19 Temmuz 2020 Pazar

AYASOFYA KARARI




Ayasofya kararının taraf olduğumuz çok taraflı sözleşmeler, Türkiye'nin uluslararası ilişkileri, iç hukuk düzeni, yargısal içtihatlar, partili Cumhurbaşkanı’nın konu hakkında geçmişteki “...getirisi götürüsü nedir...bir götürüsü var. Bizim için faturası çok daha ağırdır. Şu anda dünyanın çok çeşit ülkelerinde bizim binlerce camimiz var. ... Bunu söyleyenler o camilerin başına ne gelir düşünüyor mu? Şu anda kundaklama hareketleri, şunlar bunlar bir sürü şeyler yapılıyor....Bunların hesabını yapmadan söylüyorlar. Kusura bakmasınlar, bunlar dünyayı tanımıyorlar.... BEN BİR SİYASİ LİDER OLARAK BU OYUNA GELECEK KADAR İSTİKAMETİMİ KAYBETMEDİM". Şeklindeki, Ayasofya’nın ibadete açılması konusunda  aleyhte siyasi söylemleri gibi daha birçok boyutu vardı.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin, Ayasofya'nın ibadete açılmasının mutlaka lehinde veya aleyhinde kesin bir tutum alması gerekmiyordu. Yapılması gereken, bütün boyutlarıyla konuyu inceleyen kapsamlı bir "durum saptamasını kamuoyunun dikkatine sunulmasıydı.
Böyle yapılmadığı gibi Recep Tayyip Erdoğan'nın bu sözlerini hatırlatmaktan bile çekindiler. Danıştay'ın bu konudaki kararının süre, dava ehliyeti ve hukuk güvenliği açısından nasıl yanlış bir karar olduğunu, bundan evvelki kararlarıyla nasıl çeliştiğini anlatmadılar, anlatamadılar.
Ayasofya hakkında alınacak kararların Türkiye’nin egemenlik haklarıyla hiçbir ilgisi yoktu. Zaten bütün taraf olduğumuz uluslararası antlaşmalar da bunu teyit ediyordu.
Ama Tayyip Erdoğan bunu kendisi yapmadı yargıya yaptırıp “Bağımsız Yargı!” söyleminin arkasına sığınmaya çalıştı. Tabii bunu “Rahip Bronson” ve benzeri kararlardan sonra kimse yemedi ama bunu bile kamuoyunun dikkatine sunamadık.
Ayasofya müzeye çevrilirken de,  1990 da bir kısmını Müslümanlar için ibadete açarken de Türkiye egemenlik haklarını kullanarak bunları yapmıştı. “Dincileri” kızdırmayalım bize sonra oy vermezler anlayışı ile bunlar bile dile getirilmedi,
Mevcut Cumhuriyet Halk Parti yönetim, bunları  yapmadığı gibi, "ibadete açarsanız açın, bizim itirazımız olmaz" gibi kolaycı, yüzeysel, Türkiye'nin en birikimli partisine yakışmayan  bir tutum sergiledi.
Hatta bazı milletvekilleri ve Belediye Başkanları da bu hukuksuz, kararı alkışlamak için sıraya girdiler.
Danıştay  kararın’ açıklanmasından ve partili Cumhurbaşkanı'nın Cumhuriyet'in bütün taşıyıcı sütunlarına açıkça meydan okuduğu ve Partinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk hakkında “tarihe ihanet etti" demesi üzerine   dünyayı ayağa kaldırmadılar, 10 Temmuz "millete sesleniş" konuşmasının üzerinden günler geçmesine rağmen bu sessizlik, tepkisizlik sürdü. 
Sadece son birkaç günde Cumhuriyet'in tasfiyesi yönünde olağanüstü gelişmeler oldu. Ayasofya kararı ve baroların bölünmesi yasası birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye, çoklu hukuk sistemine yöneldi örneğin.
Cumhuriyet Halk Partisi’nden kurumsal olarak ne bir ses, ne bir nefes...sadece bazı duyarlı milletvekillerinin tepkileri oldu.
Bütün bu olaylar yaşanırken Cumhuriyet Halk Partisinin  web sitesine baktım, en önemli haber şu: Genel Başkan, kayınpederinin vefatı dolayısıyla İçişleri Bakanı Soylu'ya taziye telefonu açmış.
İç ve dış politikada vahim gidişin durdurulması için milyonlarca Atatürk ve Cumhuriyet sevdalısı insanımızın Cumhuriyet Halk Partisi’nden kararlı, yaratıcı, etkili, eylemli, sonuç odaklı tutumlar açıklamasını beklediği günde verilen haber bu! İnanılır gibi değil! 
Son Ayasofya olayı, Kemal Kıolıçdaroğlu başta, mevcut kadro tarafından yönetilen Cumhuriyet Halk Partisi'nin maalesef tamamen etkisizleştiğinin ve siyaseten tükendiğinin tescili oldu.
Kabul etmek zor; ama gerçek  ne yazık ki bu.



