28 Mayıs 2018 Pazartesi

AKP 2. TURDA KİMLE UZLAŞIR


                          

AKP’nin önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde 2. Tura katılırsa ne yapacağı kiminle ittifak yapacağı çok  konuşuluyor.
Bana göre AKP 2. Turda oyları taban yapmış MHP’yi devre dışı bırakır ve HDP ile uzlaşır.
Her ne kadar HDP yetkilileri 2. Tura kalınırsa kesinlikle Tayyip Erdoğan’ı desteklemeyeceklerini söylüyorlarsa da “Siyasette 24 saat çok uzun bir zamandır” diyen Süleyman Demirel’in, bu meşhur sözünün ne kadar doğru olduğunu yaşayarak göreceğiz.
Bunun ilk adımları atıldı.
Geçtiğimiz ay AKP milletvekilleri Taner Yıldız, Mehdi Eker ve Efkan Ala'nın Londra merkezli Demokratik Gelişim Enstitüsü'ne (Democratic Progress Institude)  yaptıkları ziyaret haber oldu. Haber olmasının sebebi, bu kuruluşun PKK ile ilintili olduğu gibi bir kanaatin bulunması idi.
Kuruluşun web sayfasında, Enstitünün ilgi alanının uyuşmazlıkların çözümü ve demokratik gelişim olduğu bildiriliyor.
Kuruluşun,  BOP’un Büyük İsrail hedefine ulaşılabilmesinin önemli bir adımı olan Bağımsız Kürdistan için Türkiye’deki  "Çözüm Süreci”ne çok özel ilgi gösteriyor olması dikkat çekiyor. 
Kuruluşun CEO'su Kerim Yıldız, bağımsız Kürdistan kurulmasını ve Türkiye'deki Kürt sorununun çözümünde uluslararası arabuluculara ihtiyaç bulunduğunu savunmasıyla tanınıyor.
Norveç, Hollanda, İrlanda dışişleri bakanlıklarının desteklediği bu kuruluşu  AKP milletvekilleri ziyaret edince, bu, elbette haber olur. Yandaş medya dışında kalan  ülkemizde maalesef  çok az bulunan objektif basın bu haberi haklı olarak geniş şekilde kullandı. Bazı CHP milletvekilleri de (özellikle Haluk Pekşen) bu ziyareti eleştirdiler ve sebebini sorguladılar.
Tabii bu kuruluşun AKP’nin “Çözüm Sürecine” ilgi göstermesi, AKP Milletvekillerinin de bu kuruluşu ziyaret etmeleri, hem de geçtiğimiz ay ziyaret etmeleri elbette  çok anlamlıdır. Anlamlıdır zira;AKP’nin yeni seçim stratejisinin işaretlerini vermektedir.
Bu ziyaret,  Cumhurbaşkanlığı seçimi 2. Tura kalır ise  AKP, Güneydoğu Anadolu’da bölünmeden yana olan bir kısım Kürt kökenli seçmenlerin oyunu alabilmek için “Çözüm Sürecini” tekrar devreye sokma hazırlığıdır.
Demokratik Gelişim Enstitüsü'nün çözüm sürecine özel ilgi göstermesinin  amacı emperyalistlerin,  Ortadoğu petrol ve doğal gazını Akdeniz’e akıtacak koridorun Türkiye ayağını sağlamak için bu bölgenin Türkiye’den koparılmasıdır.
Bu koridorun Irak ve Suriye ayakları sağlanmış, buna Türkiye ayağının ilavesi kalmıştır.
Bu kuruluşun farklı zamanlarda  Londra'da ve Türkiye'de düzenlediği etkinliklere bazı milletvekilleri katılmış bu toplantılarda seçimler sonrası "çözüm süreci" yeniden başlayana kadar geçecek zamanda ne yapılacağı da tartışılmıştır.
Yani “çözüm sürecinin” tekrar başlayacağını bunlara birileri söylemiş olacak ki; onlar bu konularda bazı Türk Milletvekilleri ve katılımcılarla hadleri ve hakları değilken bu konun işlendiği toplantılar yapabilmişlerdir. 
Kuruluşun düzenlediği etkinliklerin müdavimleri arasında Ali Bayramoğlu, Oral Çalışlar, Kezban Hatemi, Prof Sevtap Yokuş gibi tanınmış “akil adamlar”(!) "çözümcüler” var.
Kuruluşun amacının ne olduğu gayet açıkken, bu kuruluşun etkinliklerinde Türk  milletvekillerinin ne işi var!
Bunu yapanlar ulus devletten   bağımsızlıktan yana  insanlar  olamazlar. Bunun için tek vatan, tek bayrak, tek millet lafları geniş kitlelerin gazını almaktan başka bir şey değildir.



25 Mayıs 2018 Cuma

ŞİMDİ ELEŞTİRMENİN ZAMANI MI?



