30 Ekim 2017 Pazartesi

HAYAT TARZI


 Çok tehlikeli bir kavram olan "Hayat tarzı"  siyasi lügatimize bilinçli olarak AKP tarafından sokuldu.
CHP Genel Başkanı 21 Ekim günü İstanbul'da vaizlerle toplantı yaptı ve o toplantıda, daha önce de sıkça söylediği, "her kesimin hayat tarzının güvencesi CHP'dir" sözünü tekrarladı.
Hatırlanacağı üzere “Türban sorununu biz çözeriz” sözünden sonra türbanın ana okullarına kadar girdiği göz önüne alındığında, “Herkesin hayat tarzının güvencesi CHP’dir” sözünün de çok tehlikeli ve istismara müsait olduğudur. Bu ülkeyi çok hukukluluğa kadar götürür. 
Ülkenin sürekli kaşınarak belirgin hale getirilen etnik, mezhepsel, siyasal ve sosyolojik çok sayıda fay hattı üzerinden bölünmesi yetmiyormuş gibi, toplum, "hayat tarzı" kavramı üzerinden de ayrıştırılıyor ya da ayrıştırılmak isteniyor.
Yaygın anlayışa göre, "hayat tarzı", bir kesim için türban takma, namaz kılma, oruç tutma vb. dinsel tavır ve davranışlardan; diğer bir kesim için ise, kadınların başlarının açık olması, istendiği zaman alkollü içki tüketilmesi vb. özgürlüklerden ibaret sığ bir kavramdır. 
Oysa, dinciler için bu kavram derin bir anlam taşıyor. Dinci kesim, "hayat tarzı" kavramını, ceza hukukunu, aile hukukunu, miras hukukunu, ticaret hukukunu da içeren ve bütün bireylere ayırım gözetmeden uygulanan laik hukuk düzenini dönüştürme amacıyla, yani çok hukukluluğa geçiş yolunu açmak için  bir tuzak olarak kullanıyor. 
AKP'nin amacını doğru okuyamayan  CHP  sözcüleri ise, bu sığ değerlendirmeye kendilerini kaptırmışlar, "insanların hayat tarzına saygılıyız. Herkes inancına göre yaşamakta özgürdür" sözünü, hiçbir kayıt koymadan, ucu açık olarak, ülkeyi çok hukukluluğa kadar götürecek  şekilde  kullanıyorlar. Böylece,  türbanda olduğu gibi AKP'nin   tuzağına  düşüyorlar. 
Hatırlanacaktır, "Herkes istediği hukuk düzeninde yaşasın" lafı geçmişte Erbakan tarafından sıkça söylenmiştir. Bu, her bireyin istediği dini cemaatin kurallarına göre yaşaması, eğitim görmesi ve ölmesi -yani çok hukukluluk- demektir. Çok hukukluluk, aslında, son durak yolunda bir ara istasyondur. Son durak, şeriat kurallarının toplumda egemen kılınmasıdır.
Müftülere/imamlara nikah kıyma izni verilmesi, eğitimde diyanetle, vakıf ve cemaatlerle protokollere dayanan resmi işbirliği tesis edilmesi, İmam Hatip Liselerinin  ve denetimsiz Kuran kurslarının yaygınlaştırılması gibi örnekler AKP'nin "hayat tarzı" kavramının içini doldurmak için atılmış adımlardır. Erdoğan'ın sıkça söylediği "katili affetmek devletin işi değildir, maktulün ailesinin işidir. Onun da olması inşallah yakındır" lafını da bu çerçeveye koymak gerekir. Zira bu söylem şer’i hukukun bir kuralıdır.
Hayat tarzının güvencesi koşulsuz olarak CHP ise, müftü nikahına karşı çıkılmasının inandırıcı tarafı olabilir mi? Müftü nikahı da bazılarının "hayat tarzı" dır.
CHP'nin aymazlığı sürdüğü müddetçe, AKP'nin adımlarının devamı gelecektir. Uyanıldığına ilişkin bir işaret ise maalesef yoktur.
"Vaizlerle toplantı" ayrı bir alem.
Gazetelerin yazdığına göre, Kılıçdaroğlu o toplantıda,  CHP'nin dine karşı olmadığını, muhafazakar insanların kendilerinden çekinmemesi gerektiğini anlatmış. Basının bildirdiğine göre dini çevrelerle toplantılar sürdürülecekmiş. Bu davranış bir devlet adamının davranışı değil;bir sonraki seçimleri düşünen bir siyasetçinin davranışıdır.
CHP’nin yönetici kadroları, muhafazakar kesimlere şirin görünme gayretinin, parti kadrolarının dincilere açılmasının bir fayda sağlamadığını bunca seçim yenilgisinden sonra dahi anlamamışlar ki, hala  savunma konumunu sürdürüyorlar. 
Bölgemizde ve ülkemizde olanları örnek göstererek, laikliğin siyasal, hukuksal ve toplumsal hayattaki önemini halka anlatmaktan ısrarla kaçınıyor. 
CHP'nin mevcut yönetiminin popülist yaklaşımları Türkiye'ye çok zarar verdi, veriyor.
CHP’nin tarihinde popülizm yoktur, CHP’yi ve Cumhuriyeti kuranlar olaylara popülist yaklaşsalardı, o muhteşem devrimleri yapamazlar
dı.



