30 Ocak 2017 Pazartesi

HALKIMIZA


Benim de aralarında bulunduğum Ankara da bir araya gelen bir grup eski siyasetçi, bürokrat ve aydın, ORTAK AKIL PLATFORMU OLUŞTURMUŞ ve bu platform Sayın Milletvekillerine aşağıdaki mektubu göndermişti.
Anlaşılıyor ki bu mektup sayın Milletvekillerini çok etkilememiş. Bende şimdi bu mektubu, halkımıza yöneltip yayınlıyorum

Sayın Vatandaşlarımız,
Ulusumuz karanlık günlerden geçiyor; İç ve dış tehditlerin Devletin varlığına kast ettiği, Ülkemizin Ortadoğu bataklığına her geçen gün biraz daha çekildiği, kanın sokaklarımıza, ölümün kapımıza, bombaların yaşamımıza dayandığı, derin bir ekonomik kriz ile işsizlik ve yoksulluk alarmının duyulduğu günler. TBMM'den geçen anayasa değişikliği vasıtasıyla kader , oy kullanma yaşında olan hepimize ulusal ve tarihsel bir görev yükledi.
Bu yaşanan bir parti sorunu değil bir ülke sorunudur. O nedenle olaya parti gözlüğü ile değil sadece ülkenin bekası olarak bakmak zorundayız.
Bütün vatandaşlarımızın yurtseverlik bilinçlerinin gereğini yaparak, ‘partili kimliğinizi ve liderlerinizin emirnamelerini’ aşan bir sorumluluk duygusu içinde, hangi partiye sempati duyarsanız duyun  ‘milli egemenliğe’, Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasına ve korumasına, kararlılıkla sahip çıkma direnciyle; emsalsiz bir siyasal duruş sergileyeceğinize inancımız tamdır. ”Egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi" olan sizler dışında hiç kimseye borcunuz yoktur. Tek borcunuz Vatanadır ki, O, olmazsa olmazımızdır ve tehdit altındadır. Çağrımız kişilere yönelik değildir. Günün birinde bu anayasayla, hiç birimizin aklına gelmeyecek maceracı bir kişinin Cumhurbaşkanı seçilmesi olasılığı her zaman vardır. TBMM'ni ‘fesih yetkisiyle’ bu kişinin iradesine  bırakmayın. TBMM'yi Milli İradenin merkezi olmaktan çıkarmayın. TBMM'nin  işlevsiz ve 'şeklen var olan' bir Meclis'e dönüşmesine izin vermeyin. Türkiye’yi geri dönüşü olmayan bir tehlikeye atmayın.
Bu karanlık günlerden aydınlık şafaklara ulaşmak umuduyla sizleri. Devletin varlığını ve bağımsızlığını gözetmeye, Vatanın ve Milletin bölünmez bütünlüğüne sahip çıkmaya, Milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini korumaya çağırıyoruz. ’TEK KİŞİ REJİMİNE HAYIR’ demeye davet ediyoruz. Laik Demokratik Cumhuriyeti ve millî egemenliği, diktatörlüğe, monarşiye; Üniter devleti Federasyona ve bölünmeye; Yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğünü,  Adaletsizliğe; Denge ve denetimi ise kuralsızlığa ve sorumsuzluğa tercih etmeyin.
Tarihin gözleri hepimizin  üzerindedir; Şehitlerimizin ve tüm ulusal kahramanlarımızın vebali omuzlarımızdadır, çocuklarımızın geleceği ellerimizdedir. Kullanacağımız her oy  Seyit Onbaşı’nın omuzladığı top güllesidir. Nene Hatun’un taşıdığı mermidir. Sütçü İmam’ın dudaklarındaki duadır. Çanakkale’de kefensiz yatanların son nefesidir. Ömer Halis Demir’in, Fethi Sekin’in cesaretidir.
Kullanacağınız oy bir Ulusun kaderidir.        
Sizleri, ülkenize  sahip çıkmaya, ‘TEK KİŞİ REJİMİNE HAYIR’ demeye davet ediyoruz. Tarih, kullanacağınız ‘HAYIR’ oyunu, şahsınızın ve çocuklarınızın manevi mirasına, istiklal madalyası gibi  yazacaktır.
NOT: YAZIDA GÖRDÜĞÜNÜZ ALTI ÇİZİLİ İTALİK HARFLERİYLE YAZILMIŞ KISIMLAR BENİM TARAFIMDAN MİLLETVEKİLLERİNE HİTABEN YAZILMIŞ MEKTUBU VATANDAŞLARIMIZA YÖNELTİRKEN YAPILMIŞ DEĞİŞİKLİKLERDİR.










