27 Şubat 2013 Çarşamba

KEPAZELİK


   
Geçen günkü gazetelerde Anne sütü bankası kurulacağına dair haberler vardı.
Dünyanın  en iyi besin maddesinin anne sütü olduğu bilinen bir gerçek. Bunun bankasının  kurulması da çok da faydalı olabilir.
Ancak, süt bankasından alınan veya “süt anneden” emilen sütle beslenen çocuk ile, o sütün alındığı anne  arasında, doktorların söylediği kadarı ile  bir genetik bağ oluşmuyor
Bu nedenle tıbben bir sakınca yaratmayan bir konu hakkında mevzuat düzenlemesi yapılırken laik bir ülkede, Diyanet işleri Başkanlığından “fetva” istenmesi düşünülemez.
Diyanet İşleri  Başkanlığı’da  “süt bankası uygulamasına” prensip olarak bir sakıncası olmamasına rağmen, İslam dinin  “süt akrabalılığının getireceği evlilik yasaklarının ihlal edilmemesi için her türlü tedbirin alınması ve bu tedbirlerinin hassasiyetle uygulanması, şartıyla   onay vermiş.
Bütün dünya hukuklarında hem insan neslinin sağlığı ve  hem de ahlaki nedenlerle “Evlenme engelleri” getirilmiştir.
Bizim Medeni Kanunumuz da  129. Maddesinin 1. Fıkrasında da “üstsoy ile   altsoy arasında; kardeşler arasında;amca, dayı, hala ve teyze ile yeğenleri arasında,” evlenme yasağı getirilmiştir.
Bu yasak hem ahlaki nedenlerle ve hem de insan neslinin sağlığı korumak için getirilmiştir.
Bu sayılan engeller arasında “süt anneliği süt kardeşliği sayılmamıştır” demek ki, aynı verici annenin sütünü içmek bir genetik benzerlik yaratmamaktadır.
Eğer genetik, yani insan neslinin sağlığı için ve toplumun ahlak anlayışı açısından sorun yaratsaydı Medeni Kanun insanlık tarihi kadar eski olan bu “süt akrabalığını” da  evlenme engelleri içinde sayardı.
Medeni Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten buyana evlenme engeli sayılmayan bir konu, birilerinin aklına yeni gelmiş olacak ki,  “fetva alınma” zorunluluğu meydana çıkmış.
Aslında bu durum Tayyip Erdoğan hükümetine yakışıyor.
Tayyip Erdoğan deyimliydi? Yargıya “Sen bu konuda karar veremezsin Ulemadan fetva al” diyen.
İslam Dinince getirilmiş bu yasağa uymak din ve vicdan özgürlüğü açısından  bireysel bir haktır. İslam Dini kurallarını benimsemiş kişiler elbette “süt anneliği, süt kardeşliği” ile evlenme yasağının    bir din kuralı olup olmadığını öğrenip  ona göre davranabilirler.
Ama laik bir ülkede kamuya ait bir müessese  kurularken, bunun çalışma esaslarını din kurallarına dayandırmak  düşünülmez dahi.
Çünkü Laiklik Emre Kongar Hocanın tarifiyle “…  bir dizi hiyerarşik değerlerden, insana ne yapması ya da ne yapmaması gerektiğini emreden kurallardan değil, tek bir ilkeden oluşur:Devletin insanlara inançları konusunda baskı yapmaması ve başkalarının baskı yapmasını da önlemesi ilkesidir bu”
Herhangi bir vatandaş, “süt anneliği” konusu dahil yaşamını ilgilendiren konularda Diyanet İşler Başkanlığı’na baş vurarak, İslam Dini konusunda kafasındaki soru işareti yaratan hususlarda, dinin   ne gibi hükümler getirdiğini  sorup, ona göre davranabilir.
Bu onun din ve vicdan özgürlüğünden doğan en tabii hakkıdır.
Ama bu konu, yani  “süt  akrabalılığı” konusunun insanın nüfus kaydına yazılması laik bir ülkede hukuken düşünülemez.
İnsanlık nüfus belgelerinden, din ve mezhep hanelerinin çıkartılmasını tartışırken, bir de bu konun nüfus kayıtlarında  yer alması,  bir zorunluluktan değil, laikliğin içini boşaltmak arzusundan kaynaklanmaktadır..
Bu süt anneliği ve süt kardeşliğinin nüfus kaydına alınması, diğer dinler mensuplarıyla, hiçbir dini benimsemeyen insanlara, İslam Dini inancının devlet aracılığı ile empoze edilmesidir.
Bu anayasanın laiklik ilkesiyle bağdaşmaz.
Dikkat edin, bu laikliğin içini boşaltma manevrası  yine “cambaza bak” açık gözlüğü ile toplumun dikkatlerinin bebek katilinin açıklamalarına odaklandığı bir dönemde, sessiz, sedasız kotarılıyor. 
Anayasanın laiklik ilkesinin içi boşaltılmak üzere Laikliğin arkasından dolanılıyormuş, kimin umurunda,  ses çıkartmasınlar ki, malum çevreler sırtlarını sıvazlasın ve  “şimdi hem demokrat ve hem de ilerici oldunuz” desinler.
Aslında durum laik bir devlet açısından tam bir kepazelik.



