31 Temmuz 2013 Çarşamba

SİYASİ ARSIZLAR


Sözlüğe baktığınız zaman arsızın karşısında, “1-Utanması, sıkılması olmayan, yılışık, yüzsüz.2-Açgözlü davranan  3-Kolayca üreyebilen (bitkiler için) yazıldığını görürsünüz.
Hani çocuklar vardır, her gördüğünü şımarıkça ister, her şeye sahip olmak ister, işte onlara arsız denir.
Arsızın çocuğu olurda kocaman kocaman siyasetçinin olmaz mı?
Elbette olur.
Bunlar her şeye, her makama layıktırlar. Bulundukları siyaset kurumu içinde onlardan başkası yoktur. Onların beceremediği iş ve konu da yoktur.
Şimdi, yerel seçimler yaklaşıyor ya ortada bir çok adayın ismi dolaşıyor. Bir çok insan adayım diye ortaya çıkıyor, kendilerini partilerinin yetkili organlarına veya eğer ön seçim yapılacak ise partililerinin beğenilerine sunuyorlar.
Partilerin mahalli teşkilatlarında görev yapan, yani İl, İlçe Başkan ve yöneticileri  bulundukları yerden aday adayı olacak iseler görevlerinden çekilmek zorundadırlar.
Bu çok doğru bir düzenlemedir. Bu görevlerde bulunanlar ön seçim yapılacak ise görevleri nedeniyle, ön seçim seçmenlerini etkileyebilecekleri düşünülerek yapılmış bir düzenlemedir.
Ama bu görevini bırakma işi Milletvekilleri ve Parti Genel Merkez yöneticileri için getirilmemiş.
Bu çok ciddi bir eksiklik olduğu gibi aynı zamanda da  eşitsizlikler yaratır.
İl, İlçe Başkan ve yöneticileri, ön seçmeni etkileyebilirde, merkez yoklaması yapıldığı takdirde, partilerin Milletvekilleri, genel merkez yöneticileri, seçicileri etkileyemezler mi?
O zaman yapılması gereken, bulundukları ilden Mahalli Seçimlere katılacak milletvekillerinin milletvekilliğinden, parti genel merkez yöneticilerinin de üstlendikleri görevlerden istifa etmeleri gerekir.
Bir insan, milletvekili olduktan sonra yerel seçimde belediye başkanlığına aday adayı olacak ise milletvekilliğinden istifa etmelidir. Etik olan budur.
İl, İlçe Başkan ve yöneticileri görevi bırakıp aday adayı olduktan sonra, ister ön seçimi kaybetsin, ister merkez yoklamasında genel merkezce seçilmesin, bir daha görevine dönmesi genel merkezin insafına kalmıştır, yani  çok zordur.
Peki, milletvekili iki yoldan da seçilemez ise ne olacak, tekrar dönüp hiçbir şey olmamış gibi paşa paşa milletvekilliği görevine devam edecek.
Bu çok ciddi bir adaletsizlik yarattığı gibi, milyonlara hitap eden partilerin üye ve yandaşlarına karşı da büyük bir ayıptır.
Bu partilerde adı öne çıkan beş on  milletvekilinden başka belediye başkanı olmaya layık kişi yok mudur?
Elbette vardır ve hem de onlarca yüzlerce vardır.
İşte bunun içindir ki milletvekili iken Belediye Başkanlığına aday olmak da  bir anlamda, her gördüğünü isteyen mahalle çocuğu davranışıdır.
Milletvekili sen, genel başkan yardımcısı sen, belediye başkan aday adayı yine sen.
Ne büyük yeteneksiniz siz ya hu.
Bir milletvekilinin görevinden çekilmeden, belediye başkan adayı olması yasal olmakla beraber etik değildir,etik.
Genel başkan size teklif etmiş olabilir, etik sahibi insan teşekkür eder ve böyle bir görevi kabul etmez.
Tabi adamsan ve kafanın arkasında başka projelerin yoksa, erdem sahibi isen.
Dikkat edin bunlar nerelerden aday adayı olurlar, seçilme şansı yüksek olan yerlerden.
Hiç siz bunların risk taşıyan bir yerden aday olduklarını gördünüz mü? Göremezsiniz.
Bunlar siyasi risk taşımaktan hoşlanmazlar.
Adama sorsan belediyecilik konusunda ne biliyorsun diye, kaldırımda yürümekten, arabasını belediye otoparkına park etmekten ve eğer varsa bina vergisi yatırmaktan başka hiçbir ilgisi ve bilgisi yoktur.
Kaldırım yüksekliği ile medeniyetin ters orantılı olduğunun bile farkında değildir, ama belediye başkanlığına aday adayıdır.
Hani vasıfsız işçiler vardır.
Ne yaparsın diye sorduğunuz zaman, “Ne iş olursa ağbi” derler.
Bunlar da tam o misal.
Ha ayrıca bir kısmının da defosu vardır.
Ama oralarda rant vardır, rant.
Bilirler bir daha milletvekili olma şanslarının çok az olduğunu bildikleri için kendilerini bir anlamda garantiye almak isterler.
Siyaset bu tipler için bir amaç değil mevki sahibi, güç sahibi olmak için bir araçtır.
 Bu haksızlığa da kendisini örgüt emekçisi diye niteleyenlerin, birilerini ürkütüp kızdırmamak adına,  sesleri solukları çıkmaz.


NOT : Sevgili Aydınlık okuyucuları, iki yılı aşkın süredir her hafta
            Yazdım. Sizlerden 20 Ağustosa kadar izin istiyorum.Sevgi ve
            Dostlukla kalın.  


      

