28 Aralık 2015 Pazartesi

NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ KEMAL BEY?


HDP kurucularından Kadir Akın, partisinin programının  Birinci Dünya Savaşı döneminde emperyalistlerin taşeron olarak kullandıkları Ermeni Taşnaksutyun partisiyle aynı olduğunu söyledi.
Bu söyleme parti yöneticilerinden de bir itiraz gelmediğine göre demek ki onlarda bu görüşü paylaşıyorlar.
19. yüzyılın sonları, 20. Yüzyılın başlarında  emperyalist  güçler o dönemde hedeflerine ulaşmak, boğazın hasta adamı Osmanlıyı parçalayıp yutmak  için kullanmış oldukları milletlerden biri de, bir dönemin teba-i sadıkası diye nitelenen Ermeni Milleti olmuştur.
Bugünde Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmek isteyen BOP’un büyük patronları şimdi de Ermenilerin yerine  PKK’yı kullanıyorlar.
Kadir Akın’ın partisinin programıyla aynı olduğunu söylediği Taşnaksutyun’un ilk kuruluşunda amacı, Tifliste bulunan Genç Ermenistan, Armenekanlar ve Hıncak gibi komiteleri birleştirmek, Türkiye’ye çeteler sokmak, Türkiye’de yaşayan Ermenileri silahlandırmak, köylülere silah kullanmasını öğretmek, savunma örgütü yaratmak bu hazırlıklardan sonra, Kürtleri de yanlarına alarak genel isyanlar çıkarmaktı.
Bu eylemler bugün Güneydoğu Anadolu’da yaşadıklarımızın hemen hemen aynısı. Yani yaşadıklarımız, eski filmin değişik aktörlerle yeni uyarlaması.
Güneydoğu Anadolu’da şehirler bölünmüş, devlete karşı silahlı  isyan başlamış, hendekler kazılmış, Demokratik Toplum Kongresi Diyarbakır’da “Demokratik Özerklik” ilan belgesi açıklamış ama  bu konuda Cumhuriyet Halk Partisi’nin ne düşündüğünü bilen ve duyan yok.
Gençlik kollarından bir genç çıkıp, hiçbir benzerliği olmayan ve hatta HDP tarafından desteklenmeyen “Gezi Parkı Olayları” ile bugün Güneydoğu Anadolu’da yaşananları aynı kefeye koyup, “O gün Gezi Parkında nasıl omuz omuza durduksa, bugünde hendeklerin arkasında omuz omuza durmalıyız” diyebilmiş, Parti yönetiminden buna bir tepki gelmemiştir.
Kurultay’a az bir zaman kala, ülke süratle bölünmeye giderken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu konuda ne düşündüğünü bilen yok, zira partinin bu hayati konularda net bir duruşu yok.
Bu parti devletin kuran partidir. O nedenle oy hesaplarının ötesinde devletin ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğünü herkese ve her şeye rağmen savunmak zorundadır.
Cumhuriyet Halk Partisi, ABD böyle istiyor diye ülkenin bölünmesine sessiz kalamaz.
Amerikalılar istiyor diye Atatürk unutturulamaz, toplum hafızasında silinemez. Atatürk’e ağzından salyalar akarak küfreden bir adam kadın kontenjanından seçtirip genel başkan yardımcısı yapılamaz.
Atatürk’ün resmini odasında asılı bulunduğu yerden indiren “hainin” kim olduğu gizlenmemelidir..
Kemal bey:
1-Demokratik Toplum Kongresinin özerklik ilanı hakkında ne düşünüyorsunuz?
2-PKK terör örgütü mensuplarıyla hendeklerin, barikatların arkasında onlarla omuz omuza durmaktan mı yanasınız?
3-İktidar olursanız çatışma bölgesindeki insanlara, gençlere ne vaat ediyorsunuz, toplumsal kalkınmadan ne anlıyorsunuz?
3-Atatürk’ün resmini duvardan indiren, sizin bu partiye paraşütle getirdiğiniz söylenen milletvekilin kim olduğunu açıklayıp, hakkında disiplin işlemi başlatmayı mı, yoksa bu şahsı gizleyip korumayı mı düşünüyorsunuz?
Bu şahsı korursanız aynı düşüncede olduğunuz kanaati toplumda egemen olacaktır.  
4-Atatürk’e “kefere” diye küfreden kişiyle aynı kanıda mısınız?
Bu konularda ne düşündüğünüzü açıklamak, Konuşmak zorundasınız. Bazı olayları susarak, nasıl olsa bir müddet sonra unutulur diye geçiştiremezsiniz.
Bir ülkede demokrasinin yaşayabilmesi için umut veren muhalefet partilerine ihtiyaç vardır. Artık halk sizden umudunu kesiyor, sizinle bu işin olmayacağı düşüncesi yaygınlaşıyor.
Yaklaşan kurultayı kazanabilirsiniz; hatta kazanacaksınız da, ama bu geniş kitlelerin siz bakışını değiştirmeyeceği gibi, kifayetsiz muhalefet olarak  AKP’ye dolaylı destek olmaya devam edeceksiniz.
Siz önemli değilsiniz, ama demokrasi çok önemli.
Bu konularda konuşmadığınız sürece, bu olayların gerçek sorumlusu olan, PKK kentlere silah yığarken buna sessiz kalan ve bu nedenle her şehidin kanı ellerinde olan, Atatürk’ü toplum hafızasından silmeye çalışan AKP’yi dolaylı olarak desteklemiş oluyorsunuz.

