27 Şubat 2017 Pazartesi

TÜRK HALKI ÜÇÜNCÜ SINIF DEĞİLDİR.

Tayyip Erdoğan’ın istediği anayasa değişikliği başkanlık sistemi olmayıp tam bir tek adam rejimidir.
Unutmayalım ki, demokrasiler tek adam ve kahramanlar rejimi değildir
Getirilmek istenen sistemde Cumhurbaşkanı’na yanlışsın diyebilecek bir ORGAN kalmıyor. Yürütmede, yasamada, yargıda Cumhurbaşkanın emrine giriyor.
AKP’nin meşru yol ve vasıtalarla iktidara gelmiş olması, bu özelliğini kaybetmeyeceği  anlamına gelmez.
İktidarlar, kendilerini iktidar yapan anayasaya uyarak, kamu oyu, yargı ve üniversitelerle işbirliği yaparak meşruiyetlerini korurlar.
Demokrasilerde iktidar partisi, kaderini tek adama, “kahramanın” iradesine bağlarsa, o partinin başında da demoklas’in kılıcı hep sallanır. 
Daha çok yakında Amerika Birleşik Devletlerinde Trump’a bir mahkeme “HAYIR” dedi.
Tayyip Bey’in arzu ettiği tek adam rejimi gerçekleşirse Türkiye’de Tayyip Erdoğan’a “HAYIR” diyebilecek bir mahkeme de kalmayacak.
Zira Hakimler Savcılar Kurulu’nun yarısını Tayyip Erdoğan doğrudan doğruya kendisi, diğer yarısını da kendi şekillendirdiği meclis atayacak.
Çok zor olmakla beraber, tesadüfen de olsa kendisini yargılamak durumunda kalabilecek Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinin 12 üyesini doğrudan kendisi atayacak, diğer üç üyesini de aynen Hakimler ve Savcılar Kurulu üyelerini yarısında olduğu gibi kendi atadığı milletvekillerine seçtirecek.
Böyle şekillenmiş yargı düzenin de artık hiç kimsenin hukuk emniyeti kalmayacaktır.
Sadece vatandaşların kişisel özgürlükleri değil, mülkiyet haklarının da güvencesi kalmayacaktır.
Vatandaşlar haksız ve hukuksuz şekilde yargı mercileri karşısına götürüldüğünde güvenecekleri bir yargı söz konusu olamayacaktır.
Bugün bu getirilmek istenen tek adam rejimine destek veren yayın organları gazetecilerin de hukuk güvenceleri kalmayacaktır.
Çünkü basın özgürlüğünün, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlarını belirlemek, Cumhurbaşkanın iki dudağını arasında olacak.
Kimse “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin aksine meclis kanun yaparsa kararname yürürlükten kalkacak” yalanına inanılmamalı. Tek adamın, çoğunluğunu kendi seçtiği meclisin, kararnamenin aksine kanun çıkartabileceğini düşünmek, hayalperestlik olur.
Getirilmek istenen sistemde aynen Azerbaycan’da olduğu gibi Cumhurbaşkanı’nın karısını, oğlunu, kızını Cumhurbaşkanı yapmasına hiçbir yasal engel olmayacaktır.
Hep aynı şeyi söylüyoruz, 15 yıldır iktidarda olan AKP iktidarı bugüne kadar ne istedi de yapmadı, yapamadı.
Meclisteki çoğunluklarına dayanarak her yasayı meclisten geçirdiler, terör mü bitti, komşularımızla huzur içinde mi yaşıyoruz? Aramızda sorun olmayan bir tane komşumuz var mı?
AKP iktidarı döneminde, var olan anayasayı çiğnemek vakkıayi adiye haline geldi.
Meclisin önünde bu anayasaya bağlılık ve tarafsızlık yemini edeceksin, sonra da çıkıp ben tarafsız değilim diyerek ve anayasayı çiğneyeceksin.
Milletin parasıyla, onun, benim vergilerimizle yarattığımız devlet bütçesinden anayasanın tarafsızlık ilkesini çiğneyerek, düzenlediğin açık hava toplantılarında muhalefet partilerine, senin gibi düşünmeyenleri en haksız şekilde eleştireceksin.
Son günlerde yurt dışında doları  olanların yurt dışına göçtüklerine dair haberler var. Bu çok tehlikeli ve istenmeyen bir durumdur.
Geçtiğimizi günlerde “HAYIR” afişi asan bir çocuk bıçaklanıyor, herkesin ağzında bir “silahlanma” lafı var.
Bu tür olaylar ve söylemler, ülke insanlarını birbirine düşürür, halkta ve uluslararası camiada ülke hakkında olumsuz bir kanı oluşmasına neden olur.
Yapılmak istenen Anayasa değişikliğine Türk tipi demek, Türk ulusunu üçüncü sınıf halk olarak kabul etmektir. Ulusa  hakarettir.