28 Temmuz 2013 Pazar

TEK PARTİ UYGULAMALARI


Tayyip Erdoğan ve yandaşları sıkıştılar mı hemen CHP’nin tek parti dönemine saldırırlar.
CHP’nin tek parti olarak bu ülkeyi yönettiği devirde, AKP iktidarı döneminde yaşananlara tanık olunmamıştır.
En azından o devirde yasalar, TBMM’de  değilse bile parti grubunda enine boyuna tartışılıp öyle genel kurula indirilirdi. Ama önce Parti Grubunda her kes özgürce fikrini söyleyebilir, yasaları eleştirebilirdi.
Bugün bırakın yasaları eleştirebilmek, yasalar hakkında milletvekillerinin  ciddi bir bilgi sahibi olduğunu söylemek mümkün değil.
Bunun böyle olduğu, bir milletvekilinin “Büyüklerimiz bizim yerimize düşünürler” sözüyle de  sabit olmuştur.
Başbakan çok rahatlıkla “Yargıya talimat verdim” diyebilmiştir.
Böyle  çirkinliklere tek parti döneminde rastlayamazsınız.
Yaşadığımız Türkiye’de öyle olaylar yaşanıyor ki; ancak diktatörlüklerde  görülür.
Örnek mi?
İşte örnek.
 Daha birkaç gün once Dışişleri Bakanının oğluna  verildiği iddia edilen burs hakkındaki haberler, Dışişleri Bakanlığının  198 numaralı resmi açıklamasıyla yalanlandı.
Bakanlık  açıklamaları dış politikaya ilişkin konular için yapılır. Bakanın ailesini ilgilendiren bir iddia hakkında Bakanlık resmen açıklama yapamaz.  Bakanlık sözcüsü, bakanın ailesinin sözcüsü değildir.
Avrupa Birliği Bakanı, resmi sıfatını kullanarak yaptığı ve Bakanlığının  web sayfasına da koyduğu bir açıklamada, Başbakanı için “dünyanın en karizmatik ve güçlü lideri” ifadesini kullanmıştır.
Her ne kadar bunu gören her aklı başında insan  “Bakan yalaklığın şahikasına çıkmış” diye düşününmüş olsada, elbette Bakan, lideri için kendince uygun göreceği hisleri taşımakta, istediği düzeyde yalakalık yapmakta  serbesttir.
Bu “yalama” işlemi Bakanlığın resmi  WEB sitesinde değilde, Bakanın kendi özel sitesinde yayınlansa “zavallı yalaka” der geçilirdi.
Ancak, devletin resmi açıklamaları ve ortamları bu kişisel hisslerin, yalakalığın  ifadesi için aracı yapılamaz.
Bazı etkinlikler bahane edilerek, Bakanlık binalarının dış cephelerine Başbakanın resimleri asılıyor.
Bu uygulamaları   otoriter rejimlerde görülür, Hiçbir demokratik  ülkede  Başbakanların resimlerinin kamu binalarına asıldığına tanık olunmaz.
Başbakan aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanıdır. Ülkeyi yönetme yetkisi geçicidir. Bakanlıklar ise devletin sürekli kurumlarıdır. O binalara siyasi parti liderlerinin resimleri asılamaz.
 İstanbul’da Başbakan’ı karşılamak için havaalanına gidenleri kamuya ait toplu taşıma araçlarının bedava taşıdığı basında bildiriliyor.
Bu, halkın parasının bir siyasi partinin amaçları için kullanıldığı anlamına gelir. Demokrasilerde hoşgörülmesi, kabullenilmesi  mümkün değildir.
Başbakan, bir yurt dışı seyahati dönüşünde, mitingler yapmak amacıyla Başkent’in ana arterini beş saat süreyle kapatabiliyor. Çok sayıda insanın uçak kaçırdığı basında yer aldı.
Gerçek hukuk devletlerinde, bu tür keyfi davranıştan zarar gören vatandaşlar, mağduriyetlerinin karşılığını bunun müsebbibinden yargı yoluyla alırlar.Tabii o ülkelerde yargı gerçek anlamda bağımsızdır.
Televizyon kanalları Başbakanın konuşmalarını hemen her gün, parti işi veya devlet işi ayırımına hiç dikkat etmeksizin, demokratik teammülleri ayaklar altına alarak , “haber değeri olup olmadığına bakmaksızın” naklen yayınlıyorlar.
Dünyanın hiçbir gerçek demokrasisinde Başbakanların konuşmaları öyle saatlerce naklen yayınlanmaz. Oralarda, başbakanların konuşup konuşmadıkları değil, konuşmalarında söyledikleri haber değeri taşır. Bizde, talimat, baskı ve gözdağı habercilik ilkelerine galip geliyor.
Başbakan’ın yerel seçimlere hazırlık kapsamında yaptığını söylediği mitinglere devletin Başbakanlık makamına resmi işler için tahsis ettiği uçaklarla gidiyor.
Gelişmiş demokrasilerde böyle bir davranış, istifaya sebep teşkil edecek kadar önemli olmasına rağmen, bizde bu konuda en ufak bir tepki gelmiyor.
Hükümet işleri ile ilgili bazı açıklamalar AKP Parti  sözcüsü tarafından parti genel merkezinde yapılıyor.
ABD Büyükelçisi, resmi girişim için, milletvekili de olan Başbakan Başdanışmanını, TBMM'deki veya Başbakanlık'daki odasında değil, AKP Genel Merkezinde ziyaret ediyor.
Bu tür hareketler, Tayyip Erdoğan’ın bilip bilmeden eleştirdiği tek parti döneminde olmamıştır.
Olamazdı da,  zira ozaman çok güçlü, eleştirileri dilediği gibi yapabilen bir parti grubu vardı.
Mümkün mü şimdi öyle davranabilmek.





.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

UYANIN ARTIK



Aslında dün, Sevr’in yırtılıp atıldığı Lozan’ın yazıldığı,  kan göz yaşı ile savaş meydanlarında kazanılan utkuların, diplomasi masasında taçlandırıldığı gündü.
Lozan’ı yazmak, “Lozan Zafer” değildi diyenlere bir şeyler söylemek gerekirdi ama içimden gelmedi.
Niye mi?
İşte Nedeni.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan yardımcısı Sayın Loğoğlu TBMM'de yaptığı basın açıklamasında, “Suriye'deki gelişmelerin en önemli etkilerinden birinin, Türkiye’de halen içeriğini bilmedikleri çözüm sürecini sekteye uğratabilecek bir gelişme olduğunu ama Türkiye’nin de bu çözüm sürecinde elini çabuk tutması gerekir”  diyerek, endişelerini dile getirmiş.
Anlaşılıyor ki, Sayın Genel Başkan Yardımcısının  "süreç" konusunda hiç bir şikayeti yok. Yegâne şikâyeti, içeriği bilmemesi ile ilgili. Ama bu arada da  içeriğini bilmediği "Sürecin" de başarıya ulaşacağından emin gözüküyor.
Suriye'deki gelişmelerden ise, içeriğini bilmediği sürece sekte vuracağı için rahatsız ve Türkiye’nin sürecin tamamlanmasında elini çabuk tutmasını istiyor.
Terör örgütü önünde diz çökerseniz, yani her şey terör örgütünün istediği gibi olursa, doğrudur terör de biter çözüm sürecide sonuca ulaşır.
Kuvayi Miiliye’den başlayarak Kurtuluş savaşını verenlerde, ülkenin bölünmesine sessiz kalsalardı, kimse ölmezdi, moda tabiriyle analar ağlamazdı, İtilaf devletlerinin ülkeyi istedikleri şekilde bölme planlarını “Barış Süreci” diye niteleyerek başarıya ulaşmasını temenni etselerdi, bizler bugün  bağımsız bir milli devletin  onurlu vatandaşları olamazdık.
İçeriği bilinmeyen ve hem de ülke bütünlüğü ile ilgili bir konunun desteklenmesi devlet adamı ciddiyetiyle bağdaşmaz.
Bir Meclis, bir Ana Muhalefet Partisi, hatta iktidarı oluşturan partinin Bakanlarının büyük bir çoğunluğu “süreç” diye nitelenen ama anlaşılan o ki; ülkenin bölünmesine doğru hızla giden  bir yol haritası  hakkında Başbakan tarafından  bilgilendirilmemekte, böyle bir saygı ne Meclise ve ne de muhalefet partilerine duyulmamaktadır.
Bunun nedeni olsa olsa verilen tavizlerin sonucunda Büyük Kürdistan’ın kurulması, partilere yerleştirilmiş bazı görevliler dışında, büyük çoğunluk tarafından red edileceği ve tepkiyle karşılanacağı korkusudur.
Aldığı kararlardan uyguladığı politikalardan ötürü halkından çekinmeyen siyasetçiler, meclisi, siyasi partileri ve TBMM  bilgilendirirler,
Bunun en çarpıcı örnekleri  Cumhuriyet Halk Partisi tarihinde vardır.
İkinci dünya harbi sırasında , hep anti demokratik olduğu söylenen tek parti döneminde,  4 Aralık 1943 te  Kahire’de İnönü, Churchill ve Roosevelt ile bir araya gelirler; müttefiklerin Türkiye’nin kendi yanlarında savaşa girmesi isteğine bilinçli bir politakayla karşı koyan İnönü, Kahire dönüşü ayağının tozuyla önce Partisinin yetkili kurullarını toplayıp onlara   ve akabinde de TBMM ne bilgi verir.
Bir ikinci, daha yakın tarihli örnek  Kıbrıs Barış Harekatı sırasında rahmetli Ecevit’in hem siyasi parti genel başkanlarına ve hem de TBMM detaylı bilgi vermesidir.
Cumhuriyet Halk Partisi bu geleneğin partisidir.
Suriye’deki gelişmeler Büyük Orta Doğu projesinin temel amacı olan Büyük Kürdistan’ın kurulmasında ki ikinci ayaktır ve fiilen gerçekleşmiştir.
Bundan sonra oyunun en can alıcı ve bizim içimizi acıtacak bölümü ise Güneydoğu Anadolu’nun, güneyimizde Irak ve Suriye’de  oluşturulan  Kürt bölgesiyle bütünleştirilmesidir.
Bir BDP milletvekili bu süreci açıkça “Türkiye’nin üç tarafı denizlerle, üç tarafı da Kürtlerle çevrilidir” diyerek ortaya koymuştur.
Bu sonuç herhalde bizim için “istenilen sonuç” olmasa gerek.
Bunları yazdığımız zaman Cumhuriyet Halk Partisi’ni eleştiriyorsun diyor bazı  kendini bilmez, köy yanarken taranan kahpe misali, yerel seçimlerde mevki kapmak isteyenler.
Ülke bölündükten sonra, siz hangi makama gelirseniz gelin artık hiçbir kıymeti kalmayacaktır.
Türkiye’de  bugün, siyaset kurumunu yönetenler, tarihinin en yeteneksiz ve en beceriksiz siyasal yöneticileridirler. Bu siyasal kadrolar kendiliğinden ortaya çıkmamış, bir planın parçaları olarak göreve getirilmişlerdir.
Bu ülkenin bölünmesine karşı olanlar hangi dünya görüşüne, hangi siyasi partiye mensup olursanız olun; eğer namuslu insanlarsanız, en az namussuzlar kadar cesur olmak, Lozan’ın yırtılmasına tepki vermek zorundasınız.

