29 Ocak 2014 Çarşamba

BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ YARGI


Bizde bazı kavramlar çok yanlış anlatılır ve anlaşılır. Örneğin basın özgürlüğü deyince, bu sanki gazetecilere tanınmış bir imtiyaz olarak algılanır, bu aslında halkın haber alma özgürlüğünün, dolayısıyla demokratik bir ülkede, halkın siyasal  tercihlerini doğru yapabilmeleri için getirilmiş bir özgürlüktür.
Aynı şekilde hakim teminatı (yargıç güvencesi) da, hakimlere tanınmış bir imtiyaz değil, her insan için en son sığınma noktası olan yargının, herhangi bir baskı, tehdit veya müdahale olmaksızın tam bir serbestlik ve tarafsızlık içinde karar verebilmesinin teminatıdır.
Bu nedenle yargının  ne siyasetin ve ne de diğer başka menfaat gruplarının etkisi altına girmeyeceği bir düzenin kurulması, hukuk devletinin, hukukun üstünlüğünün hayata geçirilmesinin olmazsa olmazıdır.
Demokratik bir ülkede, bir başbakan “Bir savcı arıyoruz” cümlesini sarf edebilir mi?
Değil böyle bir cümleyi sarf etmek, aklından bile geçiremez.
Demokratik bir ülkede, aynen bizim Silivri Mahkemelerinde olduğu gibi sanıklar lehine oy kullanan hakimlerin görev yerleri sırf bu nedenle değiştirilebilinir mi?
Dünyanın her hangi bir demokratik ülkesinde, bir hakim “üstümde baskı var” derse o ülkede yer yerinden oynamaz mı?
Demokratik ülkelerde oynar da, bizde oynamaz.
Demokratik bir ülkede, yapılan bir yargılamada, o ülkenin silahlı kuvvetlerine karşı kumpas kurulduğu, insanların günahsız ve haksız yere tutuklandığı, hiç utanmadan sıkılmadan, devleti yönetenler tarafından açıklanırsa, o ülkede yer yerinden oynamaz mı?
Oynar da biz de oynamaz.
Çünkü bu ülke, aydınlarının ihanetine uğramış bir ülkedir.
Her türlü eleştiriye açık, yargı bağımsızlığını yarım yamalak ta olsa sağlayan düzenden, yargıyı  siyasi iktidarın kuşatmasına sokacak düzenlemeye geçilirken “Buna yetmez ama evet” diyenler bu ülkenin “aydın” geçinenleridir.
Demokratik bir ülkede, siyasi iktidarların, verilen kararlardan ötürü yargıdan şikâyetçi olması düşünülemez.
Böyle düşünseler bile bunu seslendiremeye cesaret dahi edemezler.
Demokratik ülkelerde hiçbir Adalet Bakanı ve/veya müsteşarı, bir savcıya telefon ederek soruşturmayı kapat demek cesaretini gösteremez, terbiyesizliğini yapamaz; yapamadığı gibi aklından bile geçiremez.
Çünkü o ülkelerde Adalet Bakanlığı, bizde olduğu gibi, adaletin yönetiminde değil, adaletin hizmetindedir.
Türkiye’de de böyle olması gerekir.
Demokrasinin önünü açabilmek, gerçek bir demokrasiye kavuşabilmek için, “yargının  yolsuzlukları cezalandırma yetkisinin önündeki engeller ve kısıtlamalar kaldırılmalıdır” ki; kimse babasının makam ve nüfusundan istifade ederek yargıdan kaçamasın.
Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlansın ki; bu ülkenin başbakanı, demokratik bir hakkını kullanıp bir yasayı eleştirip, bu düzenleme yasalaşırsa “yargı bağımsızlığı sağlanamaz  dolayısıyla da bu ülkeye   yabancı yatırımcı gelmez” dediği için bir sivil toplum kuruluşunun başkanını vatan hainliği ile suçlayamasın.
Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlansın ki; “kamu gücünü haksızca kullananların, kamu kaynaklarından kendisi ve yakınları için zenginleşme amaçlı faydalananlardan” hesap sorulabilsin.
Yargıyı siyasallaştırmaya yönelik, müdahalelerin önüne geçebilmek için, bugün var olan mevcut yargı sistemini daha da geriye götürme çabaları engellenmeye çalışılmalı, yargı sistemini iyileştirici, çok yönlü bir hukuk reformu gerçekleştirilmelidir.
Parlamenter demokratik sistemlerde, bağımsız ve yansız yargı demokrasinin ve kişi güvenliğinin teminatıdır.
    Sözün özü: Yargı,  yasama ve yürütmenin her türlü baskı ve etkisinden kurtarılmadan, hukukun üstünlüğü sağlanamayacağından, hukuk devleti ve dolayısıyla çağdaş demokratik bir düzen kurulamaz.
    