CHP’nin mevcut yönetimi yıllardır, tüm haklı eleştiriler karşısında “şimdi eleştirmenin sırası değil” sözünü yardakçılarına söyleterek eleştirenlere saldırttı.
Ben şahsen bu laftan iğreniyorum. İğreniyorum çünkü bu laf beceriksizliklerin, yanlışların üstünü örtmekten başka hiçbir işe yaramadı.
Türkiye bugün çok önemli bir seçime gidiyor. 16 yıllık tek adam rejimi yıkılmak üzere, onun için seçim sonuçlanıncaya kadar hakikaten savaş baltalarımızı topağa gömelim, ama gömdüğümüz yeri de unutmayalım.
CHP milletvekili aday listelerini açıkladı, bir anda kıyamet koptu. Milletvekili adayları merkez yoklaması yöntemi ile tespit edildiği her seçim öncesi bu tür tepkiler olur.
Cumhuriyet Halk Partililer, ama Yeni-CHP’liler değil, artık parti içindeki aksaklıkları, yanlışları söylemek zorundadırlar.
Yıllardır, Kurultaylar parti ve ülke sorunlarının tartışıldığı bir demokrasi arenası olmaktan çıkmış, Kurultayların ilk gününde Genel Başkan ve Genel Başkan adaylarının konuşmalarını dinlenir, Genel Başkan seçilir sonra ikinci gün de üzerine  Genel Başkanın gölgesinin düştüğü organ seçimlerini yaparlar.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin halka umut olduğu dönemlerde, parti içi ve ülke sorunları enine boyuna tartışılır, ondan sonra  üstlerine Genel Başkan gölgesinin düşmediği organ seçimi yapılır, bundan sonra Genel Başkan seçilirdi.
Ben 12 Eylül 80’den  bugüne kadar, ülke ve parti sorunlarının delegeler tarafından enine boyuna tartışıldığı bir Kurultay hatırlamıyorum.
Parti, ülkedeki “tek adam rejiminden” yakınılırken, parti  de tek adam rejiminin alası yaşanmaya başlandı. O kadar ki,  partinin Cumhurbaşkanı adayını  belirlemek yetkisi  hem  parti meclisinde hem de  parti gurubunda oy birliği ile Genel Başkana bırakıldı. O da “Kafamdaki Cumhurbaşkanı  adayını eşim bile bilmiyor”  diyerek övüne bildi.
Partinin yönetimi tek adama bırakıldığı  zaman, tek adamlığa destek olanların, olanlardan ve olacaklardan şikayetçi olmaya hakları yoktur.
Zira onlar, daha baştan kendilerine lüzum olmadığını kabul etmişlerdir. Şimdi niye kızıyorlar anlamak mümkün değil.
Onlar değil miydi oy birliği ile Cumhurbaşkanı adayını ve milletvekili adaylarını belirleme işini Genel Başkana bırakan, şimdi neye şikayetçiler.
Onlar Genel Başkanın  tek seçiciliğine baştan icazet vermişlerdi. O da verilen bu yetkiyi kendi dünya görüşüne göre kullandı.
O da kendi dünya görüşüne uygun, Cumhuriyet Halk Partili olmayan, Cumhuriyet Halk Partisi ilkeleriyle uyuşmayan insanları, Atatürk düşmanlarını parti listelerine koydu.
Partide ki tek adam rejiminin  ne hale geldiğini en güzel örneğini, bir Milletvekilimiz verdi.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı gösterileceği duyulunca buna karşı çıkan bir milletvekiline  Genel Merkez’den bir haysiyet  yoksunu, sahibinin sesi telefon ederek “ Bu konuyu çok kaşırsan Milletvekilliğinden olabilirsin” diye kendisin iki defa uyarmış. Milletvekili arkadaşımız haklı itirazına devam edince de söylenen olmuş. Listeye konmamış.
Listeye giremeyen bir başka grupta, sanki partideki Atatürkçüler ilk defa tasfiye ediliyormuşçasına bütün Atatürkçülerin tasfiye edildiğini söylüyorlar.
Bu tepkiler sonrası insanın içinden öğleden sonra günaydın demek geliyor.
Ama şimdi bağırmanın çağırmanın, eleştirmenin zamanı  değil; şimdi yapılması gereken, eleştiriyi bırakıp, Tayyip Erdoğan’ın kurduğu bu tek adam rejimini yıkmak, partinin Cumhurbaşkanı adayını seçtirmek için var gücümüzle mücadele etmek olmalıdır.
CHP’deki vahim gidişi gören ve kamu oyuna anlatanların sayısı ben dahil, maalesef birkaç kişiyi geçmedi. Aslında bu vahim gidişi gören bir çok partilinin ihtirasları ve beklentileri Cumhuriyet Halk Partisi’ni  bugünkü duruma getirdi.   




