25 Şubat 2015 Çarşamba

AKP ANAYASAYI İHLAL EDİYOR


 ABD ile imzalanan bu “Eğit Donat” protokolü/anlaşmasının 2 Ekim 2014 tarihine TBMM onaylanan teskere kapsamında olduğu  kabul ediliyor ki, iktidar bu protokolün TBMM’de onaylanmasına ihtiyaç duymuyor.
O tezkere incelendiğinde “Suriye ve Irak’taki terörist örgütlere karşı ülkemizin güvenliğinin sağlanması amacıyla TSK’nın yabancı ülkelere gönderilmesine ve aynı amaçla, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verildiği görülecektir.
Ayrıca TSK, açılan kumpas davaları ile asimetrik psikolojik harekata maruz bırakılarak  yıpratılmasına rağmen, hiç kimsenin yardım ve desteği olmadan, gerek İŞİD’i  gerekse PKK ve PYD’yi rahatlıkla tepeleyip yok edebilecek imkân ve kabiliyete sahiptir.
“Eğit Donat” projesinde Türkiye’de sığınmacı olarak bulunan Suriyeliler arasından seçilecek “savaşçıların” eğitilmesi hususu vardır.
2 Ekim tezkeresinde böyle bir hüküm yoktur,zira  içeriği bilinmeyen bir sözleşmeye peşin peşin onay verilmesi de  söz konusu olamayacağı gibi bu hukuken de mümkün değildir.
Bu protokol Türkiye ile ABD arasında imzalanan yeni bir anlaşmadır. Bu nedenle TBMM’nin görev yetkilerinin sayıldığı Anayasanın 87. Maddesine göre, bu anlaşmanın onaylanmasının TBMM tarafından uygun bulunması gerekmektedir.
Nitekim, Anayasamızın “D.Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. Maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.” demektedir.
Bu protokol/anlaşma 2 Ekim 2014 günü Mecliste onaylanan tezkerenin izin verdiği bir durum değil, yeni bir anlaşma ve yeni bir durumdur, zira ABD’li bir grup askerin bu protokole dayanarak Türkiye gelmeleri ve ülkemizde bulunan Suriyeli sığınmacılar arasından seçilecek “savaşcıları” eğitmeleri söz konusudur.
Bu nedenle de TBMM’nin onayına ihtiyaç vardır.Bu protokolün Meclisin onayı olmadan uygulanması hukuken mümkün değildir, anayasayı ihlaldir.
Şu an için Suriye’den Türkiye’ye bir saldırı söz konusu değildir,bu nedenle Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını ileri sürmesi mümkün olmadığı gibi, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün de bu yönde almış olduğu bir kararı  yoktur.
Yani, Anayasanın 92. Maddesinde sözü edilen uluslararası hukukun meşru saydığı bir durum  söz konusu değildir.
AKP iktidarı sadece Anayasayı çiğnemekle kalmıyor , Eğit Donat projesinin arkasına sığınarak, Türkiye’yi bir savaş tehlikesiyle karşı karşıya bırakacak şekilde, yabancı bir devlete, yani Esad rejimine karşı rejim muhaliflerini eğitip donatma yani silahlandırma çabasına  girerek Türk Ceza kanunun 306. Maddesini de, ihlal etmektedir. Zira TBMM den ONAY almadığı için bu konuda yetkisi de yoktur.   
AKP iktidarı Suriye Politikası ile gırtlağa kadar pisliğin içine battığından ve bu politikaları iflas ettiğinden onlar kendilerini kurtarmak için her çareye baş vurabilirler.
İŞİD’e zamanında lojistik destek veren de bu iktidardır, Esad  yönetimini üç günde devirip, Şam’da Cuma namazı kılmak hayalleri ile yaşayan da.
Ama asıl hayret edilecek  durum muhalefetin, açıkça anayasaya aykırı bu konuda en ufak bir tepki vermemesidir.
Siyasi iktidar gaflet içinde kendi kısır çıkarlarını, ülkenin ulusal çıkarlarının önünde görebilir, ama muhalefet ulusal çıkarların bu kadar görmezden gelindiği, ayaklar altına alındığı, hukukun açıkça çiğnendiği  bir durumda bile sessiz kalıyorsa, acaba bunun altında ABD’yi kızdırmamak düşüncesi mi yatmaktadır?

Amerika’nın orta doğuya olan ilgisi  yerin altındaki zengin enerji kaynakları ve İsrail’in güvenliği ile sınırlıdır. Bağımsız Kürdistan kurulup İsrail ve bu enerji kaynakları ı güvence altına alındığı zaman,  bu ilgisi çok azalacak ve çekip gidecek, bölgeyi kaderiyle baş başa bırakıracaktır ama, biz Suriyelilerle sonsuz dek bu coğrafya da beraber yaşamak zorundayız. 