26 Ocak 2014 Pazar

TAYYİP BEY


Her insan zaman zaman birilerini, bir şeyleri suçlar, bu bir anlamda savunmadır. Bu davranış tarzı belli ölçüler içinde kalmak kaydıyla faydalı da olabilir. Fakat bazı insanlar, örneğin Tayyip Bey gibiler, yaşanan tüm olumsuzlukların sorumluluğunu başkalarına yüklemeye o kadar meraklıdırlar ki,  bir müddet sonra sadece suçlamak için yaşar hale gelirler.
Ekonomi kötüye gider, suçlu bellidir. Faiz lobisi, Türkiye’nin büyümesini istemeyenler,üçüncü köprü, üçüncü havaalanı yapılınca menfaatleri zarar görecek olan Avrupalılar.
Buna herkes gülüyor olsun, varsın gülsünler,  bu söylediklerinin gerçek olmadığını o da biliyor ama böyle avunuyor.
Gezi parkı direnişindeki tutum ve davranışıyla uluslararası saygınlığını yitirmesine rağmen, suçlu gene bellidir. Faiz lobisi, İsrail.
Bu suçlamalarda bulunurken bir zamanlar en önemli Musevi Nişanını aldığını unutuveriyor.
Sade suçlamakla kalmaz, hayal aleminden hikayeler de uydurur, “Baş örtülü bir hanıma, yanında çocuğu da varken, üstü çıplak bir grup erkek saldırmıştır. Cami de içki de içilmiştir.
Bu hikayelerin hayal mahsulü olduğunu biliyor ve fakat topluma söylemekten çekinmiyor.
Düne kadar kol kola, can ciğer kuzu sarması olduğu “Cemaat” ile menfaat çatışması başlayınca,geçmişte, methiyeler düzdüğü, “ Bu hasretlik bitsin” diye ülkeye çağırdığı aynı insanı şimdi, kalbi boş, içi boş, zihni boş alim müsveddesi, sahte peygamber  olmakla ve şantajcılıkla suçluyor.
Eğer bir şantaj varsa, bunu önlemenin kendi görevi olduğunu unutuyor ve fakat sadece suçluyor.
Herhangi bir sivil toplum kuruluşu, ülke sorunlarıyla ilgili görüşünü açıklar da, bu görüş Tayyip Beyi rahatsız ederse, bu  kurumun yöneticilerini “siyaset yapmakla”  “vatan hainliği” ile bile suçlayabiliyor.
HSYK yasa teklifini eleştiren TUSİAD’a yaptığı gibi.
Herkesi darbeci olmakla suçlarken, bu davranışının tam bir faşizan tutum olduğunu bilemiyor.
Yakın çevresinin yolsuzluğunu, hırsızlığını yazan basını, dış mihraklar tarafından beslenen, ülkenin büyümesini ve gelişmesini istemeyenler olarak suçluyor.
Bunun gerçek olmadığını da o da biliyor ama devamlı aynı şeyi söylüyor.
Kendisi dilediği şirketler üstünde, askeri cunta zamanında bile yapılmadığı şekilde, haksız, hukuksuz vergi cezalarıyla baskı kurarken hep haklı oluyor, zira onlar faiz lobisidirler, dış mihrakların Türkiye’deki temsilcileridirler.
Düne kadar kol kola yürüdüğü, ülkenin muhalif aydınlarını, askerlerini susturmak için, sahte belge, yalancı gizli tanık düzenleyerek zindanlara tıktıran “kahraman !” savcılar, şimdi menfaatleri çatıştığı için, kendisi ve  yakınlarının  üstüne gelmeye başlayınca, biranda dünde haksızlık, hukuksuzluk yapan, günahsız insanlara kumpaslar kuran, yargısal darbe yapmaya çalışan  kişiler olarak suçluyor.
Halbuki aynı savcıları, bu ülkenin muhalif aydınlarını, askerlerini zindana tıktırırken, “Bunlara saygı gösterin” diyerek korurken, işlemlerini eleştirenleri de suçluyordu.
Oğlunun Savcılık tarafından celp edildiği belgeyi Meclis kürsüsünden gösteren Milletvekiline, kendi partili Milletvekilince yapılan tekme tokatlı saldırı sonrası, saldırıya uğrayan Milletvekilini tahrik etti diye suçluyor.
Suriye ve Mısır politikalarını eleştirenleri, diktatörlerden yana ve darbeci olmakla suçluyor.
Tayyip Bey’in haksız ve yersiz suçlamalarının örnekleri arttırılabilinir.
Başkalarını haksız ve yersiz suçlamasının bir çok nedeni de olabilir. Ama bunların en bilinen ve belirgin olanı, yetersizliği ve başarısızlığıdır.
Herkesi suçlaması, tahmin ediyorum, kaderin bir cilvesi ve hakikaten dış mihrakların kurgulamasıyla o makama gelmesine rağmen, o makam için yetersiz olduğunu anlamış olmasından kaynaklanıyordur.