 



25 Aralık 2015 Cuma

FİLMİ GERİYE SARINCA


Bu omurgalı bir siyaset adamının, Kemal Anadol’un kendi yaşamından kesitlerle beraber 1980 Askeri darbesine kadar CHP içinde yaşananları, olayların yaşandığı andaki düşünceleri ile kaleme alınmış bir eser.
Tarih yazarları, bir dönemi incelerken, tarihe tanıklık eden gazetecilerin yazdıkları ile, anıları okuyarak, inceleyerek gerçeği bulmaya çalışırlar.
Anı yazanlar, genelde olayların yaşandığı tarihteki görüşlerinden ziyade olayları bugünün söylem ve düşünceleriyle yorumlarlar, ama Kemal Anadol, yukarıda da belirttiğim gibi, olaylar hakkında o gün ne düşünmüşse aynen onu yazmış.
Bu kitap bir dönemin fırtınalı siyasi yaşamına ışık tutacak bir eser.
Çağın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından, Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı, Atatürk’ün en büyük iki eserimden biri dediği  Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2. Genel Başkanı İsmet İnönü’nün, Genel Başkanlıktan düşürülmesi ve Karaoğlan dönemini 1980 12 Eylülüne kadar anlatan bir anı kitabı.
Kemal Anadol’un gençlik kolları üyeliğinden başlayıp adım adım, İlçe Başkanlığından milletvekilliğine uzayıp giden süreçte yaşadıkları.
Bilenler için değil ama birçok insan için okuduğu zaman şaşıracağı, belki de kişiler hakkındaki değer yargılarını gözden geçirmesine neden olacak bir kitap.
12 Mart muhtırası ve sonrası Cumhuriyet Halk partisinde yaşananlar. Muhtıraya destek veren solcular.
Milli şef İsmet İnönü’nün, 35 yıl genel başkanlığını yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığından ve partisinden kopuşu.
 Cumhuriyet Halk Partisi’nde güçlü genel sekreterliğin ilk defa rahmetli Ecevit’in genel başkanlığı döneminde örselendiğini ya da örselenmeye çalışıldığını hayretle okuyacağınız bir kitap.
Hani nerdeyse parti içi demokrasi “Ben ne kadar veriyorsam o kadar demokrasi” anlayışı karşısında  genel başkan ne der korkusuna kapılmadan muhalefet eden sol kanat.
Kıbrıs Barış harekatı devam ederken, 12 Mart muhtırasından sonra, bir sıkıyönetim komutanı istiyor diye 28 gün sorgusuz sualsiz ve her gün radyoda ve televizyonda suçlanan Kemal Anadol’un bir Kurmay Albayla yaptığı ibret alınacak konuşma.
Sadece Cumhuriyet Halk Partili olmanın önemli olduğu, etnik kökenciliğin, mezhepçiliğin hiç olmadığı, sadece ideolojinin tartışıldığı bir Cumhuriyet Halk Partisini, bulacaksınız bu kitapta.
Kamil Kırıkoğlu gibi omurgalı bir siyaset adamını bulacaksınız. Hiç kimsenin adamı olmadan siyasette belli yerlere gelebilmenin örneği olan Şeref Bakşıkı göreceksiniz.
Ecevit’in parti tüzüğüne koydurmak istediği “Sosyal demokrat”  nitelemesine  karşı çıkan Sol Kanadın önerisi olan “ Demokratik Sol” söylemini sonradan nasıl sahiplendiğini göreceksiniz.
Genel başkanların tüzük değiştirme isteklerinin ve bunları oldu bittiye getirme arzularının yeni olmadığını okuyacaksınız.
Demokrat olduğuna inandığımız Ecevit’in, ön seçimlere nasıl müdahale etmeye çalıştığını, ibretle ve hayretle okuyacaksınız.
O bile yaptıktan sonra şimdikiler haydi haydi yapar diyeceksiniz.
Aynen bugün, Cumhurbaşkanlığı seçiminde  olduğu gibi, MHP’nin Meclis Başkanlığı için el altından kendisine önerdiği bir adayı, Ecevit kendi adayıymış gibi gösterdikten sonra, aslında O adayın MHP’nin önerisi olduğunun  ortaya çıktığını göreceksiniz.
12 Eylül darbesinin en önemli gerekçesi olan nafile turlarla geçirilen Cumhurbaşkanlığı seçimindeki, lider kadrolarının basiretsizliğini bulacaksınız.
Ogün, bir CHP-MHP Koalisyonu kurulabilseydi, Cumhurbaşkanı seçilebilseydi, bugün Türkiye’de bambaşka şeylerimi konuşuyor olacaktı?
Aslında bu kitap keşke 7 Haziran seçimlerinden önce yayınlansaydı da, Kılıçdaroğlu da okusaydı, acaba 36 gün nafile “Koalisyon Görüşmeleri” ile kandırılamaz mıydı? 
Bu kitap siyasetçiye, yaşanmış olaylara takılıp kalmamayı, ama ondan ders çıkartmayı öğreten bir kitap.
Tabii öğrenmeye niyetiniz varsa ve dış güçlerin görevlisi değilseniz.
Eline, yüreğine, beynine  sağlık Kemal Anadol.
Unutmayın bu da Kemal ama, bu adam gibi adam  Anadol Kemal.