  




24 Şubat 2013 Pazar

VAH TÜRKİYE’M VAH



Cumartesi günü BDP Milletvekillerinden oluşan üç kişilik heyet, kıyıcı bölücü PKK terör örgünün başı ile görüşüp, emir almak üzere, İmralı’ya gittiler.
Bu buluşma öncesi ve sonrasında yaşananlar, Türkiye açısından içler acısı bir durumdu.
Günlerdir doğrudan veya dolaylı olarak BDP’liler aracılığıyla, PKK tarafından kaçırılmış on altı kamu görevlisi ve uzman jandarma çavuşun serbest bırakılması için Terörist başından yardım dilenildi.
Elbette o insanlarımızın özgürlüklerine kavuşması hepimizin en büyük dileğiydi.
Ama bu özgürlüğü onlara vatandaşı ve görevlisi oldukları Türkiye Cumhuriyeti devletinin sağlaması gerekirdi.
Ama görün ki, asli görevi bu olan devlet bu insanların özgürlüğünü, Terör örgütünün başından dilenmek zorunda kalmıştır.
Terör örgütünün katil başı, bir lütufta bulunurcasına, PKK’nın elinde bulundurduğu bu insanları, terör faaliyetinden ötürü Devletin yakaladığı teröristlerle aynı kefeye koyup, “her iki tarafında elinde tutsaklar vardır” diyebilmekte ve bunların ilk etapta bazılarının serbest bırakılması talimatını verebilmektedir.
Sanki harp halinde esir değişimi yapılıyor.
Devletin elinde bulunan teröristler “Tutsak” değildir. Onlar terör suçlularıdır.
Tutsak iki devletin veya Birleşmiş Milletlerce tanınmış savaşan grupların insanları için kullanılabilinir.
Bu nasıl bir devlet anlayışıdır. Dünya’ya gösteri yapmak için İsrail’e “ONE MİNUTE” diyeceksin, Suriye’nin iç işlerine müdahil olacaksın fakat kendi vatandaşını koruyamadığın gibi kurtaramayacaksın da.
Adam pazarlık ediyor ve diğerlerinin de KCK tutuklularının serbest bırakılmasından sonra olacağını söylüyor.
Terör örgütünün başı mesaj yayınlıyor “tarihi bir dönemden geçiyoruz” , karşılıklı adımlar atılsın” diyor.
Zannedersin bağımsız bir devletin Cumhurbaşkanı.
Doğru hakikaten tarihi bir dönemden geçiyoruz. Bu devlet hiç bu kadar aşağılanmamıştı. Böyle bir dönem hiç yaşanmadı!
Anayasa uzlaşma komisyonunun bir aldatmaca olduğunu, anayasanın, Oslo’da, İmralı’da, Kandil’de kotarıldığını söylediğimiz zaman buna bir kısım şaşkınlar itiraz ediyorlardı.
İmralı’ya giden son üç kişilik BDP Milletvekili grubundan ikisi, o hani halkı aldattığınız, iç tüzükte karşılığı olmayan “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” üyeleridir.
Bunlar orada Terörist başıyla ne konuşacaklarını zannediyorsunuz. Anayasa talimatlarını alıp geleceklerdir.
Devleti bu kadar zillete uğrayan Başbakan, aynen anayasa konusunda yaptığı gibi parlamentoyu yok sayarak “ver Başkanlığı al özerkliği” davranışında yaptığı gibi, bırak TBMM’yi kendi partisinin milletvekillerini yok sayarak onların iradesine saygısızlık ederek, “Terör örgütünün ülkeyi terk etmesine izin vereceğini” söyleyebilmektedir.
Af mı ilan edildi, yoksa rejim değişti Padişahlık oldu da bizim haberimiz mi olmadı. Osmanlı Sultanları bile bu kadar fütursuz, başlarına buyruk değillerdi.
  Sadece Tayyip Erdoğan milletle dalga geçmiyor, BDP Eş başkanı Demirtaş’ta Türk milleti ile dalga geçmeye başladı.
Demirtaş “Bizimle anayasa konusunda konuşulmadı” demiştir.
Tayyip Bey ve şürekası haklı, İmralı’da, Oslo ve Kandil’de Demirtaş’ın patronlarıyla görüşüp Federal devlet anayasasın kotardıktan sonra, Demirtaş ile neyi görüşecekler.
O ve arkadaşları İmralı’nın verdiği talimatları aynen uygulamakla görevli şahıslar.
Gelinen noktada; bunca aydının, subayın niçin zindanlarda olduğu, en körlerin bile görebileceği kadar açık.
 Eğer böyle bir Anayasa değişikliğine,   Türkiye Büyük Millet Meclisi izin verirse meşruiyetini yitirir.
Hiçbir sayısal güce, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla, devletin temellerini tahrip etmek hakkı verilemez.
Bu süreci, bir barış süreci olarak niteleyip,  devletin temelleri bile tahrip ediliyor olsa, buna destek vermek lazımdır diyen sözde aydınlara bir çift sözüm var.
Bu milletin bağrından çıkmış yeni “Ali Kemallersiniz”
Bir kısım siyasetçi ve entelektüellerinin ihanetine uğramış güzel ve yalnız ülkem, vah Türkiye’m vah.
 