22 Ocak 2014 Çarşamba

DEMOKRASİLERDE YARGICIN ROLÜ


Yargıçlar basit çıkarları uğruna, demokrasiye ve onun koruyucu meleği hukuka ihanet etmeselerdi, ne yaparlarsa yapsınlar, diktatörler memleketlerinin ve insanlığın başına bela olamazlardı.
Bir ülkenin dış düşmanlara karşı koruyucusu nasıl ordusuysa, ülke demokrasisinin asıl savunucusu da, hukukun üstünlüğüne bütün ruhu ile inanmış yargıçlardır.
Günümüzde totaliter rejimler, sabahtan akşama oluşmuyorlar. Belli bir süreç içinde yansız ve bağımsız olması gereken  kuruluşları tek tek ele geçirerek kuruluyorlar.
Bunların içinde olmazsa olmazı yargıdır.
Bu yazı yayınlandığı gün, çok tartışılan, neredeyse hukukçular arasında oybirliğine yakın  bir nispetle Anayasaya aykırılığı kabul edilen HSYK Yasası TBMM’den çıkmış olabilir.
Elbette bu yasayı Cumhurbaşkanı’nın “tekrar görüşülmek üzere TBMM gönderme” yetkisi var ama bu yetkisini kullanıp kullanmayacağını şu an için bilmek mümkün değil.
Yasayı tekrar görüşülmek üzere geri gönderse bile, AKP iktidarı sayısal çoğunluğu ile aynen geri gönderebilir.
Bu durum karşısında ya Cumhurbaşkanı, ya da Ana muhalefet partisi veya TBMM’den  yüz on milletvekili bu yasayı Anayasa Mahkemesine götürebilir.
Anayasa Mahkemesi belki de bu başvurular üstüne yasanın yürürlüğünün  durdurulmasına da  karar verecektir, böyle dahi olsa yapılmak istenen HSYK yasası değişikliği Resmi Gazete’de yayınlandığı andan itibaren şimdi görevde bulunan Genel Sekreteri, Teftiş Kurulu Başkan ve üyeleri, Adalet Akademisi Yöneticileri herhangi bir başka işleme gerek kalmaksızın görevlerinden ayrılmış sayılacaklar.
Bu durumda, Anayasa Mahkemesi yasanın Yürütülmesini durdursa dahi, siyasi iktidar istediği sonuca  ulaşmış  ve yargı üstünde zaten var olan Adalet Bakanlığı’nın vesayeti daha da güçlenmiş olacaktır.
Diğer bir deyişle olası bir yürürlüğü durdurma kararı bile, kişilerin çıkarlarının yanında, kamu yararının, kamu düzeninin ve hatta hepsinden önemlisi hukuk düzenin koruyucusu dahi olamayacaktır.
HSYK yasası değişikliği açıkça Anayasaya aykırı olduğuna göre, burada yapılması gereken iş,  Anayasa Mahkemesince esas hakkında bir karar verilinceye kadar, yasa değişikliğinden evvel var olan durumu korumak olmalıdır.
O zaman bu yasanın uygulanmasının önlenmesi gerekir.
Hukukumuzda, Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Yasa’da  bunu sağlayacak herhangi bir kural yoktur.
Ama Anayasa yargısı, yasamanın üstün gücüne karşı “anayasal denge aracı” olduğuna göre; o zaman , Medeni Kanunumuzun 1. Maddesinin 2. Fıkrasında belirtildiği şekilde  Anayasa Mahkemesi,  hukuk yaratmak zorundadır.
Ceza Kanunları dışında kalan konularda, yani kamu hukukun diğer alanlarında da evrensel hukuka göre  hakim hukuk yaratabilir.
Hakimin vicdanıyla karar vermesini emreden  Anayasanın 138. Maddesi de buna izin vermektedir.
O zaman yapılması gereken, Sayın Prof. Dr Erdoğan Teziç hocanın kitabında yer verdiği ve en son olarak da bir televizyon programında dile getirdiği, OLABİLECEK BİR KRİZİ ÖNLEMEK VEYA UYGULANDIĞI TAKDİRDE TELAFİSİ MÜMKÜN OLMAYAN ZARARLAR OLUŞACAĞI AÇIK OLAN DURUMLARDA, ANAYASA MAHKEMESİ, BİR KARAR VERİNCEYE KADAR YASANIN UYGULANMAMASINI İSTEMESİNİ SAĞLAYACAK, BİR İÇTİHAT YARATMASIDIR.
Bu yöntem kazai emir yöntemidir.
Kazai emir, anayasaya aykırı bir yasanın, çok kısa bir süre için bile olsa yürürlükte kalmasıyla, hukuk aleminde, devlet düzeninde,  anayasaya aykırı sonuçlarının yaşama geçmesini, önleyici, durdurucu, koruyucu bir araçtır.
Eğer Anayasa Mahkemesi bir içtihat yaratıp, kazai emirle, yasanın uygulanmamasın istemez ise, bundan sonra AKP iktidarının toplumun tüm kesimleri üstünde baskısı artacaktır.
Şuanda  henüz AKP iktidarının totaliterleşmesine dur demek imkanı vardır. Dur diyecek olanlar hakimlerdir. Hür ve demokratik bir ülkede yaşamak ve ülkenin yeni maceralara sürüklenmesini istemiyorsak, Anayasa Mahkemesi Yargıçları, demokraside yargıcın rolünü düşünerek içtihat yaratmalıdırlar.



