31 Mart 2020 Salı

TIRNAĞIN VARSA KAFANI KAŞI



Bu değimi hiç bilmiyordum. Can Ataklının youtube daki paylaşımından öğrendim.
Hükümetin bu küresel salgın karşısındaki tutumu da aynen bu. Ne diyorlar? Evden çıkmayın, kendi OHAL’inizi  kendiniz uygulayın diyorlar. Ayrıca son salgında kaybettiğimiz canlarımızın hangi illerde ve o illerinde hangi semtlerinde yoğun olduğunu ısrarla söylemiyorlar.
Bu ölümlerin daha çok günü birlik çalışma zorunda olan insanlarımızın yaşadığı semtlerde olduğunu tahmin etmek için kahin olmaya lüzum yok.
Bilim kurulunun aldığı kararların doğru olmadığını söylemek mümkün değil, elbette hepsi doğru. Ne diyorlar mecbur olmadıkça evinizden çıkmayın, kişilerle aranızdaki mesafeyi koruyun, kişisel temizliğinize dikkat edin.
Bunun yerine getirilebilmesi için bir sosyal devletin yapması gereken, vatandaşlarına evden çıkmayın dedikten sonra, her haneye günlük zaruri harcamalarını karşılamak için gerekli ekonomik devlet desteğini sağlanmasıdır.
Bunların hepsi çok doğru. Doğruda bazıları öyle ki sadece tuzu kuru olanlar bunu yapabilir. Zira, sadece günlük emeği ile çalışan, bir birikimi ve güvencesi olmayan dar gelir grubu çalışmayıp da ne yapacak.
Sen devlet olarak, bir kanun hükmünde kararname  çıkartıp, ücretsiz izne çıkartmayı engellemezsen istediğin kadar vatandaşlardan fedakarlık iste hiçbir fayda sağlamayacaktır.
Ücretsiz izne çıkartmayı engellemezsen devlet olarak vatandaşına, “ya açlıktan öl ya da virüsten” diyorsun.
Bugünlerde tüm siyasilerin, çok dürüst davranması gerekiyor. İki gün evvel İstanbul’da İmamoğlu’nu müşkül durumda bırakmak için, bir kısım troller sosyal mesafe kurallarını çiğneyerek, yığın halde belediye  otobüsüne binip bunu fotoğraflarla sosyal medya da paylaşılıyor.
Bunlardan elbette hesap sormak lazım.
Ayrıca devlet fedakarlığı sadece dar gelirliden istiyor. Örneğin şehirler arası otobüslerde araç kapasitesinin üçte biri oranında yolcu taşınacağını söylüyor ama köprü ve paralı yol ücretlerinde en ufak bir indirim yapmıyor, yapamıyor. Buralarda indirim yaparsa veya belli bir süre için ücreti kaldırmazsa, yani otobüs firmalarının kat edeceği mesafe için masrafı sabit ama yolcu kapasitesini üçte bire indirilirse, otobüs firmalarının  fiyatları zamlamaktan başka çaresi kalmıyor, ama gerçekleri söylemiyoruz, işin kolayına kaçıp  otobüs firmasını, firmalarını  “Fırsatçı Hain” ilan ediliyoruz.
Liberalizm tek kanatlı kuş değildir. Köylünün malını ucuza kapatırken kimse ne oluyor demiyordu. Arz talep meselesi diyorlardı. Şimdi arz düşük talep fazla olduğu için  fiyatlar yükselince “tu kaka” , “fırsatçı hain”
Ama millete küfreden yandaş  işadamı,  hiç utanmadan işçilerin ücretsiz izne çıkartıyor. Ona tek kelime edilemiyor.
Şimdi de herkesin ağzında haklı olarak, bir sokağa çıkma yasağı talebi var.
Devletin bu konuda hayatın devamı için neler yapılacağına dair bir planı var mı? Hiç zannetmiyorum. Yarın sabah sokağa çıkma yasağı ilan edilse örneğin, hangi fırınların çalışacağı, bu ekmeklerin halka nasıl dağıtılacağına dair bir planı var mı? Var olduğunu hiç zannetmiyorum.
Kriz anında devlet yönetimi bir plan meselesidir. İster bugün olduğu gibi küresel bir salgında, ister ülkedeki bir doğal afet vukuunda devletin planları olması gerekir.     
  Neyi ne zaman nasıl ve  kimler tarafından  yapılacağının bilinmesi planlanmış olması gerekir. Bunu en iyi bilen ve yapan ordudur, işte şimdi onlardan yardım istemek zamanıdır. Sahra hastanelerini en sağlıklı ve doğru olarak onlar kurar.  Tabii ne askeri hastane bıraktınız ne de askeri doktor.
Şimdi devlet, daha doğru ifadeyle Tayyip Erdoğan iktidarı halkına “tırnağın varsa kafanı kendin kaşı” diyor.