22 Şubat 2015 Pazar

EĞİT DONAT KEPAZELİĞİ


ABD, İŞİD’e karşı savaşacak, Suriye rejim muhaliflerini eğitmek ve donatmak  anlaşması yapmak için Türkiye, Ürdün, Suudi Arabistan ve Katar ile görüşmeler yapıyordu.
Ama bu protokolü ilk imzalayan Türkiye oldu. Türkiye’den  hemen sonra da Ürdün’ün imzalaması beklenirken, Suudi Arabistan ve Katar’ın bu amaç için tahsis edecekleri tesisleri hazırlamalarının uzun zaman alacağı düşünülüyor.
Yani Türkiye kendi iç hukukuna, uluslararası hukuka aykırı bir davranışla bu protokolü imzalayarak “Eğit Donat(silahlandır)” işinde öncü oldu.
ABD yetkililerini açıklamalarına göre üç yıl sürmesi planlanan bu program için Türkiye’ye gelecek Amerikalı personel ve bizim yetkililerimiz tarafından, Suriyeliler arasından seçilecek “Savaşçılar”, Amerikalı ve Türk uzmanlar tarafından, İŞİD’e karşı savaşmak kisvesi altında, gerçekte Beşir Esad’ı devirmek için eğitilecekler.
Türk basının ve muhalefetinin gözünden kaçan, ABD ile imzalanan bu protokol/anlaşmanın  2 Ekim 2014 günü TBMM de kabul edilen tezkere uyarınca imzalanmış olmasıdır.
Ama o tezkere ile, Suriye ve Irak’daki terörist örgütlere karşı ülkemizin güvenliğinin sağlanması amacıyla TSK’nin yabancı ülkelere gönderilmesine ve aynı amaçla, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de “bulunmasına” izin verilmiştir.
Ancak bu “Eğit Donat” protokolünün gerçek nedeni, uluslararası hukuka göre meşru olan ve Türkiye’nin harp halinde bulunmadığı bir devlete karşı ayaklanmış topluluklara, askeri eğitim verip, onları silahlandırdıktan sonra Suriye’deki rejimi devirmek için o ülkeye gönderme operasyonudur.
Bu “eğit donat” protokolü, ne Birleşmiş Milletlerin ve ne de NATO’nun kararıyla yapılan bir operasyondur.
Nitekim, aslında bir ABD projesi olan Patroit füzelerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi de, bir aldatmaca ile  NATO kararı gibi gösterilmiştir.
Bu nedenlerle Amerikalı Askerlerin “Eğit  Donat” protokolü çerçevesinde Türkiye’ye gelmesi  2 Ekim 2014 günü Mecliste kabul edilen tezkere kapsamında düşünülemez.
Bu nedenle ABD li askerlerin Türkiye’ye gelmeleri burada kalmaları  Anayasamızın 92. Maddesine aykırıdır.
Biran için bu protokolün 2 Ekim 2014 tarihli tezkereye uygun olduğunu kabul edelim. O tezkere bir yıllıktır, Amerikalı yetkililer bu protokol gereği yapılacak çalışmaların asgari üç yıl süreceğini açıkladıklarına göre, bir yıl için alınmış bir tezkereye dayanarak üç yıl sürecek bir protokol nasıl imzalana bilmiştir. 
Bu Suriyeli sığınmacıların arasından, İŞİD’ e karşı savaşmak kisvesi altında Suriye’de rejime karşı savaşacak “savaşçı” toplamak iç hukukumuz açısından TCK’nın “Yabancı Devlet Aleyhine asker toplamak” başlıklı 306. Maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
Türkiye, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, başka ülkelerdeki karışıklıklara doğrudan müdahil oluyor. Bu tabii AKP iktidarını daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın eski dostu, kardeşi, şimdiki can düşmanı  Beşir Esad’ı devirmek hayalinin bir sonucudur.
Türkiye yine Cumhuriyet tarihinde ilk kez, AKP iktidarı döneminde, komşu bir ülkenin rejimini devirmek için militan yetiştirip, o ülke içlerine gönderecektir.
Bu durum sonsuza dek yan yana yaşayacak bu iki millet arasında kalıcı bir düşmanlık yaratacaktır. Zira Arap Milliyetçiliği çok güçlü bir milliyetçilik anlayışı olup, bugün Suriye’ye karşı hasmane bir tutum içinde bulunan, hatta harp halinde bulunan diğer Arap ülkelerinin de, uzun vadede husumetini üzerimize çekecek ve Türkiye’nin aleyhine olacaktır.
Bu nedenledir ki Türkiye geleneksel milli dış politikası gereği, AKP iktidarına kadar, Araplar arası ihtilaflarda daima tarafsız kalmış ve onların içişlerine müdahale etmemiştir.
Türkiye kendi topraklarında, komşu bir ülke içinde çatışma çıkartmak için “savaşcı” eğitilmesini, silahlandırılmasını organize ederse, PKK terör örgütünün başka ülkelerden destek alması karşısında hiçbir şey söyleyemez.
Bu nedenle de “Eğit Donat” protokolü geleneksel “Yurtta  Sulh Cihanda Sulh” prensibimize  aykırı olmasının yanında, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına da aykırıdır.


