31 Aralık 2018 Pazartesi

kuruluşun ve kurtuluşun 100.yıl dönümü

Ulu önder Mustafa Kemal’in iki büyük eserim dediği Cumhuriyet Halk Partisi ve Türkiye Cumhuriyetinin 100’cü kuruluş ve kurtuluşun Yıl dönümü, inanmış, tüm Atatürkçülere kutlu olsun.

2019 da layık olduğumuz bir ülkede yaşamak istiyoruz. Emperyalizmin oyuncağı olmuş, vekalet savaşları yapan bir Türkiye’de yaşamak istemiyoruz.
Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla hayata geçirildiği bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün batı standartlarında yaşandığı bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz.
Millete küfreden yandaş müteahhitlerin sırtının sıvazlanmadığı, vergi borçlarının affedilmediği bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz.
Siz ve biz diye toplumun ayrıştırılmadığı bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz.
Cumhurbaşkanının eleştirilere demokratik ülkelerdeki mevkidaşları kadar toleranslı olduğu bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz.
Ankara’da yargıçlar var diye haykırabileceğimiz bir Türkiye de yaşamak istiyoruz.
Çocukların cinsel istismara uğramadıkları bir ülkede yaşamak istiyoruz.
Şiddetin hiç olmadığı bir ülkede yaşamak istiyoruz.
Siyasetçilerin gözümüzün içine baka baka yalan söylemedikleri bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz.
Ey Atasının gençleri, unutmayın ki, kurucularımız bundan 100 sene önce bütün olumsuzlukları olumluya çevirebildilerse, sizde bugün bütün olumsuzlukları olumluya çevirebilirsiniz.

28 Aralık 2018 Cuma

ABD-TÜRKİYE-SURİYE



Trump'ın Suriye'den çekilme kararına yandaş basın  çok sevindi.
Saray'ın ne diyeceğini bile beklemeyen medya ve bazı "uzmanlar", Trump'ın kararını "Türkiye'nin ve Erdoğan'ın büyük zaferi, ABD'nin yenilgiye uğratılması" olarak yorumladılar. Saraydan çok saraycı olduklarını ilan ettiler.
Nitekim, Cumhurbaşkanı  bile karardan duyduğu memnuniyeti ifade etmekle beraber, "ihtiyatlı" olmak gerektiğinin altını çizdi.
Her devletin dış politikasında değişken olan ve değişken olmayan (sabit) unsurlar olur. ABD'nin Orta Doğu politikasında da bu unsurlar vardır. Değişken unsurlar zamana, ihtiyaçlara ve yönetimlerin siyasal bakış açışına göre şekillenir.
Obama'nın İran ile nükleer anlaşma imzalamasına karşılık Trump'ın o anlaşmadan çekilmesi, ABD'nin Suriye olaylarının başında Esad'ın gitmesini savunurken şimdi Esad ile yaşayabileceğinin işaretlerini vermesi bu değişken unsurlara verilebilecek örnekler arasındadır.
Öte yandan, ABD'nin Orta Doğu politikasında değişmeyen ve değişmeyecek olan hedefleri de vardır. Bunlar;
1. İsrail'in güvenliğinin sağlanması (İran'ın dizginlenmesi buna dahil);
2. Yukarıdaki ile de bağlantılı olarak, "Kürdistan" projesinin ilerletilmesi (Yeraltı kaynaklarının Akdeniz'e ulaştırılması buna dahil).
ABD'nin, Suriye'den çekilme kararını alırken değişken olmayan bu iki hedefi tehlikeye düşürmeyecek önlemleri mutlaka almış olduğunu değerlendirmek gerekir. Sevinç çığlıkları atanlar bu gerçeği göremiyorlar. 
Nitekim Trump, 26 Aralık 2018 gecesi Irak'ta ABD askerlerini ziyarette, "Irak'tan çekilme planımız yok, Suriye'de bir şey yapmak için Irak'ı üs olarak kullanabiliriz" dedi. Yani, ABD Suriye'den çekilmiyor, sadece askeri üs bölgesini Irak'a kaydırmış oldu. Suriye'de etkinliğini sürdürecek.
Ayrıca, İsrail Başbakanı Netanyahu karar sonrası yaptığı açıklamada Trump tarafından önceden bilgilendirildiğini söyleyerek, İsrail'in kendi güvenliğini sağlayabileceğini belirtmekle yetindi ve sert eleştiriler yapmaktan kaçındı. Belli ki Trump kendisini ikna etmişti.
Diğer taraftan, Trump-Erdoğan görüşmesinin ayrıntıları da bilinmiyor. Suriye'nin gelecekteki yapısı hakkında bazı sözler alınıp-verildi mi, belli değil. ABD-Rusya arasında perde gerisinde neler kotarıldığı da meçhul. Bunlar önümüzdeki dönemde açığı çıkacak hususlar
"ABD, Barzani'yi sattığı gibi Suriye Kürtlerini de sattı" yolundaki görüşleri de ihtiyatsızlık olarak değerlendirmek gerekiyor. 
ABD Kürdistan konusunda gerçekçi davranıyor ve acele etmenin projeyi öldüreceğini değerlendiriyor. Barzani'nin bağımsızlık referandumuna, ilkesel olarak değil, "vakitsiz" bulduğu için karşı çıktığı unutuluyor. Şimdi de PYD/YPG'nin taleplerin ve beklentilerini zamansız ve aşırı bulmuş ve bunları -Rusya'nın da arayı girmesiyle- Suriye yönetimi ile uzlaşmaya itmek için adım atmış olması olasılığını akıldan uzak tutmamak gerekiyor.
Trump'ın Erdoğan’a yaptığı ve Erdoğan'ın kabul ettiği "DEAŞ ile mücadeleyi bundan böyle siz üstlenin" teklifi de Türkiye bakımından ciddi siyasi ve askeri riskler içeriyor. Nitekim, Cumhurbaşkanın da bunun ancak "ABD'nin lojistik desteği ile mümkün olabileceğini" vurgulaması dikkat çekicidir. Kuzey Suriye'ye yapılacağı ilan edilen müdahalenin ertelenmesinin sebepleri de açıklanmadı.
Velhasıl, ortada çok bilinmeyenli bir tablo duruyor. Gelişmeleri sağlıklı değerlendirmek için biraz vakit geçmesini beklemek lazım. 
CHP'nin bu gelişmeler karşısındaki tutumuna bakarsak... Çelişkiler içinde olmaya devam ediyorlar.
Hatırlayalım, genel başkan geçmiş yıllarda PYD/YPG'nin terörist olarak görmediklerini ifade etmişti. (Sonra bir ara bunlara "terörist" dedi.)
Geçtiğimiz ay bir açıklama yapan dış politikadan sorumlu genel başkan yardımcısı, 
PYD/YPG birleşkesinin ayırıma tabi tutulmasını istedi ve siyasi bir oluşum olan PYD ile çalışılabileceğini açıkladı. 
Aynı yardımcı Trump'ın kararı üzerine bir açıklama daha yaptı. Sade suya tirit kıvamında ve çelişkiler içindeki o açıklamada, "bütün aktörlerle" diyalog içinde olunmasını önerdi. O "aktörler"den kasıt devletler mi, yoksa, devlet dışı aktörler de dahil mi, muğlak bıraktı. Belli ki, tam da ABD'nin istediği gibi, "aktör"lerden birisi olan PYD ile de diyalog öneriyordu.
ABD dümen suyundan ayrılamayınca işte bu hallere düşülüyor!