   

21 Şubat 2013 Perşembe

ASRIN İFTİRASI BALYOZ DAVASI



Balyoz davası denen “asrın İftirası”ndan iki yıldır tutuklu bulunan ve 18 yıl Ağır hapis cezasına çarptırılan  Deniz Kurmay Albay Bora Serdar’dan bir mektup aldım.
Sütunum yeterli olsa burada tümünü yayınlardım. Ama kendisinden ve okuyucularımdan özür dileyerek özetleyerek yayınlayacağım.
Bora Albay, adaletsizliğe tepkisini çok güzel anlatmış.
“Vicdanların tarih boyunca sorgulayacağı “Asrın  iftirası Balyoz Davası", soruşturma süresi dahil “3" yıldır tüm evrensel hukuk kurallarını  ihlal ederek büyük bir insanlık dramına neden olmaktadır.
2009 yılında düzenlendiği aşikar olan ancak 13" yılında yapılmış süsü verilen sahte “Balyoz Harekat Planı"na  istinaden açılan bu dava, Emniyet birimlerinin kaleme aldığı fezlekelerden yola çıkılarak hazırlanan temeli bozuk “3" iddianame üzerine inşa edilmiştir.
Üstelik, “3" yetkili kurumun, MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığının "Balyoz Harekat Planı  kapsamında elde edilen herhangi bir bilgi ve belge mevcut değildir" cevabı, soruşturma savcısının elinde mevcut iken.
Bu iddianameler, ihbar üzerine yapılan aramalar veya bir takım taşeron vatanseverlerin katkılanyla “3" farklı yerde, “3" farklı zamanda ve “3" farklı şekilde (İstanbul Bavulu, Gölcük Çuvalı ve Eskişehir Gömüsü), hukuka aykırı olarak elde edilen, düzmece “yalan dolan" dijital verilere istinaden tanzim edilmiştir.
Söz konusu sahte dijital veriler, dijital terörizmim icat ettiği en çirkin, hatta en şerefsiz “3" silahı (CD, Hard Disk ve Flash Disk) kullanılarak hizmete sunulmuştur.
Savcılığın hukuka aykırı  olarak TÜBİTAK' dan ismen talep ettiği bir bilirkişi ile yemin ve görevlendirme yazısı olmayan (itirazımız üzerine yetkisi olmadığı halde Mahkeme tarafından yemin  ettirilmiştir) iki bilirkişi olmak üzere, “3" uzman tarafından imzalanan skandal TUBITAK·1 Raporu, davanın “kalkanı" olarak kullanılmıştır.
Davanın seyrini değiştirebilecek “3" kritik kişinin, Aytaç YALMAN, Hilmi ÖZKÖK ve Orhan A YKUT'un savunma tanığı olarak vereceği beyanların   karara etkisi bulunmayacağı" gerekçesiyle reddedilmesi, adil yargılamayı engellemiştir.
Ancak, 16 Ocak tarihli Aydınlık gazetesinde,Bavulu Pala'dan aldık CD'leri Ankara'da ürettik" başlıklı haberde, Orhan A YKUT'un  ABD'li Senatör, Siyasetçi ve Emniyet “3"lüsüne dayalı olarak vermiş olduğu beyanlar, anılan  şahsın tanık  olarak dinlenmesi talebimizin ne kadar haklı ve yerinde olduğunu ortaya koymuştur.
Hükme esas gerekçeli kararla; yetersiz ve tarafsızlıktan uzak bir yöntemle hazırlandığı savıyla lehimize olan 30'u aşkın bilirkişi raporuna itibar edilmezken “3" kurumun (TÜBİTAK, Emniyet Genel Müdürlüğü ve TSK (Ahmet ERDOGAN Raporu)) bilirkişi/uzmanlarınca düzenlenen, çelişkili ve faraziyeye dayalı bilirkişi raporlarına  itimat edilmesi, bilimin inkar edildiğinin resmen itirafı olmuştur.
Balyoz harekatından ve boyutundan haberdar olduğumuz ve görev aldığımız gerekçeli  kararda ifade edilerek, “3" ayn kategoriye (lider, ikinci seviye lider ve diğerleri) bölünmemiz ve hiçbir somut olgu gösterilmeksizin "3" ayrı  ağır ceza paketine (20, 18 ve 16 yıl) serpiştirilmemiz, hukukun adaletten yoksun kaldığının en  büyük kanıtı olarak kayıt/ara geçmiştir.
“3" farklı gruba ayrılan delillerden ; farklı yerlerden elde edilen sahte dijital verilerin, suç unsuru içermeyen gerçek ve taranmış dijital belgelerle aynı ortamda bulunması ve birbiri ile uyumlu olması doğruluklarının  bir kanıtı  olarak kabul edilmiş ve suçun işlendiğine kesin kanaat getirilerek hukukta yepyeni bir çığır açılmıştır!
Esir olarak tutulmamızın altında  yatan tek gerçek, Cumhuriyet değerlerine gönülden bağlı ulusal çıkarları  inatla savunan ve Atatürkçü kimlikleri ile öne çıkan subaylar üzerinden kin, nefret ve intikam duygulan ile başta Deniz Kuvvetleri olmak üzere TSK'nın tasfiye edilerek itibarsızlaştırılmasıdır. Gerisi lafügüzaftır..” diye bitirmiş.
Bir insan için en ağır bedel, bulamadığı  adaleti arıyor olmaktır.
Ankara’da hakimler var diyeceğimiz günlere kavuşmak dileğiyle.









