28 Nisan 2017 Cuma

BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK


Bu hafta içinde gene bir kararnameyle binlerce polis açığa alındı, bunların bir kısmı da tutuklandı.
Olağanüstü Hal dönemlerinde yönetimin eylem ve işlemlerinin yargısal denetimden bağışık tutulması ilkesi kabul edilemez.
Hukuk devletinde herkes, meşru yol ve vasıtalardan yararlanarak yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak tüm haklarını kullana bilirler.
Bunun tersi olduğu zaman hukuk devleti ilkesi sözde ve kağıtta kalır.
Bir devlete hukuk devleti diyebilmek için anayasasında hukuk devleti yazması tek başına yeterli değildir. Hangi devlet kişiye, yurttaşlarına tüm temel hak ve özgürlükleri tanır ve tanımakla da kalmaz bunlara saygı gösterir ve adil bir hukuk düzeni kurarsa o devlet bir hukuk devletidir.
İdare edenler, görevleri gereği  idari işlem ve eylemler yaparlar. Hukuk devletinde bu eylem ve işlemlerin hukuka, yasalara uygun olması zorunludur.
Adli yargı, iki yan yani davalı ve davacı arasında ortaya çıkan uyuşmazlıkların hak ve çağdaş adalet kurallarına uyarak çözümünü ve böylece haksızlıkların ve varsa zararların giderilmesini sağlar.
İdari yargıda  ise durum başkadır. İdari yargı denetimi, idari işlem ve eylemi yapan yetkililerin yasaların kendilerine tanıdığı yetkileri aşıp aşmadıklarını, yasaların dışına çıkarak kişisel görüşlerine göre uygulama yapıp yapmadıklarını, böylece görevlerini kötüye kullanıp kullanmadıklarını araştır. İdarecilerin, hukuka, yasalara aykırı eylem ve işlem yapmaları durumunda, İdari yargı,idare hukuku kuralları gereği  bunları yetki, biçim, neden, konu ve amaç  yönlerinden denetleyerek aykırılığı tespit ederse dava konusu eylem ve işlemi iptal eder, yani işlemi tümden kaldırır ve bu kararı yok sayar. Bu iptal, sakat işlem ve eylemin yapıldığı güne kadar geriye işler ve iptal edilen hukuka aykırı, sakat işlemle değiştirilmiş bulunan yeni durumu da düzeltir. Böylece yargısal denetim, yöneticileri yasalara uygun eylem ve davranışlarda bulunmaya zorlar. 
Ancak Anayasanın 148. Maddesinin 1. Fıkrası, olağanüstü hal durumunda çıkartılan kanun hükmünde kararnamelerin yargısal denetiminin yollarını kapatmıştır.
Durum böyle olunca bu dönemde Kanun Hükmüne Kararnamelerle işlerine son verilen kamu görevlilerine yönelik hak arama özgürlüğü ortadan kaldırılmıştır. Bu bir hukuk devletinde olmaması gereken bir durumdur.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir kararında, İdare, kamu görevlileriyle ilgili olarak, “yargısal denetime tabii olmayan kanun maddelerine eklenmek suretiyle,  mahkemeye erişimi kısıtlama imkanı vererek  KÖTÜYE KULLANIMLARIN YOLUNU AÇACAKTIR.” demiştir.
Aslında 1991 yılında Anayasa Mahkemesi, Kanun Hükmünde Kararnamelerin esasına girerek Olağanüstü Hal ile ilgili olmayan kısımları iptal etmişti. Tabii o zamanlar hukuk güvenliği ve hakim teminatı vardı, hakimler korkmadan kararlar verebiliyorlardı. Bugün şartlar değişti böyle bir karar beklemek mümkün değildir. Nitekim  Anayasa Mahkemesi 1991 tarihli kararların tam aksine, Yüksek Seçim Kurulu da 298 sayılı Kanunun emredici hükmlerine aykırı kararlar vermişlerdir.
Bunlar maalesef  bizdeki yargının  siyasal iklimden etkilendiğinin açık göstergeleridir.
Bu polislerin açığa alınması işlerinden uzaklaştırılabilmesi için Anayasa’nın 129, Devlet Memurları Kanunun 130. Maddesinde yer alan “memur hakkında soruşturma açılmadan ve savunması alınmadan herhangi bir ceza verilemez” hükmü göz ardı edilemez. Böyle işlem tesisi tam kanunsuzluk hali olup hukuk bunu himaye etmez.
Bu işlemler bize 12 Eylül döneminin meşhur 1402 Sayılı Sıkıyönetim kanununa dayanarak tesis edilen işlemleri hatırlattı. Bu nedenle de yazımın başlığını “ Biz Bu Filmi Görmüştük” koydum.