     

18 Şubat 2015 Çarşamba

ALTI OK’A KUŞ KONDURMAK


Birkaç gün önce Sayın Kılıçdaroğlu DSP’ye bir çağrıda bulunarak,“DSP’nin bir parti olarak yoluna devam etmesini doğru bulmuyorum. Gelmeliler CHP’ye artık. Bizim altı okumuz var altında şöyle kırmızı bir boşluğumuz var. Gerekirse  güvercini de oraya yerleştiririz, amblemimizi de değiştiririz” demiş.
Bu söz çok yüzeysel  bir şekilde, bir başka partiyi CHP’ye davet etmenin çok ötesinde, geçmişle bazı bağları koparabilmek için yapılan bir propagandadır.
Uzun zamandan bu yana CHP’de Atatürk ile bağları kopartmak yolunda algı operasyonu yapılmaktadır.
Dikkat edilirse Atatürk doğrudan hedef alınmamakta ve fakat ima yoluyla gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.
Örneğin bir CHP Genel Başkan Yardımcı çıkıp “BEN DERSİMDE ÖLENLERDEN CHP ADINA  ÖZÜR DİLİYORUM” diyerek kendince Atatürk’ü mahkum etmeğe çalışıyor. Bu söylem Atatürk hakkında, onun adından hiç söz etmeden kuşku yaratmak çabasıdır. Toplumun nefretini Atatürk’ün üzerine toplamaya çalışmaktır.
Atatürk’e bu dolaylı saldırının yapıldığı günlerde, “Biz 1930 ların CHP’si değiliz”  denirken de aynı ruh hali dışa vurulmuştur.
Bütün bu söylemlerin amacı, devletin kurtarıcısı ve kurucusu Atatürk’ü dolaylı olarak yıpratmaya çalışmaktır.
Bu kafi gelmemiş ki, şimdide Cumhuriyet Halk Partisi bayrağını değiştirerek CHP’nin tarihi ile bağlarını  kopartmak istiyorlar.
Geçmişini inkar edenlerin, ülkemin Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları ile bağını koparmaya çalışanların buna güç yetmez.
Bu milyonlarca CHP’liyi yok kabul etmek mümkün değildir, onlar da Genel Başkanların her  sözünüzü koşulsuz kabul eden  köleler değillerdir.
Nitekim, partinize katılmaya çağırdığınız DSP’nin Kurucusu rahmetli Ecevit’in CHP’de milletvekili  iken, hem de İsmet Paşa gibi karizmatik bir tarihi kişiliğe söylediği “Biz kapıkulu değiliz, CHP’de kapıkulu yoktur" sözünü hatırlatmakta fayda var.
Amblemi değiştirmeye tek yetkili  organ Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kurultayıdır.
Hukuk devrimini yapan partinin yetkilileri, parti iç hukukunu çiğneyemezler/çiğnememelidirler.
Bir ara , geçmiş dönem de HADEP olan ve şimdinin siyaset sahnesinde  HDP adı altında yer alan bir siyasi örgütlenmenin simgesini partiye taşımaya çalıştılar ama tutmadı.
Nedir bu Cumhuriyet halk Partisinin geçmişine duyulan  kinin nedeni.
Bu Altı Ok Cumhuriyet Halk Partisi için çok önemlidir. Bunun Tüzüğünde yer almasının dışında bir de halen yürürlükte olan “Bayrak Talimatnamesi”  vardır. O nizamnamenin 2. Maddesinde “Alt Ok, fırkanın  altı ana vasfını temsil eder. Milleti yükseltmek için fırkanın ruhunda kaynayan hızın ve ileriliğin gösterilmesi fikri fırka işareti olarak okların kabul edilmesine esas olmuştur”  demektedir.
Bu Altı Ok Cumhuriyet Halk Partisi’nin ana vasfını temsil eder. En güzel şeklini de kurucusunun göğsünde almıştır. Bu nedenle de manevi değeri vardır.
Ne O kurucusunu ve ne de onun ilkelerini yok kabul etmek mümkün değildir.
Bu ilkelere sahip çıkmak tutuculuk değil, ilericiliktir. Zira o ilkeler top yekûn kalkınmayı,çağdaşlığı, devrimciliği simgeler, bugün parti yöneticilerini yardımıyla örselenmeye çalışılan, aslında Cumhuriyetin ve demokrasinin olmazsa olmazı, laikliği simgeler.
Bu partiye bir çok lider vasfını taşıyan, entelektüel derinliği olan Genel Başkanlar geldi, bunların hiç birisi bu amblemi değiştirmeyi düşünmediler, zira onların hiç birisinin Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihi ile bir sorunları yoktu.
Onlar bu ülkenin insanlarını etnik kökenlerine, mezheblerine bakmadan , eşit yurttaş gözüyle bakıp, kucakladılar.
Partinin tarihi, ruhu, gelenekleri gerçek, sağlam, dürüst bir bakışla görülmelidir.
Siyaset insanla yapılır, kimseye danışmadan, yetkili kişi ve kurumların görüşünü almadan yapılan düşünce açıklamaları siyasetçiyi sıkıntıya sokar.
Bugün bu yanlış açıklamaya, “acaba beni milletvekili yapar mı diye” sessiz kalanlar, yarın eğer milletvekili yapılmazlarsa her türlü saldırıyı yapacaklardır. Bugün ki sessizlikleri, “Altı Ok’a kuş kondurmayı” doğru buldukları için değil bu beklentileri nedeniyledir.