27 Mart 2020 Cuma

ÖZÜNE DÖNMEK



Corono virus nedeniyle bizde Avukatlık büromuzu bir anlamda en düşük kapasiteye indirip evden çalışmaya başladık.
Bunun en büyük faydası daha çok okumaya ve düşünmeye vakit ayırabiliyor insan.
Bende bu arada bundan evvel okuduğum ama tekrar karıştırdığım kitaplardan Sayın Ali Nejat Ölçe’nin 2017 yılında lütfedip çok nazik bir yazıyla bana gönderdiği “Köklerinden Koparılan CHP” kitabını tekrar okumak fırsatı buldum.
Bu güzel kitapta ülkemizin içinde yaşadığı sorunlardan kurtulabilmesi için yapılması gerekenin, Atatürk ilkelerinin özüne sahip çıkılması olduğunu, Atatürk ilklerini doğru değerlendirmek ve bunlar doğrultusunda harekat edilmesi gerektiği, bunların  O’na duygusal bağlılık gösterisinden çok daha önemli olduğu vurgulanmış.
Türk siyasetinin en önemli sorunlarından birinin yetkililer tarafından halka doğruların söylenmemesidir. Kısa vadeli siyasi çıkarlar uğruna, olunduğundan farklı görünmek için söylemlerde bulunulmaktır.
Kısa vadede oy kaygısıyla çekici görünen, uzun vadede ülke için sakıncalı olan politikalara başvurulmamalıdır.
Parti partiliden, parlamento partiden ve vatan ise hepsinden  önemlidir.
Örneğin yerel yönetimlerde, partiliden çok liyakate önem vermeliyiz. Gerekiyorsa parlamentonun kutsiyeti için her türlü fedakarlığı yapmamız gerekecektir. Parti olarak, ne partili, ne yakınlarımız, ne kendimiz  ülkenin bütünlüğü, ulusun birliğinden daha önemli değiliz.  
Örneğin, dinci kesimden de oy alabilmek kaygusuyla laiklikten, ayrılıkçılara hoş görünmek için bu düşüncede olanlara  taviz vermememiz gerekir. Bu dincilere, ayrılıkçılara taviz vermek ilk ağızda parti için faydalı, oy artışı sağlıyor  gibi görünebilir ama bunun ülkenin temellerine verdiği zararlar da tartışılmaz.
Ülkenin üstün menfaatleri gerektiriyorsa halk için halka rağmen de davranılması gerekebilir. Bunu yapmaktan  hiç kaçınmamalıdır.
Biran için işimize yarıyor gibi geliyor diye anayasaya aykırı hiçbir işlem ve eylemin içinde olunmayacağı gibi, bu tür çabalara göz yummamak da gerekir.
Son otuz kırk yıldır milli bütünlüğümüz sağlayan bütün kurumlar yozlaşmaya başlamıştır, toplum mezhep, dil ve  siyasal görüş farklılıkları ideolojik açıdan ve kasıtlı olarak istismar edilmektedir.
İşte bize düşen görev bu yozlaşmaya karşı dik durmak, bu istismara karşı çıkmaktır.
Bugün Türkiye’yi yöneten ister iktidar partisi ister ana muhalefet partisi kadroları olsun, gerek sağdaki ve gerekse soldaki doğan boşluktan  yararlanarak bugün iktidar ve ana muhalefet olabilmişlerdir.
İktidarıyla muhalefetiyle Atatürk’ü unutturmak için özel çaba sarf etmektedirler.
Bunda da şimdilik de olsa başarı kazanmış durumdadırlar.
İktidarıyla muhalefetiyle birikimli insanları saf dışı etmişler, Cumhuriyeti kimsesizlerin kimsesi olmaktan uzaklaştırmışlar, tutucu politikaları, belli çevrelere şirin gözükmek için el birliği ile hayata geçirmişlerdir.
Sadece tutucu politikaları hayata geçirmekle kalmamışlar, cemaatlerin, tarikatların önde gelenleriyle flört eder duruma gelmişlerdir.
Bugünkü parlamento da devrim kanunlarıyla kapatılan tekke ve zaviyelerin açılmasını savunanlar bile bulunmaktadır.
İktidarı elinde bulunduran parti/kişi devamlı olarak kendini yüceltme, kendini aklama ve karşısındakileri daima kötülemeyi bir siyaset yapma biçimi haline getirmiştir.
Bütün bunlardan arınmak ve  muasır medeniyeti yakalaya bilmek için Türkiye Cumhuriyeti özüne dönmek ve siyasal tercihlerini buna göre yapmak zorundadır.
Burada en büyük görev, herhangi bir dış güce esir olmamış gerçek aydınlara yani aydınlanmış beyinlere düşmektedir.
 
   