Bugün aramızdaki bütün ayrılılıkları,  bırakıp bir bütün olmak zorundayız. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu milli devlet, Cumhuriyet tehlikededir, uyanın artık. 

21 Temmuz 2013 Pazar

KILIÇDAROĞLU’NA AÇIK MEKTUP


Sayın Kılıçdaroğlu,
Genel Başkanı olduğunuz Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk’ün önderliğinde; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin devamı olarak kurulmuştur.
Ulusal Bağımsızlık Mücadelemizin birikimleri ve Atatürk devrimleri ile bu sürecin felsefi ve ahlaki değerlerinin özünü oluşturan Altı Ok ilkeleri Partimizin kuruluş felsefesini oluşturur.
Bu felsefenin temeli; Büyük Önderinin “Bağımsızlık benim karakterimdir” sözleri ile ifadesini bulur.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin temel felsefesi “BAĞIMSIZLIKTIR” Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partililer bu temel felsefeye uygun söylemlerde bulunmak zorundadırlar.
Cumhuriyet Halk Partililer, adına ister Kürt Sorunu, ister Demokrasi Sorunu ve de ister Güneydoğu Sorunu densin, bu konuda, Kurultayından geçmiş programına uygun söylemlerde bulunmak zorundadırlar.
Cumhuriyet Halk Partisi, 1989 yılından bu yana, bireysel kültürel haklara olan inancı, demokratik değerlere, eşitliğe ve hoşgörüye bağlılığı çerçevesinde, halkımıza, üniter devlet ve ulus devlet inancı dikkate alınarak, kısıtlamaların kaldırılması ve çağdaş, kalıcı çözümler bulunması için politikalarını sunmuşken, bir üst düzey yönetici “Bölünme sürecini” destekler şekilde açıklamalar yapamaz.
Bu sorunun  çözümü  hakkında 21 Aralık 2008 tarihinde toplanan 14. Olağanüstü  Kurultay’da alınan kararlar, siz dahil tüm partilileri bağlar.
Sizin söylemleriniz de, program ve tüzüğe uygun olmak şartıyla, partiyi bağlar.
4 Ocak 2013 tarihli Parti Meclisi toplantısında, iktidarın dikkat t etmesi gereken dört noktayı “1-Samimi Olacaksınız, 2-Gizli Kişisel Ajandanız olmayacak, 3-Millete izah edemeyeceğiniz, açıklayamayacağınız angajmanlara girmeyeceksiniz, 4-Ana muhalefet partisine veya millete bilgi vereceksiniz” şeklinde açıklamıştınız.
O tarihten bu yana, PKK ve onun siyasal uzantılarına hangi tavizlerin verildiği Büyük Türk Milletine bugüne kadar açıklanmadığına göre, bu konuda ki bilgiler, Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı olarak size mi verildi? Size verildi ise bunu Kurultaydan sonra ki  en yetkili organ olan Parti Meclisi ile paylaştınız mı?.
Bu bilgilerin parti programına uygun olup olmadığını irdelediniz mi?
“Açılım” denen süreç  çıkmaza girmiştir. Devletin terör örgütü karşısında acz içine düşürülmesi halk arasında geniş rahatsızlık yaratmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne yakın yazarlar bile artık gidişin tehlikelerine işaret etmektedirler.
Sayın Kılıçdaroğlu,
Parti Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu Diyarbakır İl Başkanlığında yaptığı basın toplantısında, eli silahlı terör örgütü mensuplarının tamamının ülkeyi terk etmesini beklemeden  “ikinci” aşamanın  hayata geçirilmesini istemiştir.
Sayın Kılıçdaroğlu,
Bu söylem Adalet ve Kalkınma Partisi’nin terör örgütü önündeki aczinden daha vahim bir durumdur.
Siz 4 Mart 2013 tarihli Parti Meclisinde “AKP’nin ne dediği belli değil. Hangi soruna hangi çözümü önerdiği bilinmiyor. AKP’nin hangi çözümü önerdiği bile belli değilken, arkadaşlarımız  sanki biz iktidardaymış ısız gibi davranıyor ve partimizi gereksiz şekilde tartışmaların içine sokuyor” dediniz.     
Devletin terör örgütüyle görüşemeyeceğini, doğru bir şekilde yine siz söylediniz.
 Parti Kurultayını toplamadan, sizin söylemleriniz ortadayken, çıkmaza girmiş “açılım” politikalarına destek verme yetkisini bu şahıs nereden ve kimden almaktadır.
Devletin güvenliği açısından yapması gereken karakolların yapımına karşı çıkmak parti programının neresinde vardır.
Bu şahıs bazılarının söylemek isteyip de, söyleyemediklerini söylemekle mi görevlidir? 
Parti yetkili organlarının ve tabanının görüşlerini almadan, Partiyi  bağlar şekilde böyle açıklamalar yapılması, Cumhuriyet Halk Partisi’nin temel felsefesine, parti programına ve tüzüğüne aykırıdır.
Sayın Kılıçdaroğlu,
Sizin ve çevrenizin, değişik yer ve zamanlarda yaptığınız, bir biriyle çelişen konuşmalarınız,  akıl karışıklılığı ve  halkta güvensizlik yaratmaktadır.
Halka güven vermek, öncelikle, ülkenin, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel  sorunlarıyla ilgili, ne anlama geldiği belli olan tutarlı görüşler ortaya koymayı ve inandırıcı hedefler belirlemeyi gerektirir.
Bu da halka ve parti tabanına güven veren, tutarlı ve  ilerici kadrolarla olur.
Cumhuriyet Halk Partisi, ancak o zaman, yeni bir güçle halkın partisi olmak konumuna yükselebilir. Cumhuriyet Halk Partisi, ancak o zaman, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ten devraldığı  Kuva i Milliye ruhuna yeniden canlılık kazandırabilir.