19 Ocak 2014 Pazar

SÖYLEMLERİNDE VE DAVRANIŞLARIND TUTARLI OLACAKSIN.


Bazı insanların davranışlarını hayretle izliyorum. Küçük gündelik siyasi çıkarları uğruna bir o yana bir bu yana savruluyorlar.
Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı ve bütün benzer davaların gelişimini gözünüzün önüne getirip; polisin basına yalan yanlış haberler sızdırarak, suçsuz ve günahsız insanları nasıl kamuoyu önünde yıprattıklarını düşünün.
Bu polislerle birlikte aynı kafa yapısı ve dünya görüşüne sahip savcı ve yargıçlarla, yüzlerce insanın hayatının nasıl karartıldığını bir düşünün.
O zaman bu hukuksuzlukları yapanlara karşı tepki verirken, bu polis, savcı ve hâkimleri suçlarken, bu polis savcı ve kamu yöneticisi bugün sırf iktidar içi mücadelede Tayyip Erdoğan’a karşı bir harekete geçtiler diye sahip çıkmak, karar kişiliği olmayan, üç gün sonrasını görmekten aciz insanların davranış tarzıdır.
Tayyip Erdoğan ve şürekasına yapılan ve kişisel kanıma göre de tamamı doğru olan bu operasyonları yapan, polis, savcı, kamu görevlisini sadece bu nedenle dürüst ve kahraman kabul etmek mümkün değildir.
Öncelikle yargıda “kahraman” olmaz.
Yargıda, hukukun üstünlüğüne, uluslar arası hukuka, anayasaya ve yasalara bağlı çalışan savcı ve hâkimler vardır.
Bu insanlar, bugün sırf mensubu oldukları grubun yararı için doğru yapıyorlar diye, evvelce yaptıkları hukuksuzluklar görmezden gelinemez.
Bu gün kahraman ilan edilen bu  insanların, bilerek ve isteyerek yaptıkları hukuk katliamları nedeniyle, yüzlerce günahsız insan zindanlarda çürümektedirler.
Bütün bu yaptıklarını unutup, şimdi aynı polisleri, savcıları, hâkimleri kutsayıp, kahraman ilan edip sahip mi çıkacağız?
Bunların bugün yaptıkları, hukukun üstünlüğüne, anayasa ve yasalara inandıkları, saygı duydukları için değil, kendi aralarındaki iktidar mücadelesini kazanmak içindir.
Dün soruşturmanın gizliliği ihlal ediliyor diye suçlayıp, haklarında işlem yapılsın diye şikâyette bulunulan  bu insanlara, o gün hiçbir şey yapılmadığını söyleyip, bunu eleştiri konusu yaparken,  aynı insanlar bugün AKP İktidarı, daha açıkçası muktedir tarafından aynı işlemleri muktedire karşı yaptılar diye,  görevlerinden alınırken, suçlanırken bunlara sahip çıkmak tam bir tutarsızlıktır.
Tayyip Erdoğan ve yandaşları yolsuzluklara yeni mi bulaştılar?
Özel Yetkili Mahkemelerde bu ülkenin aydınlarına, subaylarına, Türkiye’nin en büyük kulübüne birlik ve beraberlik içinde hukuk dışı kumpas kuranlar, bu gün,  kahraman ilan edilen polisler, savcılar, bürokratlar değil miydi?
Nasıl bu kadar aymaz, nasıl bu kadar küçük hesaplar içinde olunabiliniyor, anlayamıyorum.
Bu ülkenin vatandaşı  olupta, ordusunu itibarsızlaştırmak için elinden geleni yapanlar, bugün kime karşı mücadele ederlerse etsinler, onlarla dost  olunmaz.
Bu ülkeye ılımlı İslamı getirip, Laik Cumhuriyeti yıkmaya çalışanların bir bölümü, bugün diğer bölümü ile kavga ediyor diye, onlarla dost olunmaz.
Ordusunu itibarsızlaştıran, aydınlarını, düşünürlerini, gazetecilerini düzmece belgelerle, hukuka aykırı dinlemelerle, yalancı gizli tanıklarla zindanlarda çürüten bir grupla, kısır yararlar için dost olunmaz.
Laik demokratik cumhuriyete gerçekten inan bir insan, sadece laik demokratik cumhuriyetten yana olan, felsefi olarak yansızlığı ve tarafsızlığı içselleştirmiş  yargıya sahip çıkar.
Dik durmak omurgalı ve tutarlı olmak, uzun vadeli başarının tek sırrıdır.
Dürüst  gazeteciler, Tayyip Erdoğan ve şürekasının, bugün suçladığı,   gerek F tipi ve gerekse Özel yetkili Savcılar hakkında, geçmişte dizdikleri övgüleri halkın gözü önüne seriyorlar.
Tayyip Erdoğan ve şürekasını, haklı olarak yolsuzlukla suçlayıp,yetim hakkından bahis ederken tutarlı olmak adına, yanına şaibeli, yetim hakkı yemiş  hiç kimseyi almayacaksın.
Yani söylemlerinde ve davranışlarında tutarlı olacaksın.
  