27 Ocak 2017 Cuma

SPORCUNUN AHLAKLISI


Milli Maçtan önce prim pazarlığı yapacaksın, milli maçta prim verilmedi diye tafra yapacaksın, sonra da çıkıp Türkiye için, hem de hiç aklının ermediği anayasa konusunda ahkâm keseceksin.
Haddin mi be topçu kardeşim, slagonlar üretip tek adam rejimine destek vermek.
Bak sanatçı Meltem Cumbul’un  hepimizin altına imza atabileceğimiz, niye “Hayır” dediğini belirten bir açıklama yapmış:
1-HAYIR demezseniz ne olacak? Tek adam her şey olacak. Başkan seçilecek kişi hem hükümet, hem Meclis, hem de mahkeme olacak.
2-HAYIR demezseniz ne olacak? Başkan olan kişi aynı zamanda bir partinin genel başkanı olacak. Ve senin hiç oy vermediğin bir parti olacak.
3-HAYIR demezseniz ne olacak? Seçtiğin milletvekillerinin hiçbir hükmü kalmayacak. Sözünü kimse dinlemeyecek.
4-HAYIR demezseniz ne olacak? Başbakan olmayacak. Bakanlar sadece Başkana karşı sorumlu olacak, Meclise karşı sorumlu olmayacak.
5-HAYIR demezseniz ne olacak? Başkan kendini ve bakanlarını mahkemeye çıkarma girişiminde bulunan meclisi fesih edebilecek.
6-HAYIR demezseniz ne olacak? Asgari ücreti,maaşları,işçi memur alımlarını,dernek,sendika kurulma ve kapatılmasını tek adam belirleyecek.
7-HAYIR demezseniz ne olacak?Devlet parti devleti olacak. Başkan senin partinden değilse devlet kapısında yerin olmayacak.
8-HAYIR demezseniz ne olacak? Başkan isterse devlet kurumlarını bölgelere ayırarak ülkenin bölünmesine neden olabilecek.
9-HAYIR demezseniz ne olacak? Camiye, kışlaya, adliyeye siyaset girecek. Buraların hepsi “Başkanın Partisine” göre düzenlenecek.
10-HAYIR demezseniz ne olacak?Ekonomi tek adamın keyfine göre vereceği kararlara kurban edilecek.Kriz, iflaslar, işsizlik ve yoksulluk..
Bak topçu kardeşim, sende niye “Evet” diyeceğini böyle anlatabilsen, katılmasam bile “eh fikridir diyeceğim” ama sen sadece birine yaranmak için bunu yapıyorsun.
Örneğin sen, başkan seçilen kimsenin ömür boyu işlediği suçtan ötürü yargılanmasının önündeki engeller için ne diyorsun?
Sen “FETO’ya Hocaefendi”, APO’ya “barış elçisi” İŞİD’e “efkarlı çocuklar” diyebilenler hakkında ne düşünüyorsun.
Aslında senin ne dediğin çok önemli değil, bak, 1993 yılında senin liderin Tayyip Erdoğan “Başkanlık sistemi bir özentinin sonucu ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin bize bir tavsiyesidir”, onun için “EVET” diyerek ne bir özentinin peşinden git, ne de Amerika Birleşik Devleti yöneticilerinin tavsiyesine uy. Sen kendi iradenle hareket et.
Senin “Reis’nin”  Amerika Birleşik Devletlerinin özenti, tavsiye dediği gerçek başkanlık sistemlerinde bir kontrol ve denetim mekanizması var, sana dayatılanda hiç öyle bir şey söz konusu da olmayacak.
O nedenle Laik demokratik Cumhuriyeti ve milli egemenliği diktatörlüğe, monarşiye; Üniter devleti federasyona  ve bölünmeye; yargı bağımsızlığını ve hukukun üstünlüğünü, Adaletsizliğe; denge ve denetimi ise kuralsızlığa ve sorumsuzluğa tercih etmemeliyiz.
Bu Anayasa değişikliği referandumda  geçerse, kendi bakanına, milletvekiline  güvenmediği için Anayasa ve içtüzüğü çiğneyerek, oy kabininden çıkarken oyunu göstermesi için baskı yapanlar, sana neler yapmaz, hiç bunu düşündün mü?