24 Mart 2020 Salı

HANGİSİ DAHA ZARARLI



Ülkemizdeki her türlü olumsuzluğu, cahil kitlenin oylarıyla iktidara gelen siyasi yapılara bağlarız ve AKP’nin bugünkü oy tabanın eğitimsiz kitlelerin oluşturduğunu söyleriz.
Ama asıl önemli olan okumuş, daha doğrusu hasbelkader bir diplomaya sahip olmuş şahısların cehaletidir. Yaşadıklarımız bize bu ülkeye asıl büyük zarar verenlerin diploma sahibi aydınlanmamış beyinlerin olduğunu öğretti.
Hiç okuyamamış, dağda çobanlık yapan bir vatandaşımızın bu ülkeye vereceği zarar çok sınırlı olabilir. En fazla sürüyü iyi gütmez, bilemediniz bir hayvanı kurta kaptırır, daha fazla bu ülkeye zarar vermesi mümkün müdür?
Ama hasbelkader diploma sahibi olmuş bir insanın bu ülkeye verdiği zarar, cahil bıraktığımız, okutamadığımız insanlardan çok daha fazladır.
Bunlar üniversitelerde, basında, bürokraside yer tutarlar. Parasal çıkarları uğruna dün söylediklerini bugün inkâr ederler. Bugün tasmalarını tutanlara yaranmak için karşı tarafa saldırılar. Devran değişirse bunlar da aynı hızla değişirler. İlkeleri, ahlaki hiçbir değerleri yoktur.
Tabii bunlar işin bir yanı, bir de kendisine bakan denilen, ekonomik nedenlerle ısınamamaktan yakınan insanlara ısınmak için namaz kılın diyebilen siyasetçi tipi  var.
Bu diplomalı geçinen cahiller mi bu ülkeye daha çok zarar veriyor, yoksa sürüsünü iyi otlatamayan çoban mı?
Elbette diplomalı cahillerin topluma, ülkeye verdikleri zarar okutmadığımız, okutamadığımız için cahil kalmışlardan çok daha fazladır.
Nitekim okuryazar, eğitimli dediğimiz insanların birçoğu da okuduğunu anlamayan, yanlışları söylediğiniz zaman dar beyni içinde olayları kişiselleştirenler var ama maalesef bunların sayısı da azımsanmayacak kadar çok.
Aynen fanatik kulüp taraftarı gibi fanatik, particilik yaparlar. Eğer onlar gibi düşünmüyorsan, ya da onlar gibi bölgeci değilsen, senden kötüsü yoktur.
Yaşanan siyasal olayları doğru yorumlayamadıkları gibi, dünyaya ve olaylara da at gözlüğü ile bakarlar.
Onlar için yandaşı oldukları  parti yönetimlerinin her yaptığı, her söylediğ doğru ve alkışlanacak kadar iyidir.
Bizim partimiz Türk halkına ne vaat ediyor, siyasi iktidarı eleştirdiği konularda, çözümü var mı, varsa çözüm  olarak neler öneriyor, bunlara hiç bakmazlar. İşte o zaman da siyasette ve siyasetçiye karşı toplumda bir inançsızlık başlıyor, bu da peşinden toplumda umutsuzluk yaratıyor.
Toplum umudunu yitirdiği anda başka arayışlar devreye giriyor, işte bu umutları yok etmemek için mensubu olduğumuz veya gönül verdiğimiz partilerin, siyasetçilerin eksik ve yanlışlarını çekinmeden her şartta söylemek zorundayız.
Bir eksiği bir yanlışı dile getirdiğiniz zaman bu illa diğer partiye yarıyor demek değildir.
Bunu kendi aile yaşamınızdan da irdeleyebilirsiniz. İnsanlar çocuklarının, yakınlarının hatalı davranışlarını niye eleştirirler, daha iyi olsunlar, daha başarılı olsunlar diye eleştirirler.
O nedenle eleştiriden korkmayacağız, eleştirenlere kızmayacağız, ne denmek istendiğini anlamaya çalışacağız.
Kahve kültürüyle siyaset yapılmıyor, önce mensubu olduğumuz ya da gönül verdiğimiz partinin programını okuyacağız, araştıracağız, hani bir televizyon reklamında dendiği gibi farkımız okumak olacak.
Okuyacağız öğreneceğiz ki; kimse bu ülkeye Türkiye okumuşlarının ihanetine uğramış bir ülkedir diyemesin. İşin kolayına kaçıp o başarısız ama dere geçerken at değişmez demeyeceğiz. Şerlerin en kötüsünün ehveni şer olduğunu aklımızdan çıkartmayacağız.
Siyasal iktidarın bütün yanlışlarını, eksikliklerini ama çözümleriyle beraber haykıracağız.


 



20 Mart 2020 Cuma

UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ



18 Mart  Çanakkale zaferinin 105. inci yıldönümünü kutladık. Bu zafer büyük  bir askeri başarı olmanın yanında, tarihin akışını da değiştirmiştir.
Sadece tarihin akışını değiştirmemiş, batılı emperyalistlerin Osmanlı İmparatorluğunu paylaşma arzularına da set çekmiştir.
Bu zaferi yaratan büyük önder Mustafa Kemal Atatürk ve diğer bütün diğer genç komutanlar, Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yaparak Türkiye Cumhuriyetini kuranlardır.
Hiçbir toplum, hiçbir ahlak sahibi insan kendi devletinin  kurucusuna saygısızlık etmez, saygısızlık edenleri de affetmez.
Ancak geçtiğimiz günlerde ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye’ye girişinin 121. Yıldönümü törenlerinde gelenek haline gelen Atatürk’ün okul numarası olan, 1283 numarası okunduğunda bütün öğrenciler ayağa kalkıp “içimizdesin” derler.
Bu yıl yapılan törenlerde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Üst düzey komutanlarının hazır olduğu  toplantıda ikisi kız öğrenci ki, bir tanesi de “Türbanlı” ayağa kalkmadılar söyleme de katılmadılar.
Bu olay Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkan Vekili Özgür Özel tarafından kurtuluş savaşını yürüten Türkiye Büyük Millet Meclisine taşındı.
Bu saygısız insanlara ne gibi bir işlem uygulanacak hep beraber göreceğiz.
      Aldıklar emri uygulamaktan başka hiçbir şansı olmayan gencecik Harbiye öğrencilerini hapse mahkum eden zihniyetin, bu öğrencilere herhangi bir işlem yapacaklarını zannetmiyorum.
Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi kumpas davaları ile Türk Silahlı Kuvvetlerine operasyon yapan zihniyetin bu öğrencilere disiplin kuralı uygulayacaklarını zannetmiyorum.
Ama elbette Türk Silahlı kuvvetlerinde Hulusi Akar ve bu üç öğrenci gibi olanlar azınlıktadır. Ama asıl bunların kimden ve kimlerden güç alıyorlar, bunun açığa çıkartılması lazım.
Bu FETO’cu ve diğer tarikat mensubu subaylar Türk Silahlı Kuvvetlerinden tasfiye edilmedikçe bu ordu bizim ordumuz olarak nitelenemez.
Binlerce yıllık geleneği olan Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk düşmanları tarafından bu hallere düşürüldü.
Unutmayalım, CİA raporlarında, Atatürk’ün Türkiye’den silinmesi gerektiği yazılmıştı. Bunun ilk yapılması gereken yer de Türk Silahlı Kuvvetleriydi.
O kumpas davaları işte bu düşüncenin ürünüydü. Yani Türk Silahlı Kuvvetlerindeki Atatürkçü, ulusalcı subayları tasfiye edebilmek için kurgulanmıştı. O günlerde iktidarın ortağı olan bu ABD uşaklarının büyük çoğunluğu bugün ya ABD’de ya da Avrupa’da emperyalistlerin kucağında oturmakta, himaye edilmektedirler.
Ordu köklerinden koparılmak için ilim irfan yuvası olan askeri liseler kapatıldı. Kin ve nefret o kadar büyüktü ki Askeri hastanelere bile el konuldu.
Hayatında silah görmemiş, mantar tabancasına bile el sürmemiş birisi Harp okullarının başına getirildi.
Bizlere düşen görev bu çirkinlikleri her yerde dile getirmek ve Atatürk düşmanlarını teşhir etmektir.
 Korona virüsü gündemi örttü ama; Atatürk’e saygısızlık yapan o hain üniformalıları ve onları himaye eden emperyalist uşaklarını unutmayacağız, unutturmayacağız. Bunlar 31 Mart vakasının artıklarıdır.
Atatürk’ün manevi şahsiyetini korumak, hatırasına saygı göstermek, bu vatan toprakları üstünde özgür bireyler olarak yaşayan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının görevidir.