24 Aralık 2018 Pazartesi

BİRİSİ SAYIN GENEL BAŞKANA ANLATSA



Cumartesi günü Yeniçağ gazetesinde vardı. CHP genel başkanı "seçimler adil olacak mı? Devletin imkanlarının kullanılmasına ne diyorsunuz" mealindeki sorulara:
"Hayır. Referandumda adil bir seçim mi vardı?.. Bir önceki seçimlerde de mi, adil davrandı? Hayır orada da değil. Biz bütün koşullar eşit olsun sonra seçime gidelim diye özel arayış içinde değiliz, çünkü Türkiye'nin koşullarını biliyoruz. Açıklıkla ifade etmek gerekirse bir dikta yönetimi olduğunu biliyoruz.... Seçim sürecinde hangi zorluklarla karşılaşacağımızı biliyoruz. Ama bu bizim geri adım atmamıza yol açmayacak.......
"Parasal imkânlar, bürokratik imkânlar. Yani ikisi beraber. Valisi, kaymakamı AKP'nin il ve ilçe başkanı gibi çalışıyorlar. Devletin mali imkânları da sonuna kadar kullanılıyor." Şeklinde cevaplar vermiş.
Kılıçdaroğlu’nun Ana muhalefet partisi Genel Başkanı olarak  seçim kazanmak gibi bir meselesi olmadığı anlaşılıyor.
Öyle bir meselesi olsa, halk da  kaybolan güvenini kazanmak, koşulları düzeltmek için eylemli gayret gösterir.
Aksini yapıyor. Meşru olmadığını söylediği  seçimlerin sonuçlarını peşinen kabul ediyor. "Önümüzdeki seçimler adil ve eşit olmayacak" diye ilan ederek halka "ne yaparsanız yapın AKP kazanacak" mesajı veriyor. Hal böyle olunca, halk, işe yaramayacağını bildiği oyu sandığa atmaya gitmeyecek. Seçim yenilgisi sonrası kabahati sandığı gitmeyen halka yükleyecek. 
Kılıçdaroğlu yerleştirilmekte olan rejiminin meşruiyetini sağlamak için var sanki. Pis bir oyun yıllardır partinin ve ülkenin üzerinde  oynanıyor.
Seçim yoluyla merkezi ve yerel yönetimlerin değişmesinin söz konusu olduğu başka bir "demokratik" ülkede böyle bir durum yoktur.
Kılıçdaroğlu’nun sorumluklarının başında 2017 seçimlerinde yapılan tam kanunsuzluk halini oluşturan Yüksek Seçim Kurulu 16 Nisan 2017 Pazar günü saat 16.30da  mühürsüz pusulalar geçerlidir” kararıyla rejim değişikliğinin önün açıldığı gün demokratik siyasi tepki vermemesi gelmektedir. Korkuldu ve gereken demokratik tepki verilmedi. Gerçekten demokrat olan insan bu tam kanunsuz karara karşı, daha oylama bitmeden tepki vermeliydi.
Seçimlerin düzen içinde  dürüst olarak yapılması anayasamızın 79. Maddesinin  hükmüdür. Bu herkesi de bağlar.
Yani tam kanunsuz karara karşı tepki vermek Anayasanın 79. Maddesinin işlemesini istemektir.
Bunu yapmayıp şimdi gazetecilere demeç vererek serzenişte bulunmak, zamanında demokratik tepkisini gösteremeyen ana muhalefet partisi Genel Başkanının yapacağı iş değildir. Bunu da kimse ciddiye almaz.
Ana muhalefet partisinin  Genel Başkanı, Türkiye'de adil ve eşit koşullarda seçim yapılmadığını, önümüzdeki yerel seçimlerin de adil ve eşit olmayacağını, devletin bütün imkanlarıyla bir kişinin ve partinin kazanması için seferber edileceğini söylüyor ve bütün bu koşullara rağmen seçimlere katılacaklarını ifade ediyor. Daha vahimi, halkın aklıyla alay edercesine böyle bir ortamda seçim kazanacaklarını iddia ediyor.
Bu davranış Yüksek Seçim Kurulu’nun AKP Genel Başkanını her türlü seçim yasağının dışında bırakmasına meşruiyet kazandırmaktan başka bir işe yaramaz.  
Genel başkan kendisi de söylüyor, mevcut koşullar ancak dikta ile yönetilen ülkelerde olur. İyi de, dikta ile yönetilen ülkelerde herhangi bir muhalif hareketin seçim kazandığı görülmüş mü? Bu koşullarda seçim kazanılacağını iddia etmek halkı aldatmak değil mi?
Halk bu filmi defalarca gördü. Önceki seçimlerde de CHP sözcüleri kazanacakları konusunda  önceden güvence verdiler. Hepsi hüsranla sonuçlandı. Üstelik, "adil ve eşit" olmadığını söylediği bütün seçimlerin sonuçlarını uslu uslu kabul ettiler. Birisi bu genel başkana hatırlatsa iyi olur: Eşit olmayan koşullarda yapılan seçimin kendisi de, sonuçları da meşru olamaz!
Halkın bu laflara artık karnı tok!
En vahimi genel başkanın şu sözleri: Biz bütün koşullar eşit olsun sonra seçime gidelim diye özel arayış içinde değiliz..
Bu söylem devletle özdeşleşmiş olan iktidar sahiplerinin  kazanmak için her yolu kullanacağını/kullandığını bile bile, bu koşulları değiştirmek için yıllardır hiçbir gayret göstermediklerinin acı itirafıdır. 
Sen parmağını kıpırdatmazsan, en ufak bir çaba göstermezsen  halk sana niye oy versin kardeşim!
Halk senden bu partinin pırıl pırıl tarihine uygun erdemli bir demokratik başkaldırı bekliyor.