    










24 Nisan 2017 Pazartesi

ELEŞTİRİNCE KIZIYORSUNUZ



Benim bildiğim, siyasi arenada  "berabere kalmak" gibi bir durum yoktur.
Maç ya kazanılır, ya kaybedilir...
Örneğin, iktidar olmak iddiasıyla seçime giren parti bu hedefe ulaşamamış ise, "maçı" kaybetmiş demektir.
16 Nisan referandumu da bunun gibi..
Tek adam olmak, yani diktatörleşmek isteyen bir rakibi halka doğru anlatamayanlar aynaya bakıp kabahati kendilerinde arayacaklar.
Baykal, Feyzioğlu MHP’Lİ muhalifler referandum sürecinde hamasetten uzak, sadece anayasa değişiklik teklifindeki tehlikeleri işaret ettiler. Diğerleri hamaset yapmayı siyaset yapmak zannettiler, o zamanda ancak bu kadar oldu.
Hele o 15 Temmuz kalkışmasını “kontrollü darbe” olarak nitelemek bence yanlışların en büyüğü idi.
Bunu yaparak Tayyip Bey’in ekmeğine yağ sürdünüz.
15 Temmuz kontrollü bir darbe idiyse o zaman  Yeni Kapı mitinginde ne işiniz vardı? FETO çetesini devletin başına bela eden Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı değil miydi?
Bunu o zaman hiç dile getirmeyeceksin, ama şimdi kontrollü darbeden söz edeceksin.
Kimse kızıp, alınmasın o yüzde 48 oy Baykal,  Feyzioğlu ve MHP’li muhaliflerin çabalarıyla yakalanmıştır. Zira onlar olayı halka doğru anlatmışlardır.
Ama bakıyorum ki, CHP yetkilileri sanki kendi çabalarıyla  zafer kazanılmış havasındalar.
Oysa, amaç anayasa değişikliklerinin reddedilmesini sağlamaktı. Bu hedef gerçekleştirilemediğine göre, ortada Cumhuriyet Halk Partisi adına bir zafer değil, yenilmişlik durumu vardır.
Bunu gözden kaçırmak amacıyla, kampanya döneminin eşitsiz koşullarda yürütüldüğünü, oylama günü yaşanan hukuksuzlukları ve şaibeli durumları anlatıp duruyorlar. Bütün söyledikleri doğru. 
Ancak, iktidarın kampanyayı sınırsız ve kaynağı belirsiz paralarla ne şekilde yürüteceğini görmek için referandumu beklemeleri mi gerekiyordu? Perşembe'nin geleceği Çarşamba'dan belli değil miydi?
Cumhurbaşkanlığı seçiminde ve 2015'deki genel seçimlerde de aynı durum vardı. O zaman ve aradan geçen sürede caydırıcı ve engelleyici tedbirler alamayanların şimdi şikâyete hakları olur mu?
Referandum günü yapılması muhtemel hukuksuzları önceden görerek ona göre önlemler almak da CHP'nin görevi değil miydi?
Oy pusulaları arkasında veya zarflarda  sandık kurulu mührünün var olup olmadığını daha oylama başlamadan kontrol edip, yok ise bu eksikliği ikaz edip tamamlatmak,o sandıklarda  görevli CHP’li müşahitlerin görevi değil miydi?
Tek adam olmayı hedefleyen bir zihniyetin, her türlü sandık başı hukuksuzluğunu yapacağını öngöremediniz mi?
Cumhurbaşkanı ile çay toplamaya gitmeyi içine sindiren bir YSK Başkanı’nın yansız davranamayacağını da mı öngöremediniz? 
İktidar sahiplerinin yaptığı baskı yöntemlerini referandum sürecinde de devam ettirecekleri gerçeğini göremediniz mi?
Yanlışlığı doğruluğu ayrıca tartışılacak olan sine i millete dönme konusunu MYK da tartışıyorsunuz, bir genel başkan yardımcısı bunu kamuoyuna açıkladıktan bir saat sonra hakkı ve haddi olmayan bir grup başkan vekili partiyi kamuoyu önünde küçük düşürdüğünü hiç düşünmeden tam aksi yönde bir açıklama yapıyor. Partinin inanırlılığına gölge düşürüyor.
Şimdi de laf üretmeye devam ederek referandum sürecindeki kendi yanlışlarınızın, eksikliklerinizin üstünü örtmeye   çalışıyorsunuz.
Kamuoyu sizden vahim gidişi durduracak ve geri çevirecek etkili muhalefet bekliyor
Halk, referandumda yapılan oy hırsızlığına tepki olarak,   Anayasanın 34. Maddesinin kendilerine tanıdığı “silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri”  yapma  hakkını kullanarak oylarına sahip çıkıyor, siz bunun içinde olmayacağınızı söyleyerek,  o insanları oy hırsızlarına   karşı yalnız bırakıyorsunuz.
Eleştirince kızıyorsunuz ama  kızmayın, kızmayın da gereğini yapın.