      


15 Ocak 2014 Çarşamba

UTANIYOR MUSUNUZ?


Biraz geriye gidip olayları hatırlamaya çalışırsak, AKP iktidarının ne hallere düştüğünü görürüz.
2007-2008 Ergenekon davasının ilk dalgalarının yaşandığı günler. Ergenekonun kasası diye göz altına alınan Kuddusi Okur,kanser hastası olup ölüme tahliye ediliyor. Ölüyor, parasızlıktan cenazesini belediye kaldırıyor.
Neler söyleniyor neler, Temmuz ayında mitingler yapılacak, kaos ortamı yaratılıp arkasından cinayetler işlenecek ve askeri müdahale, yani darbe olacak safsataları.
Ama olayın düzmece olduğunu en iyi AKP yöneticileri ve Tayyip Erdoğan  biliyor.
Hatırlardadır.
Tayyip Erdoğan savcı arıyoruz diyordu?
Yani Tayyip Erdoğan davayı bir başbakan’ın şahsi davası haline getirmişti.
Uygun savcı, şimdi suçladıkları Zekeriya Öz bulunuyor ve düğmeye basılıyor.
Tank, top, tüfek var mı ortada? Yürüyen askeri birlik mi var?
Hiç birisi yok.
Ama en önemli delillerden biri olduğu iddia edilen  el bombaları seri numaraları alınmadan, üstündeki parmak izleri tespit edilmemiş olmasına rağmen, saklanmıyor,  imha ediliyor.
Böyle bir yargılama sürecine  demokratik hukuk devletinde değil, ancak totaliter rejimlerde rastlanabilirdi.
O süreçte buna karşı çıkan, bu dava düzmece diyen, o tarihteki CHP ve onun Genel başkanı darbeci olmakla suçlanıyordu.
Gelinen noktada ne oldu, aramalar sonucu bulunan, her türlü himayeye mahzar savcı Öz, bir anda hak, hukuk tanımayan “dostmodern darbenin” tetikçisi olu verdi.
Niye?
Düne kadar tasfiye etmek istediğiniz insanlara, kurumlara  uygulanırken uygulanan yöntemleri size karşı uygulayıp hayata geçirdiği için.
Pazartesi günü, Adalet Bakanı Bozdağ Adalet Komisyonunda, “soruşturma veya kovuşturmanın muhatapları farklı olduğunda sesimizi biraz daha gür çıkarmamız gerekirdi”  demiş.
Bakan’ın bu açıklaması, yani Ergenekon, Balyoz ve tüm aynı nitelikli davalarda hukukun ihlal edildiğinin Tayyip Erdoğan ve şürekası tarafından bilinmesine rağmen, Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ni hayata geçirmek için, bilerek ve isteyerek sessiz kalındığının itirafıdır.
Aslında bu tam da Yüce Divanlık suçun  itirafıdır.
İşlerine geldiği zaman, tarihe mal olmuş, hakkındaki hükmü tarihin vereceği, İstiklal ve Yassı Ada Mahkemelerini tartışmaya açarak CHP’yi suçlamaya çalışanlar, şimdi kendi suçlarını itiraf etmektedirler.
O dönemde Baykal’ın başbakana yönelik “Sen bu davanın savcısıysan, biz demokrasilerde olması gerektiği gibi, mağdurların, insan hakları ihlal edilenlerin avukatıyız” dediği zaman, toplumun kaderiyle yakından ilgilenmesi gerekenler, korkmuş, sadece “Yargı süreci devam ediyor, bekleyelim” diyebilmişlerdir.
O tarihte yürüyen sürecin bir yargı süreci değil, Başbakan’ın talimatıyla yürüyen bir dava olduğunu görmezden gelmişlerdir.
O tarihte CHP’yi darbe koruyuculuğu ile darbecilikle  suçlayanlar, sadece AKP ve onun yardakçıları mıydı?
Hayır.
Ne kadar liboş aydın, “yetmez ama evet”çi, dönek köşe yazarı varsa CHP’yi ve onun Genel Başkanı’nı suçluyorlardı.
CHP’nin Ergenekon davasına daha o tarihte koyduğu “düzmece delillere dayanıyor” tespiti, bugün en yetkili ağızlardan doğrulanıyor.
Acaba o gün  CHP’yi suçlayanlar, söylediklerinden, yazdıklarından utanıp, bugün yüzleri kızarıyor mudur?
Hiç zannetmiyorum.
Ama bunlar arşivlerde duruyor.
Birgün tarihi yazacaklar, arşivlerden bu belgeleri bulup, çıkartıp yazacaklardır.
1 Mart Tezkeresinin TBMM’de  reddi, nasıl CHP’nin göğsünde bir şeref madalyası olarak duruyorsa, Ergenokon davasının düzmece olduğunun ortaya çıkması da böyle şeref madalyasıdır.
Ama o gün CHP’yi “yargı sürecini beklememekle” itham edenler, oradakilerde “darbeciymiş ama” diyenler, şimdi gerçeklerin ortaya çıkmasından sonra, CHP ve onun Genel Başkanı o tarihte doğruyu görmüş ve söylemiş diyebilecekler midir?
Dün CHP’yi, insanların hak ve hukukunu koruduğu, Ergenekon ve diğer davaların düzmece olduğunu söylediği için, darbecilik ve darbecileri korumakla suçlayanlar şimdi biraz da olsa UTANIYORLAR MIDIR?