23 Ocak 2017 Pazartesi

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ VE RIZA SARRAFIN YARGILANMASI


AKP tarafından rafa kaldırılan Anayasa değişikliğinin gündeme geliş tarihi meclisten geçiş süreci dikkate alındığında başkanlık sisteminden çok daha önemlisi, cumhurbaşkanlarının ve bakanlarının yargılanmasının imkansız hale getirilmesinin sağlandığı artık gün gibi ortada.
30 Kasım 2016 tarihinde Hakim önüne çıkarılan  Rıza Sarraf’ın ilk jürili duruşması 23 Ocak’tan 16 Ekim 2017 tarihine ertelendi.
Bu AKP için bulunmaz bir fırsattı, getirilecek bir anayasa değişiklik teklifiyle Cumhurbaşkanlarının hayat boyu yargılanmaları imkansıza yakın hale getirilebilinirdi.
Amerikan Mahkemelerine, Amerikan yönetimlerin baskı yapması, yön vermesi mümkün değildir.
Böyle olmadığı içinde orada baskı ile Türkiye’deki bağlantılarını gizlemek olası değildir. 
Buradaki tepkilere bakınca birilerinin Rıza Sarraf’ın ötmesinden korktukları izlenimini alıyorum..
Örneğin Adalet Bakanı’nın son ABD ziyareti her ne kadar Fethullah Gülenin iadesiyle ilgili olduğu söylense de, asıl konun Rıza Sarraf olduğu dedikoduları da vardı.
Amerika’da olayı soruşturan savcıların Türkiye’ye gelerek bazı kişilerle görüştüğü biliniyor.
Bu şahısların neler söyledikleri henüz bilinmiyor.
Bunların neler söyledikleri büyük ihtimalle jürili yargılama sırasında ortaya çıkacaktı.
O nedenle Cumhurbaşkanı ve Bakanların yargılanmalarını imkansız hale getirmek gerekiyordu.
Durup dururken, gündemden düşmüşken Devlet Bahçeli’nin bu anayasa değişikliğini bir anda gündeme getirmesi, hangi pazarlıkların sonucunda olmuştur, şu anda bunu bilmek mümkün değildir.
Gerçeklerin, er veya geç gün ışığına çıkması gibi  kötü ! bir özellikleri  vardır, elbette bu pazarlıkların perde arkası  da bir gün aydınlığa kavuşacaktır.
Herkesin gözünde kaçırdığı Rıza sarraf’ın konuşma ihtimalidir. Ya da Savcının elde ettiği Türkiye’deki bazı üst düzey yöneticilerle ilgili bilgileri duruşma esnasında kamuyla paylaşması ihtimalidir.
ABD de bizde olduğu gibi yürütmenin yargıya müdahalesi söz konusu olamayacağı için savcı Preet Bahara elde ettiği bilgileri elbette duruşma sırasında mahkemeyle paylaşacak. Paylaştığı zamanda bir çok kişi ve kurumun kimlikleri ortaya dökülecek, bu bir çok insanı ve kurumu zor durumda bırakacaktır.
Bu kişilerden bazıları sırf kendilerini kurtarmak için  konuşmaya müsaittir. Nitekim 17-25 Aralık’da adı geçen Bakanlardan biri ben ne yaptımsa Başbakanın bilgisi dahilinde yaptım dememiş miydi?
Bu tür konuşacak insanların sayısı artabilir endişesiyle bu Anayasa değişikliğine gidildiği inancındayım.
Tayyip Erdoğan şu anda AKP’nin hukuken Genel Başkanı değilse de fiilen hem genel başkanı ve hem de fiilen ülkeyi tek başına yöneten kişidir.
Onun için bu anayasa değişikliğinin tek bir nedeni vardır,o da muhtemel bir yargılanmayı imkansız hale getirmektir.
Başbakan’ın ne bir kişiliği vardır ve ne de bir fiili yetkisi. Yurt içinde seyahate çıkarken bile Tayyip Erdoğan’dan izin aldığını düşünüyorum.
Anayasa değişikliği referandumdan geçerse o da kendini güvencede hissedeceği ve görevi de biteceği için de yetkisiz bir kişi konumundan kurtulacağı için bu Anayasa değişikliğini savunmaktadır.
Bütün korku Rıza Sarraf’ın mahkeme’de konuşmasıdır. Kendisini kurtarmak içinde konuşmaması içinde  bir neden yoktur.
Butür insanlar sıkıştıkları anda, kendilerini kurtarmak için  her şeyi yaparlar.
Bu anayasa değişiklik isteğinin altında yatan gerçek niyet , fiilen var olan bir durumun hukukileştirilmesi  falan değildir, kimse aklımızla alay etmesin, bu anayasa değişikliğinin sebebi, herhangi bir nedenle teslim alınmış Devlet Bahçeli’yi kullanarak anayasa değişikliğini hayata geçirebilmektir.
Bu değişiklik referandumdan geçmez ise asıl cümbüş o zaman kopacaktır.