21 Mayıs 2018 Pazartesi

SUSTURULAN BASIN



İktidarı has bel kader eline geçiren bir siyaset adamı, yönettiği ülkenin geleceğini elinde tutmak isterse, saldırılarını önce tüm özgürlüklerin  teminatı olan yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmaya yöneltir, bunda da başarılı olduktan sonra da, saldırılarını basın özgürlüğüne yöneltir. 
Nerede yargının bağımsız olduğu gerçek bir demokrasi varsa orada özgür basın vardır.
Özgür basın, halkın doğruları öğrenmesi  ve bu nedenle de siyasal tercihlerini sağlıklı yapabilmesi nedeniyle 4. Kuvvet olarak nitelenmektedir.
Bir İngiliz siyaset adamı basın özgürlüğünün önemini “Lordlar Kamarası da, Avam kamarası da   sizin olsun, siz bana özgür basını verin” diyerek vurgulamıştır.
Basın hürriyeti olmayan bir ülkede demokrasi olmaz.
16 Yıllık AKP iktidarı daha doğru bir söylemle Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adam yönetimi,  bu 16 yıl içinde adım adım ülkenin geleceğini dilediği gibi elinde tutabilmek  için önce  yargı bağımsızlığını yok etmiş   ve sonra da çeşitli baskı yöntemleriyle yazılı ve görsel basının büyük bir çoğunluğunu da kendisine bağlamıştır.
Böylece Recep Tayyip Erdoğan etkisi altına aldığı basını, toplumu Cumhuriyet değerlerinden uzaklaştırmak, yapabildiği kadar değiştirmek ve kontrol etmek için  bir araç  olarak kullanmaktadır.
Dürüst, kalemlerini ve ruhlarını  satmayan bazı  basın mensupları ya iktidarın isteği üzerine  işlerinden olmuşlar ya da hapse atılarak  susturulmak istenmişlerdir. İktidar bunda da büyük oranda başarılı olmuştur.
Demokrasilerin ortak noktası, idare edenlerin, ancak kontrol ve sorumluluk sayesinde doğru yolda kalabilecekleri inancıdır. Buda ancak özgür basın ve bağımsız yargıyla gerçekleşir.
Ülke çok önemli bir seçime giderken yazılı ve görsel basının büyük bir kısmı Recep Tayyip Erdoğan’ın borazanlığını yapmaktadır.
Muhalefet sözcülerinin, adaylarının hiçbir propaganda faaliyet ve konuşmaları iktidarın emrindeki basın yayın organlarında yer almamaktadır. Hatta tarafsızlığı yasa ile düzenlenmiş olan  devletin televizyon kanalı TRT iktidarın  borazanı haline getirilmiştir.
Ülkemizde basının içinde bulunduğu  şartlar son derece vahimdir.
Baskı ile susturulan yazılı basının dışında kalabilen  birkaç yazılı basın organı da  Basın İlan Kurumu Resmi İlan yönetmeliğinde yapılan bir değişiklikle de susturulmak istenmişti, ancak  iktidarın bu oyunu hala yargıda kalan  hukukun üstünlüğüne inan  yargıçlar tarafından önlendi.
Özgür basın, bağımsız yargı, idare edenleri önce rezil olma sonrada mahkûm olma korkusuyla dürüst kalmağa zorlar.
Eğer siyasi liderin,  kendisinin ve yakın çevresinin böyle korkuları yok ise yargı bağımsızlığı ve özgür basınla hiçbir sorunu olmaması gerekir.
Okuma alışkanlığının okur yazarlar arasında bile düşük olduğu ve okur yazar oranının genelde  düşük olduğu bizim gibi ülkelerde görsel basın çok önemlidir. TRT’ni tarafsızlığı kanunla bu nedenle düzenlenmiştir.
Yani TRT  yöneticileri tek taraflı iktidar borazanlığı yaparak görevlerini kötüye kullanmaktadırlar. İktidar değişikliğinde bunlardan, bunu hesabını, yargı önünde sormak gerekir.
Önümüzdeki hayati seçim sonucunda iktidar olacağı artık açıkça görülen Millet İttifak’ının yapacağı ilk şey, hem de ilk yüz gün içinde, sahiplerinden gasp edilen  medya kuruluşlarını sahiplerine iade etmek ve bundan böyle medya patronlarının başka hiçbir ticari faaliyet içinde bulunamayacağı konusunda yasal düzenlemeler yapmaktır.
Bu yapılmadığı takdirde medya patronları iktidarların baskısı ile istediği insanları halkın gözünde hain, yalancı yapmaya devam ederken de, layık olmayan birilerini kahraman yapacaktır.  