  


KILIÇDAROĞLU’NA AÇIK MEKTUP


Sayın Kılıçdaroğlu,
Genel Başkanı olduğunuz Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk’ün önderliğinde; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin devamı olarak kurulmuştur.
Ulusal Bağımsızlık Mücadelemizin birikimleri ve Atatürk devrimleri ile bu sürecin felsefi ve ahlaki değerlerinin özünü oluşturan Altı Ok ilkeleri Partimizin kuruluş felsefesini oluşturur.
Bu felsefenin temeli; Büyük Önderinin “Bağımsızlık benim karakterimdir” sözleri ile ifadesini bulur.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin temel felsefesi “BAĞIMSIZLIKTIR” Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partililer bu temel felsefeye uygun söylemlerde bulunmak zorundadırlar.
Cumhuriyet Halk Partililer, adına ister Kürt Sorunu, ister Demokrasi Sorunu ve de ister Güneydoğu Sorunu densin, bu konuda, Kurultayından geçmiş programına uygun söylemlerde bulunmak zorundadırlar.
Cumhuriyet Halk Partisi, 1989 yılından bu yana, bireysel kültürel haklara olan inancı, demokratik değerlere, eşitliğe ve hoşgörüye bağlılığı çerçevesinde, halkımıza, üniter devlet ve ulus devlet inancı dikkate alınarak, kısıtlamaların kaldırılması ve çağdaş, kalıcı çözümler bulunması için politikalarını sunmuşken, bir üst düzey yönetici “Bölünme sürecini” destekler şekilde açıklamalar yapamaz.
Bu sorunun  çözümü  hakkında 21 Aralık 2008 tarihinde toplanan 14. Olağanüstü  Kurultay’da alınan kararlar, siz dahil tüm partilileri bağlar.
Sizin söylemleriniz de, program ve tüzüğe uygun olmak şartıyla, partiyi bağlar.
4 Ocak 2013 tarihli Parti Meclisi toplantısında, iktidarın dikkat t etmesi gereken dört noktayı “1-Samimi Olacaksınız, 2-Gizli Kişisel Ajandanız olmayacak, 3-Millete izah edemeyeceğiniz, açıklayamayacağınız angajmanlara girmeyeceksiniz, 4-Ana muhalefet partisine veya millete bilgi vereceksiniz” şeklinde açıklamıştınız.
O tarihten bu yana, PKK ve onun siyasal uzantılarına hangi tavizlerin verildiği Büyük Türk Milletine bugüne kadar açıklanmadığına göre, bu konuda ki bilgiler, Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı olarak size mi verildi? Size verildi ise bunu Kurultaydan sonra ki  en yetkili organ olan Parti Meclisi ile paylaştınız mı?.
Bu bilgilerin parti programına uygun olup olmadığını irdelediniz mi?
“Açılım” denen süreç  çıkmaza girmiştir. Devletin terör örgütü karşısında acz içine düşürülmesi halk arasında geniş rahatsızlık yaratmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne yakın yazarlar bile artık gidişin tehlikelerine işaret etmektedirler.
Sayın Kılıçdaroğlu,
Parti Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu Diyarbakır İl Başkanlığında yaptığı basın toplantısında, eli silahlı terör örgütü mensuplarının tamamının ülkeyi terk etmesini beklemeden  “ikinci” aşamanın  hayata geçirilmesini istemiştir.
Sayın Kılıçdaroğlu,
Bu söylem Adalet ve Kalkınma Partisi’nin terör örgütü önündeki aczinden daha vahim bir durumdur.
Siz 4 Mart 2013 tarihli Parti Meclisinde “AKP’nin ne dediği belli değil. Hangi soruna hangi çözümü önerdiği bilinmiyor. AKP’nin hangi çözümü önerdiği bile belli değilken, arkadaşlarımız  sanki biz iktidardaymış ısız gibi davranıyor ve partimizi gereksiz şekilde tartışmaların içine sokuyor” dediniz.     
Devletin terör örgütüyle görüşemeyeceğini, doğru bir şekilde yine siz söylediniz.
 Parti Kurultayını toplamadan, sizin söylemleriniz ortadayken, çıkmaza girmiş “açılım” politikalarına destek verme yetkisini bu şahıs nereden ve kimden almaktadır.
Devletin güvenliği açısından yapması gereken karakolların yapımına karşı çıkmak parti programının neresinde vardır.
Bu şahıs bazılarının söylemek isteyip de, söyleyemediklerini söylemekle mi görevlidir? 
Parti yetkili organlarının ve tabanının görüşlerini almadan, Partiyi  bağlar şekilde böyle açıklamalar yapılması, Cumhuriyet Halk Partisi’nin temel felsefesine, parti programına ve tüzüğüne aykırıdır.
Sayın Kılıçdaroğlu,
Sizin ve çevrenizin, değişik yer ve zamanlarda yaptığınız, bir biriyle çelişen konuşmalarınız,  akıl karışıklılığı ve  halkta güvensizlik yaratmaktadır.
Halka güven vermek, öncelikle, ülkenin, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel  sorunlarıyla ilgili, ne anlama geldiği belli olan tutarlı görüşler ortaya koymayı ve inandırıcı hedefler belirlemeyi gerektirir.
Bu da halka ve parti tabanına güven veren, tutarlı ve  ilerici kadrolarla olur.
Cumhuriyet Halk Partisi, ancak o zaman, yeni bir güçle halkın partisi olmak konumuna yükselebilir. Cumhuriyet Halk Partisi, ancak o zaman, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ten devraldığı  Kuva i Milliye ruhuna yeniden canlılık kazandırabilir.