24 Şubat 2017 Cuma

SAYGIN DEVLET ADAMI AHMET NECDET SEZER


Son zamanlarda Ahmet Necdet Sezer’e sataşmaya yelteniliyor.
Oysa, dikkatlerden kaçıyor, yaşamsal nitelikte vahim iç ve dış politika yanlışlarının miladı, devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan o Cumhuriyet ve Atatürk sevdalısı saygın devlet adamının Çankaya’dan ayrılmasıdır.
Türkiye, Sezer’in ayrıldığı 2007 yılına kadar Kuzey Irak Kürt yönetimi ile doğrudan ve yakın ilişkiler tesis etmemişti. Ülkemizin uzun  erimli çıkarları ile tamamen örtüşen bu tutumun nedeni, bir yanda merkezi Irak hükümeti ile iyi ilişkiler  sürdürmek, diğer yanda ise, Barzani’yi bağımsızlık yolunda cesaretlendirmekten kaçınmaktı. Türkiye’nin Barzani’ye karşı takındığı bu mesafeli tavırdan ABD hoşnut değildi.
Doğru politikanın temelinde Sezer’in ve Genelkurmay’ın kararlı ve duruşları vardı. Yani Ahmet Necdet Sezer AKP iktidarına Araplarla ilişkilerde hata yaptırmadı.
Bu politika AKP iktidarına kadar, gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin takip ettiği  “Arapların içişlerine karışmama, Araplar arası ihtilaflarda taraf olmama” devlet politikasına da uygundu.
2007 yılında Sezer’in görevi bırakması ile iç ve dış politikada hatalar yapılmaya başlandı. Sezer’in yerine Tayyip Erdoğan’ın isteği ve  Devlet Bahçeli’nin desteği ile seçtirilen  Abdullah Gül’ün söylediği “Türkiye’de güzel şeyler olacak” deyişi, içerde ve dışarıda yaşanacak yanlışlar silsilesinin işaretini verdi. Gül bir yanda ABD’ye hoş görünmek, diğer yanda yandaşlara Kuzey Irak’ta maddi çıkarlar sağlamak güdüsüyle, Barzani ile doğrudan ilişkiler tesisini savundu. Öyle de oldu.
Genelkurmay’ın nasıl “yumuşatıldığı” ise malum.
Sezer’in sahip çıktığı/koruduğu Arapların içişlerine karışmama politikasından vaz geçilince, Merkezi Irak hükümeti ile ilişkiler hızla kötüleşti. Göklere çıkarılan ve kendisiyle sıkı-fıkı ilişkiler geliştirilen Barzani’ni ağzından ise “bağımsızlık” lafı hiç düşmedi.
O yapılan vahim yanlışın yansımalarını  şimdi Kuzey Suriye’de görmekteyiz. Kuzey Irak ile doğrudan geliştirilen ilişkiler hükümete Kuzey Suriye için örnek gösterilmektedir.
ABD basının da ve düşünce kuruluşlarının raporlarında  son zamanlarda Türkiye’nin  PKK ile müzakerelere dönmesi, bunun Kuzey Suriye’de oluşturulmakta olan PKK/PYD “devletçiği” ile iyi ilişkiler geliştirmesinin de öncüsü olacağı, böylece, PYD’nin Suriye barış görüşmelerinde taraf olmasının da önün açılacağı , ABD’nin bu süreçlerde arabuluculuk yapması gerektiği ısrarla yazılıyor.
PYD/YPG’ye karşı hasmane tutumun devamı etmesi  ve/veya bu tutumun Menbiç’e silahlı müdahaleye kadar vardırılması halinde, tümüne yakını YPG militanlarından oluşan “Suriye Demokratik Güçleri’nin İŞİD’e  karşı yürüttüğü mücadelenin sekteye uğrayacağı ve bu şekilde Türkiye’nin İŞİD’e dolaylı destek verdiğinin ilan edileceği tehditleri savruluyor.
Sanki hükümet bu baskılara direniyormuş havası veriyor ama dış basına göre gerçek böyle değil.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı İlnur Çevik, 11 Şubat 2017 günü New York Times’da yer alan demecinde , Türkiye’nin Kuzeydoğu Suriye’de bir Kürt oluşumuna hoşgörü gösterebileceklerini “Fırat’ın batısındaki mevcudiyetlerini vuracağız, ancak, doğusundakine ellemeyeceğiz” dedikten sonra, başdanışman “ Kuzey Suriye’de oluşturulacak PKK/PYD devletçiği için ‘Yeni bir Barzani olamazlar mı” diye de soruyor.
Cevik’in bu vahim sözlerinin hükümet tarafından yalanlandığını duymadık. Duymadığımız gibi, böyle esaslı bir dış politika açıklaması başdanışmana mı düşer o da ayrı bir konu olmasının yanında referandum da “EVET” çıkarsa işlerin nasıl yürütüleceğinin de güzel bir göstergesi.
2007 de Sezer’in görevden ayrılması ile başlayan hatalı dış politika hamleleri Suriye’de batağa saplanmış durumda. Ülkemizin çıkarları taban tabana zıt vahim gelişmeler oluyor.
Zira, yabancı basın  Türkiye’nin ABD, PKK, PYD, Şam rejimi, Rusya ve İran’a karşı kendisini tamamen köşeye sıkıştırdığını, hareket alanının iyice daraldığını ve bir çıkış stratejisinin de olmadığını etraflıca yazıyorlar. 
Bütün bunlar olurken, Sezer gibi tarafsız bir Cumhurbaşkanı’nın, bağımsız medyanın kıymeti şimdiler de çok daha iyi anlaşılıyor.
Ayrıca bugünlerde çokça yalan yanlış dile getirilen, anayasa fırlatma hikayesine de o toplantıya katılan  askerlerin bir açıklık getirmelerinde fayda var.