18 Mayıs 2018 Cuma

ABD ve İSRAİL TAYYİP BEY’İ İSTERLER



Her seçimden önce İsrail ve ABD Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirip, Türkiye’ye meydan okurlar.Bu da  Erdoğan’a  milliyetçi muhafazakar seçmeni konsolide etmesi için  önemli bir koz oluşturur. Seçimlerden sonra da aynen bugün olduğu gibi tekrar ticaret, işbirliği kaldığı yerden tekrar başlar.
ABD’nin İsrail nezdindeki Büyük Elçiliğini Kudüs’e  taşıması üzerine Gazze’de bu hafta içinde yaşanan olaylar ve bu olaylar da hayatını kaybeden ve yaralanan insanlar için tepki vermek elbette ki çok insani bir davranıştır. 
Batılı ülkelerde de, yaşanan bu olaylara İsrail ve ABD kınanarak  haklı tepkiler verilmiştir. 
Recep Tayyip Erdoğan’da her zaman yaptığı gibi gene kof kabadayılık gösterileri yapmıştır, yapmaya da devam edecektir.
Ama hiçbir ciddi adım da  atılmayacaktır.
Dış politikada yüksekten atıp tutmak, tehditler savurmak çok yanlış bir yöntemdir. "Dış politikada üslupta yumuşak ve ölçülü, ancak, özde ve uygulamada kararlı olmak gerekir". 
Özde ve uygulamada kararlı bir adımın atılmayacağını daha  2010 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın eski yol arkadaşı, AKP’nin kurucularından Abdüllatif Şener, bir televizyon kanalına verdiği mülakatta bütün ayrıntıları ile anlatmıştı.
Ve o mülakatta ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e  taşıyacağını, bu konuda mutabakat olduğunu ama Tayyip Erdoğan’ın, her zaman yaptığı gibi buna uzaktan boş laflarla saldıracağını söylemişti.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Büyük İsrail rüyasının bir adımıdır. Bunun ilk adımlarından birisi de Suriye’yi parçalama operasyonudur. Suriye parçalandığı zaman buradan en büyük toprak  payını İsrail alacaktır.
Türkiye Suriye ilişkileri Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı döneminde  düzelmişti. Tayyip Erdoğan döneminde  bu  ilişki, müşterek bakanlar kurulu toplantıları yapma noktasına kadar geldi.
Suriye Devlet başkanı Esad, Tayyip Erdoğan için  kardeşim Esad oldu, kardeşim Esad derken  onun kıyıcılığı hiç gündeme gelmemişti, ama bir gün, bir anda Tayyip Erdoğan, Esad’ın kıyıcı bir diktatör olduğuna keşfetti (!) ve  isyancı gruplarla ilişkiye girildi. Amerika’nın isteği üzerine bu isyancı gruba, askeri eğitim verildi ve silahlandırıldı.Hani şu meşhur eğit donat projesi.
Bu tamamıyla Büyük İsrail projesini hayata geçirmek için tasarlanmış, kazançlı çıkacak olanın  İsrail olduğu bir Amerikan oyunuydu.
Tayyip bey  bu oyunun içine balıklama atladı. Halbuki geleneksel Türk Dış politikası, komşuların içişlerine karışmamak üzerine kurulmuştu. Tayyip Erdoğan yönetimi bundan vazgeçti. Komşumuzun yönetim biçimine bile  müdahale etmeye çalıştı.
Bugün Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bütün liderler Müslümanlara yapılan  zulümden bahis ediyorlar.
Bu elbette doğrudur. Filistin’de yaşananlar sadece bir insanlık ayıbı olmaktan öte Birleşmiş Milletlerin Kudüs ile ilgili  kararının da çiğnenmesidir.İşte Filistin Halkı da  buna haklı olarak direniyor.
Biz bugün Filistin’de Araplara yapılanları kınıyoruz, kınamamız da gerekiyor. Ama unutulmaması gereken bir diğer konuda, gene Tayyip Erdoğan Irak’ta da bir milyon Müslüman’ı öldürüp milyonlarca Müslüman kadının ırzına geçen Amerikan askerlerine uğraşlarında başarılar diliyordu.
Dış politika da tutarlı olmak lazım.
Kıbrıs’ta da Müslüman Türklere de aynı iğrençlikler yapılmıştı.Analar çocukları ile banyo küvetlerinde EOKA’cılar tarafından katledilmişlerdi. O günlerde  Kadafi’nin Libya’sı Türkiye’yi tek destekleyen ülke idi. Biz sonra ne yaptık Libya petrollerini emperyalistler rahat sömürsün diye Fransızların yanında Libya’ya harp gemisi gönderdik.
Gazze konusunda miting düzenleyenler, Türkiye’nin gerçek davası olan, güvenliğini doğrudan ilgilendiren Kıbrıs konusunda niye  toplumsal tepkimizi ortaya koyan bir Miting düzenlemezler.
Çünkü, emperyalistler Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Rum yönetimi tarafından yutulmasını istemektedirler.
Bugüne kadar bu coğrafyadaki bütün olaylarda Recep Tayyip Erdoğan yönetimi, önce kof kabadayılık gösterileri yapar, ama sonra ABD ve İsrail ne istiyorsa onu yapar, aynen Mavi Marmara olayında olduğu gibi. Bu nedenle ABD ve İsrail Tayyip Beyin Cumhurbaşkanı olarak kalmasını isterler.
Siz bakmayın öyle bağırıp çağırmalara, Tayyip Bey sonunda Amerika ne istiyorsa onu yapar.     