  


17 Temmuz 2013 Çarşamba

AMERİKA TAYYİP BEYİ ÇİZDİ



Günlerdir CNN int. üstünden, Amerika Tayyip beyin üstünü çizdi mi? Çizmedi mi? tartışmaları yapılıyor.
Yok CNN yetkilisi geldi “yayınlar konusunda özür diledi”, yok dilemedi, boş laflarla vakit öldürüyoruz.
Birkaç gün önce CNN İnt.’ın internet sayfasında yayınlanan bir makalede, Tayyip Erdoğan ile bu işlerin yürümeyeceği yazılarak, hükümet yerden yere vuruluyordu. Vuruluyordu  ama bu arada Türkiye’deki muhalefetinde çok zayıf olduğu alternatif olamayacağının da altı  çiziliyordu
Hatırlayacaksınız, wikileaks tarafından ortalara  saçılan, ABD Ankara  Büyükelçiliği ile Washington arasında gidip gelen yazışmalarda (kriptolar), Deniz Baykal’a operasyon yapılmadan evvelki CHP’nin  muhalefet anlayışının çok sert olduğu, CHP’nin bu tavrının ABD’nin çıkarlarını zedelediği, hatta Deniz Baykal gidip yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelip gelemeyeceğinin, Kılıçdaroğlu’nun  nasıl bir insan olduğunun,  o tarihteki ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice tarafından sorulduğu görülmüştü.
Ama aynı ABD şimdi Tayyip Erdoğan’dan rahatsızlığını yazdırabilmekte, hatta diplomasi de alışık olunmadığı bir şekilde ABD Milli Gününde, ABD Büyükelçisi, Tayyip beyin görüşlerinin tam aksine, demokrasinin sadece sandık olmadığından başlayıp, insan hakları, düşünce özgürlüğü, demokrasi konularında konuşmalar yapıyor.
Diplomasiye yakın olanlar çok iyi bilirler ki, devletlerin milli günlerinde siyasi konuşmalar yapılmadığı gibi, ayrıca  büyükelçiler  de alışılmışın dışına çıkıp, nezdinde bulunduğu ülkenin iç politikasını ilgilendiren konularda, bakanlığının bilgisi olmadan, bu tür konuşmalar yapmazlar.
 Hatırlardadır; daha Tayyip Erdoğan Meclise girmeden evvel bir ABD seyahati yapmıştı. O tarihte  hiçbir sıfat taşımamasına rağmen Amerikalılar için önemli  bir politikacıymış ki, olağan dışı muameleye tabii tutulmuştu.
Başkan Bush, kendisini Amerika Birleşik Devletleri’nin kurallarını çiğneyerek kabul etmiş ve uzun uzun görüşmüştü.
Zira, Amerikan Başkanları bırakın sıradan bir siyasetçiyi, İngiltere hariç hiçbir ülkenin muhalefet liderleriyle bile görüşmezler. Olsa olsa bunun bir diğer istisnası da İsrail olabilir.
Anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan,  sonradan ortaya çıkan Atlantik Konseyi önerilerinin hayata geçirilmesi, Kürt açılımı, Kıbrıs Sorunu (Annan Planının kabulü), Ermeni açılımı, Radar üssü, Patriotlar, İran, Patrikhane gibi konularda taahhütlerde bulunmuş ki, ABD kendisinden vaz geçmiş,  üstünü çizmiş, eski bir danışmanın söylemiyle “deliğe süpürmeye” karar vermiş  olmasına rağmen  bu taahhütler nedeniyle henüz AKP’den vaz geçmemiş.
O kadar geçmemiş ki, kendi dizayn ettiği, hatta içine yandaşlarını yerleştirdiği muhalefeti bile zayıf, yetersiz  bulduğunu itiraf etmekten geri durmuyor.
Tayyip beyin, Amerikalılar tarafından üstünün çizilmediği havasını yaratmak için gazetelere gerçeklerle bağdaşmayan, “CNN İnt. Gezi olaylarında yaptığı yanlı yayından dolayı özür diledi” şeklinde haberler çıkartması bile bu gerçeği değiştirmiyor.
Bir gün sonra da CNN İnt. zaten bu haberi yalanlayan, “haberimizin arkasındayız” şeklinde bir açıklama yaptı.
 Tam bu sırada Rusya’nın Ortadoğu konusunda görüşlere yer veren tanınmış internet sitesi www.iarex.ru’da yayınlanan analizde “ Görünen o ki, Gezi Parkı’nın yeniden inşası ile ilgili olarak çıkan protesto olaylarında Erdoğan’a destek vermeyi reddeden ABD, tıpkı eski Mısır cumhurbaşkanı Mursi’ye yaptığı gibi, Erdoğan’ı da gözden çıkartmıştır.” Yorumunu yaptı.   
Bütün bu göstergeler  ABD’nin  Tayyip Erdoğan’ın yerine yeni bir sadık bende aradığını göstermektedir.
Bu bende ya  AKP içinden bulunacak veya Tayyip Erdoğan’ın evvelce verdiği taahhütlere sadık kalacak yeni bir oluşum içinden olacak.
Nitekim Ankara siyasi kulislerinde yeni bir parti çalışmaları çok yoğun bir şekilde dile getiriliyor.
Bizim basın olayları abartmayı çok sever. Hatırlayacaksınız Baba Bush Turgut Özal’a “Targıt” diyor diye ne methiyeler düzerlerdi.
Turgut bey vefat etti, cenaze merasimi sırasında baba Bush artık Başkan değildi ama  yarı resmi bir gezi nedeniyle Arap ülkelerinde bulunuyordu. Cenazeye katılıp katılmayacağı sorulunca, programım dolu demişti. Dolu program bir kütüphane açılışı idi.
 Milletlerin dış politikaları ilkeler ve çıkarlar üzerine kurulur. Eğer Amerika’nın menfaatleri Tayyip Erdoğan’ın üzerinin çizilmesini, “deliğe süprülmesini” gerektiriyorsa, bunu gözünü kırpmadan yapar.Tayyip beyi bir daha tanımaz bile.
Görünen de o ki; ABD, Tayyip beyi, eski danışmanın söylemiyle  kullanmaktan vaz geçmiş “deliğe süpürmeye” karar vermiş.