17 Şubat 2013 Pazar

CHP VE İLERİCİLİK


 CHP VE İLERİCİLİK

CHP’nin altı Ok’unun beş tanesi belli bir durumun saptanmasıdır. Bu oklardan altıncısı olan, Devrimcilik, durum saptamasının yanında, değişmeyi, yenileşmeyi de içinde barındırır.
Atatürk Devrimleri, emperyalizme, kurulu düzenin yanlışlıklarına, eşitsizliğe, gericiliğe, her türlü imtiyaza başkaldırıdır.
Atatürk devrimleri, toplumun üretim biçimini bir üst aşamaya geçirip, Türk toplumunu, dünya toplumları içinde, eşit bir konuma götürme çabası ve iddiasıdır. Bu nedenle ilerici ve dolayısıyla da yenilikçidir.
Bugün bir kısım zavallılar tarafından “tutucu”, “muhafazakar” diye nitelenen CHP , yurttaşların tek dereceli seçimle, eşit hakla, kısıntısız düşünce özgürlüğü ve anlatım özgürlüğü ile  ve geniş örgütlenme olanaklarıyla, ülke yönetimine giderek katıldığı, herkesin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı, insan haklarına saygılı çok partili demokrasiyi bu ülkeye getirmiştir.
Bu onun devrimci niteliğinin gereğidir
Alpaslan Işıklı hocanın bir yazısında belirttiği gibi “CHP, yakın tarihimizin tüm aşamalarında toplumumuzun belkemiği olmuştur ve toplumu ileriye götüren güçlerin, ileriye doğru zorlayan güçlerin, daima en ön safında yer almıştır ve bu bakımdan da aydınlık düşünceli, temiz yürekli halkımızın umut kaynağı olmuştur”.
İşte bu nedenlerledir ki; CHP ilericidir.
Bugün için Türkiye’yi istedikleri şekle sokmak isteyenler, bunu yapabilmek için, bugüne kadar ele geçiremedikleri en son kale olan CHP’yi düşürmek için ellerinden gelen çabayı sarf etmektedirler.
Bir kısım kişiler CHP’de bugüne kadar telaffuz edilmemiş, ulus devlet anlayışını ortadan kaldıran, ırklar egemenliğini, bu sanki “ilerici” bir davranışmış gibi ifade etme uğraşısı içindedirler.
Bu inançta olanlar, kim olurlarsa olsunlar, hangi mevkii işgal ederlerse etsinler, bu arzularına kavuşamayacaklardır.
Bu ülke insanı, bu coğrafyada yaşayan, Türk, Kürt, Çerkes, Abaza, Arap, Gürcü, ortak dille anlaşan , yüz yıldır uluslaşma çabasında olan, bin yıllık kültür etkileşiminin oluşturduğu bir ulustur.
Prof. Sadri Maksudi Arsal’ın deyimiyle “Bugünkü milliyetçilik, sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır; kan tahlili ile uğraşmaz, kafataslarının şekliyle uğraşmaz.”
Yani Türkiye Cumhuriyetine gönül bağı ile bağlı olan, dini, ırkı, dinsel aidiyeti ne olursa olsun herkes bu ülkenin, yasalar önünde eşit, şerefli vatandaşlarıdır.
Ancak bu ülkeyi bölmek isteyenler, çok net bir şekilde tam bir faşizm kokan, ırkçılığı ön plana çıkartarak, anayasal vatandaşlığı ön plana çıkartma çabasındadırlar.
CHP kendi ilkelerini ve özellikle de ülke bütünlüğünü sonuna kadar savunmak zorundadır. Bunu hem ülke ve hem de kendi tarihsel çizgisi nedeniyle vazgeçilmez yükümlülüğüdür.
CHP’liler  ve bu ülkenin tüm aydınları, solculuk adına yapılan, ülke bütünlüğünü tehlikeye düşüren, etnik köken ayrımcılığına şiddetle karşı çıkmalıdırlar.
Bunların yaptığı, solculuk değildir.
CHP’nin, Kemalizm’in “kimsesizlerin, kimsesiyiz” özdeyişinde anlatımını bulan, sendikal hak ve özgürlükleri, fırsat eşitliğini, parasız eğitimi, sağlıklı yaşam hakkını savunmaktır.
Yoksa solculuk, Hitler mantığını çağrıştıran, ilkel bir ırk egemenliğini ya da ona giden, anayasal vatandaşlık gibi yolları savunmak değildir.
 Bu bölücü zihniyeti taşıyanlar, basında yer tutmuş bir kısım numaralı Cumhuriyetçiler, enteller ne yaparlarsa yapsınlar, ne çaba sarf ederlerse etsinler bu ülkeyi bölmeye güçleri yetmeyecektir.
 Bu aşamada, gerçek CHP’lilere bu ülkenin aydınlık insanlarına düşen asıl görev, Türkiye üstüne oynanan bu oyunları her fırsatta ve ortamda ulusumuza anlatmaktır.