  

21 Aralık 2015 Pazartesi

TEK SORUMLU KILIÇDAROĞLUDUR.


Gün geçmiyor ki, CHP’de bir skandal  yaşanmasın.
En son olarak da bir CHP Milletvekili Atatürk’ün fotoğrafını duvardan indirmek küstahlığını gösterdi.
Kılıçdaroğlu’nun buna hiçbir tepkisi olmadı. Olaya adı karışan kadın milletvekili de, gerçekleri anlatmak yerine, haberi yazan gazeteciye ağır hakaretler ederek saldırmış ve fakat bir gün sonra da şecaat arz ederken sirkatin edip, bu resim indirenin kendisi değil, bir başka Milletvekili olduğunu, bunun bir ihanet olduğunu ikrar etmiş, ama indirenin ismini söylemeyeceğini belirtmiştir.
Atatürk’ün resmini duvardan indirmek, parti programının en başında yer alan “Atatürk İlke Ve Devrimlerinin Bekçiyiz, Gücümüzü Tarihsel Köklerimizden Alıyoruz” söylemine aykırıdır. Bu fiil, yani Atatürk’ün fotoğrafını, onu aşağılar şekilde duvardan indirmek de Parti tüzüğüne göre “Partiden Kesin Çıkarma cezasının uygulanması gereken bir eylemdir. Bu fiili kimin işlediğini bilmesine rağmen bunu gizlemekte bir milletvekili için “üyelikle bağdaşmayan” bir durumdur. Onun müeyyidesi de “Partiden Kesin Çıkarma” cezasıdır.
Ama bu çirkin davranışın partideki tek sorumlusu Kemal Kılıçdaroğlu’dur.
Atatürk’e yapılan her saldırıya  sessiz kalıp, hatta bunu yapanlara kol kanat gerdiği için, bu partide Atatürk’e çirkin şekilde saldırmak bir alışkanlık haline geldi.
Kılıçdaroğlu, Atatürk’e “kefere” diyen bir Atatürk düşmanını kadın kontenjanından parti meclisine sokup, Genel Başkan Yardımcısı yapan kişidir.
Gücünü tarihsel köklerinden alan CHP’ye ve Atatürk’e   “Biz 1930’ların CHP’si değiliz” diyerek saldıran  kişidir.
Gericilerin, şeriat isteyenlerin, yobazların katlettiği  Devrim Şehidi Kubilay’ı anma etkinliklerinde CHP, Genel Başkan düzeyinde temsil edilinilirdi. Kılıçdaroğlu ile birlikte bu düzeyde katılımdan vazgeçildi.
Böyle olunca da Menemen’de her yıl  yapılan devrim şehidi Kubilay’ı anma etkinliklerinden sırf CHP’li olduğu için Menemen Belediye Başkanının konuşması da programdan çıkartıldı. Buna  maalesef sadece Belediye Başkanı Tahir Şahin’in  birkaç cılız  tepkisinden başka bir tepki gelmedi.
Aslında CHP Genel Başkanı’nın, Genel Merkezi’nin  bu konuda çok sert tepki vermesi gerekirdi. Zira, Kubilay, bir devrim şehidi idi.
Atatürk devrimleri, Kemal Kılıçdaroğlu partiye egemen oluncaya kadar, bu partinin ana ekseni idi.
Bizim devrimcilik ilkemiz, emperyalizme, kurulu düzenin yanlışlıklarına, eşitsizliğe, gericiliğe, sömürüye, imtiyazlara başkaldırıdır.
Yani birilerinin kuyruğuna takılıp gitmek, ya da onlardan talimat almak değildir.
Bütün bu olanlardan sonra Atatürk resminin duvardan indirilmesine Kılıçdaroğlu’nun bir tepki vermesi, olayın failini ortaya çıkartmasını ve gereğini yapmasını beklemek safdillik olur.
Bırakın Kılıçdaroğlu’nun böyle bir olayın müsebbibi ya da bunun üstünü örtenler hakkında disiplin işlemi başlatmasını, büyük bir ihtimalle sırtlarını bile sıvazlamış olabilir.
CHP içindeki Atatürk’e saldırmaların tek sorumlusu, bu tür davranışları görmezden gelerek, dolaylı olarak destek veren Kemal Kılıçdaroğludur.
Kemal Kılıçdaroğlu ile beraber CHP ileriye değil geriye doğru gitmektedir.
CHP için “yeni bir şey yapmak, ya da söylemek”,  Partinin ve devletin kurucusunun resmini duvarlardan indirmekle değil, çağdaş düşünceye açılarak yenilikleri kavrayıp benimsemek; bunu süreklilik içinde bir yaşam ve yönetim biçimine dönüştürmektir. Devrimcilik, ilericilik bunu gerektirir.
Özü itibariyle gençliğin enerjisini ve dinamizmini, değişimin itici gücüne dönüştürmek, gençliğin değişim ve yenilik vizyonunu topluma aşılamaktır.
Yani Gezi ruhunu doğru okuyup doğru algılamaktır.
Bugün CHP içinde de aynen benim gibi düşünen bir çok insan olduğundan eminim, daha doğrusu bunu biliyorum. Ama ne hikmetse seslerini çıkartmıyorlar.
Onlara ünlü İngiliz yazar, gazeteci Daniel Defoe’nun çok anlamlı bir sözünü hatırlatmak isterim:
Bir insan başkaları ayrı düşünüyorlar diye, düşüncelerini söylemekten çekiniyorsa, hem budala hem de haindir”