14 Temmuz 2013 Pazar

OYUNA GELMEYİN

        
2011 milletvekili seçimlerinden beri Türkiye Tayyip Erdoğan’ın kendisini “Başkan” seçtirecek bir Anayasa yapımını tartışıyor.
Tayyip Erdoğan’ın bu ihtirası,  “sivil anayasa” isteniyor, bu anayasa askeri darbenin anayasası safsatası ile halka dayatılıyor.
Üçte ikisi seçilmiş Meclis tarafından değiştirilmiş bir Anayasa’nın askerlerin yaptığı Anayasa diye sunulması ciddiyetle bağdaşmamaktadır.
Asıl istenen, Tayyip Erdoğan’ın hayallerini süsleyen, kendisine seçilmiş “Padişah” statüsü sağlayacak başkanlık sistemini hayata geçirmektir.
Bunun için kendi partisi dışında diğer bazı partilerin veya başka partilerde yer alan milletvekillerinin  sayısal olmanın yanında psikolojik desteklerine  ihtiyaç duymaktadır.
Anlaşılıyor ki, AKP ve PKK görüşmeleri çok evvelden beri devam etmekte, bölücü terör örgütünün talepleri de, Tayyip Erdoğan ve ekibi tarafından kabul edilmiş bulunmaktadır.
Sadece son günlerde yaşanan para militer, “öz savunma gücü” biçimindeki PKK’nın “Polis” teşkilatının göreve başlamış olması da fiili bölünmenin göstergesidir.
Devlet, bölgede bulunan jandarma karakollarını tedricen boşaltmaya başlamış, elinde silah, belinde el bombası bulunan  PKK militanlarının boy gösterdiği militan cenazelerinde, devletin polisi ve jandarması ortalarda gözükmemektedir.
Yani fiilen gerçekleşmiş, en azından hayata geçirilmeye çalışılan bölünme gerçeğini, tek başına göğüsleyemeyeceğini anlayan Tayyip Erdoğan, bu işe Meclisteki  bütün partileri ortak etmeye çalışmaktadır.
Ne Anayasamızda ve ne de TBMM İçtüzüğünde yeri olmayan, “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” n  üzerinde anlaşdığı iddia edilen kırk sekiz maddeyi yasalaştıralım dedi.
MHP şartsız, CHP “Başkanlık sistemi önerileri” nin  geri çekmesi koşulu ile ve BDP de belli şartlarla bu öneriye destek vereceklerini açıkladılar.
BDP’nin desteği  anlaşılabilinir bir durumdur.Türk Milleti ile PKK arasına sıkışmış Tayyip Erdoğan’dan, Abdullah Öcalan’la varılmış olan değişiklik uzlaşılarını  hayata geçirmesi istenecektir.
CHP Genel Başkan’ı Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sisteminden vaz geçmesi halinde “samimiyetlerini göstereceklerini” beyan etmiştir.
Üzerinde anlaşma olduğu iddia edilen  kırk sekiz madde daha Türk Halkı ve hatta Meclisteki  bir kısım Milletvekili tarafından dahi tam olarak bilinmezken, TBMM İçtüzüğünde sayılan, partilerin Meclisteki sandalye sayısına göre kurulmuş bulunan, yani AKP lilerin tek başlarına çoğunluğa sahip oldukları TBMM Anayasa Komisyonu’na gelecektir.
Anayasa değişiklikleri de yasa tasarısı olduklarından, yasa tasarı ve tekliflerinin Komisyonda nasıl görüşüleceğini düzenleyen İçtüzüğün 35. Madde hükümlerine tabii olacaktır.
İçtüzüğün 35. Maddesi “Komisyonlar, kendilerine havale edilen kanun tasarı veya tekliflerini aynen veya değiştirerek kabul veya reddedebilirler, birbirleriyle ilgili gördüklerini birleştirerek görüşebilirler…….” demektedir.
Yani Anayasa Komisyonu’na  “Uzlaşma Komisyonu”nca üzerinde anlaşılan kırk sekiz maddeyi görüşme aşamasına geldiği zaman, AKP ve BDP’nin üzerinde anlaştıkları yeni bir Anayasa değişiklik teklifi   TBMM Başkanlığına sunulduğunda da  Meclis Başkanı geciktirmeksizin gelen teklifi Anayasa Komisyonuna gönderecektir. Anayasa Komisyonunda bu yeni teklif önceden gündeme alınan kırk sekiz maddelik teklifle beraber görüşülmek üzere birleştirilecektir.
İşte oynanmak istenen oyun budur.
AKP ve BDP anlaşarak, başkanlık sistemini ve bunun  olmazsa olmazı olan ve PKK’nın da dayattığı, demokratik özerkliği de içeren Anayasa değişikliği yasa teklifini yüz on milletvekilinin imzasıyla sunduğu anda istenen netice elde edilmiş olacaktır.
Zira artık biz komisyondan çekiliyoruz deseniz de bu bir anlam ifade etmeyecektir.
CHP’nin “Başkanlık istemi”n den vaz geçin “Samimiyetimizi görün” söylemi, Kemal Kılıçdaroğlu tarafından dillendirilmiş olsa da,bunun  Partiyi PKK’nın arka bahçesi haline getirmiş ve bu konularda partiyi yöneten Sezgin Tanrıkulu ve parti içindeki yandaşlarının arzuları olduğu inancındayım.
Tayyip Erdoğan ben “Başkan” olayım gerisi beni ilgilendirmiyor diyor, PKK “Özerklik şahane gerisi hikaye” diye olaylara bakıyor, arka bahçenin gülleri de kendilerine verilen görevleri yerlerine getiriyorlar.
Şimdi görev, özgürlükçü, laik, demokrat, Atatürkçü gençliğe ve  CHP de var olduğundan hiç şüphem olmayan,  namuslu milletvekillerine, düşmektedir.
Bunların Tayyip Erdoğan’ın , Abdullah Öcalan’ın  ve CHP’deki arka bahçenin güllerinin oyununa gelmemeleri gerekiyor.

 



10 Temmuz 2013 Çarşamba

TUTARLILIK SAYGINLIK YARATIR.


Son günlerde iktidar Partisi, Ana muhalefetin bir grup Milletvekili ve yöneticisi ağız birliği etmişçesine, Mısırdaki gelişmeler üzerine “ Demokrasilerde seçimle gelen seçimle gider” cümlesini tekrarlamaktalar.
Bu arada Tayyip Erdoğan’da, ABD ve AB’yi Mısır’daki askeri müdahaleyi “darbe” diye nitelemedikleri için, şiddetle kınayıp samimiyetsizlikle suçladı.
 Aslında, demokrasinin kurallarının geçerli olduğu, iktidarı elinde bulunduranların, diktatörleşmek eğilimlerinin bulunmadığı, azınlıkta olanlarında çoğunluğa dönüşme hakkının önünün açık olduğu ve toplumunda bundan şüphe duymadığı, kişi hak ve özgürlüklerinin, “kişilerin” değil, hukukun koruması ve güvencesi altında olduğu bir ülkede, seçimle gelen iktidarların seçimle gitmesi, olması gereken bir yöntemdir.
Ama yakın tarih, seçimle, yani sandıktan çıkarak iktidar olanların, diktatörleşerek insanlığı nasıl maceralara sürüklediğinin de tanığıdır.
Bu nedenle sandık, demokrasilerde en önemli ama tek meşruiyet kaynağı değildir.
Ünlü Orta Doğu tarihçisi Bernard Lewis, demokratik geleneklerin bulunmadığı Arap ülkelerinde, hemen sandık koyularak demokrasiye geçilemeyeceği konusunda daha  “Arap Baharı”nın en başında uyarı yapmıştı. Demokrasiyi yerleştirmenin bir süreç içinde ve tedricen olması gerektiğini, sürecin “istişare” yoluyla yürütülebileceğini ve bu kültürün Arap toplumlarında mevcut olduğunu söylemişti. Sandığın bu süreç sonunda düşünülmesi gerektiğini, demokrasinin kural ve kurumları yerleşmemiş Müslüman toplumların önüne ilk iş olarak sandık konulunca, cami aracılığı ile örgütlenmiş olan dinci siyasi akımların “sandığı kullanarak” diktatörlük tesis etmelerinin önüne geçilemeyeceği uyarısında bulunmuştu. İlk iş olarak sandığa gidilmesinin “felaket” getireceğini söylemişti.
Söylediklerinin hepsinde haklı çıktı.
Laikliğin olmadığı bir ülkede demokrasiden bahis etmek mümkün değildir.
Musri’nin “dinci diktatörlük” kurmak için dayandığı anayasayı yürürlüğe sokan referandumun meşruiyeti tartışma konusu değil mi?
Referanduma katılım yüzde 33. Katılanların yüzde 67 sinin oylarıyla Anayasa kabul edildi. Yani halkın sadece  yüzde 22 sini kabul ettiği bir anayasa ne kadar meşru ise Mursi’nin de bu anayasaya dayanarak bir “dinci diktatörlük” kurması da  o kadar meşrudur.
Ayaklanan milyonlar, Sünni İslami referans almayan hiçbir siyasal partinin, bırakın azınlıktan çoğunluğa geçip iktidar olma şansını, yaşamasının bile mümkün olmadığını gördü.
Diğer bir deyişle, otuz yıllık Mübarek diktatoryasından kurtulan halk, Mursi’nin “dinci diktatoryası” ile daha ideal, daha demokratik bir toplum yaratılması yönünde herhangi bir ilerleme olmayacağına kanaat getirerek Tahrir’e çıktı.
Mısır’ı tartışırken,  asıl laik olmayan bu  yapıyla demokrasi gelip gelmeyeceğini tartışmak daha doğru olacaktır.
Askeri arkasına alarak diktatörlük tesis etmiş olan  Mübarek’i devirirken, asker iyi, alkışa layık ama, yine halkın talebine uygun,  meşruiyeti çok tartışmalı bir referandumla yürürlüğe soktuğu anayasadan aldığı güçle “dinci bir diktatörlük” kurmakta olan Mursi bir askeri müdahaleyle devrilince,  “Seçimle Gelen Seçimle Gider” diye  bağıracaksın.
Bunu anlamak mümkün değil.
Türkiye’de kimsenin  aklına gelmedi mi? Milyonlar Mısır’da sokağa döküldüğü zaman “Halkını dinle” demek.
Sünni olmadığı için Esad’a “halkını dinle defol git” de,  Müslüman kardeşin Sünni Mursi için tek kelime söyleme.
Tutarlı olmak lazım, tutarlı.
Bir noktayı gözden kaçırmamak lazım;  hiçbir demokratik ülke, Mısır’da Mursi’nin halkın talepleri doğrultusunda, halkın yanında yer alan  askerlerce devrilmesini kınamadı.
Onlar da seçimle gelenin seçimle gitmesi gerektiğini biliyorlardı; ama sadece bir an evvel demokrasiye dönülmesi yolunda haklı uyarılarda bulundular.
Olayların ilk başladığı günlerde Obama Mursi’ye, Gezi olayları sırasında Türkiye’ye söylediklerine benzer:
a)     Demokrasi seçimlerden daha fazlasıdır.
b)    Demokrasi bütün halkın sesinin dinlenmesinin güvence altına alınmasıdır.
c)     Mursi halkın endişelerini dikkate alan adımlar atmalıdır.
d)    Mursi, her türlü şiddetin kabul edilemez olduğunu taraftarlarına bildirmelidir.
Dedi.
Dış politika ülkelerin ilkeleri ve çıkarları üstüne kurulur. Ama dış politika mezhepçilik ve dincilik üzerine yapılırsa çelişkiler yaşanır.
Dünya da saygın bir yerinin olabilmesi için iç politikanın  yansıması olan dış politikada tutarlılık gerekir.
.