12 Ocak 2014 Pazar

ÖZÜR DİLEYEREK “AF”


17 Aralık’tan beri ülke yangın yerine döndü. Kıyamet kopuyor.
Dün, laik Cumhuriyeti ortadan kaldırıp, yerine Ilımlı İslam Cumhuriyeti kurma koalisyonu, ortaklar arasında çıkan kavga sonunda çöktü, iki tarafın  pislikleri  ortaya saçıldı.
Koalisyonun Cemaat ayağı,   ortağının   bütün mensuplarının yolsuzluklarını ortaya dökmeye başladı.
Dökmekle kalmadı, mahalle çocuğu ağzıyla lanetlemeler, beddualar gırla gitti.
Koalisyonun hükümet ayağı geri kalır mı, şefaat arz ederken sirkatin etti ve eski bir Adalet bakanı kalktı, cemaatin Yargıtay’ı ele geçirdiğini ima ederek, “Yargıtay İmamından söz etti”.
Başbakan’ın baş danışmanı olan milletvekili çıktı “Milli Orduya Kumpas kuruldu”  dedi.
Başbakan, devlet içinde “Paralel bir örgütlenmeden ve bu örgütlenme nedeniyle  onlarca suçsuz insanın cezaevlerinde haksız olarak yattığı” itirafında bulundu.
Hukuk çevreleri, Silivri Mahkemelerinde yargılanan insanlara, “kumpas kurularak” haksızlık yapıldığının hükümet mensupları tarafından yapılan açıklamalarla itiraf edilmesi üzerine “yargılanmanın iadesini istemeye başladılar”
Koalisyonun Hükümet ayağı, malumun ilanı olan ve sanki bu işte hiç kendilerinin katkısı yokmuşçasına yargının Cemaatin eline geçtiğini kabul ettikten sonra, hangi hukuki formülü bulursanız bulun, “yargılamanın yenilenmesi” bugünkü yargı yapısıyla gerçekleştirilebilmesi şüpheli olmakla beraber, başarılsa dahi hayata geçirilmesi çok uzun zaman alacaktır.
Milli Orduya Kumpas kurulduğu Başbakan’ın başdanışmanı tarafından itiraf edildikten sonra, şu anda işkencehanelerde bulunan insanların bir saat bile orada yatmaları bir hukuk ve insanlık ayıbıdır.
Bizim hukukumuza göre, yargı kararları kesindir ve siyasi  içerikli yasama ve yürütme kararları ile ortadan kaldırılamayacağına göre, yaşanan bu hukuk ve insanlık ayıbı, teknik tabiri ile bir  “AF” kanunu çıkartılarak düzeltilebilinir.
Bugün, kurulan “kumpaslarla” zindanlara tıkılmış bu vatan evlatları, elbette bir atıfet olan  böyle bir affı haklı olarak kabul etmeyeceklerdir.
O zaman yapılması gereken tek şey vardır.
Rauf Orbay’a uygulanan yöntem.
Nedir bu?
Rauf Orbay, İstiklal Mahkemesi’nde İzmir suikastına katıldığı için on yıl hapse mahkûm edilmişti. 1933 de Cumhuriyetin Onuncu yılında çıkmış af kanunu ile ilgili hakkında verilen hüküm düşmüş olmasına rağmen bunu içine sindirememişti.
Tekrar Meclise girmesi için yapılan teklifi sadece iadeyi itibar şartıyla kabul edebileceği bilindiği için Cumhurbaşkanı İnönü, Rauf Orbay’ı her bakımdan tatmin edecek hukuki bir formül bulunması için bilim adamlarını seferber etmişti.
Bulunan yol, meclisin ancak af yayası çıkartabileceği, herhangi bir yargı kararını geçersiz saymasının mümkün olmadığı idi.
Bu durumda tek parti olan CHP Genel Sekreteri  Refik Saydam imzasıyla yayınlanan beyanname de, İstiklal Mahkemesi kararlarının siyasi olduğu açıkça söyleniyor ve böylece Rauf Orbay’ın itibarı iade edilmiş oluyordu.
Gelinen noktada yapılması  gereken şey iktidarın kendi beyanlarıyla sabit olduğu üzere, cemaatin kontrolünde olan Özel Yetkili Mahkemelerde görülen davaların, daha soruşturma aşamasında “kumpas kurularak”, Savcı Öz’ün belirttiği gibi “üç dakika da düzenlenebilinen belgelerle” insanların mahkum edildiği de göz önüne alınarak ve bu hukuk ayıbı  “GENEL AF’IN GERKÇESİ OLARAK” teklifte/tasarıda yer alır.
Af yasası tasarı/teklifinin gerekçesinde, Özel Yetkili Mahkemelerde yargılanan insanların   SUÇSUZ  OLDUKLARI İTİRAF EDİLİP VE ONLARDAN ÖZÜR  DİLENEN   BİR GENEL AF KANUNU İLE BU SORUN SÜRATLE ÇÖZÜLÜR.
Yargının yansız ve tarafsız hale getirilmesi, Cemaat yandaşlığından kurtarılan yargının, iktidarın yandaşlığına teslim edilmemesi için gerekli tedbirler ondan sonra daha sakin bir ortamda görüşülüp, tartışılıp kurulabilinir. 