18 Aralık 2015 Cuma

KURULTAYA GİDERKEN


Gecikmiş, geciktirilmiş bir olağan kurultay’a giderken CHP’yi doğru tahlil etmek gerekiyor.
CHP’nin Kılıçdaroğlu yönetimine kadar, ülkede ve Dünya’da, TBMM de  sahip olduğu sandalye sayısından, seçimlerde aldığı oy oranından  çok daha fazla bir ağırlığı, saygınlığı vardı.
Önemli siyasal gelişmeler karşısında CHP’nin ne düşündüğü, ne söyleyeceği dikkatle izlenirdi.
Kılıçdaroğlu’nun partiye tek başına egemen olmasından sonra, yapılan CHP geleneği ile taban tabana zıt davranışlar, çelişkili tutum ve söylemler, geniş kitleleri CHP’den soğuturken, Türkiye’deki ve Dünyadaki saygınlığını, inanırlılığını yitirmesine neden oldu.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oyların sabit kalması kimseyi yanıltmasın. Bu oylar AKP’ye duyulan nefretin ve başka bir partiye oy vermeyi içine sindiremeyenlerin sandığa yansıyan kısmıdır.
2011 seçimlerinden sonra bilerek ve isteyerek parti değerlerinden uzaklaştırıldığı gibi tarihi geçmişi de inkâr edilmeye başlandı.
Hatalar bununla da kalmadı, Cumhurbaşkanlığı seçiminden başlayarak siyasetin mantığına ve aritmetiğine ters düşen yanlışlar yapıldı.
İki turlu Cumhurbaşkanlığı seçiminde, bu sistemi uygulayan demokratik ülkelerde yapılmayan, işin aritmetiğine aykırı bir şekilde, ilk turda “Çatı Adayı” komedisi yaşandı.
Gösterilen aday, gerçekte MHP’nin adayı olmasına rağmen bu parti tabanından gizlenerek, aday sanki Kılıçdaroğlu’nun kendi adayıymışçasına tabana dikte ettirilmeye çalışıldı, ama buna rağmen taban adaya sıcak bakmayınca da, CHP’li seçmen aşağılanarak “tıpış tıpış sandığa gideceksiniz” dendi ve istenilen sonuç elde edilemediği gibi Tayyip Erdoğan’ın karizmasının çizilme şansı da, Kemal Kılıçdaroğlu’nun basiretsizliği yüzünden kaçırıldı.
7 Haziran 2015 seçimlerinde seçmen kendisi Tayyip Erdoğan’ın karizmasını  çizdi, ama CHP bundan da faydalanamadı.
Bundan da  faydalanamayacağı, seçmen tercihini doğru okunamadığı 7 Haziran seçimlerinde kendisi hiçbir başarı gösterememiş olmasına rağmen, sırf AKP tek başına iktidarı kaybetti, HDP barajı aştı diye  genel merkez önünde “demokrasi” şenlikleri yapıldığında  belli olmuştu.
Daha ilk günden yolsuzlukların, hırsızlıkların hesabının sorulmayacağı “devri sabık yaratmayacağız” söylemi ile ilan edilerek, AKP’yle koalisyon kurabilmek için CHP’ye yakışmayan bir şekilde AKP’ye  yaltaklanıldı.
AKP’nin oyununa gelip, kendi ifadeleriyle “koalisyon görüşmeleri” yapılarak 35 gün boşa geçirildikten sonra da, “Bize zaten koalisyon önerilmedi” denme pişkinliğini gösterildi.
Halbuki CHP daha seçim akşamı, hırsızlıkların, yolsuzlukların hesabını sormaya geliyoruz diye bir çıkış yapabilir, MHP ile HDP arasında bir katalizatör rolü oynayabilir, HDP’nin terörle arasına mesafe koymasını isteyerek,  ön alabilirdi.
Ama maalesef bu da becerilemedi.
1 Kasım seçimlerinde MHP’den ve HDP’den kaçan oylardan CHP’ye kayış olmadı, tam aksine bu oylar AKP’ye yöneldi.
Hatta AKP kendisinin bile beklemediği bir oy oranına ulaştı.
Bu toplumda bölücüler ve şeriatçıların toplamı bir arada yüzde on civarındadır.
Toplumun çok büyük çoğunluğunun Cumhuriyetin temel değerleri ile Atatürk  ve Türklükle hiçbir sorunu yoktur.
Nitekim bunun böyle olduğu, NOBEL Kimya Ödülü’nü kazanan bilim adamımız Prof. Dr Aziz Sancar’ın Atatürk’ten övgüyle bahis etmesinin, milliyetçi olduğunu söylemesinin toplumda yarattığı olumlu tepkiden de bu anlaşılmaktadır.  
O zaman “laikliği vurgularsak”, “Atatürk”,  dersek halk bize oy vermez safsatası, CHP içine yerleştirilmiş, bölücülerin,”CHP kapatılsın Vakıf haline getirilsin” diyen 10 Aralık hareketi mensuplarının, Sorosçuların ve anti laiklerin, partiyi eritmeye yönelik bilinçli söylemleridir.
CHP’nin tekrar çekim merkezi haline gelebilmesi, eski saygın konumuna ulaşabilmesi için, içine kasıtlı olarak yerleştirilmiş bölücülerin, Sorosçuların, 1O Aralık hareketi mensuplarının, anti laiklerin ve Atatürk düşmanlarının partiden tasfiye edilmeleri gerekmektedir.
Yeni bir şeyler söylemek, yapmak, Atatürk’ün resmini duvardan indirmekle, hoppalıkla, bölücülerin kuyruğuna takılmakla olmaz, ilericilikle olur. 
Ancak böyle olursa uçuruma doğru sürüklenen Türkiye AKP’nin elinden alınabilinir. Sevgili Yılmaz Özdil’in yazdığı gibi “CHP’yi geri almadan Türkiye’yi geri alabilmek mümkün değildir”  Kurultay’a giderken bunu iyi düşünmek gerekiyor.       