27 Ekim 2017 Cuma

MOZAİK- BÜLENT ECEVİT


Genç bir yazar olan Nihan Ertem, olayları yaşayanlarla konuşup doğruları kâğıda döküp bir döneme ışık tutarken, asıl önemlisi yarın o günleri araştıracak tarihçilere kaynak bırakmış “Mozaik”isimli kitabında. Gelecekle ilgili tasvir de çok hoş olmuş “Mozaik” bugünlerde bazılarının saldırmaya cesaret ettiği, Kıbrıs fatihi, Türk siyasi yaşamının “KARAOĞLANI” Bülent Ecevit’i anlatıyor.
Bazı günümüz siyasilerinin çok yabancı olduğu nezaketi Türk siyasi hayatına sokan, bunu yaparken de gerçek bir burjuva olmasına rağmen   oldukça mütevazi yaşayan, görgüsüzce debdebeden uzak duran bir siyasi kişiliği anlatıyor.
Uluslararası ilişkilerde hiç sokak ağzı kullanmadan da Türk insanının yararlarının korunabileceğini dosta düşmana gösteren Bülent Ecevit’i anlatıyor.
O nedenle Mozaik’in okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Eline sağlık Nihan.
Çok bilinmeyen bir deyişiyle “siyasetçi gelecek seçimi, devlet adamı gelecek kuşağı düşünür”  sözünü kendisi için bir yaşam felsefesi haline getirmiştir.   
Siyaset arenası   gelecek kuşağa güzel bir yarın bırakabilmek için sadece bir araçtı onun için.
Siyasi yaşamında hapishane de vardı onun, yasaklı olduğu 12 Eylül döneminde hapise de girmişti.
Bir keresinde Cezaevine girmeden yabancı basına verdiği son demeçte, “Ben özgürlüğü beynimde hapishaneye taşıyorum. Dışarıda bir mahpus gibi yaşamaktansa içeride özgür bir insan olarak yaşamayı yeğlerim” demişti.
Olağanüstü dönem geçtikten sonra hiçbir gün hapishane günlerini siyasi yaşamda istismar konusu yapmadı.
MOZAİKDE ” bulacağınız ve onu çok etkileyen ve üzen konulardan biri de anayasanın askeri rejim tarafından askıya alındığı günlerde yargıçlardan bir tepki gelmemesiydi.
Hapishane de, hapishane arkadaşıyla aralarında geçen bir konuşmada,   arkadaşı rahmetli Ecevit’e “Bugünkü gazetelerde Pakistan’daki dikta rejimine tepki gösteren hakimlerin istifa haberlerini okudunuz mu Başkanım”
“Evet, okumaz mıyım! Pakistan sömürgecilikten yeni kurtulduğu halde hakimler bu tepkiyi gösteriyor. Fakat bizde bu tepkiyi gösterebilen tek bir hakim çıkıyor mu? İşte buna kahroluyorum.” Diyor. Aslına bakarsanız 12 Eylül rejiminden bu yana nerdeyse kırk yıl geçmiş, ama biz bir adım ilerlememişiz.
Yani “bu ülke aydınlarının ihanetine uğramıştır” lafı 1960 larda söylendiği zamanda  doğruymuş, bu günde.
Bu ülke de yasaklar hep oldu, ayrıca yasaklarda siyasi yasakları beraberinde getirir.
Kitap da bir başka diyalog daha yer alıyor. Bu diyalog 27 mayıs 1960 dan bu tarafa 57 yıl geçmiş olsa da, Türkiye insan haklarına dayalı, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla oturduğu, düşünce suçunun olmadığı    bir ülke olmalıydı ama maalesef biz bunu gerçekleştiremedik.
İşte bakın bundan yaklaşık on sene önce ceza evinde aynı koğuşta yatan Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ın konuşmaları
Hükümetlerin en kötüsü, suçsuzu korkutandı. Demiş Beydaba” demiş Tuncay Mustafa‘ya
“Doğrudur da  Nereden geldi aklına”
Tuncay yanındaki sandalyede oturup kendisi gibi kitap okuyan Mustafa’ya dönerek, “ Şu elimdeki kitap, M.Ö yaşamış düşünür ve yazarları tanıtıyor da. Ne enteresan değil mi?”
“Ne kardeşim?”
“O dönemde  düşünür, bilge yazar bulabilmek? Kaç yüzyıl öncesi be!”
Mustafa elindeki kitaptan gözlerini ayırarak konuşmaya başladı
“Yaa, değil mi?  O zamanlarda hükümet, adalet suç ve ceza kavramı.. Gerçekten enteresan”
Kitapta bu ve benzeri daha bir çok çarpıcı ve bilgilere ulaşacaksınız.Türkiye’nin nereden gelip nereye gittiğine ya da gitmesi gerektiğine  kafa yoranların muhakkak okuması gereken bir kitap “MOZAİK” Nihan Ertem tarafından kaleme alınmış. “Siyah Beyaz” tarafından basılmış ve yarınlarda o günleri yazacak tarihçilere önemli bir kaynak. O nedenle okunması gereken bir kitap. Eline sağlık Nihan.     
  


23 Ekim 2017 Pazartesi

CUMHURBAŞKANI HUKUKEN SORUMLU OLUR.