   





5 Ocak 2014 Pazar

KLEPTOKRATLARDAKİ FOBİ OLGUSU

Değerli bilim adamı Sayın    Prof. Dr. S. Kemal Erol beyefendi bir yazı göndermiş. Herkesin okuması gerektiğine inandığım için ama Yerim sınırlı olduğu için bazı kısaltmalar yaparak sizlerle paylaşıyorum.
“Kleptokrasi, bir ülkede iktidarı ele geçiren bir siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli biçimde soymaları olarak ortaya çıkan hırsızlar rejimi anlamına gelir. Kleptokrat ise hırsızlar rejimini yürüten politikacıdır ve o ülkede güç sahibidir.
 Fobi Yunanca’daki “phobos”un Türkçe okunuşudur ve korku anlamına gelir. Kleptokratın fobisi hırsızlar rejimini yürüten politikacının önlenemez olan, sürekli biçimdeki korkusudur.
Kleptokrasilerde yerli üretim büyük ölçüde çökmüştür, iç pazar, ithalata dayanan ve iktidar olanların yandaşlarının da yer aldıkları  büyük sermaye gruplarının eline geçmiştir.
Yurt içinde, ekonominin yürütülebilmesi için, halkın yararına olan tüm birikimler ve yer altı kaynakları  pazara çıkarılarak, haraç mezat, yok pahasına satılır; bunun adına özelleştirme denilmektedir.  Halkın yararına olacak yatırımlar  yapılmadığından, işsizlik de artar. O devletin anayasasında “sosyal devlet” kaydı olsa bile, bu ancak yazıda kalır, çünkü devlet artık onu peşkeş çekenlerin eline düşmüştür.
İnsan haklarını her alanda çiğneyen bu yönetim, rüşveti, bürokraside bir kural durumuna sokar ve rüşvetsiz olarak bir işin yapılma olasılığı artık ortada kalkmıştır.Yönetimin sürdürülebilmesi için baskıcı ve korku verici bir rejime dönüşmeye gereksinme vardır.
Ortaya çıkan despotizmi alkışlayan bilinçsiz halk katmanları da korku içindedir. Hırsızlığı, demokrasi içerikli söylemlerle kamufle ederek, yoksul kesimleri soygunlarıyla daha da fakirleştiren bir çete iktidarı, ülke içinde devletin kurmuş olduğu iletişim kurumlarını, limanları, sanayi yatırımlarını ve yer altı zenginliklerini yerli ve yabancı sermayedarlara peşkeş çekerek, gerçekte fakirleştirdikleri ülkeyi, o zamana kadar görülmemiş bir düzeyde kalkındırdıklarını da ileri sürerler; buna katılmayarak ses çıkaranlar acımasız biçimde cezalandırılıp defterleri dürülür. Tutukevleri dolup taşar ve yeni tutukevlerine gereksinme olur. Herkese dinleme ve fişlenme uygulanır. Bunun nedeni de kleptokratın önlenemez korkusudur.
Karşıtlarının ölümünden haz duyan kleptokrat, kendi güvenliği açısından endişelere kapılarak zırhlı koruma birliklerini arttırır ve bir polis devleti yaratma çabası içine girer...
Korku içinde olan kleptokrat, şuursuzca herkese saldırır, ülke sorunları büyüyünce, bundan herkesi sorumlu tutar, kimseye güvenmediğinden kararları hep kendisi vermek ister, ama her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır. 
Dinci otoritenin devleti ele geçirdiği teokrasilerde, kleptokrasi ile sarmaş dolaş bir yönetim biçiminin olamayacağı ileri sürülemez. Din kisvesi altında gizlenerek devleti ve halkı soyan yönetim biçimlerine tarih boyunca rastlanmıştır. Buna benzer biçimde, çeşitli ideolojilerin de ön plana çıkarıldığı kleptokrasiler tarıh süzgecinden geçip gitmişlerdir.
 Korku içinde yaşayan kleptokrat, oyuncağı olduğu dış güçlerin devlet başkanları yanında yalakalaşırlar, tuttuğu yabancı devlet başkanının elini, güç almak istercesine, uzun süre sımsıkı tutarak bırakmazlar; bunlara ait görüntüler, tarihe ışık tutacak biçimde, TV arşivlerindeki yerlerini çoktan almışlardır.
Her şeyin kullanılarak, işe yaramaz duruma geldiğinde çöpe atıldığı gibi, dış güçlerin ve emperyalistlerin kuklaları olan korkak kleptokratlar da, bir gün. tarihin çöplüğündeki yerlerini alacaklardır.
Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.”