14 Aralık 2015 Pazartesi

GAZETECİLERE ÖZGÜRLÜK


Türkiye’de bugüne kadar o kadar çok gazeteci hapse atıldı, ama Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmaları çok ses getirdi.
İnsanlar haber yaptığı için gazetecinin tutuklu yargılanmasını kabul edemiyorlar.
Tabii iktidar gazetelerin gazetecilik faaliyetlerinden değil, terör örgütüne destek nedeniyle tutuklandıklarını söylüyor da, buna da kimse inanmıyor.
Cumhurbaşkanı, MİT TIR’ları haberinden sonra Can Dündar’ı kast ederek,”Bunun bedelini ödeyecek” ya da bu anlama gelecek sözler sarf ettikten sonra, insanların bu iki gazetecinin terör örgütüne destek verdikleri için tutuklandıklarını inanmasını beklemek saflık olur.
Bu durum aslında Türkiye için her şeyin kötüye gittiğini gören Tayyip Erdoğan ve çevresinin panikleyerek basını baskı altına alma çabalarıdır.
Gazeteci haber kaynağını açıklamak zorunda değildir. Bu nedenle iktidarların hoşuna gitmeyen bir haberin kaynağını açıklamayan her gazeteci, “Sen bu haberi yaparak şu terör örgütüne üyesi olmamakla beraber, destek sağladın” suçlamasıyla karşılaşabilecektir.
Basın özgürlüğünü gerçek anlamda yaşayan bir ülkede gazeteci velev ki, bir sırrı açıklamış olsun, devletin görevi o sırrı gazeteciye sızdıranı bulup yargı önüne çıkartmaktır.
İktidarların devlet sırrı olarak nitelediği bir konu, eğer ülkenin genel yararları ile çelişiyorsa bunu halkın bilmesi gerekir.
Zira basının en önemli görevlerinden biri de, halkın siyasal tercihlerini doğru yapabilmesi için halkı bilgilendirmektir.
Ülkede yaşananlar hakkında bilgisi olmayan bir toplum, seçmek gibi en temel demokratik hakkını nasıl doğru olarak kullanabilecektir.
Belli zaman aralıkları ile seçim sandığının halkın önüne konması tek başına demokrasinin varlık göstergesi değildir.
Bütün totaliter rejimler de belli dönemlerde seçim sandığı halkın önüne konur, bu sandık koyma onların totaliter niteliğini değiştirmez.
Hitler Almanya’sında, Sovyetler dönemimde Sovyet Rusya’da, Saddam’ın Irak’ında  ve benzer ülkelerde ortaya hep sandık kondu, ama bu ülkelerde çağdaş  anlamda bir basın özgürlüğü söz konusu olmadığından oralarda demokrasinin varlığından söz edilmiyordu.
Bu nedenle Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanma olayına, bu şahısların kişiliğinin ötesinde bakmak gerekir.
Bu nedenle bu olaya salt hukuk açısından bakmak lazım, Can’ın “Mustafa filmine” kızabilirsiniz, onun Silivri davaları karşısındaki tutumuna isyan edebilirsiniz ya da Erdem Gül’ün “Türk Milleti diye bir millet yoktur” sözü sizi rahatsız da etmiş olabilir, ama bu iki gazetecinin tutuklanması olayına bakarken uygar insanlara yakışır bir şekilde,bunların etkisi altında kalmadan değerlendirme yapmak gerekir.
Hukuksuzluğun muhatabı şahıs olarak kim olursa olsun, temelde asıl muhatabı, mağduru, hukuk emniyeti kalmayan tek tek vatandaşlar yani toplumun kendisidir.
Bu nedenle burada karşı çıkılan, çıkılması gereken bilgilenme hakkımızın elimizden alınıyor olmasıdır.
Zira, basın özgürlüğü, aslında gazeteciye tanınmış bir lütuf, bir imtiyaz değildir. Bu vatandaşların haber alma, bilgiye ulaşma hakkının bir teminatıdır.
Basın üstüne baskı Türkiye’de ilk defa yaşanmıyor, Türk basın tarihine baktığınız da bunun bir çok acı örneğini görürsünüz
Aynen bugün olduğu gibi, Tayyip Erdoğan yani AKP iktidarı, “mademki çoğunluk bendedir, o halde her istediğimi yaparım” düşüncesi içinde, kendisine göre ordu, kendisine göre yargı, kendi arzu ettiği gibi her dediğini alkışlayan, her yaptığında keramet bulan bir basın yaratma sevdası içindeler, bunlarda da bir yere kadar başarılı da oldular.
Ancak, bunu yapan siyasi iktidarlar kısa vadede bundan yarar sağlamış gibi görünebilirler ama bütün bunlar onları da “eski Cumhurbaşkanı”, “Eski Başbakan” olmaktan kurtaramamıştır.
Bir siyaset adamı eğer gelecekte de saygı ile anılmak istiyorsa, yapması gereken, demokrasiyi tahkim edip, kuvvetlendirmektir.