13 Şubat 2013 Çarşamba

İNANDIRAMAZSIN TAYYİP BEY



Hatırlayın Ergenekon davasının ilk günlerini, Tayyip Erdoğan “Ben bu davanın Savcısıyım” derken;o tarihteki CHP Genel Başkanı Baykal da “Ben de bu davanın savcısıyım” diye haykırıyordu.
CHP ilk günden itibaren bu davanın bir proje olduğunu, daha çok evvelden dış güçler tarafından emperyalizme karşı duran aydınların tasfiyesi ve toplumun sindirilmesi, şekillendirilmesi için tezgahlanmış bir oyun olduğunu tespit etmiş ve her fırsatta kamuoyuna açıklamıştı.
Ama toplumda öyle bir algılatma yaratıldı ki, bu davanın bir projenin  parçası olduğunu söyleyenler, “darbeci”, “demokrasi düşmanı” ilan edilirken, hiç ayırımsız Silivri zindanlarında yatan siyasetçisi, bilim adamı, gazetecisi hepsi “birer darbeciydi”.
Bu insanları suçlayan, hapse girmeleri için gizli tanıklık yapan,  hem de bizlerin ödediği vergilerden tahsis edilen parayla yayın yapan Devlet televizyonunda boy gösterip, günahsız insanların zindanlara atılmasına neden olan kişi ise Sahte Haham Tuncay Güneydi.
Ergenekon davasını yakından takip edenler daha başından beri bu kişinin ifadelerine güvenilemeyeceğini söylüyorlardı.
Kimler tanık olmadı ki;  küçük yaşta çocukları tacizden mahkum olmuş cinsel taciz suçlularımı, öz yeğenini para karşılığı satan, kendi kız kardeşini bıçaklayan mı istersiniz?
Bu sapık tiplerin beyanlarıyla, düzmece belgelerle, yüzlerce, bir araya gelip çay kahve içmesi mümkün olmayan inanlar, terör örgütü üyesi olarak suçlanıp, yıllardır zindanlarda çürümeye terk edildi.
Ergenekon terör örgütü kasası denen kişi cezaevinde öldü, cenazesini ailesinin ekonomik gücü olmadığından  Belediye kaldırdı. Yani ölüme tahliye oldu.
Türk ordusunun onurlu, ülkesini seven evlatları, emir ve komutalarında tank, top, tüfek, gemi, uçak asker varken darbe yapamamışlar ama  emekli olduktan yıllar sonra darbeye teşebbüsten tutuklandılar.
Bir kısmı, savunma hakları sınırlanarak yapılan yargılama sonunda ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.
Ama buda öyle bir dava dosyasıydı ki; içindeki yalan yanlış düzmece deliller hakkında kitap yazılmıştı, kitap.
Ama bu Silivri davaları denen davalar, yani yürütülen projeler, henüz daha tam olarak istenileni vermediği düşünüldüğünden, bu ülkenin ciddi hukukçularının, bu davalarda insanların haksız ve uluslararası hukuka aykırı olarak uzun tutukluk yaşadıklarını, bu sürelerin artık infaza dönüştüğünü söylemeleri, çırpınmaları hiç kimsenin umurunda değildi.
Ama sonra bir anda bir yerden, birileri “Eh istenen sonuç elde edildi, yeter artık” dedi ki, önce ABD Dışişleri Bakanı, bu tutukluluk sürelerinden, Türkiye’deki tutuklu gazetecilerden rahatsız olduğunu söyledi. Sonra benzer ve daha kapsamlı bir söylemi ABD Büyük Elçisi yaptı, bizim aslan parçalar başladılar kükremeye, “Acemi Büyük Elçi haddini” bil diye.
Darbeci değiller miydi, yatsınlardı içerde.
Ama çok kısa bir süre sonra Tayyip Bey, ordunun Genel Kurmay Başkanı’nın tutuklu olmasından duyduğu rahatsızlığı söylemeye başladı.
Sonra bağımsız ve tarafsız yargı tarafından bir gece yarısı saat 02 de , açık kalp ameliyatı geçiren, ondan evvel yaptığı tüm tahliye talepleri red edilmiş olan Emekli Orgeneral Ergin Saygun tahliye ediliverdi.
İyi kalpli, kalbi insan sevgisiyle dolu Tayyip Erdoğan beyefendi, tamamıyla “insani duygularla” fotoğrafları basına düşecek şekilde, paşamızı hastanede yoğun bakım ünitesinde   ziyaret ediverdi.
Dördüncü yargı paketi hazırlıkları başladı, Silivri’de, Hasdal’da zindanlarda bulunanların bir kısmı KCK karşılığı serbestte bırakılacaktı.
Son günlerde sahte haham Tuncay Güney  “Ergenekon bir projeydi, bitti” dememiş miydi?
Sindirilmiş bir ordu, sindirilmiş, susturulmuş basın, liboş aydın ve köşe yazarları tarafından şekillendirilmiş bir toplum istenen buydu.
Proje tamamlandı,  gayeye erişildi.
Yani maç bitti, artık iyilik meleğini oynamak zamanıdır Tayyip Bey için,
kimleri kandırır, bilemiyorum. Bizim gibileri kandıramayacağı açık.
Bize düşende bu projeyi, her yerde, her zaman bu topluma anlatmaktır.