14 Mayıs 2018 Pazartesi

CUMHURİYET'İN UNUTULAN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ



      AKP iktidarı daha doğru tek adam Tayyip Erdoğan 16 yıldır Cumhuriyet'in yerleştirdiği bütün dış politika ilkelerini çiğneyince, bugün dış ilişkilerde karşı karşıya olduğumuz vahim  durum ortaya çıktı.
O temel ilkelerden birisi "komşuların iç işlerine karışılmaması, Araplar arasındaki ihtilaflara taraf olunmaması" idi. AKP'nin dinci/mezhepçi yaklaşımlarla Türkiye'yi Orta Doğu çıkmazına sürüklemesi, o ilkenin geniş kamuoyu tarafından hatırlanmasına vesile oldu.
Ne var ki, AKP, Atatürk'ün ve Cumhuriyet kurucularının Türk siyasetine ve diplomasisine miras bıraktığı başka köklü dış politika ilkelerini de rafa kaldırdı.
Unutulan o ilkeler arasında "gerçekçilik" ve "barışçılık" vardır. 
Türk dış politikası gerçekçilikten hiç uzaklaşmadı. Kararlarının uluslararası konjonktür, ülkenin olanakları ve çıkarları ile uyumlu olmasına dikkat etti. Türkiye'yi sonu hüsranla bitecek maceralara hiç sürüklemedi. Lozan'da, Musul meselesinde, Hatay davasında, 2. Dünya Savaşında, Kıbrıs konusunda hep böyle oldu. 
Türk dış politikası, bir imparatorluk varisi olmasına karşın, kaybedilmiş toprakların geri alınması (irridentism) hedefini hiç gütmedi. O kadar ki, kaybedilmiş topraklarda sonradan oluşan devletlerle barış paktları oluşturdu (Balkan ve Sadabat paktları). Dış politika, o Büyük Adam'ın "Yurtta Barış Dünyada Barış" şiarına hep sadık kaldı.
AKP yani Tayyip Erdoğan 16 yıl boyunca bunların hepsinin tersini yaptı. Öyle olunca, AKP dış politikası bir "kandırılma" ve "kandırma" hikayesine dönüştü.
Oysa, AKP öncesi Cumhuriyet diplomasisi yalan söyleyerek yabancı muhataplarını hiç kandırmadı, onların Türkiye'yi kandırmalarına izin vermedi; kendi halkını da hiç aldatmadı. 
AKP, 2003'de Irak'ın işgali öncesi ABD'ni kandırarak işe başladı. Türk halkının tepkisini ve TBMM'nin onay vermeyebileceği gerçeğini hesaba katmadan, ABD ile birlikte komşu Müslüman Irak'a savaş açmayı taahhüt etti. Sonunda gerçekle karşılaştı.
Kandırılma ve kandırma AB konusunda devam etti. 2004/2005 yıllarında ortaya çıkan hukuki çerçevenin Türkiye'nin üye olmasına olanak sağlamayacağı açıkça belli olmasına karşın, AKP o çerçeveyi kabul etti.  Halkımızı da "yakında üyelik gerçekleşecek" diye aldattı. Yıllar geçip de üyelik gerçekleşmeyince, bu kez "AB bizi kandırdı" feryadına başladı. 
Suriye konusunda durum değişmedi. AKP, bölgesel konjonktürü ve çıkar ilişkilerini hiç dikkate almadan, ABD'nin kuyruğuna takılarak Esad'ı devirmeye kalktı. "İki haftada Şam'da namaz kılacağız", "sığınmacılar yüz bini geçince önlem alacağız" diyerek halkı kandırdı. Sonunda gerçeklere toslayınca, "Obama bizi aldattı" yaygarasına sığınıldı. 
Kandırılma ve kandırma vize serbestliği konusu ile sürdü. Hükümet AB ile Aralık 2013'de vize serbestliği yol haritası imzaladı. Buna göre, 72 kriterin karşılanacağı AB'ne taahhüt edildi. Bu kriterler arasında karşılanması mümkün olmayanların olduğunun bilinmesine rağmen, altı ay içinde vize serbestliğinin geleceği söylenerek halk kandırıldı. Duvara toslanınca, "AB bizi kandırdı" feryatları atıldı.
Türk dış politikasının "barışçı" vasfı tamamen bir kenara kondu. "İrredentism"in halklara ne büyük felaketler yaşatacağının örnekleri tarihte bulunmasına karşın, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları "kaybedilen topraklara dönüş" ve "fetih" temaları üzerinden yürütüldü. Uluslararası mutlak haklılığı bulunan Kıbrıs Barış Harekatında bile bu temalar kullanılmamıştı.
Örnekler çoğaltılabilir.
İsabeti kanıtlanmış temel dış politika ilkelerini rafa kaldırılınca, şimdi ülkenin bir "beka" sorunu olduğunu AKP'liler kendileri söylüyorlar.
Oysa, Cumhuriyet diplomasisi Türkiye'yi bir "beka" sorunu ile karşı karşıya bırakacak ve sınırlarını tartışmaya açacak  maceralardan özenle uzak durmuştu. İkinci Dünya Savaşında, ağır baskılara rağmen, barışçı tutumundan vazgeçmemişti.
Umarız, Muharrem İnce başta olmak üzere diğer cumhurbaşkanı adayları, cumhuriyet kurucularının miras bıraktıkları dış politika ilkelerini hatırlarlar ve o ilkelere geri dönüleceğini kampanyalarında taahhüt ederler. 