Recep Tayyip Erdoğan, bazı  Belediye Başkanlarının istifasını istedi ve istifa etmemekte direnenlerin “sonuçlarına katlanacağını” dile getirdi.
Bu söylem, muhataplarını, yani istifalarını istediği belediye başkanlarını töhmet altında bırakan bir söylemdir.
Ancak Cumhurbaşkanı’nın tehditleri  sonrasında, halkın kafasında,  istifa eden veya etmeyip direnen  Belediye Başkanları  hakkında, bu kişilerin  saygınlıkların ve şereflerini zedeleyecek değer yargıları ve fikirlerin doğmasına neden olmuştur.
Bu söylemden ötürü, halk nazarında  Recep Tayyip Erdoğan’ın elinde bu belediye başkanlarını hukuken suçlayabilecek belgeler var olduğu kanısı oluşmuştur.
Tabii bu durum istifasını veren Belediye Başkanları içinde söz konusudur. Onlar da,halk indinde   ,  “sonlarının  kötü olmaması ” bundan korktukları için istifa ettikleri, yani Cumhurbaşkanı’nın bildiği suçlarının üstünün örtülmesi nedeniyle kurtuldukları düşüncesi hakim olmuştur.
Hukuk devletinde hiç kimsenin, Cumhurbaşkanı dahi olsa  suçu ve suçluyu gizleme  hakkı  olmadığından, suçları var ise bu insanların adalete teslim edilmesi gerekir.
Bunu görmezden gelerek, “ben istifasını istedim o da istifa edecek, yoksa ben ona gösteririm” düşüncesi demokrasilerde hukuk devletinde aklın alacağı bir şey değildir.
Belediye Başkanlarının yolsuzluğu, hırsızlığı yoksa onu siyasi parti Genel başkanı istiyor diye istifaya zorlamak demokrasilerde düşünülemez bile, eğer suçu da var ise o zamanda savcılara suç duyurusunda bulunmak mecburiyeti vardır.
İçinde yaşadığımız rejim demokrasi olduğuna göre, Belediye Başkanlığına bu kişileri kim aday göstermiş olursa olsun, Ankara’daki gibi şaibeli bir seçim sonunda seçilmiş    olsa da, bu Başkanlar hemşerilerinin oyunu alarak seçilmişlerdir.
Var olduğu ima edilen, suçu gösterir belge ve bulgular hakikaten var da  savcılığa verilmiyor ise, bu aşiret devletlerinde bile olmaz, zira aşiret mensuplarının uymak zorunda olduğu kuralları vardır.
Bu insanlar haklarında savcılıklara suç duyurusunda bulunacak belge ve bulgular  olmadan haklarında suçlu iması yapılıyor ise, o zaman da bu insanlar kamuoyu önünde haksız ve hukuka aykırı olarak suçlanmış olurlar. Yani bu insanların, haksız ve hukuksuz bir şekilde  halk indinde şeref ve haysiyetleriyle oynanmış olunur.
İstifası istenen başkanlar hakkında kamuoyunda, bir Belediye Başkanına  yakışmayacak, çok ağır bazı fiilleri veya hataları olduğu düşüncesi egemen olacaktır.Bu fiilleri ve hataları nedeniyle haklarında açılacak soruşturma ve sonucunda verilecek bir mahkeme kararını beklemeye, bulundukları  görevin  tahammülü olmadığından onların Belediye Başkanlığından derhal uzaklaştırmak lüzumu ortaya çıkmıştır, düşüncesi egemen olacaktır.
Bu tür ithamlarla, bırakın kamuoyunun bu insanlarla ilgili olarak ne düşüneceğini, bu insanları, kendi çocukları, eşleri, yakın akrabalarının  gözünde de mahkum ediyorsunuz.
Eğer bu insanların suçlanabilecekleri bazı önemli fiilleri ve hataları yokta, Cumhurbaşkanı’nın söylemleri nedeni ile kamu oyunda böyle bir düşünce oluşuyor ise, bu  durum da Medeni Kanunun  24 ve Borçlar Kanunun 49.maddelerindeki kişiliğe karşı yapılan haksız ve hukuksuz saldırıyı teşkil eder.
Bu şahıslar böyle sebepsiz ve haksız muamelelerin neden olduğu üzüntülerini karşılamak için işgal ettikleri makamın önemi de göz önünde bulundurularak lehlerine manevi tazminata hükmedilir.
 Şimdi akla Cumhurbaşkanı’nın Anayasamızın 105. Maddesinde sözü edilen “Sorumsuzluk” halinden istifade edeceği gelecektir. Bu düşünce yanlıştır, zira Cumhurbaşkanı’nı sorumsuzluğu ve dokunulmazlığı sadece Ceza Hukuku açısındandır.
Cumhurbaşkanı’nın Belediye Başkanları’nın istifalarını isteme hali sonucunda bu başkanlar hakkında bir adli soruşturma açılmaz ise ya da açılıp da beraat ile sonuçlanırsa Cumhurbaşkanı’nın hukuki sorumluluğu doğacaktır.
 Tabii bütün bu yazdıklarım, yargı bağımsızlığının var olduğu düşünülen bir Türkiye için yazılmıştır. Böyle bir karar verecek hakim olduğunu düşünmüyorum.
Yanılıp da böyle bir karar verecek hakim olursa da,  kendisini kararın sabahına meslekten atılmış  bulacaktır. 