    

10 Şubat 2013 Pazar

DİKKAT ! TÜRKİYE’Yİ BÖLMEYE ÇALIŞIYORLAR



Sevr de yapmak istediklerini, o gün yapamayanlar, Sevr’i bugün yandaşları sayesinde hayata geçirip, ülkeyi bölmeye çalışmaktadırlar.
Bu  numaralı cumhuriyetçilerin, “yetmez ama evetçilerin” söylemiyle bir Sevr sendromu değil, bir gerçeğin ifadesidir.
12 Eylül Anayasası’nın pek çok maddesi bugüne kadar değiştirilmiş olmakla beraber, ideolojisine ellenememiş olması nedeniyle, iç ve dış odaklar “çağdaş, ideolojisiz anayasa” kandırmacaları  ile Türkiye’yi bölünme  anayasası  yapma sürecine sürüklemeye çalışmaktadırlar.
Bu konuda en azından şimdilik başarılı olmuş görünüyorlar.
Anayasalar bir devletin temel yapısını  ve bu yapıyı oluşturan organlar arasındaki ilişkiyi göstermekle kalmamakta, aynı zamanda ideolojik bir manifesto olarak devletin bağlı olduğu ideolojiyi de yansıtmaktadırlar.
BOP’un gerçekleşmesi için dış güçler tarafından kışkırtıldığı, beslendiği gün gibi aşikar olan uydurma ırkçılık, ulusumuzu bölmek ve vatanımızı parçalamak için kullanılmaktadır.  
Devletimizin temel ideolojisi olan, ülkemizin omurgasını oluşturan, ülkemizin birlik ve bütünlüğünün güvencesi olan, ulus devlet yapımız ve hatta halende devam etmekte olan  uluslaşma sürecini sekteye uğratacak, Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri bütün anayasalarımızın kabul ettiği, birlik ve beraberliğimizi simgeleyen, her hangi bir etnik köken çağrıştırmayan “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” anlayışımız, sanki bir ırkın başka bir ırka üstünlüğü varmış gibi gösterilerek yeni bir anayasa yapılma çabasına girilmiştir.
Nitekim AKP’nin Anayasa değişiklik taslağında, bölücülerin gönlünü hoş etmek ve Türk tabirini Anayasadan çıkartılacak olmasının doğal sonucu olarak , eğer bu değişiklik gerçekleşirse,  artık mahkemeler karar verirken “Türk Milleti Adına karar veren” tümcesi  kullanılmayacaktır.
Bu yeni anayasa sürecinde yerel demokrasi odakları olması gereken yerel yönetimler yerine, üniter devlet yapımızla bağdaşmayan, yerel iktidar odakları yaratan, özü ve içeriği belirsiz bir “yerel özerklik” yapılanması dayatılmaktadır.
Bir ulusun çimentosu olan resmi dilin yanına, ikinci bir resmi dil monte edilmeye çalışılmaktadır.
Bu ikinci dilin resmi dil olarak kabulünün önünü açacak, ana dilde savunma yasası görüşülürken, devleti kuran CHP’den sadece otuz civarında milletvekilinin red oyu vermesi çok acı ve düşündürücüdür.
Tehlikenin en önemli boyutu, bazı dış odaklarında telkiniyle yönlendirilen bu anayasa çalışmaları sanki TBMM de kurulmuş olan fakat içtüzükte karşılığı bulunmayan “Anayasa Uzlaşma Komisyonu”nda yapılıyormuş gibi toplum kandırılırken, bölünme anayasası, Oslo’da, İmralı’da, Kandil’de terör örgütünün lideriyle görüşülerek  kotarılmaktadır.
Terör örgütü elinde silah varken elde ettiği bu kazanımları daha da ileri götürmek için önce bir çatışmasızlık dönemine girecek ve Anayasa değişikliklerini kabul ettirip, özerkliği elde ettikten belli bir süre sonra, bu kez yeni çatışmalar çıkartıp bağımsızlık isteyecektir.
Bu Girit’te de böyle olmuştu. Biz bu filmi biliyoruz.
Tayyip Erdoğan, ülkede,  Birinci Meşrutiyetten bu tarafa yaşanan  yaklaşık yüz kırk yıllık geçmişi olan parlamenter rejim yerine, kendi kişisel siyasi beklentileri doğrultusunda bir “başkanlık sistemi” getirmek çabasındadır.
Başbakan’ın son günlerdeki söylemleri  BDP ile beraber ve diğer muhalefet partilerinden devşirilecek yirmi otuz kişiyle bu işi TBMM Genel Kuruluna  götürüp kotarmayı amaçladığını açıkça ortaya koymaktadır.
Bir kısmını anlatmaya çalıştığımız  sakınca ve olumsuzluklara rağmen, siyasi iktidarın terör örgütü liderleriyle görüşerek kotardığı anayasa değişiklik sürecine, hala masadan kalkmayarak manevi destek verenler tarih önünde büyük sorumluluk altında olduklarını unutmamalıdırlar.
Bu Cumhuriyetin temel değerleri ve kazanımlarıyla sorunu olmayanlar, yaşanan bütün bu olumsuz gelişmeleri derin bir kaygıyla izlemektedirler.
Bu ülkenin aydınlık, laik, demokrat, Atatürk ilke ve devrimlerine sadık evlatları, parti ayırımı gözetmeksizin bu kötü gidişe dur demelidirler.