15 Şubat 2015 Pazar

7 HAZİRAN’DA MEŞRU BİR SEÇİM OLABİLİR Mİ?


Serbest ve eşit koşullarda gerçekleştirilmeyen bir seçim meşru kabul edilemeyeceği gibi, böyle bir seçim sonucu oluşacak parlamento ve onun içinden çıkacak yürütme  de meşru olamaz.
Anayasamıza göre, “….üzerine aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda  namusum ve şerefim  üzerine ant içerim” yemini eden bir Cumhurbaşkanı, bir siyasi parti genel başkanı edasıyla, halktan başkanlık sistemine geçebilmek için AKP’ye 400 milletvekili isteyebiliyorsa artık tarafsızlığını ve dolayısıyla da  meşruiyetini yitirmiştir.
Tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanlığı seçiminden 8-10 ay sonra, aklımızla alay edercesine,  30 kente teşekkür gezileri yapacağını açıklıyor.
Ne zaman yapacakmış bu “teşekkür gezilerini”, seçim öncesi, bahar aylarında.
Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, siyasi parti genel başkanı gibi yaptığı, bundan sonra da aynı şekilde yapacakları anayasayı ihlaldir.
Elbette anayasayı yapanlar tarafsız kalacağı konusunda “namus ve şeref”  üzerine yemin eden bir Cumhurbaşkanı’nın bunu ihlal edeceğini akıllarına bile getirmedikleri için, bunun yaptırımını anayasaya koymayı hiç düşünmemişler.
7 Haziran’da yapılacak, sözüm ona   serbest seçimlere katılacak muhalefet partileri, Recep Tayyip Erdoğan’ın yeminini çiğneyerek partizanca davrandığı, kamu olanaklarının iktidardan yana fütursuzca kullanıldığı bir ortamda sadece figüran rolü oynarlar.
Cumhurbaşkanı her ağzını açtığında, rakip bir siyasi parti genel başkanı gibi muhalefet partilerine saldırmayı alışkanlık haline getirdi.
Muhalefet partileri liderleri de, kimsenin bilmediği bir şey açıklıyorlarmışçasına “anayasayı ihlal ediyor” diye, pratik hiçbir sonucu olmayan bir söylemde bulunuyorlar. Böylece onun gündeminin esiri oluyor ve ülkenin gerçek gündemini bir yakalayamıyorlar.
Önümüzdeki seçimlerde de aynen Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde olduğu gibi;
-Para, personel, ulaşım araçları gibi kamu olanakları Cumhurbaşkanı ve AKP tarafından fütursuzca kullanılacağı, devlet televizyonun iktidarın ve kişinin borazanı haline getirilmesiyle daha şimdiden ortaya çıktığı,
-Toplumun en yoğun haber kaynağı olan merkez medyanın baskı altında tutulduğu, özgür habercilik yapılması ortamının  kalmadığı, sadece AKP’yi yalakalık edenler ile ülkenin bölünmesine alkış tutanların her gün televizyon ekranlarında göründüğü, yani bir algı yönetimi ile yurttaşların seçme özgürlüğünün elinden alındığı,
-Bağımsızlığı ortadan kaldırılan yargının, iktidar tarafından amaca ulaşmanın vasıtası olarak kullanıldığı,
-Milletvekillerinin büyük çoğunluğunun biat ettirilerek yasama bağımsızlığının yok edildiği, “İç Güvenlik” yasa tasarısı ile örgütlenme ve gösteri haklarını gasp edecek, anti-demokratik yasaların kolayca meclisten geçirilebildiği,
-Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan kontrol/denge mekanizmalarının tümüyle etkisizleştirildiği,
-Yüzde on seçim barajı gibi bir ucubenin halen geçerli olduğu, bir ortamda,
Seçim yarışının eşit şartlarla yapılacağından, seçmen iradesinin özgürce oluşacağından söz edilemez.
Eşit ve demokratik koşullarda yapılmayacağı ortaya çıkmış bu seçim için TBMM’deki muhalefet partileri, ülkemizde oynanan bu demokrasi oyununa/komedisine “dur” diyebilecek kararlar almak zorundadırlar
Anayasanın ihlal edildiği bir ortamda, muhalefet partilerine düşen
görev çok daha yaratıcı, yürekli ve halkta heyecan uyandıracak tepkiler ortaya koymaktır.
Anayasayı ihlal etmekte bir sakınca görmeyenlerin başlarına dünyayı kırmadan, dökmeden, demokratik yol ve yöntemlerle, yıkmak gerekir.
Ama bizim bu söylediklerimiz, halkın desteğini arkasına almayı düşünen, seçimlerden sonra AKP’den kimin başbakan olarak atanacağı yorumunu yaparak, iktidarı hiç düşünmediğini ortaya koyan siyasetçilere değildir.