21 Nisan 2017 Cuma

HUKUKU KATLETTİNİZ.


Yüksek Seçim Kurulu CHP ve diğer vatandaşların referandumla ilgili yaptıkları itirazları reddetti.
İtirazların ağırlıklı bölümü, sandık kurulunun mührünü taşımayan oy pusulaları ve zarfların yasaya aykırı olarak geçerli sayılmasıydı.
298 Sayılı yassının 77. Maddesinin 4. fıkrasında “sandığın, birleşik oy pusulalarının ve zarflarının kurulca mühürlenmesini” Sandığın açılması ve zarfların sayımı başlıklı 98. Maddesinin 4. Fıkrasında “… üzerinde ilçe seçim kurulu ve sandık kurulu mührü bulunmayan…..zarflar geçersiz sayılır” Geçerli Olmayan oy pusulaları başlıklı 101. Maddesinin 3 nolu bendinde “arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan” oy pusulalarının geçerli olmadığına amirdir.
Bu belirttiğimiz üç yasa maddesi de emredici hukuk kurallarıdır. Yani bunlar,uygulayıcılar tarafından  uyulmaları zorunlu olan hukuk kurallarıdır. Bunlara aykırı hareket edilemez.Uygulayıcıların bunları yorumlamak hakları da yoktur.
O nedenle Yüksek Seçim Kurulu’nun bakacağı tek şey zarfların ve oy pusulalarının yasada geçerlilik için belirtilen mühürleri taşıyıp taşımadıklarıdır.
Yasada belirtilen mühürler, oy pusulalarının veya zarfların üzerinde yok ise bu oy pusulalarını ve zarfları geçersiz saymak zorundadır.
Bunun dışında yorum yoluyla oyları ve zarfları geçerli saymak hakkı yoktur.
Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 06.02. 2014 tarih ve 2013/3912 Sayılı Bireysel Başvuru Kararında, meslek odalarının seçimlerinde dahi mühürsüz oy pusulalarının geçersiz sayılacağına karar vermiştir.
Geçersiz sayılması gereken oy pusulalarını ve zarfları geçerli saymak, bu emredici hukuk kurallarını koyan yasama organının iradesinin üstüne çıkmak ve ayrıca da yasa hükümlerinin Anayasaya uygunluk denetimini yaparak Anayasa Mahkemesi’nin de yerine geçmek anlamına gelir ki buda Yüksek seçim Kurulu üyelerinin ne hakkıdır ve ne de haddi.
  298 Sayılı yasaya bu emredici hukuk kurallarının konuş nedeni seçimlerin dürüstlüğüne gölge düşürmemektir.
Yüksek Seçim Kurulu bu haksız ve hadsiz kararıyla 80 yıldır hiçbir seçim şaibesi  yaşanmayan ülkemizin seçim dürüstlüğüne  leke düşürmüştür.
  Sadece leke düşürmekle kalmamış devlet tarafından referandumu gözlemlemek için davet edilen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın, bütün batının “Golden Standard” Altın Ölçüt olarak kabul ettiği Gözlem Heyeti’nin Haziran  ayında çıkacak nihai raporunu beklemek  zorunda bırakmıştır. Zira Heyetin  ön raporu maalesef çok iç açıcı değildir. Raporda referandum sürecinde yapılan bir çok işlemin  Kopenhag Belgesine aykırı düştüğünü vurgulanmıştır.
Günümüzde hukuk ihlallerini eli silahlı kişi ve kurumlar değil hukuka aykırı kararlarıyla hâkimler yapıyorlar.
Oylama devam ederken önce, oy pusulalarına mühür basılmamış olmasını oyların geçersiz sayılmasını “oylamada sahte  oy pusulasını engellemek için” olduğuna 559 sayılı kararında yer verdikten 2 saat sonra, kendisiyle çelişen ve   kanunun amir hükmüne aykırı olarak verdiği karar sebebiyle, kanunen mühürsüz oy pusulası kullanıldığına dair tutulması gereken tutanakları tutturmayarak, böylece delillerin yok edilmesine sebep olmuştur.
Yüksek Seçim Kurulu başından itibaren, hukuku çiğnemiş ve katletmiştir.
Anayasa,seçimlerin yargı denetimi altında yapılacağına amirdir ama, anayasalar her soruna çözüm getiren sihirli reçeteler değildirler. Dünyanın en güzel kurallarını da koysanız, bu anayasaları uygulayacak insanlar aynen Yüksek Seçim Kurulu gibi anayasayı ve kanunun  amir hükmünü çiğneyebilirler, hukuku katledebilirler ve böylece konan o güzel kuralların bir hükmü kalmaz.