17 Mart 2020 Salı

SAĞLIKLI YAŞAM HAKKINA SAYGI GÖSTERMEK



İçinde bulunduğumuz, koronavirüs tedbirlerinin arttırıldığı ve ‘kalabalık ortamlardan uzak durun’ uyarılarının yapıldığı günlerde CHP’de İstanbul İl Kadın Kolu Kongresi, Çanakkale’de de Gençlik Kolları kongreleri yapıldı..
Koronavirüs’ün tüm dünyada etkisini arttırdığı ve Türkiye’de de  vakaların giderek arttığı bu günlerde tüm yapılan uyarılara rağmen CHP İstanbul İl Kadın Kolu Kongresi’nin ve Çanakkale Gençlik Kolları Kongresi’nin yapılması tepkilere neden olduğu gibi Cumhuriyet Halk Partisine de hiç yakışmamıştır.
Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Kadın Kolları Başkan Adayı Aysun Kılıçaslan Soku, yapılan kongrenin iptal edilmemesi üzerine adaylıktan çekildiğini açıkladı.
Ama bu arada Cumhuriyet Halk Partisi Merkez Yürütme Kurulu 28-29 Martta yapılacak olan olağan kongresini haklı ve çok doğru bir kararla katılımcıların sağlıklarını düşünerek ileri bir tarihe erteledi.
Dünya bir salgınla boğuşurken. Kalabalık ortamlarda bulunulmaması salgının daha Türkiye de görülmediği günlerde bile söylenirken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul’da Kadın kolları, Çanakkale’de Gençlik Kolları Kongreleri yapılmasını anlamak mümkün değildir.
İki kongrenin bu süreçte yapılması  vahim hatadır. Özellikle İstanbul İl Başkanı’nın bir Tıp doktor olduğu da düşünüldüğünde olay çok daha vahimdir.
Bu kongrelerin yapılması parti üyelerinin sağlıklı yaşam haklarının ihlalidir.
Maalesef partinin kurultaydan geçmiş programını okumak içselleştirmek gibi bir alışkanlık olmadığı için Partinin programındaki, sağlıklı yaşam hakkının doğuştan kazanılan bir hak olduğunu, herkesin sağlıklı yaşam hakkına sahip olduğunun savunulması gerektiğini bilerek ve ona göre davranılmamıştır.
Ama özellikle İstanbul İl Başkanı’nın parti programına aykırı beyanı ilk defa da olmuyor.  Bilindiği üzere, Sözde Ermeni soykırımını kabul etmeyerek “Ermeni soykırımından” söz etmişti. Ayrıca tek aday olarak kendisinin katıldığı İl Kongresinde de Siyasi Partiler kanuna aykırı olarak, parti açısından sorun yaratacak şekilde,  görselde, Ermenice, Arapça, Arnavutça, Çerkezce, Kürtçe ve Zazaca dilleri kullanılmıştı.
Tabii İstanbul İl Başkanı partilisinin sağlığını korumak gibi bir davranışta bulunmazsa, Çanakkale İl Başkanı da aynı şeyi yapar.
Okur yazarların partisi Cumhuriyet Halk Partisinde bunlar olunca, insan din bezirganlarına söyleyecek bir laf bulamıyor.
Bu kongrelerin yapıldığı tarihlerde Olağan Kurultayın erteleneceği yaygın olarak söylenirken, bu iki İl Başkanının tutumuna her halde Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi bir şeyler söyleyecektir.
     

 

 


     