11 Mayıs 2018 Cuma

İKTİDAR ELİ İLE ANAYASA İHLALLERİ



Ülkede otoriter bir tek adam rejimi kurulmuşken, adaletsiz seçim kampanyalarıyla kamu kaynakları tamamen iktidar lehine kullanılırken yapılacak bir seçimin adil koşullarda olacağını varsaymak safdillik olur.
Demokratik yöntemlerle iktidara gelip, anti demokratik yöntemlere sapan, kuvvetler ayrılığını yok eden, yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran  bu iktidara karşı demokratik haklarımızı kullanarak, hiçbir mazeretin arkasına saklanmadan oyumuzu kullanıp sandığa sahip çıkarak Tayyip Erdoğan yönetimini alaşağı etmeliyiz.
Ondan sonra görev, yeni seçilecek ve “Millet İttifakı” ile çoğunluğu eline geçiren parlamentonundur.
Süratle geçmiş 16 yılın yolsuzluklarının  hesabını sormak gerekecektir. Sade yolsuzlukların değil, anayasa ihlallerinin de hesabını sormak gerekir.
Anayasamızın “Mahkemelerin bağımsızlığı” başlığını taşıyan 138. Maddesinin 2. Fıkrası “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye veya telkinde” bulunamaz, hükmünü getirmiştir.
15-27 Aralık tapelerinde ortaya saçılan yolsuzlukların ve diğer bütün hırsızlık ve yolsuzlukların hesabı sorulmalıdır. Ama asıl önemlisi 16 Yıllık AKP iktidarı dönemindeki meclis çoğunluğuna dayanılarak anayasa ihlallerinin hesabı sorulmalıdır.
Anayasalar toplumsal uzlaşı metinleridir. Bu metinler meclis çoğunluğunu her ele geçiren parti ya da partilerin diledikleri şekilde değiştirip, çiğneyebilecekleri metinler değildir.
Nitekim Anayasamızın ayrılmaz bir parçası olan “Başlangıç” bölümünün 3. Paragrafında “…..millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;” hükmünü getirmiştir.
Anayasa Mahkemesi de 1963/173 E. 1965/40 K. Ve 26.9.1965 tarihli kararında, Anayasayı değiştirme yetkisinin  Türk toplumunu daha ileri uygarlık düzeyine çıkarmak için Anayasanın ruhuna uygun değişimlere imkan sağlamak maksadıyla kabul edilmiş olduğu söz götürmez bir gerçektir” diyerek, üstü kapalı olarak, anayasayı değiştirme yetkisine zımni bir sınırlamayı kabul etmiştir.
16 Yıllık AKP İktidarının yaptığı anayasa değişikliklerine baktığınız zaman bunların hiçbiri ülkeyi muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartmaya yönelik olmadığı tam aksine kuvvetler ayrımını yok eden,  tek adam istipdanın tesisine yönelik olduğu açıkça görülmektedir.
Bu meclis çoğunluğunu elinde bulunduran AKP grubunun anayasayı açıkça ihlal etmesidir.Yani iktidarın sahip olduğu  yetkisini  suiistimal etmesi, manevi cebirdir. Bu da  hukuka  aykırılık oluşturur 
Hürriyetçi demokrasinin, kuvvetler ayrılığının  olmazsa olmaz koşullarından biri Yargı bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığı AKP iktidarı tarafından yok edilmiş, yargı iktidarın emrine sokulmuştur.
Bu nedenledir ki; anayasanın hiç kimsenin mahkemelere tavsiye veya telkinde bulunamayacağı ilkesi göz ardı edilerek, Cumhurbaşkanı görülmekte olan bir dava ile ilgili olarak, “en ağır cezayı alacaklar” diyebilmekte, bu söz üzerine yetkisiz mahkeme de sanıklara ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verebilmektedir.
Bir hukuk devletinde olmazsa olmaz koşullardan biri de özgür basındır.
Anayasamızın 133. Maddesinin son fıkrası “Devletçe kamu tüzel kişiliği olarak kurulan tek radyo ve televizyon kurumu ile kamu tüzel kişilerinden yardım gören haber ajanslarının özerkliği ve yayınlarının tarafsızlığı esastır.” demektedir.
Ancak AKP iktidarı döneminde TRT tarafsız bir yayın kuruluşu olmaktan çıkmış, siyasi iktidarın borazanı haline gelmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi Cumhurbaşkanı adayının açıklamalarına hiç veya gereği kadar yer vermezken, iktidar sahiplerinin her türlü hiçbir haber değeri olmayan açıklamalarını dakikalarca yayınlamakta bir sakınca görmemektedir.
Bu durum anayasanın açıkça ihlalidir.
Tarihten husumet çıkartılmasından yana değilim ama yakın siyasi tarihimiz bu tür anayasa ihlallerinin acı sonuçlarıyla doludur.