       

20 Şubat 2017 Pazartesi

ÖZGÜR BASIN VE BAĞIMSIZ YARGI


İngiliz tarihçi/yazar Timothy Garton Ash geçtiğimiz Pazar günü Hürriyet Gazetesi’nin ilavesinde çıkan söyleşisinde “Liberal demokrasi; bağımsız medya ve bağımsız mahkemeler olmadan hayatta kalamaz” diyor.
Sanki bu sözler günümüz Türkiye’si için söylenmiş sözler. Ancak bağımsız medya ve mahkemeleri savunmak aslında ortalama vatandaşın görevidir. Ama ortalama vatandaşa yol gösterecek, yaklaşmakta olan tehlikelileri görüp onu uyarması gereken “aydın”lardır.
Bu ülkede 15 yıllık AKP iktidarı döneminde basın özgürlüğü adım adım yok edilirken, gazete patronlarının  her odasından siyasi iktidar tarafından emir verilerek iş adamlarının üzerine saldırtılan müfettişler çıkarken Türk “aydının” sesi çıktı mı?
Bu yapılan  basını baskı altına almak için kurulan bir tezgahtır, diyen odlu mu?
Ne gezer ellerini kollarını bağlayıp seyir ettiler. Bu yapılanın her iki tarafa da eşit mesafede duran  özgür ana akım medyayı ele geçirmek için kurulan bir tezgah olduğunu gördüler mi?
Elbette gördüler, görmüşlerdir, ama o tarihteki çıkarları sessiz kalmayı gerektiriyordu, onun için de sessiz kaldılar.
Gerçek anlamda demokratsanız, hiç hoşlanmadığınız, gazetenin, gazetecinin de özgürlüğünü savunmak zorundasınızdır.
Uzaktan gazete patronlarını eleştirmek çok kolay ve ucuz kahramanlıktır.
Siz basit kişisel yararlarınızın peşinden koşup, hukuksuzluklara, adaletsizliklere sessiz kalacaksınız, ama gazete patronlarından “kahramanlık” bekleyeceksiniz. 
Demokrasi kahramanlar rejimi değildir. Vasat zeka ve kültürdeki insanların uğraşısıdır.
Aydınlar bu vasat zeka ve kültürdeki insanlara yol gösterip ufuklarını açarlar.
Özgür basın demokrasi için vaz geçilmezdir. İngiliz siyasetçi “Avam kamarası da Lordlar kamarası da sizin olsun, siz bana özgür basını verin” diyerek, demokrasilerde özgür basının ne kadar önemli olduğunu çok güzel anlatmış.
Ya bağımsız yargı, tartışılmayacak kadar önemli.
Bakın bağımsız bir yargının ne denli önemli olduğunu Amerikan Mahkemesi,  Trump’ın kararnamesini iptal ederek ortaya koymuştur.
Yaşananlardan sonra biz de Ankara’da hakimler var diyebilmeyi çok isterdik.
Ama maalesef diyemiyoruz.
Bir anayasa Mahkemesi üyesi düşüne biliyor musunuz, 2011 yılında Kıbrıs’ta katıldığı bir panelde, 1991 yılındaki Anayasa Mahkemesi’nin OHAL ile ilgili verdiği bir iptal kararına methiyeler düzmüş olsun ama aynı kişi, Tayyip Erdoğan tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildikten sonra, gene aynı nitelikte bir OHAL kararnamesiyle ilgili tam aksi yönde oy kullansın.
Nasıl mı yapmış?
Bunun cevabını en iyi o verebilir.
Ama bana sorarsanız tamamıyla korkaklıktan  diye cevaplandırırım.
Şimdi biz referandum “EVET” ile sonuçlanırsa 15 kişilik Anayasa Mahkemesi’nin 12 üyesini doğrudan, kalan 3 üyesini de partili Cumhurbaşkanı’nın genel başkanı olduğu partinin egemen olduğu parlamentoya seçtireceğiz.
Ve o Anayasa Mahkemesinden bizim temel hak ve özgürlüklerimizin teminatı olmasını isteyeceğiz.
Ya 12 kişiden oluşacak Hakimler ve Savcılar Kururlunun teşekkülü nasıl olacak? 6 üyesini doğrudan, bütün her şeyi kendine bağlamış Cumhurbaşkanı seçtikten sonra, kalan 6 üyeyi de egemen olduğu Parlamentoya seçtirecek ve bizde bağımsız yargıdan söz edeceğiz.
Ne olur aklımızla alay etmeyin, siz bunu kimseye anlatamazsınız, yetmez ama evetçi zavallılara bile anlatamazsınız.
2010 Anayasa değişikliğinden sonra bile Ankara da hakimler var diyemiyoruz,  referandumdan sonra sığınabileceğimiz bir yargı bugünkü kadar bile kalmayacak.