13 Mart 2020 Cuma

RUSLARIN KABALIĞI VE DIŞ BASINDA MOSKOVA MUTABAKATI



Hukukta usul ne ise, dış ilişkilerde de “protokol” odur.
Putin'in kapalı kapısının önündeki koridorda Cumhurbaşkanı Erdoğan'i iki dakika bekletmesi ve bu durumun TV'lerden yayınlatılması birçok bakımdan dikkat çekici ve  aynı zamanda  Türk Milletini de rencide edicidir.
Rusların bu kabalığı  evrensel protokol kurallarına da aykırıdır. Ama bu kabalığın nedenlerine de bakmak gerekir.
Birincisi, yanlış politikaların Türkiye'yi birçok açıdan Rusya'ya mahkûm ve bu ülkenin rehini haline getirmiş olmasıdır. Türkiye'nin tepki veremeyeceğini bildiği için Putin yaptığı kabalığı da ilan ediyor.
İkincisi, sahip olduğu nükleer silahlar ve doğal kaynaklar dolayısıyla "süper güç" geçinen Rusya'nın çağdaş bir devlet olamadığının işaretidir. Bu çağda hiçbir devlet başka bir devleti böyle alenen ve kaba biçimde aşağılamaz. Bu gibi yöntemler, orta çağ yöntemleridir.
Üçüncüsü, Türkiye'yi aşağılama konusunda ABD'nin ve Rusya'nın birbirleriyle yarış ediyor olduklarıdır. Obama beysbol sopası gösterirse, Trump "aptal olma" diye mektup yazarsa, emperyalist dürtülerle yapılan bu kabalıklara etkili hiçbir tepki verilmezse, Rusya da "geri kalmamak" için Moskova'da yaptığını yapar.
Dördüncüsü, büyük devlet adamı İsmet İnönü'nün, büyük devletlerle ilişkilerde çok dikkatli olunması için yaptığı uyarıların hala geçerli olduğudur.
Dış basına bakarsanız Moskova mutabakatının ne olduğunu ne anlama geldiğini daha net görürsünüz. 
Le Monde “Moskova Mutabakatından sonra olgulara bakarsak, Şam konumunu sağlamlaştırmış, isyancılar da saha kaybetmiş oldu”.
Washington Examiner “Erdoğan, Moskova'da Putin önünde diz çöktü”
El Monitor “Putin Erdoğan'la bir kez daha kumar oynadı ve bir kez daha kazandı”
Foreign Policy “İdlib'deki savaş büyüyen bir insancıl sorun krizi, Ankara için potansiyel bir felaket ve Washington'un kaldıramayacağı bir mesele”
Canard Enchainé “Sonunda Erdoğan, Putin'le kurduğu sıkı fıkı dostluk nedeniyle pişman olacak ve NATO üssüne geri dönecek”
 Le Monde “İdlib'deki askerleri, hava desteği de olmadığı için sürekli olarak saldırıya açık bir konumda bulunan Türk Cumhurbaşkanı Kremlin'e zaten eli zayıf bir şekilde gelmişti ve Rusya'nın dayattığı gündemi kabul etmek zorundaydı”
Jerusalem Post “Suriye İdlib'de ateşkesin Erdoğan için bir bedeli var”
Le Figaro “Recep Tayyip Erdoğan'ın Vladimir Putin'e İdlib konusunda vermek zorunda kaldığı tavizler”
 Courrier International “Askerlerimiz Suriye'de Erdoğan yüzünden öldü”
Canard Enchainé  “Ankara, artık iyice şantaj dönemine girdi”
Le Monde“Rakiplerinin çok küçük olsa da sağladığı ilerleme, Türk tarafınca hazmedilmesi zor bir gelişme” * (Mutabakat metnindeki) en anlamlı nokta, M5 otoyoluna hiçbir atıf yapılmamış olması. Bu da, Türkiye'nin M5'i kaybettiğini kabul etmesi olarak okunabilir”
Le Monde “Mutabakat, temel taleplerini görmezden geldiği için Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından bir geri adım” * “(Moskova Mutabakatı), Suriye ordusunun yakın dönemde sağladığı yeni egemenlik alanlarını kayda geçirmiş olması Rusya'nın lehine bir adım. Ama bu işin devamı belli değil. Üstelik her iki taraf için de statükoyu muhafaza etmek oldukça zor”
Le Monde “(Ateşkes) geçici. Mevcut koşullarda kalıcı bir anlaşma sağlamak mümkün değil. Her iki (Ankara ve Moskova) tarafın hırsları birbirinden çok uzak ve çok uzlaşamayacak konumda”  
Le Point (terbiyesizlik etmiş) “Putin'in kullanışlı aptalı Erdoğan”
El Monitor “Erdoğan'ın Putin'le dansı: Aşağılandı ama zevahiri kurtardı”
Voice of Europe “Rusya ve Türkiye, Suriye'de zıt tarafları destekliyor ve esas aktör haline geldiler”
Almasdarnews “Esad: Erdoğan, Suriye ile ilişki kurmadan önce teröristleri desteklemeye son vermeli”
El Monitor “Pentagon, ABD'nin Suriye'de Türkiye lehine müdahale etmeyeceğini bildirdi”
Le Figaro “AB ile Türkiye arasındaki göçmen anlaşması ölmüştür”
Le Point  “Göçmenler - Eski Cumhurbaşkanı Hollande: AB, Türkiye'ye ve Rusya'ya yaptırım uygulamalı”
L'Echo “Türkiye, göçmen krizi tehdidini kullanarak Avrupa'ya boyun eğdirmek istiyor”
Courrier İnternational “Türkiye'de Kriz: Erdoğan'ın AKP'si kendi geleceğini göçmenlerin sırtından kurtarmaya çalışıyor”
France 24 “Rusya-Türkiye: Erdoğan için yolun sonu mu?”
 Dış basın Moskova mutabakatına böyle yorumlarken ve halkın bütün dikkati Suriye üzerine yoğunlaşmış durumda iken, Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin yapması gereken, AKP'nın yıllardır uyguladığı mezhepçi, yeni Osmanlıcı, fetihçi zihniyetinin Türkiye'yi içine sürüklediği bataklığı ve ülkenin düşürüldüğü durumu kamuoyuna anlatmak, bu yolla ülkemize büyük zararlar veren bu politikalarından biran önce vazgeçilmesi için AKP üzerinde bir baskı oluşturmak olmalıdır.



  
                  