21 Aralık 2018 Cuma

BATAKLIKTAN ÇIKIŞ



Türkiye’nin içinde bulunduğu bataklıktan çıkması için kuruluş ayarlarına dönmüş bir Cumhuriyet Halk Partisine ihtiyaç vardır. Kuruluş ayarlarına dönmüş Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında uluslar arası ilişkilerde “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine uyulacağını, ama bunu yaparken de Türkiye’nin ekonomik ve siyasal ulusal çıkarlarını sonuna kadar koruyacağını bütün dünyaya ilan etmelidir.
Dünyaya bu durumu ilan eden Cumhuriyet Halk Partisi, hemen zaman kaybetmeden parlamenter demokratik düzeni kuracağını, tek adam rejimi olan bugün Türkiye’de uygulanan, dünya da hiçbir demokratik ülkede bir benzeri bulunmayan sistemden dönüleceğini Türk Halkına ilan etmelidir.
Demokratik hukuk devletinin olmazsa olmazı olan, tam bağımsız yargının yeniden kurulması, insan haklarının ve basın özgürlüğünün en geniş şekliyle hayata geçireceğini ilan etmelidir.
Son 16 yıldır Türk Yargısının içine düşürüldüğü durumlar nedeniyle insanların mağdur edildiğini bu mağduriyetlerin giderilmesi için bir genel özel af çıkartılacağını ilan etmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında, yargının hiçbir koşul altında yasama ve yürütmenin etkisine, siyasetin kuşatmasına sokulmayacağını, yargıda siyasallaşma kesinlikle engellenecek, bunun yasal alt yapısı gerçekleştirilecektir.
FETÖ kumpası sırasında, aklanmaya fırsat bulamadan hayatlarını  kaybedenler içinde bir iadeyi itibar yasası çıkartılacağını beyan etmelidir. Sadece bu da yetmeyecektir. FETÖ kumpası nedeniyle mağdur olanların tüm maddi kayıplarının ödeneceği Türk ve dünya kamuoyuna ilan edilmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi, çağdaş Dünya’nın benimsediği kuvvetler ayrılığının, bağımsız yargının, insan haklarının, basın özgürlüğünün hayata geçirilmesi için gerekli yapısal reformların yapılacağını açıkça beyan etmeli ve Türk Halkına taahhütte bulunmalıdır.
Her kademe de demokratik ve laik eğitim yapılacağını, kültür ve sanata gereken desteğin ve önemin verileceğini açıklamalıdır.
Doğru haber alma, doğruları ve gerçekleri bilme, doğru bilgilenme hakkı demokrasinin gereğidir. Bu nedenle uygar ve demokratik bir toplumda yüklendikleri çok önemli görev sorumlulukları olan gazetecilerin sendikal hakları ve editoryal bağımsızlıkları güvence altına alınmalıdır. Bunun sağlanması için gazete sahiplerinin çıkarları ile toplumun çıkarları arasında sağlıklı bir dengenin kurulacağı ilan edilmelidir.
 Bütün bunları yapmak için gerekli olan mali kaynak, bugün devleti yönetenlerin görgüsüzce yaptıkları savurganlıkları önlemekle sağlanacaktır.
Kuruluş ayarlarına dönmüş Cumhuriyet Halk Partisi işçinin sendikal hakları konusunda, tarımda, sanayi de, uluslar arası ticarette, ne gibi düzenlemeler yaparak “kimsesizlerin kimsesi” olacağını Türk Halkına anlatmalıdır.  
Cumhuriyet Halk Partisi  iktidarında, siyasetin  dini istismar etmesinin, yani  dinin siyasallaştırılmasına ve de siyasetin dinselleştirilmesinin önlenmesi için her türlü yasal düzenlemeyi yapacağını Türk Halkına ilan etmelidir.
Türk demokrasisinin en eksik tarafı hesap sorulmamasıdır. Bu nedenle,  Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında, kamu gücünü özel çıkar sağlamak için haksızca kullananlardan, kamu kaynaklarından kendisi ve yakınları için zenginleşme amaçlı faydalananlardan, yolsuzluk yapanlardan HESAP SORULACAĞINI, ZİMMET RÜŞVET, İRTİKAP, SAHTECİLİK, İHALEYE FESAD KARIŞTIRMA VE BENZERİ SUÇLARDA ZAMAN AŞIMININ KALDIRILACAĞINI  TÜRK HALKINA İLAN ETMELİDİR.
YANİ DEVRİ SABIK YARATILACAĞINI ŞİMDİDEN DOSTA DÜŞMANA  İLAN ETMELİDİR.
Cumhuriyet Halk Partisi, programında  düşük enflasyonla, hızlı büyüyen, tam istihdama yaklaşan, çağdaş çalışma koşullarına  sahip, eşit rekabet ortamında gelirini adil paylaşan, küresel ölçekte dinamik rekabet gücüne sahip bir ekonomi; bilgi ekonomisine dönüşen, yaşam kalitesi yükselen sosyal barış içinde dengeli kalkınan bir Türkiye’yi hedeflediğini Türk halkına ilan etmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi bunları ilan ve taahhüt ederek bataklıktan çıkışın yolunu Türk Halkına göstermelidir.