Eğer gerçekten demokrasi içinde yaşamak istiyorsak, önce özgür basını ve bağımsız yargıyı halk olarak biz isteyelim. Ne basın özgürlüğü ne bağımsız yargı gazete patronlarına, hakimlere tanınmış bir imtiyazdır Demokrasiye gönül vermiş sade insanların güvencesidir.

17 Şubat 2017 Cuma

DEVLETİN TEK SAHİBİ DEĞİLSİNİZ.


On beş yıldır ülkeyi tek başına yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin isteyip de yapamadığı hiçbir şey olmamıştır.
Bugün var olduğunu söylediği hiçbir sorunu çözememiştir.
Tayyip Erdoğan gerek başbakanken ve gerekse Cumhurbaşkanı olarak hiçbir engelle karşılaşmadan bu ülkeyi tek başına yönetmiş, istediği her şeyi yapmış, istediği adamı Cumhurbaşkanı, istediği adamı Meclis başkanı yapmış, bütün bunları yaparken de ne parti içinden ve ne de diğer partilerden bir engellemeyle karşılaşmamıştır.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına dahi tek başına karar vermiştir.
OSLO da terör örgütüyle aynı masaya oturma emrini bizzat kendisi vermiştir, terör örgütü militanlarının Habur’dan tantanayla ülkeye girmelerine izin vermiştir. Terör örgütü üyelerinin ayağına mahkeme göndermiştir. O kadar ki çadır mahkemesinde teröristler “kızmasınlar” diye Atatürk’ün resmini bile asamamışlardır.
Dirarbakır’da terörist başı Abdullah Öcalan’ın mektubu devlet yetkililerinin gözleri önünde meydanda bangır bangır okunmuştur.
FETO ile yıllarca kucak kucağa yaşadılar,  AKP üst düzey yöneticilerinin Fethullah Gülen için neler söyledikleri hepimizin hafızalarında çok canlı, canlı olduğu gibi arşivler yaptıkları açıklamalarla dolu.
Şimdi de insanın aklıyla alay edercesine “Hayır” cılar, PKK ve FETO ile işbirliği halinde diyorlar.
Kendilerini çok zeki halkı da  aptal zannediyorlar.
Kendi içlerindeki FETÖ mensuplarını hiç ağızlarına almıyorlar, başka partilerin içinde var olduğu iddia edilen FETÖ yandaşlarını da, kendilerine yakın basın yayın organlarında her gün dile getirtiyorlar.
Bütün bu anlattığımız fiilerinin  her biri  anayasa suçudur, anayasayı ihlaldir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti terör örgütüyle masaya oturmayacağı gibi, FETÖ ile yaptığı gibi, bir başka terör örgütüyle de işbirliği yapmaz. O terör örgütünün bütün devlet kademelerine yerleşmelerine yardımcı olmaz, olmamalıydı.    
Ama maalesef AKP iktidarı bunları yaptı.
Benim düşüncem, bu yaptıkları AKP iktidarının meşruiyetine gölge düşürmüştür.
Siyasal iktidarların meşruiyeti, kendilerini iktidara getiren Anayasa’ya bağlılıktan geçer. Yoksa meşru yollardan iktidara gelmiş olmaları iktidarları ilelebet meşru kılmaz. Meşruiyet, hukuk çerçevesinde ülkeyi yönetmekle mümkündür.
Yolsuzlukları, adam kayırmacılığı bir tarafa bırakın, Tayyip Erdoğan beni halk seçti ben farklı bir Cumhurbaşkanıyım diyor. Halk tarafından seçilmiş olmak ona Anayasaya aykırı davranmak hakkı vermiyor.
Cumhurbaşkanı ettiği yemine aykırı hareket ederek, tarafsız davranmamaktadır.
Bu hem kendisini ve hem de siyasi iktidarı meşruiyet dışına düşürür, düşürmüştür de. Nitekim Anayasa konusunda kendisine destek olan Devlet Bahçeli bu anayasaya aykırı fiili durumu, anayasayı değiştirerek, anayasayı fiili hukuk dışı uygulamaya uydurmak gerektiğini ilan etmiştir.
Yani destek verirken, bilmeden bir anlamda iktidarın  meşruiyetini yitirdiğini ilan etmiştir.
Tabii fiili durumun anayasaya aykırı olduğunu anlamak, görmek için Devlet Bahçeli’nin beyanına ihtiyaç  yoktur.
Şu andaki durum, davul AKP Hükümeti’nin sırtında, tokmak sorumsuz  Tayyip Erdoğan’ın elindedir.
Bu anayasa değişikliği reddolursa, Binali Yıldırım bey sorumsuz Cumhurbaşkanı’nın emir vererek kendisine yaptırdığı Anayasaya aykırı işlerden hukuken sorumlu olacaktır, yani Yüce Divan’da hesabı o verecektir.
“Bana rağmen oldu” savunması, kendisini hukuk karşısında kurtarmaz.
Türkiye artık bunları yaşamasın, siyasi iktidarı meşru yollardan eline geçirenler, devleti geçici bir süre için yöneteceklerini bilmeli ve buna göre davranmalıdırlar.
Meşru yol ve vasıtalarla iktidara gelenler bu yetkilerinin geçici bir süre için olduğunu idrak edip, devletin tek sahibi olmadıklarını anlamaları, kabul etmeleri gerekmektedir.