10 Mart 2020 Salı

RUSYADAN DİPLOMASİ DERSİ


R
Rusya, bizim yeteneksi çaylaklara 5 Mart günü Moskova'da müthiş bir diplomasi dersi verdi.
Maalesef küçültücü protokol düzenlemelerinden mutabakat metnine kadar her şey dikkatlice hesaplanmış ince mesajlarla doluydu. 
Toplantıya giderken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'nin iki temel hedefi vardı. 
Rejim"in, son haftalarda sahada sağladığı ilerlemeden vazgeçip, Eylül 2018 Soçi mutabakatının sınırlarına çekilmesi;
Türkiye sınırı boyunca 30 km.lik bir güvenli bölge oluşturulması.
Bu iki hedef, Şubat ayının bitimini bir son tarih olarak da vererek, bizzat Recep Tayyip Erdoğan  ve yandaş medya tarafından  “Çekilmezlerse biz gereğini yaparız; Omuzların üzerinde baş bırakmayız “ gibi tehditkar ifadelerle üst perdeden seslendirilmişti
Sonuçta iki hedef de gerçekleştirilemedi.
Suriye Arap Cumhuriyeti'nin egemenliğine, birliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne olan güçlü yükümlülük, bizim de onayımızla, Rus tarafının önceden laleme aldığı  belli olan mutabakat metninde yer aldı. Suriye'nin "egemenliğine" ve -söylenmese de- onun doğal temsilcisi olan meşru yönetime karşı bu kadar güçlü taahhüt ifade edildikten sonra, Cumhurbaşkanı'nın toplantı sonrası yaptığı konuşmada hala ısrarla "rejim" demesinin, kendi kamuoyuna mesaj vermesinin dışında, artık hiçbir kıymeti kalmamıştı.  
27 Şubat günü askerlerimizin şehit edilmesinde Rus uçaklarının da rol aldığı bir sır değil. Buna rağmen, Türkiye'yi yöneten siyasal güç bu durumu Rusya'ya karşı bir sorun olarak ortaya koymadı/koyamadı. 
Putin, Moskova toplantısı başlarken yaptığı açıklamada, askerlerimizin kaybı vesilesiyle üzüntü ifade ettikten sonra, askerlerimizin bulundukları yerde olduklarından kimsenin haberinin bulunmadığının altını çizdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan buna yanıt vermedi. Belli ki, askerlerimizin cihatçı terörist HTŞ unsurlarıyla birlikte oldukları yolunda Rus basınında önceden çıkan haberler tümüyle gerçek dışı değildi. (Durum hakikaten böyle ise, vahimdi. Askerlerimizin şehit edilmelerindeki payı yüzünden Rusya elbette en sert şekilde kınanmalıydı. Ancak, askerlerimizi teröristlerle birlikte tutma gibi bir ihtiyatsızlık nasıl yapıldı, o da sorgulanmalıydı. Örneğin CHP, sadece Rusya'yı eleştirmekle yetindi).
Putin bununla da yetinmedi, toplantı sonrası yaptığı konuşmada, satır aralarında Türkiye'nin İdlib'de bulunan cihatçı teröristlere hamilik yaptığı mesajını verdi. "Katil çetelerin" Suriye mevzilerine ve Rus üssüne saldırı düzenlediklerinden söz etti. Cihatçı teröristleri ismen saymamakla, kuşkusuz, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin desteklediği "Suriye Milli Ordusu"'na da işaret etti. Bunu şuradan anıyoruz: Putin konuşmasında, Rus üssüne son aylarda 15 saldırı yapıldığını ve bu saldırıları her defasında gerçek zamanlı olarak Türk ortaklarına bildirildiğini söyledi. Saldırılardan yalnızca HTŞ sorumlu tutulmuş olsa, Türk tarafına bildirime ihtiyaç görülmezdi. 
Moskova toplantısı sonrası büyük resme bakıldığında, Türkiye'nin İdlib'de toplanmış olan cihatçı teröristlerin hamiliğini yaparak, onların Rusya/Suriye tarafından imha edilmeleri önlediği algısı dünya ölçeğinde iyice yer etti. 
İdlib sorununun kaynağını oluşturan bu cihatçıların nihayette ne olacağı sorusuna yanıt vermediğinden, son mutabakatın ancak geçici bir rahatlama sağlayacağı kanaati yaygın. 
Rusya ve Suriye, ikisi de Şam yönetimi devirmek için savaştıklarından, Birleşmiş Milletleri'nin tanımladığı El Kaide türevi terörist gruplar ile Türkiye'nin desteğindeki Suriye Milli Ordusu arasında bir fark görmüyor. Bunların arasında geçişkenlik olduğunu da öne sürüyor. Şimdi İdlib bölgesinde Suriye'nin kontrolü dışındaki alan daha da daraldığından, sahiden mevcut ise, bu geçişkenlik artacak demektir. Bu durum, Suriye/Rusya'nın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Suriye Milli Ordusu unsurlarının da bulunduğu bölgeye saldırılarına zemin hazırlayacaktır.
Nitekim, dikkatten kaçtı, Moskova mutabakatının 1. maddesinde, "saha"da bir ateşkesten değil, "temas hattında" askeri faaliyetlerin durdurulmasından söz ediliyor. Bu ifade, bir hat üzerinde karşı karşıya bulunan TSK ve Suriye ordusunu o "hat" bakımından bağlıyor.  
Netice itibariyle, Rusya, kendisi bakımından mükemmel sayılabilecek bir oyun oynadı. Belki 2015'de düşürdüğümüz uçağının rövanşını da almak maksadıyla, askerlerimizi şehit etti. Türkiye eli kolu bağlı, bir tepki veremedi. Veremediği gibi, aleyhimize geliştiği anlaşılan sahadaki çatışmaların durdurulması için yardım beklentisiyle Moskova'ya gidildi. Rusya da bu beklentimize karşılık vererek,  -şimdilik de olsa- çatışmaların durdurulmasını sağladı ve daha fazla şehit vermemizin önünü kesti. Bu yönüyle, elinde onlarca şehidimizin kanı olmasına rağmen, Türk kamuoyunda bir ölçüde sempati bile kazandı.
Yabancı basın genel olarak gelişmeleri Rusya ve Suriye'nin başarısı olarak gördü. Türkiye'nin içine düşürüldüğü durumu ise, maalesef, "teslim", “diz çökmek” olarak niteleyen değerlendirmeler de oldu. 
Türk Silahlı Kuvvetleri haksız yere verilen hedefe ulaşamamış bir durumda bırakıldı. Zira, hava desteğinin olmadığı bir muharebe meydanında, Suriye'yi geri püskürtme hedefine ulaşılması mümkün değildi. Öyle olunca, "onlarca şehidi neden verdik?" sorusu haklı ve meşru bir soru haline geldi.
İdlib'deki askerlerimize hava desteği bundan sonra da sağlanamayacağından, orada kalmaya devam etmek şehit verilmesi riskini taşıyacakdır. Yapılması gereken, cihatçı teröristlere kol kanat germekten  vazgeçilip, Rusya ve Suriye ile temasla, askerlerimizin en kısa zamanda dönmesini sağlamaktır. 
Muhalif siyasetin/partilerin  önümüzdeki dönemde AKP'nin dikkat dağıtmak için icat edeceği gündemlerin tuzağına düşmeden, kamuoyunun dikkatini Suriye'deki gelişmeler üzerine çekecek ve AKP üzerinde baskı oluşturacak tutum izlemesi gerekir. 
Bu dönemde özellikle dikkat edilmesi gereken, "muhalifleri silahsızlandırıyoruz" bahanesiyle, binlerce cihatçı teröriste Türk sınırlarının açılmamasıdır