11 Aralık 2015 Cuma

TAM ZAMANI ŞİMDİ


Hatırlayacaksınız CHP Genel Başkanı, yolsuzluklarla mücadele etme, şeffaflık, hesap verilebilirlik, dürüstlük, konularına uyacağına dair “taahhütname” vermişti.
İşte şimdi bunu test etmenin tam zamanı.
Beşiktaş ve Ataşehir Belediyeleri’nde yolsuzluk iddiaları gündeme geldiği zaman, CHP yönetimi, biri eski savcı, biri eski bir hesap uzmanı ve diğeri de eski bir belediye başkanı olan üç kişilik bir komisyon kurarak, bu iddiaların araştırılacağını ilan etmiştir.
Melih Aşık’ın Perşembe günü köşesinde belirttiğine göre, bu komisyon, Beşiktaş Belediye Başkanının kesin ihracını tavsiye eden  raporunu tamamlamış ve 1.5 ay önce Genel Merkeze verildiğinin  “söylendiğini” yazmış.
Parti Yönetiminin şimdi yapması gereken, ilk önce bu raporun komisyon tarafından hazırlanıp, kendilerine sunulup, sunulmadığını açıklamasıdır.
Eğer bu rapor henüz kendilerine sunulmamış ise, niye ve kimin tarafından geciktirildiğini ya da hasıraltı edildiğini, niçin ya da ne karşılığında bunun yapıldığını ortaya çıkartıp gereğini yapmaları ve bunu da kamuoyu ile paylaşmaları gerekir.
Çünkü bu raporu hazırlamakla görevli olanlardan birisi hakkında, sosyal medya da  çok ağır bir suçlama yer aldı, bu nedenle, bu rapor  teslim edildi ise açıklanmalı ve bu insan töhmet altında kalmaktan kurtarılmalıdır.
Yok, hakikaten bu raporu geciktirmişse, hasıraltı etmişse onun içinde gereğinin yapılması gerekir.
Eğer gerçekten böyle bir rapor CHP Genel Merkezi’ne ulaşmışta gereğini yapılmamışsa/yapılamıyorsa, gereğinin yapılamamasının sebebi nedir, bunu kim ya da kimler, niçin, ne karşılığında yapmamaktadırlar.
Bu rapor, yaygın olarak söylenen yolsuzlukları, hukuksuzlukları tespit etmiş de parti yetkililer gereğini yapmıyor ise, bundan sonra artık hiç kimse “çalıp, çırpmakla” “kul hakkı yemekle” suçlanamaz.
Kendi evini temizlemeyen/temizleyemeyen bir kişi başkalarının pisliğinden nasıl söz edebilir?
Ayrıca bu gereğini yapmamak,üstünü örtmek, toplumda, parti tabanında, korkulan bir şeyin var olduğu kanısını uyandırır.
Bu raporun gereğinin yapılmamasının, “dürüstlük, şeffaflık, hesap verilebilirlilikle” izah edilmesi mümkün değildir.
Şimdi sakın ortaya çıkıp da, ya da trolleriniz vasıtasıyla, “Bunlar bir şey mi, öbürlerinin yolsuzluğunun yanında” “Partiye zarar veriyorsunuz” demeyin.
Yolsuzluğun, hırsızlığın, çalıp çırpmanın büyüğü küçüğü olmaz. Böyle bir şey varsa sen gereğini yap, ondan sonra da diğer tarafa dilediğini söyle ama, önce sen gereğini yap.
Bu eleştiriler partiyi yıpratmak için değil, tam aksine, eskisi gibi pırıl pırıl kalabilmesi adına, partiyi sakınmak için yapılıyor.
Adamın hiçbir şeyden korkmadığı çekinmediği belli, İlçe seçimlerinde istediği kişileri seçmediler diye, partiye her şeyini vermiş, harcamış, parti emekçilerinin işyerlerini yıkmaya teşebbüs etme  cesaretini gösterebiliyor.
Gazeteler bunu çarşaf çarşaf bu gerekçelerle yazıyor. Allahtan da bu parti de gerçek CHP’liler var da yıkımı durdurmak için etten duvar örüyorlar.
Yolsuzluk var da üstüne gidilmiyorsa, en büyük kötülük alanlarda bu parti için hiçbir şey beklemeden koşturan, alın teri döken parti emekçilerine yapılıyor.
Zira, bu sorularla ithamlarla her gün yüz yüze kalan onlar. Onların parti çalışması yaparken muhatap oldukları, AKP ve Tayyip Erdoğan için bir siyasi tehlike arz edilmediği için o makamda kalması istenen, CHP üst yönetimini korumaya almış gazetecilerden, çok daha acımasızdırlar.
Dürüstlük, şeffaflık, hesap verilebilirlilik “taahhütname” vermekle olmaz, eylemle olur, eylemle. Elinize bir fırsat geçti, toplumda yaratılan algı gibi, dürüst, şeffaf, yolsuzlukla mücadele etme iradesine sahip misiniz değil misiniz?
Yoksa o “dürüstlük”,  sadece yaratılan bir algımıydı?
Tam da Beşiktaş seyircisinin o maçlarda haykırdığı gibi, test etmenin, işte şimdi tam zamanı.    
 