20 Ekim 2017 Cuma

SİYASETTE ÜSLUP




Zaman zaman siyasiler arasında sert tartışmalar ve atışmalar olmuştur, bundan sonrada olacaktır. Geçmişte üslup çok sert olduğu günlerde bile rakipler bir birlerine hakaret etmeden konuşurlardı.
Tayyip beyle beraber bu üslup maalesef çok seviye kaybetti. Tayyip bey rakiplerine “sen kimsin yahu”, “sen benim kıratımda mısın” gibi sözlerine çok alışmıştık.Bu tip yakışıksız sözleri hem iç siyasetteki ve hem de dış siyasetteki rakiplerine söylerdi. Ama Yunanistan Başbakanı’nın Lozan antlaşmasını çiğnemesine de sessiz kaldı. Zira ona verilecek bir tepki ABD’yi ve AB’yi kızdırabilirdi. Onun için sessiz kaldı.
18 kayalık, adacık ve ada Yunanlılar tarafından işgal edildi ama “Bir gece ansızın gelebilirim” diye aşk ve sevgiliye kavuşma arzusunu dile getiren şarkı sözünü bile dile getiremedi.  
Recep Tayyip Erdoğan sadece rakiplerine hakaret etmekle kalmaz zaman zaman da büyük gaflar yapar.
Kızdığı bir vatandaşa “Ananı da al git buradan”, “Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim”, “Bahçeli SSK Genel Müdürlüğü yaptı” gibi büyük gaflar hatırladıklarımızdan sadece bir kaçı.
Ama asıl engin İngilizce bilgisini göstermek için bütün dünyanın Mediterranean dediği Akdenize “White sea” dedi ve elbette espiri konusu oldu.
Tabii necip Türk basını çok özgür ve korkusuz (!) olduğu için bunları hiç dillendirmedi. 
Grup toplantılarını takip ederseniz iktidarıyla muhalefetiyle aslında aralarında bir fark olmadığını görürüsünüz.
Siyasi hayatta, her şahsın ve hele özellikle bir milletvekilinin, bir parti başkanının  esas görevi kibar konuşmak değildir.  Hakikat olduğuna inandığı fikirleri bütün açıklığı ile ifade etmek ve haksızlıklara karşı gereken protestoyu  en tesirli şekilde dile getirmektir. Ama en önemli nokta söylenenlerin doğru olmasıdır.
Bu Salı grup toplantısında biri, diğerine "Et deyince aklımıza tabii doğal olarak kasap gelir. Eti alırsınız, kasap doğrar, kıymasını yapar, kuşbaşısını yapar satar. Ama şimdi Sırbistan’dan 5 bin ton löp et alacağız. Sırbistan deyince de bizim aklımıza “Sırbistan Kasabı” geliyor. Hani bir gecede 8 bin, 3 yılda 250 bin Bosnalı Müslüman’ı öldürenler. Bir gecede 8 bin Bosnalı Müslüman 3 yılda 250 bin Bosnalı Müslüman katledildi. Katleden bir Sırp, Milosevic şimdi hapiste. Şimdi gidiyorsun onunla tokalaşıyorsun, 5 bin ton löp et alıyorsun. Bunlar bir sefer besmelesiz kesildiler. O löp etin nereye gitmesi lazım, saraya gitmesi lazım, onların yemesi lazım".
Dinlerken kulaklarıma inanamadım. Bu sözleri neresinden tutarsan tut Türk Dış Politikası gibi tel tel dökülüyor...
Uluslararası ilişkiler alanına giren bir konuda eleştiri yapayım derken Tayyip Erdoğan gibi kullanılan mahalle ağzını geçiyorum..
"ŞİMDİ HAPİSTE" denen  (Yugoslavya eski devlet başkanı) Slobodan Miloseviç La Haye'deki savaş suçları mahkemesinde yargılanırken Şubat 2006'da hücresinde ÖLÜ BULUNDU. 
Beyefendi dünyadaki gelişmeleri geçmişte izlememiş, onu anladık. İyi de, dünyadaki olayları takip edip, örneğin   Miloseviç'in öldüğünü hatırlayıp beyefendiye  söyleyecek kimse yok mu etrafında. Böyle vahim bir hata nasıl yapılır!
Sırbistan deyince beyefendinin aklına "Sırbistan kasabı" geliyormuş. Sırbistan halkı insan kasaplarından mı ibaret, bu nasıl benzetme!
“Bebek katili APO” deyince aklımıza bütün Kürt vatandaşlarımız mı geliyor.
Bütün Sırp halkını  Slobeden Miloseviç ile özdeşleştirmek, bütün Kürt vatandaşlarımızı Bebek katili APO ile özdeşleştirmek ile aynı yanlış düşüncedir.
Ayrıca Slobodan Miloseviç’i yakalayıp Lahey mahkemesine teslim edende “ Kasap” diye nitelediğin Sırp halkıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Sırbistan ziyaretinde Miloseviç ile "el sıkıştığını" söylüyor. Miloseviç ölü olduğuna göre, Sırbistan'ın şimdiki cumhurbaşkanını kastediyor ve onu "insan kasabı" olmakla suçluyor. Ülkeyi yönetmeye aday olanlar  böyle -en hafif tabirle ihtiyatsız- bir ifadede nasıl bulunur! Yarın bu ülkenin cumhurbaşkanı kendisi olursa, o halkın ve o cumhurbaşkanının yüzüne nasıl bakacak!
Konuşmanın yukarıdaki kısmını Dışişleri Bakanlığında bir kıdemsiz meslek memuruna (yani genç bir monşere) gösterse, o memur, iktidara aday olduğunu söyleyen bir partinin genel başkanının öyle bir konuşma yapmasının hiç uygun  olmayacağını söylerdi
Beyefendi ve etrafındakiler diplomasi alfabesinin henüz "A"sındalar. Yedi yıldır hiç mesafe alamamışlar...