6 Mart 2020 Cuma

SİYASETTE ÜSLUP



Kimse alınmasın ama Türk siyasi hayatında siyasi üslup hiç bu kadar bozulmamıştı. Geçmişte siyasi tartışmaların en sert ve yoğun olduğu dönemde, hiçbir lider, siyasetçi karşıtlarına “Lan”, “haysiyetsiz”, “şerefsiz”, “alçak”, “hain” demediler.
Hatta siyaset dilimize, karşıtlarına hitap ederken veya karşıtlarından söz ederken “Sayın” denmesi rahmetli Ecevit’in bir armağanıdır.
Tabii gerek Ecevit, gerekse siyasi rakipleri, Demirel, Türkeş ve Erbakan belli bir kültür ve eğitimden gelen, devleti ve devlet adabını bilen insanlardı.
Siyasi hayatımızda ilk partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan değildir. Celal Bayar da partili Cumhurbaşkanı idi, ama bir gün siyasi rakiplaeri hakkında “Lan”, “haysiyetsiz”, “şerefsiz”, “alçak”, “hain” gibi sıfatlar kullanmadı.
Bu hakaret içeren sözler maalesef AKP iktidarı ile siyaset dilimize egemen oldu ve bu özellikle de, iktidarın, bütün politikalarının duvara tosladığı dönemde yoğunlaştı. 
Partili Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “Kılıçdaroğlu, Esed’in Suriye’de,İsrail’in Filistin’de hayata geçirmeye çalıştığı insansızlaştırma politikasına destek veren bir yerde durmakta. Türkiye’nin bu tarihi mücadelesini fitneyle iftirayla lekelemeye çalışan kim olursa olsun, haysiyetsizdir, şerefsizdir, alçaktır, haindir. Cumhurbaşkanlığı seçimi var yüreğin yetiyorsa çıkarsın meydana milletten yetki alabilirsen de söylediklerini yaparsın. Türkiye’nin bu tarihi mücadelesini fitneyle iftirayla lekelemeye çalışan kim olursa olsun, haysiyetsizdir, şerefsizdir, alçaktır, haindir” ifadelerini kullanmıştı.
Bu çirkin yakışıksız ifadeler partili Cumhurbaşkanı tarafından, partisinin genel başkanı sıfatıyla, partisinin olağan grup toplantısında, yirmi milyon civarında oy almış ana muhalefet partisi genel başkanına yönelik ağır hakaretlerdir.
Bu hırçınlığı anlamak mümkündür, Tayyip Erdoğan’ın yeni Osmanlıcılık hayali ile yürüttüğü Suriye politikası duvara toslamıştır.   Halbuki, Türkiye’nin Arap ülkeleriyle tarihi, sosyal, kültürel ilişkilerin geliştirilmesi ve fakat aralarındaki anlaşmazlıklara ve içişlerine karışmamak şeklindeki Türk devlet dış politikasına sıkı sıkıya bağlı kalması gerekirdi.
Bu duvara toslamışlık, partili Cumhurbaşkanı’nı hırçınlaştırmış, siyasi rakibine her türlü hakareti eder ve bundan medet umar duruma getirmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanına yönelik bu hakaret dolu sözlere, Kılıçdaroğlu’nun TBMM deki vekili olan CHP Grup Başkan vekili, aynı kelimelerle cevap verince Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı hemen soruşturma açmış, AKP’liler de TBMM gelir gelmez dokunulmazlığını kaldıracağız demişlerdir.
Durum yasama sorumsuzluğu kapsamındadır. CHP Grup Başkan Vekili bu konuşmayı Meclis çalışması sırasında yapmıştır. Konuşma tüm siyasi partilerin basın açıklamalarını yaptıkları, TMMM ana binası içinde bulunan bir mekânda yapmıştır.
CHP Grup başkan vekili, AKP milletvekillerinin yaptığı gibi,  diğer bir milletvekilini veya bir görevliyi dövmemiş, yaralamamış veya öldürmemiştir.
Söylenen sözler, partili Cumhurbaşkanına cevap niteliğinde bir düşünce açıklamasıdır. Yani Niteliği itibariyle mutlak olan yasama sorumsuzluğu kapsamındadır.
Bu nedenle Ankara Cumhuriyet Başsavcısı aldığı emir gereği ama yanlış yapmıştır.
Ceza Kanunumuzun 129. Maddesinin 3. Fıkrası uyarınca ceza verilmesine yer olmayacak bir hususta harekete geçmesi yanlış olmuştur.
Şahsi görüşüm, CHP Grup Başkanvekiline uygulanabilecek tek yaptırım olsa olsa, bana göre o da mümkün değil ama parlamento hukuku bakımından disiplin suçu teşkil edebilir.
Şimdi artık düşünülmesi gereken, Türk siyasi hayatının nasıl bu kadar seviye kaybettiği, nasıl bu hale geldiğidir.