17 Aralık 2018 Pazartesi

SUSARSAN GEMİ BATARKEN KAPTANI SUÇLAMAYA HAKKIN OLMAZ



Kanadalı yazar, şair ve söz yazarı Leonardo Norman Cohen’in bir açıklamasını, bir değerlendirmesini, sosyal medyada okuyunca bende hemen paylaştım.
Ne diyordu yazar “Herkes biliyor geminin su aldığını, Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini ve herkes biliyor, zarların hileli olduğunu”
Zannedersiniz ki bu sözleri sanki  Türkiye’nin iktidarı ve muhalefeti  için söylenmiş, ama bir  cümle eksik kalmış, o cümlelerin sonuna  ama bütün bunlara susuyor geniş kitleler”  cümlesini ilave etmek gerekirdi,
Burada suçlu kim?
Her şeyi saklayan, gizleyen, hileli zar kullanan mı, yoksa her türlü olumsuzluğa karşı sesini çıkartmayan geniş halk kitleleri mi?
Bütün olumsuzlukları görüp, ister siyasi iktidardan, ister parti içi iktidardan korkup da bunları dile getirmiyorsanız tepki vermiyorsanız  uygar insan değilsiniz.
  Ekonomi batmışken, herkes kemerleri son deliğine kadar sıkmışken, eğer siyasi iktidar eliyle savurganlık yapılıyorsa, üç uçak yetmez, dördüncü uçağı da alalım diyorlarsa ve sende buna sessiz kalıyorsan, suçlu sensin.
Sen ekmeğe muhtaç iken, yetiştiği gecekonduda  adını bile duymadığı, duysa bile  doğru telaffuz edemeyeceği meyveyi şimdi iktidar sahibi olduğu için  yiyip de, “itibardan tasarruf olmaz” diyenlere tepkini göstermiyorsan sen  her türlü olumsuzluğa layıksın.
Sen asgari ücret 2200 TL olsun diye çırpınırken, yandaşlara, çoluğa, çocuğa devlet kasasından danışman adı altında, RÜYANDA   sana da ödendiğini  görsen hayra yormayacağın maaşlar ödenirken, “Dur bakalım kimin parasını” kime veriyorsun demezsen, sorumlu sensin.
Üstünden geçmediğin, belki de hayatın boyunca geçmeyeceğin köprüyü yapanlara senin sırtından ödemeler yapılmasına sessiz kalıyorsan, atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra sızlanmanın hiçbir anlamı yok.
İktidar böyle de muhalefet daha mı düzgün, o da ayrı sorun …..
Melih Aşık.” Bir muhalefet partisi iki yol izleyebilir… Biri iktidarın  yaptıklarını izleyip ona göre gündelik muhalefet yapmaktır. CHP’nin yaptığı budur… Diğer yol  ise Türkiye’nin mesellerine bakmak, üzerinde düşünmek, Türkiye’ye uygun vizyon ve hedef belirlemektir. Muhalefetini de, belirlenen  bu vizyon dahilinde yapmaktır. Maalesef  CHP bunu yapmamaktadır” diyerek ne güzel yazmıştı.
Türkiye’nin kurtuluşunu CHP’nin kurtuluşunda bulan kardeşim, iktidarın dümen suyunda yapılan kifayetsiz muhalefete hiç tepki verdin mi?
Vermedin, ne olur ne olmaz kızarlar diye değil mi?
Milyonlarca oy vereni varken, o milyonların içinden bir belediye başkanı adayı çıkartamayıp, daha beş ay evvel milletvekilliğine aday olup seçilmiş adamları, belediye başkan adayı yapmalarına sessiz kalıyorsan, suçlu sensin partili kardeşim.
Partin bir başka parti ile ittifak yapıp senin kentini o partiye bıraktı diye tepki vereceğine, senin ilinde binlerce üyen varken milletvekilini Belediye başkan adayı yapmasına tepki vermeyip, şimdi adayımızı geri çekip öbür parti adayını desteklemeyiz diye tepki vermen, sadece siyasi şov olur.
Senin partin seçim hilelerine tepki verdi mi? Vermedi. Peki bu tepkisizliğe sen tepki verdin mi?
Hayır.
Hani 50.000 avukatla YSK’nın önüne gideceğini söyleyen arkadaşın nerede?  
Atatürk’ün iki büyük eserimden biri dediği partisi, ideolojik olarak onun düşmanlarına teslim edildiği zaman tepki verdin mi?
Ne gezer, ya belediye meclisi üyeliği ya da milletvekilliği, belediye başkanlığı beklediğin için susuyordun, Şimdi konuşmanın artık bir faydası kalmadı. Atı alan Üsküdar’ı geçti.
Partin, CHP KAPATILSIN VAKIF HALİNE GETİRİLSİN diyenlerce   tüm kuruluş değerlerinden, devrimciliğinden  uzaklaştırılırken, bunu sessizce seyrettin.
İster ülke demokrasisi olsun, ister parti içi demokrasi olsun olumsuzluklara karşı demokratik tepkini vermiyorsan, susuyorsan,  gemi batarken de artık senin kaptanı suçlamaya hakkın olamaz.
     