7 Aralık 2015 Pazartesi

DÜRÜST OLMAK


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin öncülüğünde oluşturulan “Açık Koalisyon” girişiminin “Dürüstlük Taahhütnamesi” kampanyasına katılmış. Kılıçdaroğlu, taahhütnameyi imzalayarak, , “TBMM’nin 26. Dönem’deki görevi boyunca, yolsuzluklarla mücadele etme, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarında , politikalarında ve yasalarında, şeffaflık, hesap verile birlik, dürüstlük ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin esas alınmasını” destekleme sözü vermiş.
Öncelikle bir CHP Genel Başkanı’nın böyle bir taahhütnameyi imzalamasını  çok yadırgadığımı söylemek zorundayım.
Bu taahhütnamede belirtilen davranışlar, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın doğal davranışı olması gerekir. Bugüne kadar bu makamı işgal eden hiçbir genel başkanın böyle bir taahhütname imzaladığı duyulmadığı gibi kimse, de böyle bir belgeyi imzalamasını onlardan istemeğe cesaret bile edemezdi.
Dürüst olmak, açık olmak, hesap verebilir olmak her CHP Genel Başkanı’nı sahip olması gereken özelliklerdir.
Birisi gelip de, bu konularda “taahhütname” imzalayın diyorsa, bu “sen dürüst değilsindir, biz sana güvenmiyoruz, bunu bir de imzanı içeren bir taahhütnameyle garanti et” demektir.
Hukukun üstünlüğünü savunmak  Milletvekili yeminin içinde var. Bu taahhütnamenin  imzalanması yönünde teklifte bulunanlar, kendilerini Tayyip Erdoğan gibi Anayasa’dan damı üstünde görüyorlar?
Dürüstlük, şeffaflık, hesap verilebilirlilik sözle, taahhütnameyle olmaz, eylemle olur.
Örneğin bir gazetede geçmiş yıllarda Baykal ve Kızı için yurtdışında banka hesabı var diye yayın yapılmıştı.
Baykal, savcılığa falan göstermelik başvurarak değil, doğrudan kendisi dava açarak, mahkeme aracılığı ile o ülkede kendisi ve kızı adına herhangi bir banka hesabı olup olmadığını sordurdu.
Gelen cevap ne o tarihte ne de geçmişte böyle bir hesap olmadığı yolundaydı.
Hatırladığım kadarı ile kimse Baykal’dan dürüst olacağına dair bir taahhütname de istememişti, istemeye de cesaret edememişti.
Ama o, bu davranışı ile bir siyaset adamının ithamlar karşısında nasıl, davranması gerektiğini herkese göstermişti. İşte şeffaflık, hesap verilebilirlik budur.
Yoksa o da çıkar, “ ben çocuklarıma haram yememelerini öğrettim” der geçerdi. Ama hesap verdi.
Adım gibi eminim ona birisi çıkıp da çocuğuna o evi nasıl aldın diye sorsaydı bütün para hareketlerini gösterirdi.
Bir Belediye’de yolsuzluk iddiaları ortaya atılınca yargıyı beklemeden, parti içinde Milletvekillerinden oluşturulan bir komisyon kurdurup, aldığı raporu hem kamuoyuyla paylaştı, hem de O Belediye Başkanı’nın partiden ihracını sağladı.
Bildiğim kadarı ile Beşiktaş ve Ataşehir Belediyelerindeki yolsuzluk söylentileri için de yine milletvekillerinden oluşan komisyon kurulmuştu.
Ne oldu, hala raporlarını hazırlayamadılar mı?
Bir başka örnek daha var, oda fırsat buldukça “faşist” olmakla suçlanan İsmet Paşa ile ilgili, kendisine Merinos Fabrikasından hediye edilen kumaş, TBMM’de bir rakip Milletvekili tarafından dile  getirilince, evine gidip o kumaşa ödediği faturayı yıllar sonra Mecliste göstermişti.
Dürüstlük, şeffaflık, hesap verilebilirlilik işte böyle bir şey. Taahhütname verilerek olmuyor.
BİR KÜÇÜK DÜZELTME:
Geçen yazımda Rahmetli Numan Menemencioğlu, hakkında “Atatürk’ün Dış işleri” bakanı yazmıştım. Bunu da eleştirenler oldu. Son okumada gözden kaçırdığım husus “gizli” kelimesidir.
Türk dış politikasını yakından takip edenler ve Dışişleri Bakanlığı’nın kıdemli mensupları, Rahmetli Numan Menemencioğlu’nun 1929’dan 1942’ye kadar, değişik unvanlarla kesintisiz, “Hariciye Vekaleti’nin “iki numarası” olduğunu bilirler.
O dönemde kaydedilen bütün başarılı dış politika hamlelerinin, Balkan ve Sadabad Paktları, Montrux Sözleşmelerinin, arkasındaki isimdir.
O nedenle rahmetli Numan Menemencioğlu, 30’lu yıllar boyunca, Atatürk’ün “gizli” dışişleri Bakanı ve Türk dış politikasının perde gerisindeki gerçek gücü, “éminence grise” olarak bilinir.
Buna rağmen dikkatli davranıp yazımdaki “gizli” kelimesini atlamamam gerekirdi.
Okuyuculardan özür diliyorum.   