3 Mart 2020 Salı

MESLEK DIŞINDAN ATANAN BÜYÜK ELÇİLER GÜVENLİK RİSKİDİR



Bilindiği gibi, son dönemde yurt dışına atanan Türk büyükelçiler içinde Dışişleri Bakanlığı meslek memuru olmayanlar önemli bir sayıya ulaşmıştır.
Meslek dışından atanan büyükelçiler arasında başka devletlerin vatandaşı da olanlar vardır. Bunlardan kamuoyunun bilgisine önceden yansıyan ikisinin üzerine şimdi bir üçüncüsü daha eklendi. 
Kuala Lumpur'a (Malezya) atanan ve halen görevde olan Merve Kavakçı'nın bağlılık ve sadakat yemini ederek ABD vatandaşı olduğu ve büyükelçi atanmadan ancak kısa süre önce Türk vatandaşlığına kabul edildiği haberleri basında yer aldı. Bu kişinin tarikat bağlantıları olduğu iddiası ayrı bir sorunlu konudur.
Cezayir'e atanan Mahinur Özdemir Göktaş'ın ise, Belçika vatandaşı da olduğu ve o ülkede siyaset yaptığı bildiriliyor. Özgeçmiş bilgilerine bakılırsa, henüz 38 yaşında olan Mahinur hanım Belçika'da doğmuş ve hiç Türkiye'de yaşamamış. Türkiye'nin köklü memuriyet adabı ve usulleri hakkında hiçbir fikri ve deneyimi olmadığı gibi, Türkiye hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğu da kuşkuludur. On yıllardır aşırı dinci akımlar ve dinci terör ile mücadele eden bir ülkeye İslamcı kimliği öne çıkan bir kadının atanması ayrı bir sorunlu durumdur.
Şimdi bu bilinen iki yabancı devlet vatandaşı TC büyükelçisine bir üçüncüsü eklendi. 
Almanya vatandaşı olan Ozan Ceyhun isimli şahıs Viyana'ya büyükelçi atandı. Basında yer alan bilgilere göre, bu şahıs, sağ görüşlü bir gencin öldürülmesi olayının şüphelileri arasında iken, yargılamadan kurtulmak için, 1980 öncesi Avusturya'ya kaçmış, o ülkeden siyasi mülteci statüsü almış (bunu almak için kendi ülkesinde haksız yere takibata uğrayacağı konusunda yerel makamları ikna etmek gerekir), daha sonra Almanya vatandaşı olmuş, Türk vatandaşlığını terk etmiş, Almanya'daki partiler bünyesinde siyasi faaliyette bulunmuştur. Bu şahsın da Türkiye ile bağlantısının bir hayli az olduğu anlaşılıyor.
Bunlar, meslek dışından atanan büyükelçiler arasında basına yansımış, bilinen vakıalardır. 30 kadar oldukları söylenen meslek dışı büyükelçiler arasında   belki bilinmeyen benzer özelliklere sahip başkaları da vardır.
Büyükelçiler, devletin en gizli bilgilerinin ve yüksek çıkarlarının kendilerine emanet edildiği kamu görevlileridir. Bu özellikleri dolayısıyla, devletin yurt dışına atadığı büyükelçileri başka devlet görevlerinde yıllarca sınayarak iyi tanıması, onlara mutlak bir güven duyması gerekir. Büyükelçilerin de sadece devlete koşulsuz bir sadakat içinde görev yapmaları, talimatları da, yurt içinde veya dışında tarikat veya siyasi kuruluş gibi başka yapılardan da değil, sadece devletten almaları gerekir. 
"Cumhurbaşkanlığı sistemine" kadar bu husus, atanacak büyükelçilerin dışişleri bakanlığında meslek memuru olarak en az başarılı 20 yıl görev yapmaları ile sağlanabilmiştir. Önceki dönemlerde de, çok az sayıda olmakla beraber, meslek dışından büyükelçi atandığı olmuştur. Ancak bunlar da mutlaka devlete uzun sürelerle hizmet etmiş diğer bakanlıklardaki yüksek düzeyli sivil veya asker memurlar arasından seçilmiştir (diğer bakanlıkların müsteşarları, kuvvet komutanları gibi). 
Şimdi ilk kez, devlette bir gün bile çalışmamış insanlar devleti temsilen yurt dışına atanmaktadır. Hiç devlet tecrübesi olmayan bu şahısların kendilerine emanet edilen çok gizli bilgilerin ve ülkenin yüksek çıkarlarının önemini kavrayacak deneyime sahip olmadıkları açıktır. 
Üstelik bunlardan bazılarının vatandaşı oldukları yabancı devletlerin siyasi yapılarıyla doğrudan bağlantıları vardır. Tarikat bağlantısı iddiaları da ayrıdır. Dolayısıyla, bu gibi büyükelçilerin talimatlarını sadece Türk devletinden alacaklarının güvencesi yoktur.
Türkiye. bir İsviçre veya Lüksemburg olsa idi, bu gibi durumlar normal karşılanabilirdi; ama, değildir! 
Bizzat partili  Cumhurbaşkanı'nın sık sık söylediği sözlere kulak verilecek olursa, sürekli emperyalizmin siyasal ve ekonomik saldırısı altında bulunan ülkemizin diplomasi kadroları içinde tam da o emperyalist devletlerin vatandaşı olanların bulunmasının sakıncalarını uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Partili Cumhurbaşkanının bu sözleri ile, yaptığı büyükelçi atamaları çelişki halindedir.
Başka bir devlete sadakat yemini altında bulunan diplomatlar, o devletlerin tehdit ve şantajına maruz kalabilecekleri için, Türkiye'nin yaşamsal ulusal çıkarları bakımından çok ciddi güvenlik riski oluştururlar. Dışişleri Bakanlığı'nın bu konuda geçmişte çok duyarlı davrandığı, başka bir devlet vatandaşlığını doğumla kazanmış bile olsalar, memurların o vatandaşlığı bırakmalarını sağladığı biliniyor.