11 Şubat 2015 Çarşamba

TRAMVAYDAN İNME VAKTİ


“Demokrasi bir tramvaydır, vakti gelince ineriz” sözü hatırlanacağı gibi Tayyip Erdoğan’a aittir.
Demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak değil, varmak istediği hedefe gitmek için bir vasıta olarak kullanacağının açık ifadesidir.
Anlaşılıyor ki,Mecliste görüşülmeye başlanacak olan 32 maddelik  İç Güvenlik Yasa Tasarası,  Tayyip Bey ve AKP için tramvaydan inme vaktinin  geldiğini gösteriyor.
Bu yasanın anti demokratik olduğu Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nı“İç Güvenlik Yasasına karşı çıkmak vatana hizmettir, namus borcudur”, İstanbul Barosunun eski Başkanı Turgut Kazan, “Bu düzenlemeyle yurttaşların güvenliğini sağlamak değil, siyasi iktidara karşı çıkılmasını yasaklamak amaçlanıyor. Artık, toplantı ve gösteri yapılamayacak, slagon atılamayacak, pankart taşınamayacak, yasaya aykırı toplantı tanımı iyice belirsizleşecek, polisin şiddete  başvurması kolaylaştırılacak ve silah kullanan polis özel olarak korunacağı için yeni cinayetlere ortam hazırlanacak” şeklindeki söylemleri ile ortaya çıkmaktadır.
Bu tasarı ile, yürütme, yasama ve yargıya egemen olan iktidarın, artık kuvvet ve keyfilik yoluna sapmaya karar verdiğinin açıkça ilanıdır.
Bu tasarı herkesi darbecilikle suçlayanların, hukuka aykırı bir yasa ile baskıcı, kıyıcı  haline dönüşme yoluna girdiğini gösteriyor.
Bu yasa tasarısı ile hükümet altına imza attığı Anayasanın 90. Maddesinin son fıkrası ile bir iç hukuk normu haline getirilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerini de bir yasal düzenleme ile etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır.
Bu tasarının yasalaşıp hayatımıza girmesi halinde Türkiye özgürlükler açısından Dünya sıralamasında çok daha gerilere gidecektir. Sadece özgürlükler sıralamasında geriye gitmekle kalmayacak, toplum üstündeki baskılar dayanılmaz hale gelecektir.
O zaman bu anti demokratik, toplumu baskı altına almaya çalışan yasa tasarısına, kırmadan,dökmeden  karşı çıkmak herkes için bir namus borcudur.
Baskıcı hale gelen bir iktidara karşı toplumların meşru yol ve vasıtalarla direnme haklarını kullanmaları, aynen kişiye tanınan meşru müdafaa hakkının toplum tarafından kullanılmasıdır. Kişiye tanınan meşru müdafaa hakkının topluma tanınmadığını düşünmek mümkün değildir.
Bu tasarını yasalaşması halinde, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde ve gerekse Anayasamızda teminat altına alınan, kişi güvenliği, toplantı ve gösteri hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü ortadan kalkacaktır.
Tayyip Erdoğan zaten Cumhurbaşkanı olarak yemini çiğneyerek Anayasayı ihlal etmektedir, bir de bu tasarını yasallaşması halinde siyasi iktidar da süratle Anayasa ve hukuk dışına düşerek meşruluğunu yitirecektir.
Bir fazilet rejimi olan Cumhuriyet demokrasi ve hürriyetlerin garantisidir.
Bu tasarını yasalaşması halinde halkın da kendini koruma hali meşru hale gelecektir.
Cumhuriyet ve demokrasiyi meşru yol ve vasıtalarla savunmak, aynen kişinin  mal ve can güvenliğini belli koşullarda savunması olan meşru müdafaa hakkı gibi; iktidarların neden olduğu hukuksuzluğa karşı da halkın direnme hakkı  vardır. Kişiye tanınmış bir hakkın topluma tanınmadığını düşünmenin haklı ve mantıki bir sebebi olamaz.
Siyasi iktidar yaratmaya çalıştığı baskıcı düzenle, ülkenin bölünmesine giden açılım sürecinde oluşacak toplumsal muhalefeti en aza indirebilecek polisiye tedbirleri arttırma çabasındadır.
Bu nedenle Türkiye Barolar Birliği Başkanının söylediği gibi, “İç Güvenlik Yasasına karşı çıkmak vatana hizmettir, namus borcudur”.
Hepimize düşen görev Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarına, canları istediği zaman  tramvaydan inemeyeceklerini göstermektir.
Siyasal iktidar, toplumun, halkın uluslararası hukuktan, anayasadan ve yasalardan kaynaklanan haklarını çiğnerse, yani siyasi iktidar meşruiyetini yitirirse, meşruiyetini yitirmiş bu   iktidara karşı milletin ya da milletin her parçasının direnmesi, en kutsal hak ve vazifedir.