5 Temmuz 2020 Pazar

BU YAŞANANLARDA HEPİMİZİN GÜNAHI VAR.



RTÜK bugün, tutucu, dinci gerici bir gurubun egemenliği altına girmiştir. Bugünkü yapı sadece tutucu, dinci, gerici bir oluşum değil aynı zamanda siyasal iktidarın maşası haline gelmiş, kendisini yargı organı gibi görüp davranan bir oluşumdur.
Demokrasiler ve onun olmazsa olmaz ön koşulu olan, düşünce ve ifade özgürlüğü elbette sadece Anayasa ve yasalarla korunmaz, bunlara inanç ve sadakatle korunur.
En sonunda Anayasa ve yasaları uygulayan insanlardır. Uygulayıcılar dar görüşlü, tutucu, dinci ve gerici olurlarsa artık tek sığınılacak makam Yargı erkidir. Eğer bugünkü gibi yargıda siyasal iktidarın güdümüne girmişse artık tek sığınılacak makam, demokrasiye aşık Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.
RTÜK bugün, tutucu, dinci, gerici bir gurubun hâkimiyeti altına girmişse bu 2005 yılında Anayasanın 133. Maddesinin 2. Fıkrasında 5370 sayılı yasa ile yapılan değişiklik sayesinde olabilmiştir.
Bu değişiklik, tutucu iktidarlar döneminde görsel basın üstünde Abdülhamit istibdadının kurulmasına neden oldu.
Bu değişiklik maalesef benim partim CHP’nin de desteği ile olabilmiştir. Çünkü o zaman ki Parlamento aritmetiği bunu gerekli kılıyordu.   
Baykal' gibi deneyimli ufkun ötesini görme yeteneği olan bir siyasinin bu değişikliğe destek vermesiyle, TBMM'de çoğunlukta olan grupların Radyo Televizyon  Üst Kurulu’nun oluşumunun belirlenmesinde etkili kılınmış, radyo-TV yayınları ebedi olarak tutucu/dinci/gerici vesayet altına sokuldu. Bu durumu görmemesi mümkün olmayan Baykal değişikliğe nasıl destek verirdi, inanılır gibi değil.
Sonuçları itibariyle elbette çok daha vahim olan ve Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumunda, RTÜK değişikliği ile paralel olacak şekilde, yine TBMM'deki çoğunluğu etkili kılan 2010 anayasa değişikliği önerisine Baykal yönetimindeki CHP bu defa karşı çıktı. (Gerçi, oylama günü olan 12 Eylül'den evvel kaset kumpası ile CHP'nin başından ayrılmak zorunda kaldı). Böylece, HSYK'da da aynen RTÜK’de olduğu gibi tutucu/dinci/gerici vesayet düzeni oluşturuldu.  Fettullah cemaati de  HSYK'yı hemen ele geçirdi,
Bu tutum kuşkusuz doğru idi. Ama, maalesef tutarlı değildi. HSYK bakımından sakıncalı olan, RTÜK bakımından da sakıncalı değil miydi? RTÜK konusunda tutum alırken, ondan sonra gelmesi muhtemel başka değişiklik önerilerini öngörmek ve -tutarlı olmak bakımından- ona göre tutum almak gerekmiyor muydu?
Gerici, dinci, tutucu kadronun egemen olduğu  RTÜK önce, doğrudan TV kanalları yerine, kamuoyu nezdinde etkili olan programları hedef aldı (Can Ataklı'nın, Ayşenur Arslan'ın programları gibi). Şimdi sıra doğrudan TV kanallarının geçici kapatılmasına geldi. Bundan sonraki aşama lisans iptaline gider.
Bu arada televizyon ekranlarına çıkan siyasetçiler, büyük bir yanlış yaparak iktidarın, daha doğrusu onun emir komutasında olan RTÜK tarafından karartılan kanallar için “muhalif kanallar” tabirini kullanmaktadırlar.
Bu kanallar muhalif kanallar, olmayıp sadece doğru haber veren kanallardır. Gazetecinin sorumluluğu haberi doğru vermektir.
Gazetecilikte bir kural vardır. “Haber doğru, yorum serbesttir” Karartılan televizyonlar bu tanıma uymaktadırlar, o nedenle bu kanalları muhalif kanallar diye nitelemek yanlış olmaktadır. Bu kanallar havuz medyasının aksine birilerin yardakçısı veya karşıtı değil dürüst gazetecilik, habercilik  yapan kanallardır.