.



17 Nisan 2017 Pazartesi

ŞAİBELİ REFERANDUM


16 Nisan referandumu sonuçlandı, çok az bir oy farkıyla iktidarın getirdiği anayasa değişikliği referandumdan geçti.
Ancak bu referandum Yüksek Seçim Kurulunun kararları ile şaibeli hale getirilmiştir.
298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 77. Maddesinin 4. Fıkrasında “…ilçe seçim kurulu Başkanlığı mührünü taşıyan özel zarfları sayar, her birinin üzerine sandık kurulu mührünü basar, böylece üzerinde biri ilçe seçim kurulunun, diğeri sandık kurulunun  mühürleri bulunan çift mühürlü özel zarfların  sayısını tespit eder “ demektedir.
Yani seçmene verilecek ve seçmeninde oyunu kullandıktan sonra oy sandığına atacağı zarfların geçerli olması için bu iki mührü de taşıması gerekirdi.
Ancak bir çok ilde seçmene verilen oy pusulaları ve zarflarlarının bu yasal gereğe uymadığının  ortaya çıkması üzerine, Yüksek Seçim Kurulu kendisini yasa koyucunun yerine koyarak, bu zarf ve oy pusulalarının dışarıdan getirildiği ispat edilmedikçe geçerli olduğuna karar vermiştir.
Kanunun 77. Maddesinde sayılan durumlar seçim güvenliğini temin için getirilmiş şekil kurallarıdır.
Yüksek Seçim Kurulunun yasanın bu amir hükmünü kendisine göre yorumlayarak değiştirmek hakkı yoktur.
Yüksek Seçim Kurulu, çok yüksek oranda seçmen katılımıyla gerçekleşmiş bu referandumu kanunu amir hükmüne aykırı olarak aldığı bir kararla ve kendisini kanun koyucunun yerine koyarak maddeyi değiştirmişçesine hareket ederek referandum sonucunu şaibeli hale getirmiştir.
Yüksek Seçim Kurulu açıkça kanuna aykırı bu kararını “geçmişte de böyle oldu” şeklinde hukuki olmayan bir cevapla savunmuştur.
Yani evvelce böyle bir hukuki hata yapılmış olmasını bugünkü hukuk ihlaline gerekçe olarak göstermiştir.
Hukukun geçmişte ihlal edilmiş olması bugünde ihlal edilmesinin gerekçesi olamaz.
Bu mantık bir spor müsabakasında da evvelce yapılmış hakem hatalarını örnek göstererek, oyun kurallarının değiştirilmesine benziyor.
Yüksek seçim kurulu, seçimlerin yasalara uygun güvenli bir şekilde yapılmasını temin ile mükelleftir. Yüksek Seçim Kurulu da bu gerekçeyle, kanunlara uygun kararlar alarak bunları ilan etmektedir.
Nitekim referandum sürecinden evvel oy pusulalarının ve oy pusulalarının içine konacağı zarfların nasıl düzenlenerek sandık başına gelen seçmene verileceğini ilan etmektedir. Bu aşamada mühürsüz zarfların geçersiz olabileceği hiç açıklanmamıştır. Tam aksine bunların geçersizliği anlatılmışsa da sonradan AKP li Yüksek Seçim Kurulu üyesinin talebiyle kanuna aykırı bir karar vermiştir.
Kendisi yasaları çiğnemekte bir sakınca görmeyen bir kurul seçim güvenliğini nasıl sağlayacaktır.
Ülkede yaşanan son hukuksuzluklar ve Yüksek Seçim Kurulu’nun bu kararı artık yargıya olan güveni iyice sarsmıştır.
Türkiye bugün artık seçim güvenliğinin kalmadığı ve bunun Yüksek Seçim Kurulu eliyle yapıldığı bir ülke haline gelmiştir.
Modern çağda hukuksuzlukları eli silahlı zorbalar değil, makam ve yetki sahipleri yapıyorlar.
Yüksek Seçim kurulu bir milyondan fazla oyu geçersiz sayması gerekirken bunu yapmayarak açıkça hukuksuzluk yapmış ve referandum sonuçlarını şaibeli hale getirmiştir.
Bu karar akıllara, hoşlanılmayan kararı veren savcı ve hakimlerin açığa alınmasını getirmiştir.
Yüksek seçim kurulunun üyeleri de “Ne olur ne olmaz, bizim başımız da derde girer” diye mi korkarak, çok temiz cereyan eden bir referandumu şaibeli hale getirmişlerdir?
Ne gerekçeyle olursa olsun, unutulmasın ki bilerek ve isteyerek hukuka aykırı karar veren hâkimleri sonunda  tarih ve vicdanlar mahkum ediyor.

