ve devlet işlerini ayırırız. Dini kutsal yerine,yani kişinin vicdanına bırakırız.
Kimseye yaranmak içinde bundan taviz vermeyiz Dini simgeleri, kutsal değerleri  istismar ederek siyaset yapıp  oy toplamaya çalışmayız.
“Nabza göre şerbet vermeyi” ilkesizlik kabul ederiz.
Eğer CHP’yi eleştirmek istiyorsan, Devrimci ve Halkçı niteliğimizden uzaklaştık de, en azından  tesadüfen de olsa doğru bir şey söylemiş olursun.