14 Şubat 2017 Salı

İHANET İÇİNDEKİ AYDINLAR


Geçtiğimiz hafta içinde Ankara Siyasal Bilgiler fakültesinin yerleşkesinde son çıkan KHK ile işlerine son verilen öğretim üyelerine destek vermek için kimseye saldırmayan ve silahsız olarak toplanan öğretim üyelerine polis şiddet uyguladı.
Fakültenin içine girdi, göz yaşartıcı bomba kullandı.
Bu olay olurken, kalabalığın arasında “yetmez ama evet”çi  utanmazları görünce içim burkuldu.
Aydın, tehlikeleri önceden görüp, halkını uyaran insana denir. Yani “aydın” ufkun ötesini gören insandır.
Bunlar zamanında “aydın” sorumluluğunu üstlenip yapılan haksızlıklara tepki veremeyen, tam aksine ufkun ötesini görüp, halkını uyarmayan zavallılardır.
Siyasal Bilgiler yerleşkesinde öğretim üyelerine, öğrencilere polis acımasızca saldırırken, bir tanesi günah çıkartırcasına olay yerinde görüntü veriyordu.
İnsanda biraz utanma duygusu olur,  “yetmez ama evet” diye sokaklarda dolaşırken, işlerin bu noktaya geleceğini hiç düşünmemiş miydiniz.
Siz nasıl aydınsınız. O, “yetmez ama evet” dediğiniz anayasa değişikliğinden sonra işlerin bu noktaya geleceğini öngöremediniz mi? Yoksa o tarihteki küçük çıkarlarınız, o anayasa değişikliğine destek vermenizi mi gerektiriyordu.
Küçük menfaatlerin adamısınız, çıkarcısınız.
Şimdi olaylar ters tepti, toplum gerçekleri görmeye başladı, bir anda demokrat kesildiniz.
Sizin geçmişiniz karanlıktır.
Yapılan hukuksuzluklar ayyuka çıkmışken, o tarihte yargılananlara duyduğunuz kin ve nefret duygusu ile yapılan hukuksuzluklara tepki vermek bir yana, yargısız infaz yapıyordunuz.
Bugün sureti haktan görünüp güya “destek”! için hocaların yanına gidiyorsunuz.
“Yetmez ama evet” diyerek destek verdiğiniz 2010 Anayasa değişikliğiyle Anayasa Mahkemesi halledilmiş bu ülkede fren mekanizması da kalmamıştır.
Mutlumuzsunuz şimdi?
Hiçbir denetim mekanizması kalmayan ülkede oraya buraya destek ziyaretleri yapıp gösteri yapmayın. Sizler mütareke dönemi “münevverlerisiniz”.
Sizler için ne ülkenin ve  ne de bu ülkede yaşayan insanların bir önemi vardır.
Sizler için tek şey kişisel çıkarlarınızdır. Bugünde çıkarlarınıza dokunulmayacağından emin olsanız, ya da size bir şekilde bunun garantisi verilse sizler bugün ortalara çıkar, Tayyip Erdoğan’ın getirmek istediği tek adam rejimine destek verirsiniz.
“Evet” diye pankart açar, tişörtler giyersiniz.
Sizler “aydın” falan değilsiniz. Sizler olsa olsa , kurtuluş savaşına karşı çıkan, mütareke dönemi aydınlarının günümüz yansımalarısınız.
Sizin için ülkenin, halkın yararları yoktur, sadece kendi menfaatiniz vardır.
Hukuksuzluğa tepki verenlerin yanına gidip onları da kirletmeyin.
Verdiğiniz destekle yasamaya zaten egemen olan iktidar, demokrasi için en tehlikeli olanı yargının siyasallaşması da sağlanmıştır.
İktidar bu gücünü de kullanarak, şimdi de “Hayır” diyenlere hayat hakkı tanımadan yeni bir referandum sürecine giriyoruz.
Ülkesine ihanet eden  “yetmez ama evet” ci mütareke aydınları, yapacağınız tek şey, çıkıp yalan söyleyerek kandırdığınız ya da kandırmaya çalıştığınız Türk halkından özür dilemektir.
Muktedirler, her zaman sizler gibi zayıf karakterli insanları bulup, kullanıp, sonrada kirli kağıt mendil gibi, layık olduğu yere çöp kutusuna atarlar.
Şimdi ki konumunuz,  siyasal iktidar tarafından kirletilip buruşturulup çöp tenekesine atılan  kağıt mendil konumudur.
Siyasal iktidardan herkes şikayetçi olabilir ama sizlerin bu konuda tek kelime söylemeye hakkınız yoktur; zira  Ülkenin bu noktaya gelmesine sizler destek verdiniz, “yetmez ama evet” sizin ürettiğiniz bir söylemdi, haydi geçmiş olsun size. Yatın kalkın Türk halkının sağduyuyla hareket ederek bu tek adam rejimine “Hayır” desin, hakkınız olmasa bile sizde bu ülkede hukuk güvenliği içinde yaşayın. 
   