8 Şubat 2015 Pazar

TARİH, İLERİSİNİ GÖREMEYENLER İÇİN ACIMASIZDIR


“Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır” sözü,Mustafa Kemal’in fikir hayatını etkileyen İtalyan bilgin Orta Asya tarihçisi Leona Caetani’niye aittir.
Bunu günümüzde diktatörleşmek hevesine kapılan sözde devlet adamlarının varlığının her gün yeni bir örneğini görüyor olmamızdan yazdım.
Diktatörler ya da diktatörleşmek eğiliminde olanlar her zaman askeri darbelerle, zorla, zorbalıkla  iktidarı ele geçirmezler, meşru yol ve vasıtalarla iktidara gelenler de zamanla yürütme ve yasamayı ele geçirdikten sonra zorbalaşmak eğilimine girerler.
Propaganda silahını çok iyi kullanırlar, toplumların büyük yalanlara inandıklarının farkındadırlar.
Devamlı surette kendilerine düşman veya düşmanlar yaratırlar. Düşmansız yaşayamazlar, yarattıkları düşmanlar onların gıdasıdırlar.
Kendilerini, ülkeleri, bölgeleri ve hatta dünya için vaz geçilmez zannederler,tipik birer megalomandırlar. Bilmezler ki ya da düşünemezler ki, mezarlıklar bu tip megalomanlarla  doludur.
Ama bu gibiler, belli güce, makama gelinceye kadar, demokrasi ve özgürlük söylemlerini dillerinden düşürmezler.
Belli bir güce geldiklerine ve halkın kendilerine hayran olduğuna inanmaya başladıkları andan itibaren gerçek kimliklerini ortaya koymaya başlarlar.
Siyasi rejimin gereği olarak, demokratik yollarla iktidarı ele geçirdikten sonra yavaş yavaş hareket ederek önüne engel çıkartacağını düşündüğü bütün kurum ve kuruluşları susturmaya, başlarlar.
Demokratik yollardan geçerek bu yola girenler önce çağdaş modern demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak nitelenen basını susturmak yolunu seçerler.
Bunlar önce bir demokratik hukuk devletinde yapılmaması gereken, kamu gücünü muhalif basını susturmak için kullanırlar.
Hedef seçtikleri basın kuruluşlarını önce haksız ve  hukuksuz vergi denetimi baskısı altına alırlar.
Basının içinden paraya tapanları çok çabuk tespit edip onları yemlemeye başlarlar. Bu yemlenerek sahibinin sesi haline gelenler işlevleri bittiği anda buruşturulmuş kirli kağıt mendil  gibi kenara atılırlar, ama atıldıktan sonra ağlamaları artık hiçbir kıymet ifade etmez, zira onlar toplum açısından, bir zamanlar sahibinin sesi olduklarından inanırlılıklarını yitirmiş zavalılardır.
Basın susturulduktan sonra, ikinci ve önemli bir adım demokrasilerin olmazsa olmazı olan yargı bağımsızlığını ortadan kaldırıp, aynen yarattıkları yandaş basın gibi yandaş bir yargı yaratmaktır.
Bu noktaya gelindiğinde artık toplumun zinde güçlerinden düşmanlar yaratırlar.
Aydınlar, askerler, gazeteciler bunların hepsi de darbecidirler.
Toplum bu insanlara karşı hazırlanırlar.
Nasıl hazırlanırlar, daha adliyeye bile götürülmeden, davet edilmeden “darbeye teşebbüsten tutuklandıkları ya da tutuklanacakları” haberleri yayınlatılır.
Elde edilmiş, yemlenmiş yardakçı kalemleri ile aldatılmış aptallar elinde topu tüfeği olmayan bu insanların darbe hazırlığında ki terör örgütünün  üyesi olduğunu yazarken hiç utanmazlar.
  Bu diktatörleşme hevesinde olanların en büyük özelliği, beraber yürüdükleri yol arkadaşlarını, zamanı geldiğinde  kirli kağıt mendil gibi buruşturup atıvermeleridir.
Bunların buruşturulmuş kirli kağıt mendil gibi atıverdikleri o eski yol arkadaşlarına sahip çıkacak bazı saf, kendisini uyanık zanneden, ileriyi göremeyen,buradan oy devşireceğini zanneden siyasetçiler her zaman vardır.
Bu saflar, buruşturulup atılmış kirli mendil muamelesi görenlerin, zamanında, aydınlara, askerlere, gazetecilere karşı başlatılan iğrençliklerin suç ortağı olduğunu unuturlar. 
Diktatörleşme heveslileri,yıllarca aynı yolda yürüdükleri eski yol arkadaşlarına sahip çıkanlara da, onların saflığından istifade ile işbirlikçi damgasını vurmaktan hiç çekinmezler, bir anda sütten çıkmış ak kaşık oluverirler.
Tarih bu diktatörleşme hevesinde olanların, bir dönem başarılı da olsalar sonlarının hep hüsran olduğunu yazıyor.
Tarih bunlardan hep lanetle söz eder, zira bunlar tarih bilmedikleri, bilseler bile ders çıkartamadıkları için ilerisini göremezler aynen Mussolini, Hitler ve en son örneği  Marcos’da olduğu gibi.