6 Şubat 2013 Çarşamba

DIŞ POLİTİKADA HÜSRAN



Dünya’da saygınlığınız olmasını istiyorsanız, öncelikle tutarlı olacaksınız.
Tayyip Erdoğan ve Dışişleri  Bakanı Davutoğlu, Fransa’nın , bazı batılı ülkelerin  lojistik desteğini de alarak Birleşmiş Milletler kararına uygun olarak Mali’ye yaptığı askeri müdahaleyi kınadılar.
Bu kınamanın sebebi nedir?
Bunun sebebi, Fransa’nın askeri güç kullanarak “İslamcı Militanları” bertaraf etmek istemesidir.
Ama yine aynı  Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu, bu kez Suriye konusunda, Birleşmiş Milletler kararı da olmamasına rağmen, Batılı devletlerin askeri müdahalede bulunmamalarını eleştiriyorlar.
Bu tutarsızlığın, bu çelişkinin  sebebi, mezhebe dayalı dış politika uygulamalarıdır.
Mali’de yok edilmek istenenler “İslamcı Militanlar” olunca müdahaleye karşı çık; Suriye’de bertaraf edilmesi istenen laik Esad olunca, müdahale edilmemesini eleştir.
Uluslararası saygınlık tutarlı olmaktan geçer.Her türlü dış müdahaleye karşı çıkmak gerekir.
Sıkıntı yaratacak o kadar çok yanlış yapıyorlar ki, örneğin, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un sözcüsü, ocak ayının son günlerinde “Suriye’de, hükümetin ve muhaliflerin sebep olduğu yıkımın ve cinayetlerin, dış güçlerin taraflara silah sağlamasıyla  körüklendiğini” söyledi.
  Tayyip Erdoğan, sözcünün yaptığı açıklamada Türkiye’nin adı geçmemiş olmasına rağmen, bir telaş içinde,  muhaliflere silah verdiğimiz iddialarını red  etmek zorunluluğunu hissetti.
Eğer gerçekten böyle bir yardım yapmadınsa bu telaş niye?
Türkiye’nin geleneksel, komşuların içişlerine karışmama prensibinden vaz geçmesi nedeniyle, Suriye sınırının yol geçen hanına dönmesi, buradan muhaliflere yapılan silah yardımlarının, Amerika Birleşik Devletleri’nin istemediği bir grup “İslamcı Militanların” eline geçeceği ve kontroden çıkacağı endişesiyle, geçen Kasım ayında Katarda yeniden yapılandırılan Suriye Muhalefeti Koalisyonun başındaki İmam Moaz Al Khatip, 30 Ocak’ta , “tutukluların serbest bırakılması, yurt dışındaki muhaliflere pasaport verilmesi gibi şarlarla “Esad ile görüşmeye hazır olduğunu” açıklamıştı.
Bu Tayyip Erdoğan’ın, Suriye’de  laik Esad gidecek, yerine “ılımlı İslam” modeline uygun bir yapı kurulacak hayallerini yıktı.
    Nitekim, Al Khatip Almanya’nın Münih kentinde Güvenlik konferansı için bulunduğu dönemde de, Amerika Birleşik Devletleri başkan yardımcısı Biden, Rus Dışişleri Bakanı Lavrov, Birleşmiş Milletler Temsilcisi Brahimi ve İran Dışişleri Bakanı Salihi ile ayrı ayrı görüştü. Tüm taraflar bu görüşmelerden mutlu ayrıldılar.
Ama ne acı bir durumdur ki;Davutoğlu’da Münih’te olmasına rağmen bu görüşme trafiğine dahil edilmemiştir.
Hani  bu problemi çözecek en önemli aktör Türkiye idi, artık burnumuzun dibindeki bir olayda bile ciddiye alınmıyoruz.
Asıl çok daha önemli olan bir diğer nokta ise, hem Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un muhalifleri Moskovaya davet etmesi ve hem de  İranlı meslektaşının “muhaliflerle temaslarının devam edeceğini” söylemeleridir.
Bu durum Esad ve rejiminin asli unsurlarının uzunca bir süre daha yönetimde kalmaya devam edeceğinin göstergesidir.
Bizim dışında bırakıldığımız görüşme trafiği sonunda, Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısı Biden’in  Al Khatip’ten, “bir kısım aşırı unsurların izole ederek, Aleviler, Hristiyanlar ve Kürtler gibi başka grupları da muhalefete dahil etmesini istediği” açıklandı.
Kim bu izole edilmesi istenen aşırı gruplar?
Kim olacak; Tayyip Erdoğan’ın bu Suriye olayının başından beri kendisi için doğal müttefik kabul ettiği, maddi manevi destek sağladığı El Kaide ve Cihadcılar’dır.
AKP’nin çelişkilerle dolu, tutarsız anti laik uygulamaları, uygar dünya da Türkiye’ye karşı duyulan şüpheleri de iyice arttırdı.
Türkiye bu son on yılda AKP iktidarı tarafından değil de, çağdaş, laik özellikleri olan ve ulusal çıkar temelli dış politika yürüten bir iktidar tarafından yönetilse dış politikada bu kadar hüsrana uğranır mıydı?  
Tabii bunu kamuoyu önünde bangır bangır bağırarak sorması gerekenler, mışıl mışıl uyuduklarından adamlarda bildikleri gibi, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı dış politika götürüyorlar.