  





10 Şubat 2017 Cuma

“HAYIR” DEMEK İÇİN


Siyasi partiler referandum çalışmalarına artık başlayacaklar. Yani kampanyalar başlamak üzere, aslında bu partiler üstü, doğrudan doğruya ülkenin geleceğini ilgilendiren bir konu.
Ülkesinin geleceğini düşünen her kişinin, parlamentoyu işlevsiz hale getirecek, denge ve kontrol sisteminin olmadığı, tek adam rejimine karşı mücadele etmesi gerekir.
Özellikle siyasilerin televizyon kanallarına çıkıp, “ev ev dolaşacağız” gibi, yapamayacaklarını söylememeleri gerekir.
Böyle bir söylemde bulunursanız, aklı eren herkes de kalkar, böyle bir gücün, kapasiten vardı da bugüne kadar niye yapmadınız der.
Bu süreçte yapılması gereken, etkili, kitleleri harekete geçirecek eylemli bir kampanya yapılmasıdır.
Ancak konu HUKUKİ bir konu olduğundan, HAYIR diyecek bütün siyasi partiler, özellikle de hukukçu vekillerini sahaya sürmelidir.
Bunu yaparken de olayın bir siyasi parti olayı olmadığını, ülkenin beka sorunu olduğunu, bu ülkenin kurtuluş savaşı yaparken dahi Meclisinin yetkileriyle oynamadığını halkımıza en iyi şekilde anlatması gerekir.
Bu süreçte mücadele bir siyasi parti olayı olmadığına göre bütün sivil toplum kuruluşları ile ilişki içinde olarak mücadele etmek gerekmektedir.
Gerek siyasi partiler ve gerekse sivil toplum kuruluşları sahaya sürecekleri kamuoyunun önüne çıkartacağı kişileri çok dikkatli seçmelidirler.
Toplumda saygınlığı olmayan, insanları ön plana çıkartmamalıdırlar. Bu konu sadece ezberlenmiş üç beş cümleyle geçiştirilemeyecek kadar önemli ve daha da ötesi hayatidir.
Siyasi partilerin bu kadar önemli bir konuda, toplumda hiçbir saygınlığı olmayan, sözüne itibar edilmeyecek kişileri öne sürmemeleri gerekmektedir.
İnsanlar hangi siyasi partinin ne söylediğinden çok kimin söylediğine bakacaktır.
Şu ana kadar yapılan kamuoyu araştırmaları “HAYIR” ı önde gösterse bile rehavete kapılmamak, oy verme gününe kadar büyük bir ciddiyetle “HAYIR” propagandasını yürütmek gerekmektedir.
Olay siyasi parti genel başkanlarının ve sivil toplum önderlerinin kaprislerinin ötesinde düşünülmelidir.
Rakip gördükleri insanları, kapasitesiz insanlarla beraber sahaya sürerek onları itibarsızlaştırmaktan sakınmalıdırlar.
Bu referandum, ülkenin bekası ile ilgidir.
Kişilerin adına giydirilmiş otobüslerden çok halkın tümünü kucaklayan, gerekirse partinin amblemleri bile görülmeyen otobüsler giydirilmelidir.
Tek bayrak, Türk bayrağı ve ülkenin kurucusu büyük Atatürk’ün posterleri kullanılmalıdır.
Bu propaganda çalışmalarını özellikle de AKP’ye yoğun oy çıkan bölgelerde yapmalıdırlar.
Bu propaganda sürecinde asıl görev öncelikle  siyasi partilere düşmekle beraber, ama asıl görev  kadın derneklerine ve kadın siyasetçilere  düşmektedir.
Bu nedenle Kadın dernekleri ile koordineli bir çalışma yapılmalıdır. Erkeklerin  evlere girmesi imkansıza yakındır, ama kadın konuşmacılar her eve rahatlıkla girip, getirilmek istenen düzenin sakıncalarını anlatabilirler.
Unutmayalım ki, bütün büyük devrimler kadınların omuzlarında yükselmiştir.
Bu mücadele de kadınlarımızın çabasıyla kazanılacaktır.
Onun için üçüncü sınıf kifayetsiz adamların yerine, Cumhuriyetin güzel yüzleri, aydın Türk kadını alanlara sürülmelidir.
Bu kampanya da  aydın kadınlarımızı kullanmanın yollarını arayalım.
Kimseyi ötelemek hakkına sahip olmadığımız gibi böyle bir lüksümüz de yoktur.
Kendi aramızdaki mücadeleyi sonraya bırakıp, mücadeleyi, diktatoryal bir düzen kurma çabasında olanlara yöneltelim.
Özellikle siyasi parti genel başkanları, kendilerine rakip gördükleri insanları vasıfsız ve çapsız insanlarla beraber alanlara sürüp sonradan “Ben her türlü imkânı verdim ama bunlar beceremedi” demek hayallerinden vaz geçip, dürüst ve tutarlı davranmak zorundadırlar.
Sorun ülke sorunudur, ülkenin beka sorunudur. Herkesin şapkasını önüne koyup düşünmek mecburiyeti vardır.