   


14 Nisan 2017 Cuma

TAYYİP BEY VE BATI


İktidara  muhalif bazı yorumcular bir süredir Cumhurbaşkanı  Recep Tayyip Erdoğan'nin ABD ve özellikle Avrupa ülkeleri tarafından artık hiç sevilmediğini ve hatta "üzerinin çizildiğini" anlatıyorlar.
Haklılar, özellikle Hollanda ve Almanya ile yaşanan son gerilimden sonra, CB'nın itibarını neredeyse tümüyle yitirdiği bir gerçek.
Ancak, yorumcuların gözden kaçırdıkları bir husus var: "Sevgi" uluslararası ilişkilerde geçerliliği olan bir kavram değildir. ABD-İngiltere münasebetleri gibi çok istisnai birkaç örnek dışarıda tutulursa, uluslararası ilişkilerde belirleyici olan kavram "ulusal çıkar"dır.
ABD ve Avrupalılar da, çıkarları öyle gerektirirse, hiç sevmedikleri, otoriter ve anti-demokratik buldukları yabancı liderlerle yaşamasını bilirler.
Bütün tehditlerine, sert sözlerine rağmen, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ABD'nin ve Avrupa ülkelerinin hiçbir çıkarına kayda değer bir zarar vermiş değil. Tam aksine, gayet uyumlu davranıyor..
Tehditlerin, sert sözlerin hepsi boşlukta duruyor. Bu konuda çok sayıda örnek var. 
Örneğin;  Menbiç ve Rakka’ya  gidilecekti, ABD dışişleri bakanı gelmeden Fırat Kalkanı aniden sonlandırıldı...Cumhurbaşkanı referandum çalışması için Almanya'ya gidebileceğini söyledi. Almanya'dan tepki gelince vazgeçti.Bir daha ağzına bile almadı.
En son tehdit olarak Kerkük'e: "İndirin o bayrağı. Yoksa bedeli ağır olur".diye haykırdı, Barzani Kerkük'ü göz göre göre yuttu. Ses çıkmadı. Üstelik, Barzani de  Türkiye'de layık olmadığı şekilde ağırlandı, o bayrak maalesef Ankara'da dalgalandırıldı. Şimdi o kuru sıkı tehdide kim inanır.
Yorumcuların "üzerinin çizildiği" saptaması, ABD'nin ve etkili Avrupa ülkelerinin Cumhurbaşkanı'nı iktidardan düşürecek girişimler yapacakları beklentisini yansıtıyor ise, bu, hiç olmazsa şimdilik, haklı bir beklenti gibi görünmüyor. Böyle olsa bile buna hep beraber karşı çıkılması gerekir.Ülke bizim, sevelim ya da sevmeyelim Cumhurbaşkanı bizim.
Söz konusu ülkelerin Cumhurbaşkanı'nı gerek Türkiye'de, gerekse uluslararası alanda çok sıkıntıya sokacak bilgi ve belgeler ele geçirdikleri,  biriktirdikleri ve bunları uygun görecekleri zamanda kullanabilecekleri genellikle kabul edilen görüş.
Ancak, o "uygun zaman" batı açısından  henüz gelmedi...
Bölge ve Türkiye üzerindeki projelerini, 16 Nisan'da durumunu iyice pekiştirmesini diledikleri bir tek adam üzerinden gerçekleştirmeyi hayal ederken, "at değiştirmelerinin" bir anlamı yok. 
Trump yönetiminin Türkiye'deki anti-demokratik gelişmeler karşısında sessiz kalmasının, PYD/YPG ile sürdüreceği Rakka operasyonunu 16 Nisan sonrasına ertelemesinin; Almanya'nın ağır nazi benzetmesine sert tepki vermemesinin sebebi budur.
Projelerin ne olduğunu da saklamıyorlar. 
Özetle, Suriye'nin kuzeyinde oluşturulan "Kürt devletçiği" ile iyi ilişkiler tesisi -ki bunu zaten başdanışman İlnur. Çevik "Barzanileşmeleri" koşuluna bağlayarak kabul etti- ve PKK ile müzakerelere yeniden başlanması yani, sonuçta Güneydoğu Anadolu'ya bir tür özerklik verilmesi. Bunlara Kıbrıs'ı ve Ege sorunlarını da ekleyebiliriz. 
Diğer taraftan, AB ülkeleri, Türkiye'nin üyeliği konusunun artık tümüyle gündemden düşmesinden hiç rahatsız değiller. AB çevrelerinde, "Türkiye ile münasebetlerimizi artık bir 'iş ilişkisi' gibi sürdürürüz, ekonomiyi, ticareti, sığınmacıları vb konuşuruz, o kadar" havası hakim.
E, bizim iktidar daha doğru bir ifadeyle Tayyip Erdoğan AB'ne ve tabii genel olarak "Batı'ya" çıkar muhasebesi sonucu değil, ideolojik nedenlerle karşı.
Velhasıl, tablo çok net.