16 Ekim 2017 Pazartesi

DIŞ POLİTİKA TEL TEL DÖKÜLÜYOR.


Takim oyunlarında bir tabir vardır,takım çok kötü oynadığı zaman “tel tel döküldü” denir.
AKP iktidarının uyguladığı dış politikada işte böyle tel tel dökülüyor.Elbette bunun çeşitli nedenleri vardır ama en önemlilerinden iki tanesi,ilki dış politikaya şekil veren Tayyip Erdoğan’ın tarih ve uluslar arası ilişkiler konularında  bilgisinin yetersiz olması, ikincisi ise meslek olmanın ötesinde bir sanat olan diplomasinin ustalarını yani Tayyip beyin deyişiyle “monşerleri”  yanından uzaklaştırmasıdır.
Türk diplomasisinin Osmanlıdan bu tarafa yerleşmiş güçlü bir geleneği vardır. Bunu bilen akıllı siyasetçiler, uluslararası ilişkilerde, Tayyip bey tarafından “Monşerler” diye küçümsenen diplomatları yanlarından hiç eksik etmezlerdi.
Eğer Tayyip bey bu monşerleri yanından uzaklaştırmasa, bir taraftan Irak’ın toprak bütünlüğünü savunur görünürken, bir taraftan da Barzani’nin sırtını sıvazlayarak, Kuzey Irak’ta Kürtlerin bağımsızlığını savunmazdı.Bunun Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye düşüreceğini kendisine anlatırlardı.
Kuzey Irak’ta soydaşlarımız Türkmenlerin hakları, can ve mal güvenlikleri savunulmadı. Hatta soydaşlarımız arasında bile Sünni Şii ayrımcılığı yapıldı.
Nitekim, Tayyip Erdoğan’ın bu yanlış tutumundan ötürü, Irak merkezi yönetimi Türk işadamlarını kara listeye alıp, ihalelerden dışlıyordu. Ayrıca da Türkiye’yi Irak’ın içişlerine karışarak mezhepçilik yapmakla da  suçluyor.
Tayyip Erdoğan dış politika konusunda,yanına  derinliği kendisinden menkul Ahmet Davutoğlu gibi bir adamı değil de, o beğenmediği monşerleri alsaydı, Arapların, Arap  olmayan bir milletin, Arap aleminin lideri olmasını içlerine sindiremeyeceklerini, kendisine anlatırlar o da İslam dünyası lideri  olma ham hayalinden vaz geçerdi.
O monşerlere danışarak, dış politikayı şekillendirseydi, Suriye’de Amerika istiyor diye Esad karşıtlarına her türlü desteği vererek Suriye bataklığına sürüklenmezdi.
Suriye’de Esad Karşıtlarını desteklerken o monşerlere danışsaydı,”Suriye bizim içişimiz” diyerek, komşuluk ilişkilerini ve uluslararası hukuku yok saymazdı.   Arapların  kendi içlerinde birbirlerini yerken, buna dışarıdan, Arap olmayan bir başka unsurun  müdahalesinden de hoşlanmayacaklarını kendisine anlatırlardı. Ona Cumhuriyeti kuranların “komşular arası ihtilaflarda taraf olunmamamsı ve Arapların  içişlerine karışılmaması” yolundaki ve AKP iktidara gelinceye kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politikasına  sıkı sıkıya bağlı kalmasını öğütlerlerdi.
Nitekim, iki komşumuz İran ve  Irak arasındaki savaşta Türkiye’nin nasıl bir aktif tarafsızlık  uygulayıp başarılı olduğunu anlatırlardı.
Dün Esad gitsin diye siyaset üretirken, şimdi Suriye’de İŞİD’e karşı Esad’a destek olan Rusya ve İran ile berber hareket etmek, dış politikada ki, diğer bir büyük çelişki.
Irak’ın ve Suriye’nin Kuzeyindeki Kürtlere destek verirken yani Amerika’nın istediği kukla bir Kürt devleti kurulması için Amerika Birleşik Devletlerinin tetikçiliğini yaparken bunun Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye düşüreceğini görememek büyük bir aymazlıktı.
“Ey Amerika, Ey Almanya”  diye bağıracağına Yunanlıların Egedeniz’ indeki, 18 adet kayalık, adacık ve adayı işgal etmesine ses çıkartırdı.
Yunan Başbakanı’ nın Lozan’a aykırı bir şekilde Türk Karasuları ve Türk Toprakları üstünde fantomla uçmasına tepki verirdi.
Tayyip Erdoğan iktidarına kadar hiçbir Yunan Başbakanı böyle bir küstahlığa cesaret edememişti.
 Ergenekon, balyoz ve benzeri kumpas davaları ile AKP, FETO ve arkasındaki Amerika sayesinde Türk Ordusu kafeslenmiş ve böylece caydırıcılığını   kaybetmiş, moral motivasyonu çökertilmiştir.
İşte bu nedenledir ki Aleksis Çipras. Türk Karasuları ve Türk toprakları üstünde savaş uçağı ile küstahça uçabilmiştir.
AKP iktidarı döneminde yabancı diplomatlar arasındaki yaygın inanç, bizim sadece üst perdeden konuşup ama herhangi bir tepki vermeyeceğimizdir.
AKP iktidarı döneminde Irak, Suriye ve Ege denizinde  yaşadıklarımız, dahi Türk dış politikasının tel tel döküldüğünü göstermektedir.