  








6 Şubat 2017 Pazartesi

MONOKROSİ


AKP’nin Türkiye’ye giydirmek istediği, “Türk Tipi” diye halkımıza yutturmaya çalıştığı, deli gömleği, Türk Devlet geleneğine aykırı bir düzendir. Daha çok Roma döneminin  “monokrosi” anlayışına pararleldir.
Monokrosi”  Roma’da   Sezar sonrası Augustus dönemi için kullanılan  bir deyimdir.
Roma, Augustus döneminde hala Cumhuriyettir. Ancak Cumhuriyetin bütün kurumları, başta Senato etkisizleştirilmiştir. Augustus, “principate”- birinci yurttaş, şef” ilan edilmiştir. Rejim, Augustus’un şahsında toplanmıştır.
Bu dönemde Roma inşaat, ekmek-gıda yardımı  ve gösterilerle yönetilmiştir. Her yere tapınaklar yapılmış, lider kutsallaştırılmıştır. Augustus ülkeyi dinle yönetmiş, yaptıklarını dinle meşrulaştırmıştır.
Ne kadarda bugünlerin Türkiye’sine benzemektedir. Türkiye’de öyle olmuyor mu? İş bulamadığımız  insanlara, gıda yardımı yapıyor, insanlarımızı sadaka ile yaşamaya mahkum edip ve bununla da bol bol övünüyoruz.
Kadim Roma’daki  monokrosi anlayışı, sonraki yıllarda  Avrupa’da egemenlik hakkını Tanrı’dan aldığını iddia eden  krallar tarafından sürdürülmüştür.
Şimdi de Avrupa’nın yıllar önce Terk etiği bu sistem Türkiye’de “seçilmiş krallık” olarak canlandırılmak istenmektedir.
Şimdi bu yapılmak istenen,  Anayasa değişikliği ile getirilmek istenen sistem de tam da budur.
Ülkemiz demokrasisi, Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği AKP iktidarı ve Devlet Bahçeli elbirliği ile  halkımıza giydirilmek istenen bu deli gömleği sayesinde  morga yollanacaktır.
Tayyip Erdoğan ve ne yaptığını bilmeyen ya da bilip de ses çıkartmaya cesaret edemeyen AKP üyeleri sayesinde  şimdi şeklen de var olan demokrasi üzerine şal örtülerek  morga yollanacaktır.
Ülkemiz baskıcı ülkeler,  kategorisine girecektir.
Kimdir bu baskıcı ülkeler, Kuzey Kore, Suriye, Zimbave, Gana, Mali  ve Gambiyadır.
AKP ve Devlet Bahçeli elbirliği ile işleyen bir demokrasinin vaz geçilmez bir kuralı olan kuvvetler ayrılığı ilkesi yıkılmış, yürütme, yasama ve yargı erkleri hep birlikte, devamlı aldatılan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a devir edilmiş, onun şahsında bütünleştirilmiş  olacaktır.
Getirilmek istenen bu düzen 17. Yüzyıl düşünürü Thomas Hobbes’un “mutlakçı devlet anlayışı paralelindedir.
Ülkemize getirilmek istenen, iktidar tarafından halkımıza “Cumhurbaşkanlığı sistemi” olarak yutturulmak istenen sistem tam bir “tek adam sistemi” diktatoryal bir sistemdir.
Türkiye Bunlara layık mıdır? Elbette değildir.
Biz Cumhuriyeti ilan ederek tek adam rejimini tarihe gömdük, Yeniden bütün gücün tek adamın elinde toplanmasını istemek, bu yönde çaba sarf etmek Türk Halkının aklıyla alay etmektir.
Buna hep beraber, el birliği ile izin vermemeliyiz.
Halkımızın geldiği demokratik olgunluk düzeyi buna izin vermeyecektir.
Tayyip Erdoğan’ın  Devlet Bahçeli destekli olarak  getirmeye çalıştığı sistem, kuvvetler ayrılığına dayalı, bugün ABD’de uygulanan Başkanlık sistemi değildir.
Getirilmek istene sistem, çağdışı bir diktatörlüktür.
Türkiye buna layık değildir. Bu deli gömleğini de giymeyecektir.
En büyük yanlış bu getirilmek istenen sisteme partili gözlüğü ile bakmaktır.
Getirilmek istene sistem hepimizi, geleceğimizi karartmaya yönelik bir sistemdir, bir rejim değişikliğidir.
Getirilmek istenen sistem, ağır aksak da olsa işleyen bir demokrasiden diktatoryal, hesap vermeyen tek adam rejimine geçiştir.
Getirilmek istenen bu sistem hesap vermekten, kendisinden hesap sorulmasından korkan insanların düşünebileceği bir sistemdir.
21 yüz yılda asıl korkulması gereken yönetici tarzı, kendisinden hesap sorulmasını zorlaştıran yöneticilerdir. Bir yönetici hesap vermekten korktuğunda ona şüphe  ile bakmak gerektiği kanısındayım.