14 Aralık 2018 Cuma

SURİYE ÇELİŞKİLERİ




Trump'ın Suriye özel temsilcisi olarak atadığı emekli büyükelçi James Jeffrey'nin atanmadan bir süre önce bir panelde yaptığı konuşma Türkiye'nin Suriye politikasındaki vahim çelişkilerin bir özeti gibiydi.
Jeffrey, DAEŞ ile mücadele amacıyla Suriye'de PKK'nın bir kolu tarafından yönetilen bir ordu kurmakta olduklarını, Türkiye'nin bu konuda her gün kendilerine ağır sözler ettiğini, buna mukabil, oluşturulan o gücü destekleyen ABD uçaklarının büyük kısmının Türkiye'deki üslerden havalandığını ve Erdoğan'ın buna her gün izin verdiğini söyledi. 
Suriye'deki gelişmeler değerlendirilirken sadece görüntüye yeni giren gelişmeye bakılıyor, büyük resim gözden kaçırılıyor. 
Büyük resim, baştan itibaren Türkiye'nin uzun erimli çıkarları ile taban tabana zıt ve çelişkili politikaların bizi sürekli yeni maceralara zorlamakta olduğudur. Cerablus'da, Afrin'de öyle oldu. Şimdi Fırat'ın doğusu konuşuluyor.
Büyük resmin sürekli göz önünde bulundurulması, hatırlatılması ve sorumlulara işaret edilmesi gerekir, gerekiyor. 
Fırat'ın doğusunda ne olmuştu, hatırlayalım. Türkiye, sınırını elek haline getirip dünyanın bütün katil cihatçılarını Beşar Esad'ın üstüne salınca, Esad da Fırat'ın doğusunu Kürtlere bırakıp kuvvetlerini başka bölgelere çekmişti. O zamandan itibaren PKK yönetimindeki PYD/YPG Fırat'ın doğusunda giderek genişlettikleri bir bölgede adı konulmamış bir otonomi tesis ettiler. Üstelik Ayn Al Arab'daki (Kobani) DAEŞ unsurlarının def edilip bölgenin PYD/YPG'nin kontrolüne bırakılması için Türkiye'nin Barzani peşmergelerinin topraklarımız üzerinden Suriye'ye girmesine izin verdiği unutuluyor.
Türkiye şimdi, kurulmasına destek verdiği o "terör bölgesinin" temizleneceğinden söz ediyor. Sayın Cumhurbaşkanının  sözlerinden, tıpkı Cerablus ve Afrin'de olduğu gibi, AKP yönetiminin şimdi de yine kendi yanlışını düzeltmek için Türk Silahlı Kuvvetleri'ni göreve göndereceği anlaşılıyor.
Fırat'ın doğusunda PYD/YPG'nin kontrolündeki bölge Suriye topraklarının neredeyse üçte biri. Bu geniş bölgede ABD tarafından ağır silahlarla teçhiz edilmiş ve eğitilmiş 60 bin kadar PYD/YPG'li terör elamanının olduğu biliniyor. Bunlara ilaveten, ikibin civarında ABD'li personel ve ondan fazla ABD üssü de aynı bölgede yerleşik durumda.
Cumhurbaşkanı'nın yapılacağını bildirdiği harekâtın kapsamı ve süresi bilinmiyor. Ancak, bölgenin gerçekten "temizlenmesi" hedefleniyorsa çok büyük bir güçle müdahale edilmesi ve ABD ile kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelinmesinin göze alınması gerekiyor. Böyle bir hazırlık olduğu çok kuşkulu.
Gerek "Büyük Kürdistan" projesinin ilerletilmesi, gerekse de, İran'a karşı bir sıçrama tahtası olarak kullanılması bakımından ABD'nin Fırat'ın doğusundan kesinlikle vazgeçmeyeceği görülüyor. 
Tam bu noktada insanın aklına “Ne işimiz vardı Suriye’de, Niye bir hudut komşusu devletin içişlerine müdahale ettik,” diye geliyor.
Hal böyle olunca, sınırlı bir harekât düzenlenerek, yerel seçim öncesi göstermelik bir "siyasi kahramanlık" hikayesi yazılmaya çalışılacağı kuşkusu ortaya çıkıyor. 
Bölgenin PYD/YPG unsurlarından temizlenmesi gerçekten hedefleniyorsa/isteniyorsa  ideolojik saplantılardan vaz geçip, mutlaka yapılması gereken,  o toprakların sahibi olan Esad yönetimiyle birlikte hareket etmektir.
Bir başka vahamet de CHP'nin Suriye bağlamındaki tutumu. Anti emperyalist gelenekten gelen, mazlum milletlere örnek olmuş Kurtuluş savaşını yapan  parti maalesef ABD'nin dümen suyundan kurtulamadı. 
CHP, Suriye olaylarının başlangıcında Esad'ın gitmesi hedefine destek verdi. Genel başkan, Ekim 2014'de Kobani'nin DAEŞ'den temizlenmesi (ve PYD/YPG'ye teslim edilmesi) için Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kullanılmasını önerdi. 
Son olarak partinin dış politikadan sorumlu genel başkan yardımcısı geçen ay ABD'nin dümen suyundan kurtulamadıklarını: ".....Türkiye ABD ilişkilerini önemsiyoruz. ABD, PKK ile YPG arasında bir ayrım yaptığı açıklamalarından görülüyor. PKK yöneticilerine konan ödül de bu ayrımdan kaynaklanıyor bizim anladığımız kadarıyla. YPG ile ilgili ABD'nin tutumun doğru olmadığını düşünüyoruz. Ancak Türkiye'nin de PYD-YPG birleşkesi şeklinde kullandığı ifadenin bir ayrıma ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz."
"O da şöyle, PYD bir siyasi oluşum, YPG ise onun askeri boyutudur. YPG bir terör örgütü olarak görünse bile  Afrin'de Türkiye'nin, Rusya ile birlikte PYD ile çalıştığına dair bazı duyumlar alıyoruz...".
diyerek açıkça itiraf etti.
Genel başkan yardımcısı "PYD, siyasi oluşum. Türkiye bu oluşumu YPG ile birlikte anarak doğru yapmıyor İkisini ayırmak lazım. YPG terörist olarak nitelenmeye devam edilebilir. Ama, PYD ile çalışılabilir. Zaten çalışıldığını duyuyoruz. Buna bir itirazımız yok" demeye getiriyor.
Esasen, ABD'nin amacının Türkiye ile PYD'nin, 2015 öncesinde olduğu gibi, iyi ilişkiler içinde olmalarının sağlanması olduğu biliniyor. Özel temsilci Jeffrey sözleriyle, yazdıklarıyla bu amacı gizlemiyor. 
CHP, ABD projelerine destek veriyor, Cumhurbaşkanı/AKP'nin de yolunu açıyor...
Vah ki ne vah....