   
     


7 Temmuz 2013 Pazar

VUR ABALIYA

          CHP’yi  haklı haksız eleştirmek son yılların modası.
 Parti Yönetimini eleştirmek başka şeydir, CHP’nin kurumsal kimliğine yönelik eleştiriler başkadır.
Bu yazıda yönetime değil, CHP’nin kurumsal kimliğine yönelik eleştirilere cevap verilmeye çalışılacaktır.
CHP özgürlükçü olmamakla suçlanmaktadır.
CHP özgürlükçüdür. CHP, bireyin özgürlük alanını, çağdaş ve evrensel  ölçülerde genişletilmesini savunur.
CHP’nin özgürlük anlayışı ve amacı: Bireyi özgürleştirmek, bireyin kendisini geliştirmesinin önündeki ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel engelleri kaldırmak; bireyin özgürlüklerini bilinçli olarak kullanmasını sağlamaktır.
Bunu söyleyen bir partinin özgürlükçü olmaması düşünülebilir mi?
CHP’nin samimi olarak “Barışı” savunmadığı eleştirisi yapılmaktadır.
Tabii bu barıştan neyi anladığınıza göre de değişir.
“Barış” dediğiniz zaman o bölgede ve Türkiye’nin her tarafına yayılmış ayrılıkçı olmayan “Kürt” kökenli vatandaşlarımızı ötekileştirirsiniz.
“Barış” çatışan iki devlet arasında yapılır. Türkiye terör örgütüyle mücadele ediyor, her hangi bir devletle çatışmıyor. 
“Barış”, bölücülerin her istediğine “Evet” demek olarak anlaşılıyorsa, CHP buna elbette “Evet” demeyecektir. Terör örgütü önünde diz çökmek “Barış” ise, CHP  bu “Barış”ı kabullenmeyecektir.
Eğer “Barış” İnsanların ana dilini kullanması önündeki engellerse, bu konuda  şimdi bölücülüğün bayraktarlığını yapanlar, ağızlarına alamadıkları dönemde, CHP Ana dil yasağının kalkması için kanun teklifi vermiştir.
Eğer barış “Sözde Kürt Sorunu” nun çözümü bağlamında söyleniyorsa, CHP bu  sorunun çözümü için sosyal, ekonomik ve kültürel olarak  nelerin yapılmasını gerektiğini ortaya koyan dört raporun sahibidir.
Unutulmaması gereken nokta, her “Barış” gerçek bir “Barış” değildir.
CHP, Devletin terör örgütü karşısında  diz çöktüğü bir uzlaşmayı “Barış” olarak kabul etmez.
CHP  “Düşünce ve İnanç Özgürlüğünü” savunmamakla suçlanıyor.
Bu acımasız ve haksız bir eleştiridir.
Bu ülkeye demokrasiyi getiren bir parti nasıl olur da  düşünce özgürlüğüne karşı olur. Düşünce özgürlüğü demokrasinin temelidir.
İnanç özgürlüğü gerçek anlamda sadece CHP tarafından savunulmaktadır.
CHP, dinin siyasi amaç uğruna istismarına karşıdır.
Herkesin ibadetini, dininin veya inancının gereğini   özgürce  yapma, öğrenme ve geliştirme hakkını CHP savunuyor.
 Dinin siyasallaştırılması da,  siyasetin dinselleştirilmesi  de CHP tarafından kabul edilemez.
Din ve vicdan özgürlüğünü bundan daha iyi savunan bir anlayış olabilir mi?
Çıkartılan yasalara “Dinin referans” gösterilmesi  mi  İnanç özgürlüğüdür?
Her şeyin değiştiği ama   CHP’nin de bunu  fark edemediği ileri sürülüyor.
CHP değişimlerin, ilericiliğin partisidir.Zira Atatürkçüdür.
Atatürk devrimciliği, zamanı geçmiş,  uygulanabilirliği   kalmamış kurumları kaldırmak, değişen koşullara göre toplumun değişmesini ve siyasetin onlara uyum sağlamasını öngörmektir.
Atatürk devrimciliği, çağdaş düşüncelere açılarak yenilikleri kavrayıp benimsemek; bunu süreklilik içinde bir yaşam ve yönetim biçimine dönüştürmektir.
CHP Kanun devletinden, hukuk devletine ve buradan İnsan haklarına geçişi sağlayan partidir.
Yani çağdaşlaşmanın adıdır.
Özü itibariyle gençliğin enerjisini ve dinamizmini değişimin itici gücüne dönüştürmek, gençliğin değişim ve yenilik vizyonunu topluma aşılamaktır.
CHP  gerçekleştirdiği tüm devrimleri gençliğine emanet etmiş tek partidir.
Gezi  Parkı’ndaki gençlik Atatürk’ün Bursa konuşmasında tarif ettiği gençliktir. Onları en iyi biz gerçek CHPliler anlarız.
CHP değişmeli, ezberini bozmalıdır diyorlar.
CHP’nin temel felsefesine bağlı kalarak, değiştiği  ezber bozduğu gün gibi aşikardır.
1994 de CHP Kurultayınca kabul edilen, “Yeni Hedefler Yeni Türkiye” programımızda yer alan bir çok konu 14 yıllık süre içinde değişik hükümetler tarafından hayata geçirilmiştir. Bu CHP’nin ileri görüşlülüğünün kanıtıdır.
Ancak geçen zaman içinde ülkemiz ve dünyadaki değişiklikler 2008 de parti programının  yenilemesi gereğini ortaya çıkartmış ve yapılmıştır.
CHP’nin “Dersim Olayları” ile ilgili bir şeyler söylemesi isteniyor.Bu taleple aslında CHP den Atatürk’ü inkar etmesi isteniyor. CHP nin hiçbir yönetimi bunu yapamaz ve yapmayacaktır.
Devletin bütün arşivi AKP iktidarının  elindedir.  İlim adamlarına, tarihçilere, araştırmacılara açsınlar herkes incelesin.
 Tarihe mal olmuş olayları, yaşandığı dönemin şartları içinde tartışılması gerekir.
Ama bir gerçeği de gözden kaçırmayın.