    

13 Ekim 2017 Cuma

BURASI KABİLE DEVLETİ DEĞİL (!)


Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasındaki karşılıklı olarak vizeleri durdurmasının altından Amerika Birleşik Devletlerinin İstanbul Konsolosluğunda çalışan ikinci bir personelin daha  hakkında tutuklama  kararı verilmesi  çıktı.
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından, Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’de casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklu bulunan bir papazın kendilerine verilmesini istemeleri olduğunu açıklamıştır.
Ve ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nin bu talebine karşılıkpOLİS Enstitüsü mezuniyet törenin de konuşan Recep Tayyip Erdoğan   da,   Fethullah Gülen’i kast ederek “ sizde de bir papaz var siz de onu bize verin” dedi.
Türkiye bir kabile devleti  olmayıp bir hukuk devleti ise ki anayasamızda böyle yazıyor. Mahkemeye intikal etmiş ve mahkeme kararıyla tutuklanmış bir insanı ki bu insan  Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı dahi olsa iadesi mümkün değildir.
Tutuklu papaz, Türkiye aleyhine casusluk yapmış ise, bu  Türkiye’nin güvenliğine karşı işlenmiş bir suçtur, yani papaz suç teşkil eden bu fiili Türkiye’de işlemiştir. Bu fiilde  Türk Kanunlarına göre suçtur.
Bu papaz’ın Amerika Birleşik Devletlerine iadesi hakkında, bulunduğu yer Ağır Ceza Mahkemesi geri verme talebi hakkında Türk Ceza Kanunun 18. Maddesine ve Türkiye’nin taraf olduğu ilgili uluslar arası sözleşme hükümlerine göre karar verir.
Mahkeme geri verme talebinin kabul edilebilir  olduğuna karar verir ise, bu kararın yerine getirilip getirilmemesi Bakanlar Kurulunun takdirine bağlıdır.
Yani Mahkeme geri verme talebini kabul edilebilir bulmaz ise artık Türk Hükümetinin yapabileceği bir şey yoktur.Hükümet sadece Mahkeme iade kararı verirse, bu kararı  yerine getirip getirmemekte  yetkilidir, mahkeme iade talebini redderse artık hükümetin yapabileceği bir şey yoktur,Papazın Amerika Birleşik Devletlerine iadesi mümkün değildir.
Hükümetin yetkisi   sadece mahkemece “verilebilir kararı” nan sonra söz konusudur. Mahkeme verilemez derse yani talebi reddederse artık yapılacak bir şey yoktur.
Biz FETO’yu Amerika Birleşik Devletlerinden istediğimiz zaman bize hep Mahkeme dosyayı inceliyor, biz yargıya müdahale edemeyiz diyorlar ki bu doğrudur. Onlarda da aynen bizde olduğu gibi Mahkeme iade kararı verirse, Amerikan hükümeti iade edilip edilmeyeceği konusunda yetkilidir.
Ama tabii Amerikalılar Türkiye de Ağustos ayında çıkan bir kanun hükmünde kararnameyle  “Cumhurbaşkanı ben buradakini verdim, oradakini istedim aldım” dediğinde iş bitiyor diye düşünüyorlar, Tam Türk tipi bir hukuk devleti.Bir hukuk devletinde düşünülemeyecek bir hukuk anlayışı. Amerika Birleşik Devletlerine bu kanun hükmünde kararnameden sonra  Papazı verin diyor.Zira Recep Tayyip Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri hukukuna göre de  bu mümkün olabilir diye düşünüyor.
Ayrıca bizde böyle bir düzenlemenin getirilmesi, Amerika Birleşik Devletlerini hiç ilgilendirmez, hukuk devleti olmanın gereği onlar kendi yasaları ne emrediyorsa onu yaparlar.
Bizimkilerin bu kanun Hükmünde kararnameden sonra, “ Türkiye bir hukuk devletidir, yargıya intikal eden bir olayda yargı kararını beklemek zorundayız” demesi artık mümkün değildir.
Yargıya intikal etmiş olan  bir konuda bile  ülkenin Cumhurbaşkanı, kalkar da, “sizde  de bir papaz var, siz de onu bize  verin derse”  bütün hukuk devletlerinde bizdeki kanun hükmünde kararnameyle getirilen düzenleme gibi bir düzenlemenin olduğu yanlış  düşüncesi içinde olduğu anlaşılır.
Bir kanun hükmünde kararnameyle Ceza yasasının bu hükmünü değiştirdim  diye düşünüyorsanız gene yanlış yapıyorsunuz, her olay gerçekleştiği zamandaki hukuk kurallarına tabiidir. Aksi bir düşünce ve Anayasa Mahkemesi’nin eski içtihadından iktidara yaranmak için döndüğüne güvenip, bunu yapabileceğinizi düşünüyorsanız, hukuk güvenliğini ortadan kaldırırsınız ki, bu da ülkede baca tüttürmesini beklediğimiz yabancı yatırımcıyı kaçırır.
Bütün bunları söyledikten sonra “Biz kabile devleti değiliz” demenin bir anlamı kalmıyor. 
    