7 Aralık 2018 Cuma

CUMHURBAŞKANI BUNU YAPMAMALIDIR.



Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesinin başlığı “Halkı Kin ve Düşmanlığa  Tahrik ve Aşağılama” dır.
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, geçenlerde yaptığı bir konuşmada Çankaya, Beşiktaş, Şişli gibi yaşam kalitesinin yüksek olduğu ilçelerdeki CHP seçmenine  yönelik olarak “Türkiye yansa da şaha kalksa da bunların umurlarında değildir” dedi.
Toplumlar, genelde ekonomik durum, kan bağı, din mezhep veya coğrafi köken yönünden farklılıklar göstermektedir. İşte AKP’li Cumhurbaşkanı, Anayasanın 104. Maddesinin 2. Fıkrasına göre Türk Milletinin birliğini temsil etmesinin yanında, Cumhurbaşkanlığı görevine başlarken, Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde, üzerine aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getireceğine dair ant içmiştir.
Yani Cumhurbaşkanı’nın yaşam kalitesi görece yüksek bu bölge de yaşayan insanları, ülkenin sorunlarıyla ilgisiz bir kesim olarak göstermesi, diğer kesimde yaşayan insanları bu halk kesimine karşı tahrik etmektir.
Sarf edilen sözler bölge halkını, ülkenin büyük sorunları karşısında üzülmeyen, büyük başarıları karşısında sevinmeyen, duyarsız insanlar olarak tarif etmek, o insanları vatan haini gibi göstermektir.
Cumhurbaşkanınca yapılan bu açıklama toplumun diğer kesimlerindeki insanlara, sayılan bölge insanlarına karşı, düşmanca duygular, kin ve nefret duymayı telkin eder mahiyettedir.Bu söylem insanlar arasında kitlesel düşmanlıklar uyandırmaya elverişlidir.
Hiçbir görev, vatandaşlar arasında muayyen özelliklere sahip bir kesimin  diğer kesim aleyhine kin ve düşmanlığı yöneltecek  şekilde konuşamaz, konuşmamalıdır.
AKP Genel Başkanı’nın bu söylemi bu nedenlerledir ki, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında da mütalaa edilemez.
Cumhurbaşkanının, yemininde milletin bölünmez bütünlüğünden de söz etmektedir. Halbuki söylem toplumu ayrıştırıcı bir söylemdir.
       Yeni anayasal düzen içinde Cumhurbaşkanı’nın sorumsuzluğunun  da mutlak olmaması gerekir; zira Cumhurbaşkanı artık hem tarafsız değildir ve hem de  yürütmenin  başıdır.
Bir Cumhurbaşkanı vatandaşların birbirlerine karşı düşmanlık duymalarını veya kin beslemelerini, birbirlerinden nefret etmelerini istemez, istememelidir.
       Bilerek veya bilmeyerek ama özensizce seçilen bu sözcükler toplum da ayrıştırmaya, kin ve nefret tohumları ekmeye müsait olduğu gibi tahrik de teşkil eder.
 Türkiye yansa da şaha kalksa da bunların umurlarında değildir” sözü bazı kesimlerde yaşayan vatandaşları, yaşam kalitesinin yüksek olduğu bölgelerdeki insanlara karşı tahrik teşkil ederek, bu suretle insanlar arasında kitlesel düşmanlıklar uyandırmaya neden olabilir.
Siyasetçiler, ülkede barışın, huzurun tesis edilmesini istiyorlarsa, gerek siyasi rakiplerine, gerekse kendilerin karşı olduklarına inandıkları kitleler hakkında daha düzgün ifadeler kullanmak zorundadırlar.
Yarın birisi de kalkıp, ülke ekonomik bunalımda ama, bu AKP yöneticilerinin umurunda değil, onlar için mühim olan yakın çevrelerini ekonomik menfaatleridir, derse ne olur.
Ayrıca  yaşam kalitesi yüksek yerlerde yaşayan insanları itham eden Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 100 odalı sarayda oturup,  beyaz çay        ve ejder meyveli smoothie içip, Sarayın bahçesindeki meyveler üşümesin diye ısıtma sistemini kuran, millet ekonomik  kriz ile boğuşurken 500 milyon dolarlık uçak alan kişi olarak, bu insanları itham etmesi  de düşündürücüdür.
Bu nedenle danışmanları AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’a  bu tür söylemlerden uzak durması gerektiğini telkin etmelidirler.