4 Aralık 2015 Cuma

ALDATMAYA MECBURMUSUNUZ.


Gelişen teknoloji ile artık mesafeleri ortadan kaldırdı, Dünya’yı küçük bir köy haline getirdi. Herkes her şeyi tek artık taraflı değil çok taraflı takip edebiliyor.
O nedenle Türkiye’yi ilgilendiren konuları bu ülkenin insanları tek taraflı değil, yabancı basından da takip edip daha objektif bilgilere sahip olabiliyorlar, onun için haberleri verirken iktidarın hoşuna gidecek şekilde değil, objektif olarak vermekte fayda var.
29 Kasım’da Brüksel’de gerçekleşen Avrupa Birliği-Türkiye zirvesinden sonra Türk basınındaki başlıklar hayli çarpıcıydı.
-“Türklerin Avrupa’ya vizesiz girişi Ekim 2016’da başlayacak”
-“Aralık ayında bir fasıl açılacak. 2016’nın ilk üç ayında fasıllar ardı ardına açılmaya devam edilecek.”
- “AB Mülteciler için 3 milyar Euro verecek”
-“Türkiye-AB ilişkileri yeni enerji kazanacak”
Bunlara yalan demeye insanın dili varmıyor ama abartılı hatta abartının da ötesinde.
Vize konusunda 2013 de Aralık ayında imzalanan “Yol Haritası”na göre yapmamız gerekenler değişmemişti.
İki yılda ne değişmişti de şimdi 2016’ da Avrupa’ya vizesiz gireceğiz. 2013 den beri bizden  yapmamız istenenlerden hangisini yerine getirdikte şimdi  2016’da Avrupa’ya vizesiz gireceğiz.
Türkiye’den istenenlerin Ekim 2016 ya kadar yerine getirilmesi mümkün olmadığı gibi,"Geri Kabul Anlaşmasının" karşılıklı olarak iki tarafı memnun etmesi durumunda Türki Vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz girişini sağlayan anlaşma kabul edilecek.
Ayrıca AB'ye vizesiz giriş herkes için de geçerli olmayacak. Bu anlaşmasından öğrenciler, öğretmenler, akademisyenler, iş adamları, siyasetçiler, sporculara öncelikli olarak faydalanacak.
İki yıl aradan sonra Aralık ayında bir fasıl açılacak, gerisi büyüklere masallar. Zira varılan mutabakat, 2016’da yeniden fasılların açılması konusunda  üye ülkelerin  tutumlarına halel getirmeyeceği söyleniyor.
Bu, Kıbrıs Rum Kesimi’nin, ve Fransa’nın fasıllara koyduğu ambargoların aynen devam edeceği demek.
Kıbrıs Rum Kesimi için olay açık, Kıbrıs sorunun onların istediği gibi çözülmesi.
Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin tampon bölgesi haline getirerek, sığınmacı kampı haline getirecek 3 milyar euroya gelince
Necip Türk basının yazdığı gibi AB bize 3 milyar euro’yı nakden ve defaten ödeyecek değil.
Önce bu para AB de hazır değil. Ayrıca 29 Kasım mutabakatına göre bu paraya ihtiyaç olup olmayacağı ve sağlanacak desteğin niteliği gelişmeler ışığında gözden geçirilecek. Bunun Türkçesi şu: Bizim dediklerimizi yaparsanız parayı veririz, Örneğin Doğunuzdan gelenlere de Mülteci sıfatı tanıyacaksınız, ayrıca para değil başka şekillerde de destek veririz, yani desteğin niteliğini biz belirleriz.
Bütün bunlar batı basınında Türkiye’yi aşağılayan, utanç verici karikatürlere katlanmaya değer miydi?      
Gerçeğini Türk halkına anlatmadığımız 29 Kasım antlaşması hakkında ve özellikle Türkiye’yi AB’nin “sığınmacı Kampı”na dönüştürülmesinden sonra, tam üyelik perspektifinin ortadan kalktığı ve “imtiyazlı ortaklık” modelinin yerleştirilmiş olduğu batı basınında yer alıyor.
Önümüzdeki dönemde, gümrük birliği ve vize rejiminde bazı uyarlamalar yapılarak ve belirli dış politika alanlarında imtiyazlı ortaklık modeli pekiştirilecek.
Bu oluşturulacak olan ortaklık modeli bir “değerler ortaklığı” olmayıp, “çıkarlar ortaklığı” olacağı tespiti yapılıyor.
Bu cumhuriyeti kuranların, milletler camiasının onurlu eşit üyesi, aydınlık Türkiye  yaratmak hedefi yerine, AKP iktidarlarının ülkeyi getirdiği nokta budur.
Asılında durumu en doğru özetleyen, Türkiye ile Katar Kader Ortağı oldu” başlığını atan sabah Gazetesi olmuş.
Batı basının tespit ettiği bu durumları Türk basının görmemesi mümkün mü?  
Bunlar Türkiye’nin karşısındaki sorunlar, durum bu kadar net iken, öğlen vakti saat 12 de AB’ye girdik diye havai fişek atan yardakçılar gibi halkı aldatmaya mecbur musunuz?