9 Ekim 2017 Pazartesi

BİR DİPLOMATIN GÖRÜŞLERİ

                          
Hayatının 40 yılını hariciyeye vermiş bir dostum, Türk Dış Politikasındaki yanlışları, hataları anlatan bir mektup yollamış. Sütunumun el verdiği ölçüde özetleyerek siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim

“Cumhuriyet'in en temel dış politika ilkelerinden birisi komşuların iç işlerine karışılmaması ve Arap ülkeleri arasındaki ihtilaflarda taraf olunmaması idi. 
Cumhuriyet'in dış politika uygulayıcıları, güney sınırlarımızdaki ülkelerin toprak bütünlüğünün korunmasına özel titizlik gösterdi. Zira, o ülkelerin toprak bütünlüklerinin bozulmasının nihayetinde Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tehlikeye düşüreceği açıktı.
Bu ilke ve duyarlılıkları ilk olarak "bir koyup üç almak" hayaliyle, 1991'de ABD'nin peşinden giden Turgut Özal bozdu. Sonucunda, Türkiye'ye tehdit oluşturacak şekilde Irak fiilen bölündü. 
ABD benzer oyunu 2011'den itibaren Suriye'de sahneye koydu. AKP iktidarı, "Osmanlıcılık" hayaliyle ABD'nın peşine takıldı. 
CHP'ne düşen, Irak örneği de ortada iken, sağlamlığı denenmiş cumhuriyet ilkelerine sıkı sıkıya sahip çıkmak, Suriye'ye yabancı müdahalelere ısrarla karşı durmaktı. 
Ne yazık ki, CHP, Kılıçdaroğlu yönetiminde 1920'lerde, 1930'larda kendi koyduğu ilkelere ihanet etti. ABD'nin bölgesel hedefleri ile uyumlu tutum izledi. 
Şimdi CHP sözcüleri Suriye politikasının sürüklendiği vahim nokta karşısında yeri geldikçe "biz uyarmıştık" diyorlar.
Gerçek şu ki, "dostlar alış-verişte görsün" misali etkisiz ve çelişkili laf ebeliği dışında bir faaliyetleri olmadı. Yaşamsal sorunlara yol açacağı başından belli olan bu politikaları ülke gündeminin en üst sıralarına taşımadılar. Halkta bir farkındalık yaratmadılar.
Başbakan Erdoğan'ın "NATO'nun Libya'da ne işi var" demesinden bir gün sonra, Kılıçdaroğlu, 1 Mart 2011'de yaptığı açıklamada şunları söyledi: 
" 'NATO'nun Libya'da ne işi var' diye bir cümleyi ben kurmam..Hiçbir ülkeye dışarıdan müdahaleyi ilke olarak doğru bulmayız.....Ama uluslararası camianın duyarlılıklarıyla, olayların çıktığı ülkedeki halkın talepleri örtüşürse yeni gelişmeleri beklemek doğaldır. İnsanların öldürülmesine 21. yüzyılda insanlar seyirci kalmazlar, baskıcı rejimler olmamalıdır"
İnanması imkansız, ama, Kılıçdaroğlu'na göre, emperyalistlerin "duyarlılıklarıyla" Libya halkının talepleri örtüşmüştü, yani, Libya halkı dış müdahale istiyordu. Kılıçdaroğlu, Libya'ya uluslararası müdahalenin, Suriye'nin iç işlerine karışılmasının öncüsü olacağını göremedi veya görmek istemedi. Libya'nın dağıtılmasına yeşil ışık yaktı. 
Bu anlayıştaki birisinin, emperyalizme karşı dünyanın ilk mücadelesini başarıyla vermiş olan Mustafa Kemal'in koltuğunda oturuyor olması hüzün verici idi.
Nitekim, Suriye olaylarının daha başlarında, Kasım 2011'de, CHP Genel Başkan Yardımcısı partisi adına AKP'nin elini çok rahatlatan ve bölgesel projeleri olan emperyalist ülkelerin de muhakkak hoşuna giden çok kritik bir açıklama yaptı.
Genel Başkan Yard., o açıklamasında, "Esad'ın gitmesi hedeftir ve CHP de bu hedefe katılmaktadır" dedi. Hükümetin Suriye'deki muhalefete sahip çıkmasına ve muhaliflerin ülkemizde toplantı yapmalarına izin vermesine de yeşil ışık yaktı. (CHP sözcüsü hükümete, Suriye'nin iç işlerine karışmaması tavsiyesinde de bulundu. Ancak, önceki söylediklerinden sonra bunun bir anlamı yoktu)  
Genel Başkan Yardımcısının, Türkiye'de toplanmalarına izin verilen "muhalefet"in Esad'ı silahla devirmeyi amaçlayan ve yabancılardan oluşan "muhalefet" olduğunu, silahsız yurt içi muhalefet ile Esad'ın o sıralarda esasen bir diyalog içinde bulunduğunu bilmemesi mümkün değildi. 
Nitekim, ülkemizde toplantılar düzenlemelerine izin verilen "muhalefet" içinden İŞİD ve benzeri terör örgütleri üredi.
Hal böyle iken, Kılıçdaroğlu sonraki yıllarda, hükümeti, "radikal unsurları silahlandırıp Suriye'ye göndermekle" suçladı. Önce "muhaliflerin" Türkiye'de toplanmasına yeşil ışık yakıp sonra da bunu elleştirerek derin bir çelişki sergiledi. 