     

7 Mayıs 2018 Pazartesi

YALAN, TEHDİT ARTIK TÜRK TOPLUMUNU ETKİLEMİYOR




Siyasi yaşamımızda maalesef yalan söylemek vaka i adi yeden oldu.
İktidar partisi mensupları bazen o kadar yalan söylüyorlar ki, komik durumlara düşüyorlar.
Örneğin biri televizyonlara çıkıp geniş halk kitleleri tarafından seçim yatırımı olarak nitelenen vergi affı, imar affı, emekliye ikramiye gibi konuların üstünde uzun zamandır çalışıldığını ama şimdi, bugünlerde hayata geçirilebildiğini söylüyor.
Ya da ekonominin aslında çok güçlü olduğunu ama iktidarı daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ı düşürmek isteyen 15 Temmuzda bunda başarı sağlayamayan dış mihrakların  Türk ekonomisine karşı tezgah kurduklarını söyleyebiliyor.
 Siyasetçilerin, liderlerin kendi vatandaşlarına söyledikleri bu tür yalanlar, ülke içersindeki politik ve sosyal hayatı yozlaştırmaya başlar.Çünkü siz bu yalanı istediğiniz kadar tekrar edin elinizdeki medya gücü ile bunu devamlı yayın , bunun iktidarlara hiç faydası olmaz.
Bu yöntem belki Hitler Almanya’sında işe yaramış olabilir,ama  sosyal medyanın bu kadar geliştiği bir dünya da artık bunun bir faydası  olmuyor.
40 yaş altı kuşak dünyayı ve de Türkiye’yi sosyal medyadan takip ediyor.
Bu nedenle devamlı olarak gerçekleri çarpıtmak siyasi iktidarlara bir yarar sağlamıyor.Tam aksine gerçekleri çarpıtmak,  yalan söylemek, bu gün ülkemizde olduğu gibi, çok yaygınlaşırsa bu durum halkın demokrasiye olan inancını kaybetmesine ve istenmeyen bir şekilde anti demokratik yönetimlere heveslenmesine yol açar.
Yalan söyleyen siyasetçiler, liderler belki günü kurtarabilirler ama sonunda bu sistem çöktüğü zaman  altında kendileri kalırlar.
Dürüst hiçbir ekonomist, ülke ekonomisinin iyiye gittiğini söyleyemezken, ithalat rakamlarında ki artışı saklayarak sadece ihracat rakamlarındaki artışı başarı olarak sunulursa, aynen iktidar mensuplarının olduğu gibi   alay konusu olunulur.
Muhalif bir adayın röportajının yayınlanmasını  istediğiniz kadar yasaklayın, yandaşınız Tvlerde bunların yayınlanmasını sorun edinin,bu haberin sosyal medyada yayılmasını durduramayacağınız için bunun doğuracağı  menfi etki, röportaj yayınlansaydı yaratacağı etkiden çok daha fazla olur.
Artık iktidarın sonun geldiği, bir hukuk ayıbı olan, gizli oy açık sayım kuralını ihlal eden   ilçe seçim kurulları önünde TBMM de grubu olmayan parti adaylarının  100.000 imza toplama skandalı, imzacılara yönelik, FETO’cu soruşturması yapılsın tehdidine  rağmen etki yaratmadı, hatta ters tepti 100.000 ler ilk günden ilçe seçim kurullarına koşmasından belli oldu, ki bu koşanlara kumanya yoktu, yevmiye yoktu, bedava taşıma yoktu,  bu kişilerde sadece  AKP iktidarından kurtulma arzusu vardı.
Bütün bunlar gösteriyor ki, yalan propaganda, hayali yurt içi ve dışı düşman yaratmalar artık etkili olmuyor.
Kendi çocuklarını askere göndermeyenlerin üstlerine asker parkası giyip şov yapmaları aynı konu da muhalefet liderlerine çamur atmaları da artık etkili olmuyor. Demek ki; yalan, tehdit artık Türk toplumunu  etkilemiyor
Totaliter rejimler, tek adam rejimleri her zaman bir düşmana ihtiyaç duyarlar. Örneğin Sovyetler muhaliflerini “sınıf düşmanı” olarak damgalardı. Tayyip Erdoğan ve yandaşları da tüm muhaliflerini, bir zamanlar kucak kucağa olduğu, FETO’cu olmakla itham ediyorlar.
Bana göre Tayyip Bey’in karşısında aday olanların, demokrasiye aşık bu ülke evlatlarına karşı bir borçları vardır. O da “devri sabık” yaratıp, 16 senenin bütün yolsuzluklarının hesabını, bağımsız ve tarafsız bir yargı önünde  soracaklarını ilan etmeli ve bunu da muhakkak yerine getirmelidirler.
Nitekim, Yalova mitinginde Muharrem İnce bunu söyledi.
Bu söylediğini  yaparsa Türk demokrasisine en büyük hizmeti yapmış olur. İnsanların kendisine kayık alamadığı bir düzende nasıl gemicik sahibi olunduğu gerçeğini halka göstermiş olur.
Tabii bunu bütün diğer adaylarında dile getirmesi lazım.
Böyle yaparlarsa  çalanın  çaldığının yanında kar kalmadığını halka gösterirler.