10 Nisan 2017 Pazartesi

AMERİKA NE DERSE O

Başından beri 16 Nisan da referanduma sunulacak Anayasa taslağının Türkiye’de kaleme alınmadığı söyleniyordu. Artık bu gün gibi aşikâr hale geldi.

Tayyip Erdoğan’ın bize özel dediği, Anayasa hukukçularının Başkacı rejim dedikleri, Başkanın/Cumhurbaşkanının tüm siyasi hayatı kendi tekeline aldığı rejim aslında Amerikalıların Türkiye’ye biçtikleri modelmiş.

Son günlerde sosyal medyada CİA görevlisi Paul Bernard Henze 2006 yılında ABD Başkanı George W. Bush’a sunduğu ve bugüne kadar da yalanlanmayan Türkiye hakkındaki raporunda “ Türkiye’nin bu şekliyle ABD Politikalarının yanında bulunacağından emin bulunamayız… Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar… Hükümeti ikna ettiğimizde meclis, meclisi ikna ettiğimizde ordu, orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza çıkıyor. Eğer ABD çıkarları, Türkiye’de federal devlet kurulmasını gerektiriyorsa; mutlaka yargı, ordu, meclis ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir…
Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten çok daha kolay olacaktır… Eğer o kişi ABD çıkarlarına yardım etmek konusunda tereddüt ederse o yapıyı yıkmak ABD için sorun olmaz…” diye yazmış.
Demek ki Tayip bey’in “bize özel” dediği model, Henze’nin bize uygun görüp Bush’a raporunda belirttiği tek adam modeliymiş.
Görmedikleri, dolaysıyla okumadıkları bir anayasa değişiklik önerisine imza atan milletvekilleri bu rapor ortaya çıkınca acaba ne düşündüler, yüzleri kızardı mı? “Torunlarımıza nasıl bir gelecek hazırlamaya alet olmuşuz” diye hiç düşünmüşler midir?
Zannetmiyorum, okumadığı, görmediği bir şeyi imzalamayı içine sindirebilen bir milletvekili, zamanın da bir soru karşısında “Ben değil, parti büyüklerim bilir” diyen meczup takipçisinden daha mı iyi düşünebiliyorlardır dersiniz.
Bir insan ister bir ilkokul kaçkını meczuba körü körüne bağlı olsun, ister bir siyasi lidere, aralarında nitelik olarak zerrece fark yoktur.
Getirilmek istenen sistem, toplumun bir insana, partili Cumhurbaşkanına itaat etmesini, dışarıdan yönetilmesini sağlayacaktır.
Getirilmek istenen anayasal düzende kişinin hukuk güvenliği ortadan kalkacağı gibi ülke federal bir yapıya dönüştürülerek ülkenin bölünmesinin önü, Amerikalıların istediği gibi açılacaktır.
Önümüze konulan anayasa taslağı Türkiye’nin bölünmesinin kendi ulusal çıkarlarına uygun olduğunu iddia eden Amerikalıların kendi çıkarlarını hayata geçirebilmek için yapılması gerekenleri yansıtmaktadır.
 Onlar, milyonlarca insanın kanı ve gözyaşı pahasına  kendi ülkelerinin menfaatlerini kovalamaktadırlar.
Orta doğu coğrafyasının altı petrol ve doğalgaz zenginidir. Bu nedenle emperyalistler bu bölgede egemenlik sağlayarak bu zenginlikten en büyük payı elde etmek istemektedirler.
Irak, Suriye ve Türkiye’nin bölünmesi ve bu bölgede kukla bir devlet kurdurmak Amerika’nın bu petrol ve doğalgaza egemen olmak isteğinin bir sonucudur.
Bize düşen ise bu oyunu görüp bu oyuna gelmemektedir. Ülkelerin ne ezeli dostları ve ne de ebedi düşmanları vardır, ülkelerin menfaatleri vardır. Ülkeleri yönetenler kendi vatandaşlarının mutluluğu için ellerinden geleni yaparlar. Bu onların görevidir de.
Ama biz Amerika böyle istiyor diye kendi elimizle bu ülkeyi Amerika’nın çıkarlarına hizmet etmek için, yürütme, yasama ve yargı gücünü bir adamın eline vererek bölünmeye götürmemeliyiz. “Amerika ne derse o” dememek için referandum da HAYIR demeliyiz.

Ama eğer referandumdan “evet” çıkarsa, Tayyip Erdoğan partisinin dolayısıyla kendisinin siyasal gücü sayesinde istediği zaman ayrıca parlamentoyu da kullanabilecektir. 