3 Aralık 2018 Pazartesi

YALAN



Yalan hedef kitleyi aldatmak için bir kimsenin yalan olduğunu bildiği olguları uydurması veya doğru olduğunu bildiği olguları inkâr etmesidir.
Nitekim, birkaç gün önce ölen ABD eski başkanı George Bush ( Baba Bush) son 40 yılda bir dönem seçilebilen tek ABD başkanıydı. Neden mi? Halka "dudaklarımı iyi okuyun, yeni vergi yok" deyip, vergi koyduğu" için.
Yani burada Başkan Bush, yalan olduğunu bile bile halkından gerçekleri  saklamıştır.
Gelişmiş demokrasilerde seçmen "yalan söyleyen" siyasetçiyi seçmez diyor Sayın Cem Toker sosyal medya paylaşımında.
Ülkemizde de siyasetçiler gerçekleri çarpıtırlar.
Son günlerde bunun  en tipik örneklerinden biri de, Cumhuriyet döneminde bir zamanlar ezan okunmasının yasaklandığının  söylenmesidir.
Türkiye’de ezan okunması hiçbir zaman yasaklanmamıştır. Bunun böyle olduğunu, “Ezan yasaklandı” diyenler de biliyor. Ama buna hedef kitlenin inanacağını düşünerek söylüyorlar.
Örneğin ülke borç içinde yüzerken, itibar göstergesidir diyerek 15 uçaklık filo kurmak da ülkedeki ekonomik bunalım konusunda halkı kandırmaya çalışmaktır.
Bizde halka gerçekleri  söylemeyen sadece iktidar mensupları  değildir. Muhalefet mensupları da önce halka iktidarı suçlayan sözler söylerler, sonra iktidara payanda olup söylediklerinin tam aksini yaparlar. Örneğin, HDP bölücüdür onlarla hiçbir şekilde beraber hareket etmeyiz der, sonra payanda olduğu AKP öyle istiyor diye, “T.C” nin resmi kurumların tabelalarına geri dönmesi ile ilgili yasayı reddettirmek için HDP ile birlikte TBMM de yapılan oylama da çekimser kalarak yasanın reddini sağlarlar.  
Böyle gelişi güzel gerçek dışı beyanlar, davranışlar da yaygınlaşırsa bu durum, halkın demokratik yönetime olan inancını kaybetmesinin, otoriter yönetimlere meyil etmesinin önünü açar.
Bu yalanların yaygınlaşmaya başlaması, kamuoyunun siyasetçiler hakkında yalancılar güruhu olduğunu düşünmesinden dolayı siyaset kurumuna olan inanç azılır. Geniş kitleler demokrasiden uzaklaşıp totaliter bir düzenin beklentisi içine girerler.
Gelişmiş toplumlarda herhangi bir konuda halkına yalan söyleyen siyasetçi bunun bedelini bir daha seçilememekle öder.    
Bu sonucun  temel nedeni,  o ülkeler de özgür basının olmasıdır..
Bizim siyasi hayatımız yalanlarla doludur. Hatta o kadar kanıksanmıştır ki, siyasetçiler her hangi bir  ürüne zam yok derlerse, halk o mala zam geleceğini düşünmeye başlar ve de öyle  olur.
Son günlerde Türkiye de iktidar sahibi siyasetçiler çıkıp, “ekonomik kriz yok, bu büyük bir yalandır” diyebiliyorlar.
Ama artık geniş halk kitleleri de bunlara inanmıyor. Zira o hedef kitlede bu ülke de yaşıyor ve çarşıya pazara gittiği zaman acı gerçeklerle yüzleşiyor.
Hedef alınan o kitle bile işin vahametini anlamış olmalı ki, onlar bile doğruları öğrenmek için, bugün iktidara muhalif olduğu bilinen birkaç Televizyon kanalını seyredip, birkaç gazeteyi okumaya başlamışlar.
Yazılı ve görsel basına ne kadar egemen olursanız olun, her geçen gün kullanıcısı artan bir de sosyal medya gerçeği var, halk artık söylenen yalanların doğrularını buradan öğrenmeye ve takip etmeye başladı.

                            
 



30 Kasım 2018 Cuma

TEMİZ TOPLUM İÇİN TEMİZ SİYASET



12 Eylül askeri darbesinden sonra başlayıp bugüne kadar uzanan süreçte, üretmeden paradan para kazanmayı amaç edinen, her şeyin ölçütü olarak parayı alan, ahlaki değerleri hiçe sayan bir dönemde yaşıyoruz.
Bunu da devlet eliyle yaptık. Anımsayın ülkede görsel yayıncılığın devletin tekelinde bulunduğu dönemde, TRT ekranlarında davul çalarak “köşeyi dön” reklamı yapılabiliyordu.
Köşeyi dön de nasıl dönersen dön denirken, toplum ve devlet ahlakının yok edilmesine hep beraber seyirci kalındı.
İktidarların görevi halka hizmet etmektir. 12 Eylül sonrası başlayan çürüme devam ede geldi, bugün gelinen nokta  “Çalıyor ama çalışıyor” noktasıdır.
İktidar sahiplerinin çalışmalarının görevleri olduğu unutuldu. Birde bazı aklı evveller çıkıp “devri sabık yaratmayacağız” diye nutuklar atmaya başladı.
Bu ne yaparsanız yapın, sizden hesap sormayacağız demektir.
Uygar batı ülkelerinde bir iş adamından ufacık bir hediye aldı diye devletlerin en üst düzey görevlileri ya da yakınları hiç ayırım yapmadan yargılanıyorlar.
Bizde, bakan çocuklarının evinde para sayma makineleri, dört beş kasa, bir kamu görevlisinin evinde ayakkabı kutusunda ABD dolarları bulunuyor, bir bakan şaibeli bir işadamına “senin önüne yatarım” diyebiliyor ama bizde kimseye bir şey olmuyor.    
Yolsuzlukla suçlanarak istifa ettirilen bir bakan, “ben ne söylendiyse onu yaptım” diyor. Bu ülkenin muhalefeti bu konunun bile üzerine gerektiği kadar gidemiyor.
Üretmeden tükettik, paradan para kazanmayı özendirdik, bir dönem yurt dışından temin edilen ucuz kredileri üretime değil, toprağa, inşaata gömdük.
Bu yapılanlar çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda yaptığı yanlışların göz göre göre tekrarıdır.
Örneğin İmparatorluk iflasa giderken Dolmabahçe Sarayı, otuz birinci Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecit tarafından 1843-1856 yılları arasında 3 milyon kese altın harcanarak yaptırıldı….
Yap işlet devret modeli de yeni bir şey değil, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde de vardı.
Mahfi Eğilmez Hoca’nın, her insanın başucu kitabı yapması gereken “ Değişim Sürecinde Türkiye” kitabında anlattığı gibi “1883 yılında  Osmanlı Hazinesi , Fransız Vagon Lits şirketine,  İzmir-Aydın-Ödemiş  demiryolunun yapımı karşılığında yüz yıl süreli bir imtiyaz vermişti. Buna göre Vagon Lits bu yolu Osmanlı’dan bir bedel almadan yapacak ama karşılığında trenlere bir veya iki adet özel vagon ekleyecekti.Bu vagonlar trenin diğer vagonlarına göre çok daha lüks ve dolayısıyla pahalı olacak ve bunların geliri Vagon Lits’e ait olacaktı…..Vagonlar dolmazsa, Hazine boş kalan  yerlerin bedelini Vagon Lits’e ödeyecekti. 100 yıl süreli imtiyaz anlaşması  1983 yılında sona erdiğinde geçen 100 yıllık sürede bu yolla  Vagon Lits’e ödenen bedel , yapılan yolun bedelinin kat kat üstünde bir miktara ulaşmıştı”
Vagon Lits kazığı ne kadar da yolcu garantili hava alanı yapımlarına, hasta garantili hastane yap işlet devret modellerine benziyor.
1980’lerin ikinci yarısında Dünya Bankası tarafından bu  Türkiye’ye yeni bir şeymişçesine anlatılırken, kimse çıkıp, Vagon Lits olayı ile Osmanlıya atılan kazığı, Türk halkına   anlatmadı. Böyle olunca da bilgisiz siyasetçilerin ülkeye, daha doğrusu halkımıza yüklediği zarar halkımız tarafından anlaşılamadı, bilinemedi.
Özellikle son 20-30 yıl içinde yaşadığımız  bunalımlar, ekonomide ve politikada, temiz toplum, temiz siyaset adına ciddi yapısal değişikliklere ihtiyaç olduğunu göstermektedir; ve bu çok geniş kitle tarafından da kabul edilmektedir.
Toplumun temizlenmesi için, öncelikle siyasetçinin temizlenmesi gerekir. O nedenle, iktidara talip olanlar, kendilerine ve ekiplerine güveniyorlarsa “ devri sabık” yaratacaklarını, seçmene peşinen ilan etmelidirler. Etmelidirler ki, kendi kadroları da ilerde kendilerinden de hesap sorulabileceğini/sorulacağını bilerek davransınlar.