6 Ekim 2017 Cuma

LİDER OLABİLMEK



TBMM'nin açıldığı gün ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan'ın odasında çekilmiş ibretlik "devlet fotoğrafı" vardı.Aslında “parti devleti” fotoğrafı demek daha doğru olur. Demokrasilerde öyle fotoğraf olmaz. "Millet"i temsil eden parlamento başkanı kendisine, "memur" muamelesi yapılmasına izin vermez. "Bağımsız yargı"nın başkanları, gerçekten yargının bağımsız olduğuna inanıyorlarsa siyasilerle sohbet toplantılarına katılmazlar, devlet başkanının önünde öyle el pençe divan oturmazlar.
Ama maalesef bizim ülkemizde Anayasaya göre bağımsız olan yargının en tepesindeki kişiler, Cumhurbaşkanı’nın önünde cüppelerinde olmayan düğmelerini önlerini iliklemek için  ararlar, hatta Cumhurbaşkanı ile çay toplama gösterisine bile katılırlar.
Tarafsızlıklarını yitirme partili Cumhurbaşkanına yaranma  pahasına ülkenin ana muhalefet partisine saygısızca saldırırlar. Bunu yaparken de, ana muhalefet partisinin açtığı davalarda, davayı kabul eden meslektaşlarını da karaladıklarını düşünmezler.
Kendisinden ya da şimdilerde bugün ülkeyi yönetenlerden başka hiçbir aklı selim sahibi insan o yargıçların tarafsızlığı hakkında tek kelime etmemiştir/ edememiştir.  
Neyse, yüksek yargının başkanlarının hali zaten herkes tarafından biliniyor, ben başka bir şeye takıldım.
Hatırlanacağı üzere o resimde CHP Genel Başkanı yoktu, TBMM Başkanı: "Kılıçdaroğlu'nu davet ettik, başka randevusu vardı" demişti. Bunun üzerine de Kılıçdaroğlu  gerçeği dile getirerek "davet almadım, TBMM Başkanına yalan söylemek yakışmıyor" şeklinde  Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’na layık olduğu cevabı vermişti.
Tabii burada insanın aklına şu soru geliyor, davet edilse idi gidip o ibretlik fotoğrafın parçası olacak mıydı? 
Aslında Kılıçdaroğlu “ Davet almadım,” dedikten sonra "davet edilseydim de demokrasiyle, yargı bağımsızlığı ile  bağdaşmayan o toplantı için yapılan davete  icabet etmezdim" demesi   gerekirdi.
Partili Cumhurbaşkanı yüksek yargı organlarının başkanlarına,  Meclis Başkanı’na ve toplantıya katılan diğerlerine  mahiyetindeki memur muamelesi yapıyor, sizler Cumhurbaşkanı’nın memurları değilsiniz. Sizler anayasanın 9. Maddesine göre  egemenliğin asıl sahibi olan Türk Milleti adına hüküm veren kurumların başısınız diye tepki vermesi gerekirdi.
Bu tepki verilemeyince "lider" olunamıyor.
Bu fotoğraf aklımıza Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler meclisinde, Amerikan Başkanı’nın yaptığı bir konuşma sonrasında temsilciler Başkanı kimi ayağa kalkarak kimisi de oturarak alkışlarken, protokol gereği orada bulunan Amerikan yüksek mahkemesi üyelerinin   olayı tepkisiz seyir ettiklerini gösteren  fotoğrafı getirdi.
Belki içlerinden  Başkanı’nın yaptığı konuşmayı beğenenler de olmuştur, ama  onlar, tarafsız olmaları gerektiğinin bilincinde oldukları için bir tepki vermiyorlardı.
Sayın Kılıçdaroğlu, tarafsız olması gereken ve Cumhuriyet Halk Partisine çirkin şekilde saldıran Danıştay Başkanı’nın da maalesef  Adli yıl açılışında elini sıkmıştı.
Lider olabilmek için, gereken tepkiyi  gereken zaman ve yerde vermek gerekir. Bu nedenle tarafsız olması gereken  Danıştay Başkanının elini sıkmayacaktı ve basına da bunun gerekçesinin Danıştay Başkanının Cumhuriyet Halk Partisine yaptığı haksız ve çirkin saldırı olduğunu  anlatacaktı.  
Şartları iyi kullanan insanlar lider olabilirler. Örnek mi arıyorsunuz işte İsmet Paşa’nın Lozan’daki davranışı.
 Lozan'ın açılış törenin yapıldığı gazinoya gelen İsmet Paşa, salonda Türk delegasyonu başkanı olarak kendisine öteki heyet başkanlarına oranla daha küçük bir koltuğun ayrıldığını görünce bunun nedenini sormuştu. Aynı boyutta başka bir koltuk bulunamadığı gibi komik  bir yanıt verilince, 'Bulunduğu zaman salona girerim' diye tepki göstermişti. 
Onun bu çıkışı etkili olmuş çok geçmeden aynı boyutta bir koltuk bulunup yerine konulmuştu. Yani şartları iyi kullanarak, muhataplarına ilk dersi vermişti.    

.