  
    

    

3 Şubat 2017 Cuma

TRUMP DÖNEMİ TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ


ABD'nin önde gelen düşünce kuruluşlarından birisi olan Washington Enstitüsü, Türkiye-ABD ilişkilerinin önümüzdeki dönemde nasıl oluşturulması gerektiği konusunda yeni başkan Trump'a öneriler içeren bir rapor yayınladı. Eski Ankara Büyükelçisi CİA yetiştirmesi James Jeffrey  ve Enstitü uzmanlarından Soner Çağaptay tarafından kaleme alınan rapor çok çarpıcı görüşler ve öneriler içeriyor.
Bu raporun geniş bir özetini  gazeteniz Aydınlık  30 Ocak günü yayınlamıştı.
Raporda, ABD-Türkiye ilişkilerinin artık derin dostluk ve  ortak değerler üzerinden değil, al-ver temelinde bir iş ilişkisi gibi yürütülmesi ve Türkiye'ye sopa yerine, daha çok havuç gösterilmesi politikası öneriliyor.
 “Ortak değerler” üzerinden ilişkiden vazgeçilmesi, Türkiye’nin artık bir batılı ülke olarak görülmesinden de vazgeçilmesi anlamına geliyor. Nitekim, yazıda Türkiye’nin bir batılı ülke olduğu söylenmiyor, Batı ve NATO için “önemli bir ülke” olduğu vurgulanıyor, o kadar. Türkiye böylece, batı ile aynı değerleri paylaşmayan, ancak ABD ve batı için önemli olan Suudi Arabistan veya Mısır gibi ülkeler kategorisine alınmış oluyor.
Raporda, Erdoğan’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılı olan 2023’e gelindiğinde, Atatürk’ün çığır açan 1923 başarılarını gölgede bırakmayı amaçladığı saptaması yapıldıktan sonra, doğrudan söylenmese de, bu amacına ulaşması için kendisine ABD’nin yardımcı olması öneriliyor. ABD’nin bu amaçla “verebilecekleri” sıralanıyor.
ABD’nin "verdikleri" karşılığında Türkiye’den bekledikleri ise şunlar olacak:
-- İŞİD ile savaş için daha güçlü taahhütler;
-- PKK ile barış görüşmelerine dönüş;
-- Kıbrıs ve İsrail konusunda daha çok esneklik;
-- Özellikle Suriye’de ve Türkiye etrafındaki Rusya tahriklerine karşı yapılacak askeri hareketlerde Vaşington ile daha çok işbirliği;
-- Demokratik değerlere, hukukun üstünlüğüne ve içerideki özgürlüklere daha fazla önem.
Raporda, Suriye'nin "Rojova" bölgesinde PYD'nin eğemenlik tesis etmesi bir veri olarak kabul ediliyor ve Türkiye'nin bu bölge ile, aynen Kuzey Irak'da olduğu gibi, iyi ilişkiler tesis etmesini kolaylaştırıcı adımlar öneriliyor.
Özetle, yazarlar, dikkatli gözlemcilerin esasen gördüklerini raporlaştırmışlar. Yazdıklarından ve yazmadıklarından ortaya çıkan tablo şu:
-- Türkiye ile ilişkileri artık bir "iş ilişkisi" olarak ele alalım, al-ver temelinde yürütelim. "Ortak değerler" vurgulamasını bırakalım;
-- "İş ilişkisi" muhatap tek kişi olunca daha kolay yürütülür. O halde, başkanlık girişiminin başarıya ulaşmasını mümkün kılacak yardımları Erdoğan'a yapalım. 
-- Tek adamlık gerçekleşince PKK ile yeniden "barış görüşmelerine" başlanacak. 
"PKK ile barış görüşmeleri şu demek: Güneydoğu Anadolu'da da, Kuzey Irak ve Suriye'dekilere benzer özerk bölge tesis edilmis. Bu bölge, Kuzey Irak'da mevcut, Kuzey Suriye'de de şimdi oluşturulacak özerk bölgelerle zaman içinde bir ekonomik, sosyal ve kültürel bütünlük sağlasın. Bu bütünlük sağlanınca oluşumun siyasal isminin konulması kolaydır.
Cumhurbaşkanı'nın geçenlerde bir TV söyleşisinde "güçlü ülkeler federasyondan korkmazlar" mealinde sözler söylemiş olması, önceki tehditlerini değiştirip "El Bab'dan derine inmeyeceğiz" söylemi, Trump'ın tam da "Rojava"yı içine alan bir"güvenli bölge" kurulmasını önermesi tabloyu netleştirmiyor mu?
Bu net tablo karşısında, iktidarın bir şey söylemeyeceği/söyleyemeyeceği  muhakkak.
Ama bu işin uzmanlarından, bu işe emek vermiş olanlarından bir şeyler söylemelerini beklemek hakkımız gibi geliyor bana. En azından bu yazı kaleme alınıncaya kadar bir şey ben duymadım.