7 Nisan 2017 Cuma

BU MU BAĞIMSIZ YARGI?

  
FETO’nun medya yapılanmasına ilişkin davada 21 sanığın tahliyesine karar veren İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi duruşma  heyeti ile duruşma Savcısı,  Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu  2. Dairesi tarafından geçici olarak görevlerinden uzaklaştırıldılar.
HSYK Başkanı Mehmet Yılmaz bu konuyla ilgili olarak “Tahliyelerin hukuka ve dosya kapsamına, delil durumuna uygun olmadığı, başka kasıtla bu kararların alındığı iddia olunduğu ve toplumda infial oluştuğu için soruşturma izni verildi” şeklinde basına açıklama yapmış.
Nedir toplumsal infial?  Prof. Dr Ersan Şen’in  makalesinde belirttiği gibi infial kavramı; hukuktan uzak, ahlaki ve etik değer taşıyan veya çoğunluğun ya da gücü elinde bulunduranın yönlendirme niteliğine haiz olduğu gibi, kötüye veya keyfi kullanıma açık bir durumdur.
25. Ağır Ceza Hakimlerinin açığa alınma gerekçesi olarak gösterilen toplumsal infial’i önleme safsatası tam bir KÖTÜYE KULLANIMDIR.
HSYK Başkan vekili Mehmet Yılmaz’ın , Dosyaya müfettişler el koymadan, delil durumunun uygun olmadığı, başka kasıtla karar alındığı iddiasıyla , hakimler ve duruşma savcısının açığa alındığı yolundaki açıklaması basında yer aldı.
Yargıçların, iktidar yanlısı  bir kısım gazeteci tarafından tehdit edilmesi nedeniyle HSYK’nın da bu tehditler üzerine tahliyeleri maksatlı olarak nitelemesinin hiçbir hukuki dayanağı olmadığı gibi tam bir keyfiliktir.
Bu gerekçe ile hakimleri ve duruşma savcısını açığa almak, gücü elinde bulunduranların hoşlanmadığı hiçbir kararın artık verilemeyeceğinin açık göstergesidir.
Bu mudur yargı bağımsızlığı?
Bu durum daha Cumhurbaşkanın HSYK üyelerini doğrudan ve parti genel başkanı olarak partisince atamasından evveldir.
Ya referandumdan evet çıkarsa, işte o zaman siz düşünün olacakları.
O zaman Hakimler ve Savcılar Kurulu iki üyesi Cumhurbaşkanı tarafından atanmış Adalet Bakanı eğer o toplantılara katılmaz ise onun yerine  müsteşarı katılacak diğer beş üyeyi Cumhurbaşkanı doğrudan seçiyor. Yani 12 üyenin 6 sı doğrudan Cumhurbaşkanınca, diğer 6 üyeyi ise Türkiye Büyük Millet Meclisi seçiyor. Cumhurbaşkanı aynı zamanda parti genel başkanı da olacağı için  bu kurulun tüm üyelerini kendisi seçiyor.
Yani iktidar partisinin bütün üyelerini tayin ettiği hakimler ve Savcılar kurulu ise bütün Hakim ve Savcıları tayin edecek ve bizde vatandaş olarak o yargıya sığınacağız öylemi?
Bugün bile  yandaş basının haberini gerçek gibi algılayan bir Hakimler Savcılar Kurulunun Anayasa referandumdan geçerse neler yapabileceğini düşünmek bile insanın içini karartıyor.
Müfettişler dosyayı incelemeden,hakimlerin ve savcının ifadesine başvurulmadan bu insanları açığa almak, tüm yargı mensuplarını korkutarak sindirme girişimidir.
Savcı ve Hakimlerin üzerinde baskı kurarak, korku yaratarak adalet dağıtılamaz. Adalet devletin temelidir. Adalet, Hakimler Savcılar yüksek Kurulunun son kararı gibi kararlarla ortadan kaldırılırsa sonunda devlet çöker.
        Her mahkeme kararı ideal hukuka varmak için eleştirilebilinmelidir ve eleştirilmelidir de, hiç şüphesiz  bu bir gereksinimdir.
Ama yargı mensupları hakkında gazete haberi üzerine, incelenmeden, irdelenmeden Hakimler ve Savcılar Yüksek kurulunun şimdi yaptığı gibi bir karar tesis etmesi yargının tümüne göz dağı vermektir.
Bir memleketin aydınları, türlü nedenlerle “yetmez ama evetçiler” gibi belli bir dönemde demokrasiye ihanet etmezlerse  orada totaliter bir idare asla kurulamaz. Bunun için hakimlerin ve gazetecilerin vazifelerini bir an dahi ihmal etmemeleri gerekir. Demokratik rejimin ilk ve asli koruyucusu nasıl orduysa, demokrasinin ilk savunucuları da hakimler ve gazetecilerdir.
Bu nedenlerle hakimler görevlerini yaparken sadece ve sadece vicdanlarının sesini dinlemek ve ona göre karar vermek  zorundadırlar.