Harika değimli.

1 Ocak 2014 Çarşamba

BABALAR VE OĞULLAR

Bir tarafta İsmet Paşa ve çocukları, bir tarafta daha yirmi beş yaşındayken gemicik sahibi olan, evinde altı adet kasa çıkan siyasetçi çocukları.
Birileri yirmi beş yaşındayken milyon dolarlık gemicik sahibi olan, diğer tarafta her dönemde suçladıkları “faşist” diye en çirkin şekilde saldırı da bulundukları Amerika’da  okuyan çocuğuna 1700-2000 dolar bulup araba alamayan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü.
Son günlerde paralel devlet yapılanmasının ortakları arasındaki kapışmanın ortaya döktüğü pislikleri gördükten sonra, yandaşların, liboşların, faşistlikle suçladıkları İsmet Paşa ile ilgili bir gerçeği değerli okuyucularımla paylaşmak istedim.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Amerika’da okuyan oğlu Ömer’e mektup yazıyor.
Mektuptan anlaşılıyor ki,  Ömer babasından  Amerika’ da herkesin arabası olduğu için kendisinin de araba almak istediğini, ancak kendisine babası yani Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün  1.700-2.000 dolar  göndermesini istemiş.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 6 Aralık 1946 günü oğlu Ömer’e yazdığı mektupta,  “Otomobil meselen hiç hatırımdan çıkmıyor. Fakat 1.700-2. 000  dolar döviz asla bulamayız. Arkadaşların gibi bir eski otomobil bulmandan başka çaren yoktur. ‘Olmaz’ dediğim zaman ne kadar üzüldüğümü tasavvur edersin. Kolayca red etmediğimi bilerek müsterih olursun, sabrın artar. Kullanılır bir şey bulacaksın diye de ümitliyim”  diye yazmış.
İlahi “Faşist” Paşa, yok muydu çocuklarının  bir tüccar amcaları, açıp telefonu bir yirmi, yirmi beş hesabına gönder diyebileceğin.
Bunu okuyunca acaba bazılarının yüzü kızarır mı, bilemiyorum.
O tarihte İsmet Paşa bugünkülerle aynı tıynette olsa, açardı bir işadamına telefonu o parayı bulması işten bile olmazdı.
İsmet Paşa’nın üstüne bütün gücüyle gelindiği zaman bile çocukları hiçbir pisliğin içine sokulamadı; gazetelerde okuyoruz şimdikilerin bir kısmının çocukları gırtlağa kadar pislik içinde,  İsmet Paşa “faşist” ti, şimdikiler demokrat.
Demokrasi bir özgürlükler rejimidir. Bu özgürlük, babanın sıfatını kullanarak “iş tutma” özgürlüğü değildir.
Dönün geriye  bakın,  bir tane CHP Genel Başkanı’nın çocuğunu  pisliğin içinde göremezsiniz.
İsmet Paşa’nın damadı 1957 seçimlerine giderken hapishanededir.
“Kendisini milletvekili yapalım, tahliye olur” diyenlere, “Ben yargıdan adam almam” diyebilmiştir.
Şimdikiler, soruşturma kendilerine, çocuklarına uzanmasın diye, yargıyı yürütmenin emrine sokmaktan bile çekinmemekte, soruşturmayı yürüten savcıdan dosya alınmaktadır.
Bu ülkenin aydınları, askerleri, yazarları çizerleri zindana atılırken, bu işi yapan Savcıya özel makam aracı tahsis edip,  iki defa terfi verenler şimdi aynı Savcı kendilerine dokununca ağlamaya başladılar.
Seksen üç yaşındaki İlhan Selçuk sabaha karşı evinden alınırken sessiz kalanlar, şimdi sabahın köründe adam alınır mı diye serzenişte bulunuyorlar.
Soruşturmanın sonuçları nereye varır bilinmez.
Ergenekon’da, Balyoz’da ve daha nice itibarsızlaştırma davalarında, yargılananlardan esirgenen “masumiyet karinesine” saygılı olmak gerekir.
“Şimdi, şimdi tam zamanı şimdi” Neyin tam zamanı,  “Temiz siyaset/dürüst yönetim” temelinde bir ahlak devrimi yapmanın tam zamanı şimdi.
Gerçek anlamda tam bağımsız ve tarafsız yargı herkese lazım, hatta, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, kamu yararını, ülke çıkarlarını, sürekli olarak çiğneyen, devlet içinde ikiz yapılanmayla devleti ele geçirmek kastıyla ortaklık kuran, AKP iktidarının üyelerine bile lazımdır.

Bunun için İsmet Paşa’nın oğluna yazdığı mektuba yazımda yer verdim. Onun “Garp Cephesinin Muzaffer Komutanı” “Lozan’ın Büyük Diplomatı” olması elbette önemli, ama köşeyi dönmenin kural haline geldiği günümüzde  erdem sahibi devlet adamına güzel bir örnek olması da diğerleri kadar önemli.