26 Kasım 2018 Pazartesi

KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ



Kadın ve Adalet Zirvesinde AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı, “Adaletin herkese hakkını vermek olduğunu” söyledikten sonra “Erkekle bayan 100 metreyi beraber koşsunlar, bu adalet olur mu ?” demiştir.
Atletizim sporu üzerinden verilen bu örnek hem yanlıştır ve hem de aldatıcıdır.
Dünya 100 metre kadınlar rekoru 10 saniye 49 salisedir. Türkiye de bu derecenin altında koşan erkek sayısı var mıdır varsa kaç kişidir bilemiyorum.Ancak asıl yanılgı kadın erkek eşitliğini kadın erkek aynıdır diye yorumlamaktır.
Bugünün dünyasında sözü edilen eşitlik, adale gücü değil, erkekler lehine yapılan her türlü ayırımcılığın  ortadan kaldırılmasıdır. Nitekim bizim anayasamızın 10. Maddesi 1. fıkrası “Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”   hükmünü getirmiştir.
Yani, bu Anayasa hükmüne göre, kadınlar ve erkekler  her türlü konuda eşittir. Bu hükmün muhatabı, Devlet organları, idari makamlar, kanun koyucusu ve kanun uygulayıcıları olduğuna göre, kadınlar ve erkeklere eşit iş fırsatı, eşit ücret, eşit hak, fırsat ve sorumlulukların verilmesini sağlamak Yürütme, yasama ve Yargının işidir.
Kadın hakim, avukat, savcı, bankacı, doktor, öğretmen, öğretim görevlisi, hatta asker, polis ve aklımıza gelen her işte erkeklerle beraber çalışabiliyorsa, bu eşitliğin adale gücüyle alakası olmadığı ortadır.
Aslında, kadın erkek eşitliği  Türk toplumu için bu çokta yabancı bir durum değildir. İslamiyet öncesi Türklerde kadın büyük ölçüde erkekle eşittir. İlk Türk devletlerinde devletin başı Hakan, eşi Hatun ile devleti beraberce yönetmişlerdir. Hatta erkeklerle beraber savaşlara bile katılmışlardır.
Onun için bugün Türk kadının istediği eşitlik, ev hayatında, iş hayatında eşitliktir, istenen budur.
Eşit işe eşit ücret istiyorlar, iş hayatında cinsiyetten önce liyakate bakılmasını istiyorlar. Bu konularda Cumhuriyet Türkiye’si büyük adımlar attı eksiklikleri olsa bile kadınlar lehine büyük kazanımlar sağlandı, ama bunlar elbette yeterli değil.
Kadınların çalışma hayatına girmelerinin önündeki engellerin  ivedi olarak kaldırılması gerekmektedir. zira; cinsiyet eşitliği ve kadın hakları ekonomik kalkınmanın temelidir.'
Kadına karşı yapılan her türlü ayrımcılığın, fiziksel ve psikolojik şiddete toplumun  büyük bir kesimi tarafından karşı durulmakla birlikte bazı kamu kurumları tarafından  bizzat devlet eliyle kadınların aşağılandığı bir gerçektir. Örneğin, Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek, 12 Eylül Faşist yönetimi tarafından kamu kurumu haline getirilen Türk Dil Kurumunca hazırlanıp, yayınlanan sözlükte  ‘oynak’, ‘taze’, ‘müsait’, ‘yollu’ gibi kelimelerin argo anlamlarının kadını aşağıladığı, küçük düşürdüğü gerekçesiyle Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğünden çıkartılmasına Ankara 6. İdare Mahkemesi tarafından karar verilmiştir.
Bu belki mutluluk ve umut verici bir gelişmedir  ama Ankara İdare Mahkemesi de bir yargı organıdır, ŞORT giydiği için otobüste Ayşegül Terzi’yi tekmeleyen Abdullah Çakıroğlu isimli yobazı   ilk celsede tahliye edilmesine karar veren  mahkeme de.
Bir kadının vatandaş olarak, insan olarak son sığınacağı yer yargı olduğuna göre, yargı organlarının bu konularda çok dikkatli davranması gerekmektedir. Kadına karşı şiddet uygulayanlara, tecavüzcülere ceza indirimleri yapan zihniyet olarak erkek egemen  yargı yerine, hukukun cinsiyetçilikten arındırmak modern normlara kavuşturmak ancak devlet yönetim ve zihniyetindeki bir değişim ile gerçekleşebilir.