   


3 Nisan 2017 Pazartesi

YALAN


Bilim adamlarına göre Yalan, herhangi bir kişi, topluluk veya kurumu, yanıltmak amacı güdülerek yapılan rol veya doğru olmayan  herhangi bir ifadedir.
Örneğin bilbordlara “Hem Cumhurbaşkanını ve hem de hükümeti seçeceksin” yazısı bunu tipik bir örneğidir.
16 Nisan referandumundan “Evet” çıkarsa artık hükümeti seçmek gibi bir şansımız kalmayacak.
Cumhurbaşkanı olarak kimi seçersek, her şeyin tek hakimi o olacak, Meclis dışından istediği her kişiyi, kimseye hesap vermek zorunluluğu, güven oyu alıp alamamak endişesi olmadan   bakan atayabilecek.
Bugün bakanlar kuruluna verilmiş tüm yetkileri Cumhurbaşkanı tek başına, meclis denetimi olmadan  kullanacak.
Bugün bakan dediğiniz kişilerin görevini seçmediğimiz, Cumhurbaşkanı tarafından atanmış,güven oyu almak endişesi olmayan kişiler yerine getirecek.
Ayrıca görevi devam eden TBMM’nin seçimlerini “yenilemek kararı almak” ile meclisi “feshetmek” arasında sonuçları itibariyle hiçbir fark yoktur.
Bunu elbette sıradan her vatandaşın anlayabilmesi mümkün değildir. O zaman gerçekleri, doğruları halka anlatmak,düşünce ve ifade özgürlüklerini kullanmalarına engel çıkartılmayan karşıt görüşteki siyasilerin ve basının  görevidir.
                Bu gerçek dışı beyanların , tek sebebi, Cumhurbaşkanı olan/olacak kişinin bütün idari otoriteyi kendi kişiliğinde birleştirmek arzusu taşıyan anayasanın referandumdan geçmesini temin etmektir.
  Dünya Anayasa literatüründe olmayan bir sistem bilerek ve isteyerek yanlış olarak var gibi gösterilmektedir. Zira hukuk ya da siyaset bilimi okumamış bir insan bunu bilmeyebilir. Ama hukuk tahsili yapmış milletvekillerinin buna sahip çıkmasını anlamak mümkün değildir.
Aslında onlar açısından anlamak mümkündür. Bir daha milletvekili olabilmek için   “Kral daima haklıdır” sözü ile ilgili bir ön kabulleri var demektir.
Siyasetçiler bizim ülkemizde maalesef bazen geçmişte yaptıklarını, söylediklerini ya unuttukları için ya da işlerine öyle geldiği için çok farklı olarak söylerler.
Bunun en çarpıcı örneğini geçtiğimiz cumartesi günü Diyarbakır’da yapılan mitingde yaşadık.
Anayasa değişikliği için EVET propagandası yapan Cumhurbaşkanı anayasaya aykırı olarak “Türk Milleti demediğini, millet dediğini” söyleyerek, Türk Milleti kavramını reddeder görünme çabasına girmiştir.
Bu ifade doğru bir ifade değildir. Zira Türk Ceza Kanunu’nun Türklüğe hakareti suç sayan 301 maddesinde değişiklik yapılırken, şimdiki Cumhurbaşkanı o günde yürütmenin başı Başbakandı ve gene çok etkin bir siyasi kişilikti.  30 Nisan 2008 de TBMM maddede değişikliği, Barolar Birliğinin 2007 yılında yaptığı öneriyi dikkate alarak, Türklük yerine, Türk Milletine hakaret edilmesini yasaklamak olarak değiştirilip, kabul  etmişti.
Bu nedenle geçtiğimiz Cumartesi günü Diyarbakır meydanında söylenen söz, ayrılıkçı, ya da Türk Milleti’nin bir üyesi olmayı reddeden, içine sindiremediği   varsayılan  topluluğu  yanıltmak amacı ile söylenmiş doğru olmayan   bir ifadedir.
Demokratik bir ülkede basın bunlar karşısında susarsa, egemenliğin tek ve gerçek sahibi Türk Milleti de doğru karar veremez.
Zira Medya çağdaş demokrasinin en önemli unsurlarından biridir. Bu nedenle de dördüncü kuvvet sayılır. Demokrasilerde  medyanın en önemli işlevi halkı tarafsız biçimde bilgilendirmek ve çeşitli alanlarda doğru tercihler yapmasına katkıda bulunmaktır. Yoksa ekonomik ve siyasal güç sahibi olan iktidar yalakalığı yapmak değildir.