  

2 Mayıs 2018 Çarşamba

TEK ADAM REJİMİ



Demokrasi ortaya sadece bir sandık konulduğu zaman gerçekleşmez. Demokrasi bir kültür meselesidir, onu içine sindirebilmek meselesidir.
Hepimiz daima parti genel başkanlarının mütehakkim tutumlarından rahatsız oluruz.
Türkiye’de demokrasinin yeşermesini, kök salmasını toplumu rahatlatmasını istiyorsak, önce demokrasiyi mensubu olduğumuz partilerin içinde sağlamalıyız.
Bugün muhalefet partileri haklı olarak Türkiye’de tek adam rejimi olduğunu söyleyip duruyorlar. Tabii tek adam rejimi sadece ülke de, AKP’de  değil, özellikle ana muhalefet partisinde de tek adam rejimi söz konusu.
Ekmelettin İhsanoğlu deneyi yaşamış bir partinin Cumhurbaşkanı adayını belirlerken, aday belirleme yöntemi konusunda,   çok dikkatli olması gerekirdi.
Cumhurbaşkanı adayı belirlemek çok ciddi bir iştir.İmkan olsa da bu konu Kurultay da tartışılabilseydi, en azından seçim yöntemini Kurultay belirleseydi. Hatta tüm partililer belirleyebilseydi.
Nitekim 2011'de yapılan Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday belirlemek üzere Fransız Sosyalist Parti üyeleri 20 Ekim 2011'de sandık başına gittiler. Oylamaya 3 milyon üye katıldı. Aday adayları arasından François Hollande oyların % 56'sını alarak başkan adayı odu ve daha sonra Fransa Cumhurbaşkanı seçildi.
 Keşke Cumhuriyet Halk Partisi de adayını bu yöntemle belirleseydi de Türkiye’ye demokrasi dersi verebilseydi, ama maalesef böyle yapılmadığı gibi, ne  Kurultay ne de ondan  sonra en yetkili kurul olan Parti Meclisi adayı veya aday belirleme yöntemini tespit etmedi.
Her ne kadar uyum yasaları saçma sapan bir kural getirerek, Cumhurbaşkanı adayını belirlemek yetkisini Partilerin Türkiye Büyük Millet Meclis Gruplarına vermiş ise de  tabii bu durum Kurultayın ya da Parti Meclisinin Türkiye Büyük Millet Meclis Grubuna telkinde bulunmasına engel değildir.Bu yapılabilinirdi. Ama maalesef Cumhurbaşkanı adayını belirleme yetkisi Genel Başkanın şahsına  verildi.
O da Cumhurbaşkanı adayını açıklamayı son güne bıraktı.
Aday, Ekmelettin İhsanoğlu olayında olduğu gibi gene Cumhuriyet Halk Partililerin içlerine sindiremedikleri bir aday olursa ne meclis grubundan, ne Parti Meclisi üyelerinden Milletvekili listeleri belli oluncaya kadar hiçbir aykırı ses çıkmayacaktır. Bu sessiz kalan arkadaşlar, listeler belli olup da , listede olmadıklarını görünce isyan edeceklerdir.
O zaman doğruları haykıracaklardır. Sayın Kemal Anadol’un muhteşem bir milletvekili tarifi var.”İstisnaları olmakla beraber, doğruları ‘eski’ olduğu zaman söyleyen insana milletvekili denir”  diye.
İşte bu arkadaşlarımız o zaman yapılanın yani Cumhurbaşkanı adayını tek adamın seçmesinin ne kadar yanlış olduğunu haykıracaklardır. Ama doğruyu “eski milletvekili” olduğu zaman söyleyeceklerdir.
Tek adamlığa karşı çıkıyorsak, devleti de, partiyi de tek adamın yönetmesine karşı çıkmamız gerekmektedir.
Demokratik kurallar geçerli olacaksa, bunu sadece karşısında bulunduğumuz partilerden beklemek yanlışların en büyüğü olur. Kendimiz de demokrasi kurallarına bağlı olmak, çok sesliliği içimize sindirmek zorundayız.
Anayasamızda her ne kadar “Siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vaz geçilmez unsurudur” diyorsa da o, Anayasamızda sadece şiirsel bir ifadedir, o kadar. Aslında biz tek adam rejimini  çok severiz.