4 Şubat 2015 Çarşamba

TAYYİP ERDOĞAN NE İSTİYOR


Türkiye’de zaman zaman siyasal rejim arayışları ortaya çıkar. Bugünlerde de bunun bir yenisini yaşıyoruz.
Bu rejim değişikliği  arayışları, parlamenter rejimden Başkanlık yasistemine geçiş ilk önce Turgut Özal  tarafından dillendirilmiş, sonradanda Süleyman Demirel  bunun propagandasını yapmışsa da toplum kesimlerinin gerekli desteğini sağlayamadıkları için  gündemden düşmüştür.
Bugün de bu rejim değişikliği Tayyip Erdoğan tarafından dile getirilmektedir. Ancak çağdaş demokrasilerde parlamenter rejimden başkanlık sistemine veya başkanlık sisteminden parlamenter demokrasiye geçen bugüne kadar olmamıştır.
Bunun tek istisnası 1958 Fransa da, bir iç savaş tehlikesi karşısında, milli kahraman kabul edilen General de Gaulle’ün dayatmasıyla  meclis hükümeti sistemine benzer bir parlamenter rejim modelinden, neredeyse mutlak monarşilerdeki kralları imrendirecek yetkilerle donatılmış yarı-başkanlık modeline geçilmiştir.   
Ama bu dönüşüm olağanüstü bir dönemde gerçekleşmiştir.
Olağan bir dönemde, yani  bugün bizde Tayyip Erdoğan tarafından istendiği biçimde radikal bir değişikliğe gidilmesi, büyük sakıncalar yaratır.
Bu çok radikal değişiklikler gerektirir.
Tayyip Erdoğan bugün Türkiye’de tek adamdır.
Anti demokratik, yüzde on barajının uygulanması nedeniyle toplumun gerçek iradesini yansıtmaktan uzak, temsilde adaleti sağlamayan, Tayyip Erdoğan’ın egemen olduğu bir parlamento yapısı söz konusudur.
Parlamento bürokraside hazırlanan yasalara hiç müdahale edemeyen, bir onay makamı haline getirilmiştir.
Bürokrasinin hazırladığı yasalara müdahale edilememesi sadece muhalefet partileri için olmayıp, iktidar partisi içinde aynen geçerlidir.
Bakanın istemediği, onay vermediği hiçbir önerge, ister iktidar  ister muhalefet kanadından gelsin, ne komisyonlarda ve ne de genel kurulda kabul görmez.
Bir anlamda siyasi güç hükümet edenler eli ile bürokrasiye devir edilmiştir.
Tayyip Erdoğan’ın şu anda istemediği hiçbir şeyin parlamentodan geçmesi mümkün değildir.
Parlamento denetim görevini yapabilmekte midir?
Hayır, söz konusu bile değildir.
Nitekim bunu, dört bakan hakkında yapılan Yüce Divan oylamasında bire bir yaşadık.
O bakımdan de Gaulle için yukarıda söylediklerimizi burada Tayyip Erdoğan için de söyleyebiliriz, onun şu anda kullandığı güç monarkları bile imrendirecek niteliktedir.
O zaman Tayyip Erdoğan ne istemektedir, adı konmamış bir Bonapartizmin adının konmasını istemektedir.
Bu sistemin böyle gitmesi, parlamentodaki muhalefetin geniş halk kitlelerini tatmin edememesi nedeniyle, parlamento dışında oluşacak muhalefetin, iktidara karşı sertleşmesine, yani halkın meşru direnme hakkını kullanmasına neden olacak, ülke bir kaosa sürüklenecektir.   
O zaman ne yapılması gerekmektedir.
Radikal bir değişiklik yerine, parlamenter sistemi ıslah etmek gerekmektedir.Zira;Türkiye’nin sorunu parlamenter sistemden kaynaklanmamaktadır.Türkiye’nin sorunu, bu sistemi işletememesinden kaynaklanmaktadır. 
 Türkiye’nin sorunu anti demokratik, yani yüzde on barajlı seçim sisteminden ve Siyasi Partiler kanununda parti genel başkanlarına tanınan, milletvekilini, genel başkanlar karşısında kul haline getiren yetkilerden kaynaklanmaktadır.
Türkiye süratle, temsilde adaleti sağlayacak barajsız seçim sistemine geçmek zorundadır.
Siyasi partiler kanunundaki anti demokratik hükümlerin ayıklaması ve parti üyeliğini ciddi bir kurum haline getirmesi gerekmektedir.
Partisinin tüzük ve programını bilmek gereğini bile duymayan, ayda bir lira üyelik aidatını ödemekten sakınan  insanların parti içi seçimlerde seçmen olmasının önüne geçmek gerekir.
İşine geldiği zaman 12 Eylül Anayasasına dil uzatan Tayyip Erdoğan’ın kendisini seçilmiş kral haline getiren  anti demokratik Seçim ve Siyasi Partiler kanununu değiştirmekten hiç söz ettiğini duydunuz mu?
Bu yüzde on barajı ve genel başkanlara olağanüstü yetkiler tanıyan siyasi partiler kanunu yürürlükte kaldığı sürece, iktidarı eline geçiren her iktidar sahibi aynen Tayyip Erdoğan’ın yaptıklarını yaparlar.
DÜZELTME: Pazartesi günü yayınlanan yazımda Kurtuluş savaşı kahramanı Fahrettin Altay Paşa’nın adı “Fahrettin Kerim” olarak yazılmıştır. Düzeltir özür dilerim  



1 Şubat 2015 Pazar

“ŞANLI ŞEREFLİ BÜYÜK ALTAY”



“Şanlı şerefli Büyük Altay” sözü bana ait olmadığı gibi, sadece Büyük Altay’a gönül verenlerin sıradan bir tezahüratı da değildir.