Dersim harekatı  genç Cumhuriyetin  kendini  koruma  refleksidir. Elbette tartışmak gerekir.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

BİZİM ALGIMIZI SORAN YOK

Son günlerde, hatta aylarda ister Güney Doğu Anadolu sorunu deyin, ister Kürt sorunu, bir konuyu tartışırken karşımıza hep “Kürtlerin” neyi nasıl algıladığı sorusu ortaya çıkıyor.
Birkaç gün önce Lice’de yapımı devam eden karakol inşaatını engellemeye çalışan yöre halkı ile jandarmalar arasında çıkan, Molotof kokteyllerinin kullanıldığı, işçi çadırlarının yakıldığı çatışmada bir genç vatandaşımız vurularak öldürüldü.
Elbette bunun failinin kim olduğunu bulup ortaya çıkarmak, kolluk kuvvetlerinin görevidir.
PKK yandaşları ve onun siyasal uzantıları devamlı olarak,  o bölgede yapılan karakol inşaatlarının, ister yeni bina yapımı olsun ister binaları güçlendirme faaliyeti olsun hepsinin durdurulması ve hatta var olanlarında boşaltılmasını istemektedirler.
Buna gerekçe olarak da bölge halkının, karakol algılamasının faili meçhuller, işkence, dayak ve baskı olduğunu ileri sürmektedirler.
Bırakın son elli yıllık  polis uygulamalarını, demokratik bir hak arayışı olan  son Gezi Parkı olayları sırasında bile polis  çok acımasız davranmış ve dört vatandaşımız ölmüş, yüzlerle yaralanan olmuş ama kimse kalkıp da,  eğer bu ülkede sulh sükun istiyorsan karakolları kapat, devam eden karakol inşaatlarını durdur dememiştir..
Askeri karakollar: Barışta ve harp halinde, emniyet koruma, disiplin, gözetleme maksatlarıyla silahlı olarak bir yere konulan ve muayyen bir amirin emrinde bulunan silahlı bir kısım askerin konuşlandığı mekanlardır.
Bu karakollar ülkenin her tarafında da vardır.
Lice’de de olacaktır. Başka yerlerde de.
Bu karakol inşaatına  yöre halkının verdiği tepkinin sadece    işkence, dayak faili meçhul cinayetler algısı yaratmasından  kaynaklandığı iddiası hiç inandırıcı değil.
Bir söyleme göre dokuz bir başka söyleme göre bölgede altmış sekiz karakol kapatılmışken, tepkinin yöre halkının algısıyla bir alakası olduğunu söylemek inandırıcı değil.
Uyuşturucu işinin PKK’nın en önemli gelir kaynağı olduğu da herkesin bildiği bir gerçektir.
Kenevir Ekiciliği hakkına UTSAM’ın (Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Araştırma Merkezi)  raporuna göre “Türkiye’deki Hint keneviri ekiminin üç te ikisinin Lice’de yapılıyor olması ve bu yapımı süren karakol inşaatının da kenevir ekim alanlarına yakın olması nedeniyle buna engel olunmak istenmiş olması da gizlenen gerekçe olamaz mı?
PKK’nın uyuşturucu yetiştirme, kaçakçılığını yapma ve bundan finans sağlama konusunda çalışma yaptığı Paris Kriminoloji Enstitüsünün yayınında açıkça dile getirilmiştir.
Bunun dışında PKK terör örgütünün Lice’nin Fis köyünde  27 Kasım 1978 de kurulmuş olmasının da moral yönden etkisi olduğunu, bu nedenle burada bir egemenlik kurmak arzusunun da göz önüne almak gerektiği kanısındayım.
Unutmayalım 22 Ekim 1993 de Lice ilçesi PKK terör örgütü tarafından basılmış, Emniyet Müdürlüğü, Jandarma Komando Birliği, Kaymakamlık ve diğer kamu binalarını ateş açmıştır.
Jandarma bölge komutanı  Tuğgeneral Bahtiyar  Aydın bölgeye intikalinden sonra suikast silahıyla vurulup şehit edilmişti.
Bu nedenle algı tek taraflı değildir. Karşı tarafta da yaratılan algı önemlidir.
Gerçekleri görerek olayları değerlendirmek gerekir.
Lice deki karakol inşasına saldırının bir özgürlük ve demokrasi arayışı gibi gösterilme çabası ve ülkenin başka yerlerindeki, taşsız sopasız, hatta taş atanlara göstericilerin müdahale ettiği özgürlük eylemleri ile bir tutulması doğru değildir.
Zira, 20 Haziran 2013 tarihinde PKK’nın lider kadrosundan Karayılan verdiği bir demeçte, karakolların yapımını ve onarımını eleştirmiş ve bunun “sürece” zarar vereceğini söylemiştir. PKK’nın siyasal uzantıları da aynı söylemi tekrar etmişlerdir.
Bu açıklamalarla yöre halkının davranışı arasında bir ilişki olamaz mı?
Daha birkaç hafta önce içinde üst rütbeli subayların bulunduğu helikoptere terör örgütü mensupları tarafından ateş açıldı, bir astsubay kaçırıldı, PKK’nın para militer öz güvenlik biriminin yol denetimleri yaptığı da göz önüne alınırsa , terörün tamamen bittiği, bölgede güvenliğin tam olarak sağlandığı yolundaki açıklamaların inandırıcılığı yoktur.
Büyük Kürdistan’ın kurulmasına giden yolun önemli bir aşaması olduğu için, bölgede ekonomik ve siyasal çıkarları olan Batılıların  hararetle destekledikleri, ancak ülke güvenliği ve bütünlüğü açısında büyük tehlike oluşturan “sürecin” ne kadar kırılgan olduğu, bütün bu gelişmelerle ortaya çıkmıştır.

Bu sürece doğrudan veya dolaylı destek veren tüm siyasiler, aydın geçinenler, tarih önünde hesap vermekten kaçınamayacakları gibi, toplumun büyük kesiminin algısını soran da yok.