3 Şubat 2013 Pazar

BAŞBAKAN ZOR DURUMDA



Bakmayın siz öyle Başbakan’ın yaptığı afur tavırlara, hem iç politikada hem de dış politikada zor durumda.
Başbakan büyük propaganda gücüne rağmen halkın  % 65 inin başkanlık sistemine karşı olduğunu bilmektedir.
Bu oran Başbakanda  büyük bir hayal kırıklığı yaratmış olmalı ki,  “anayasa da uzlaşma olmazsa, bizde anlaştığımız partiyle bu işi yaparız, değişikliği referanduma götürürüz” demektedir, inanmayın.
Bu blöftür. Referanduma cesaret edemez.
Başbakan, başkanlık sistemine geçişe ve özerkliğin tanınması anlamına gelecek anayasa değişikliklerine, AKP içinden oy vermeyecek olanların da varlığını hissetmekte ve hesaplarını ona göre yapmaya çalışmaktadır.
Anlaşırız dediği parti elbette BDP’dir. Anlaşma onlarla değil, onların sözünden çıkamadıkları “bebek katili” ile yapılmıştır.
Ne üzerinde anlaşılmıştır, ne alınmış, ne verilmiştir bu bilinmemektedir. Nitekim bu varılan uzlaşmanın içeriği, bırakın halka, milletvekillerine bile açıklanamamaktadır. Bu varılan uzlaşmayı sadece AKP üst düzeyi ve BDP’lilerinde bir kısmı biliyor.
Tayyip Erdoğan, ne alıp ne verdiğini açıklayamaz; zira halktan büyük tepki geleceğini kestirmektedir.  
 O nedenle Anayasa değişikliğini Mecliste halletmek zorundadır.
AKP’nin sandalye sayısı 326 dır. Meclis Başkanı oy kullanamayacağı için bu sayı  325 e düşmektedir. BDP ve onunla beraber hareket edecek bağımsız milletvekilleriyle  bu rakam 360 ı bulur. O nedenle Anayasa değişikliğini referanduma götürecek 330 eşiğinin üstündedir bu rakam.
Ama  AKP içinden gelecek tepkilerden çekindiği için CHP’den ve MHP’den milletvekili devşirme çabasına girecektir ve nitekim de girmiştir.  Bu nedenledir ki, kendi partisinin doğu ve güneydoğu milletvekillerine CHP ve MHP li milletvekilleri ile sıcak ilişki kurmaları yönünde talimat vermiştir.
CHP ve MHP’den devşirilecek Milletvekilleriyle bu sayı 380 aşar. Bu da anayasa değişikliğini referanduma götürmeden bitirmeye yeter.
Zira Başbakan referandum sonuçlarının kendisi için büyük bir hüsran olacağını görmektedir. Böyle bir sonuç kendisini siyaseten bitirir ve Yüce Divana kadar da götürür.
Dış Politikada da aynen iç politikada olduğu gibi köşeye sıkışmış durumda.
Evvela kardeş, sonra ABD’nin talimatıyla katil ilan ettiği Esad’ın, bir iki ay zor dayanacağını söylerken, Esad iki yıldır yerinde.
Hani yüz bin sığınmacı sayısı eşikti, bu eşik aşılırsa  müdahale edecektik.
Asıl tehlike günün birinde o veya bu nedenle Esad gittiğinde  Kuzey Suriye’de fiilen kurulmuş olan Kürt bölgesi ne olacaktır.Yeni rejimin buna bakışı ne olacaktır.
Gerek Irak ve Gerekse Suriye’de olan olayların nedeni, Kuzey Irak bölgesinde  Kürtlerin kontrolündeki petrol ve doğalgaz yataklarından çıkartılacak  petrolün ve doğal gazın  Doğu Akdeniz’e akıtılıp İsrail tarafından pazarlanmasının sağlanması, böylece batının Rusya ve Kafkasya’ya enerji bağımlılığının azaltmasını, hatta bitirilmesini sağlamaktır.
Burada oynan oyun, birilerinin söyleyip, bazı saflarında inandığı  gibi, bölge diktatörlüklerini yıkıp buralara demokrasi getirmek değildir.
En yakın örnek Irak’a demokrasimi geldi? Sadece Irak fiilen bölündü yakında Suriye operasyonu da  bittikten sonra hukukileştirilecektir.
Hükümet sıkıştıkça sıkışıyor.
İsrail Suriye’yi vuruyor “One minute” Tayyip beyden çıt yok.
Dünyanın konuştuğu, yazdığı konuyu bizim Dışişleri Bakanlığımız “Resmi bir bilgi yok” gibi komik laflarla geçiştiriyor.
Tayyip bey ne diyebilecek, İsrail’e babalansa, babalanamaz ya, katil dediği Esad’a destek vermiş olacak.
Sussa İsrail’e destek vermiş olacak.
Aslında İsrailli yetkililerin açıklamaları, bu operasyonun Türkiye’nin bilgisi dahilinde olduğu yolunda.
Başbakan çok zor durumda, hani bizim Anadolu argosunda bir deyiş vardır “Tarzan zor durumda” diye, Başbakanın hali tam o noktada.
Aslında halk “Silkele düşecekler” diye bağırmayı çok istiyor da, silkeleyebilecek bir adam yok ortada.
Belki de Büyük Kürdistan kuruluncaya kadar, silkeleyebilecek adamlar ortadan kalksın diye yapılmıştır bazı operasyonlar.
Ne dersiniz?