Bu söz, Kurtuluş Savaşı Kahramanı Fahrettin Kerim Paşa’ya “Altay” soyadını verirken Ulu Önderin söylediği sözdür.

Soyadı Kanunu çıkıp Gazi Meclisin Ulu Önder’e “Atatürk” soyadını vermesi üzerine, milyonlarca Türk gibi kendisini kutlayan Fahrettin Paşa’nın telgrafına verdiği cevapta Ulu Önder;

 “Ben de seni tebrik eder. Altay gibi şanlı, şerefli günler dilerim” demiştir.

Ülkenin en karanlık günlerinde kurulan, kırk bir yıl şimdiki adı “Süper Lig olan” ligde oynayan, Türkiye kupasını ilk kazanan Anadolu takımı, Türk sporunun tarih şuuru ve gururu olan Büyük Altay bugün kendisine sahip çıkması gerekenlerin ilgisizliği ve vurdumduymazlığı sebebiyle olması gereken yerde değildir.

Bu durum, bölücülere göz kırpan bazı kent yöneticilerini rahatsız etmiyor olabilir.

Ama unutmayalım ki Altay, “Şu çılgın Türkler” kitabının yazarı Turgut Özakman’ın söylemiyle “Atatürk’ün takımıdır”

Bir kısım kent yöneticilerinin Altay’a sahip çıkmamasını anlıyorum. Zira Altay Ege’de “Milliyetçiliğin” meşalesidir. Bu aynen Cumhuriyetin bazı kurumlarının rahatsız etmesi gibi bazılarını rahatsız edebilir.

Altay’ın kurucuları arasında Mustafa Necati, Vasıf Çınar, Şükrü Saraçoğlu, Baha Esad Tekand, Nejat Evliyazade gibi birçok ünlü siyasetçi ve devlet adamı vardır.

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgaline karşı çıkmak için kurulan Redd-i ilhak Cemiyetin’in kurucuları arasında, yine Altay Kulübünün kurucularından Hüseyin Vasıf Çınar Bey de vardır.

Bu cemiyet, Kuvay’ı Milliye hareketinin başlamasını sağlamış ve İzmir’in Yunanlılar tarafından  işgaline karşı koymuştur.

Altay, şerefli bir koca ülkünün parlayan yıldızıdır.

Kulübün ilk kuruluş masraflarının karşılanması için gerekli parayı da Atatürk’ün son Başbakanı ve 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar vermiştir.

Rahmetli babam Mekteb-i Sanayi’li Bekir Mengü gibi, Rahmetli Başbakan Adnan Menderes de Altay’ın eski kalecilerindendir.

Böyle tarihi geçmişi olan Büyük Altay bu yıl kuruluşunun 101. Yıl dönümünü buruk kutluyor.

Türk spor tarihine bakın, asırlık geçmişi olan kaç kulüp sayabilirsiniz?

Ancak günümüzde, İzmir’i yönettiği söylenen kişi ve kurumlar, böyle bir kulübe sahip çıkmamaktadırlar.

Şu anda İzmir Kulüplerinin maç yapabileceği kendilerine ait stadyumları bile yoktur. Alsancak ve Atatürk Statları ölüme terk edilmiştir. Onarılıp hizmete verilmesi için bir çalışma yapılmamakta, hazırlanan projeler ise görmezden gelinmektedir. Siyasi kimlik taşıyanlar, Yeni Stat yapımı konusunda havanda su dövmeye devam etmektedirler.

Bu ayıp, İzmir kulüplerine ve özellikle de Egede dil, tarih ve ülkü birliğine dayalı Milliyetçiliğin meşalesi olan Büyük Altay’a sahip çıkmayan kent yöneticilerinindir.

Süper ligde oynayan Altay, İzmir kenti için bir ekonomik canlılıktır. Bir İzmir Kulübünün devamlı olarak Avrupa kupalarında oynayabilecek hale gelmesi en az Expo kadar önemlidir.

Dünya da, “Barselona Kenti mi, yoksa Futbol Kulübü mü daha çok bilinmektedir?” diye bir araştırma yapın, hiç şüpheniz olmasın Barselona Futbol Kulübü “daha çok bilinen” çıkacaktır.

O nedenle Atatürk’ün partisinin İzmir Kenti yöneticileri, bölücülere gösterdikleri sıcaklığı, Büyük Altay’a ve diğer İzmir Kulüplerine de göstermek zorundadırlar.

Onlar bu sıcaklığı göstermemekte direnirlerse, inancım, onların esirgediği bu sıcaklığı demokrasinin ve Cumhuriyetin yılmaz savunucuları olan İzmirliler gösterecektir.

Hadi İzmirliler, 101 yıllık çınarı layık olduğu yere yükseltelim ki, o semalarda parıldasın.