         



20 Ocak 2017 Cuma

İSMET PAŞA


İsmet Paşa, eğitim müfredatından çıkarılıyormuş. Bugün iktidarı elinde bulunduranlar, Atatürk’e küfretmek isteyip de, yürekleri buna yetmediği için buna cesaret edemeyenler kin ve nefretlerini en yakın silah arkadaşı İsmet Paşa’ya yöneltirler.
Kimdir İsmet Paşa?
1 ve 2. İnönü zaferlerinin muzaffer komutanı, Garp Cephesi Komutanı ve Lozan’ın ve 2. Dünya harbine bu ülkeyi sokmama başarısını gösteren büyük asker, diplomat ve devlet adamı.
Bırakın yakınlarını korumayı, sadece gazeteci olduğu için yazdıklarından dolayı hapse atılmış damadını, aday yapıp milletvekili seçtirip yargının elinden kurtarma imkanı varken bunu elinin tersiyle itip “ Ben yargıdan adam almam” diyebilecek kadar, devlet adamlığı ile kişisel ilişkilerini ayırabilen bir insandı.
Dönün geriye bir bakın bakalım, en koyu  rakipleri bile hakkında serveti ile ilgili tek kelime söyleyebilmişler mi?
Kendi özgür iradesiyle ve  “sakın iktidarı devretme”   baskılarına rağmen, “sağlığımda demokrasinin işlediğini görmek istiyorum” diyerek kendi hür iradesiyle iktidarı rakibi partiye devretme erdemini göstermiş bir siyasi şahsiyet, bir bilge insan.
Kendisini korumak için en küçük bir yasal tedbir almayı aklının köşesinden bile geçirmemiş bir siyasetçi.
Onu eğitim müfredatından çıkartma çabalarınız sadece kağıt üstünde kalır. Ölümünden bu yana nerede ise 44 yıl geçti, Cumhurbaşkanlığından ayrılmasından bu yana da 67 yıl geçti, o hala İsmet Paşa.
Tüm parasını verip cami yaptırdığını bile saklayacak kadar iyi bir Müslümandı.
Çankaya’daki o camiyi parasını vererek yaptırdığını bile çok az insan bilir, onun duyulması bile ölümünden sonra olmuştur.
Onun Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak iktidar sahiplerinin yaptığı gibi, ibadeti siyasi gösteriye çevirdiğini kimse iddia edemez.
Haksız ve hukuksuz şekilde CHP’nin bütün mallarına el konulduğu zamanda kendisine kin ve nefret kusan rakipleri bile onun mal varlığı ile ilgili tek kelime  söyleyememişlerdir.
Bu devletin onurunu çok iyi korumuş, Dünya devlerinin yönetemediği adam olmuştur.
Churchill, Roosvelt ve Stalin İsmet Paşa’yı Kahireye çağırdıkları zaman, telgrafla “Eğer verilmiş bir kararı tebliğ etmek istiyorsanız, gelmem. Eşit koşullar altında konuşmak istiyorsanız gelirim” cevabını verir. Ve Kahire’ye gider.
1973 yılında öldüğünde, hakkında yazılan methiyeler en az 1938 de Cumhurbaşkanı olduğu zamanki kadar etkileydi.
Cumhurbaşkanlığından ayrılmasından 23  yıl sonra vefatında bakın dünya basını ne yazıyordu. Almanya’da Frankfurter Rundschau “ Türkiye, Türk siyasi hayatında her zaman bir denge unsuru olan en büyük şahsiyetini kaybetti” Hollanda’nın Trouv’u İnönü’nün Atatürk’le  birlikte Türkiye’yi Batıya açtığını belirtiyordu. İngiltere’nin Financial Times’ına göre “Jön Türklerin sonuncusu” ölmüştü. Fransa’da Le Figaro, İnönü’yü “Büyük politika dehası , Türkiye’ye parlamenter sistemi getiren büyük lider”  diye tanımlıyordu. Fransa Soir ise İnönü’den  “Modern Türkiye’nin mimarı” diye söz ediyordu.
Onu eğitim müfredatında çıkartmaya çalışanlar Allah geçinden versin, bırakın hayata veda etmelerini, siyaseten çekildikleri gün isimlerini hatırlayan kalır mı, çok şüpheliyim.
İster müfredattan çıkartın, ister adını gördüğünüz her yerden silin, hiç biriniz İnönü’nün ayarında ne siyasetçisiniz ve ne de  aydın.
İktidardan düştüğünüz anda adınızı ağzına alan kalmayacaktır. Ama İnönü 1950 de iktidarı bıraktıktan sonra  Churchill “Aziz Generalim” diye başlayan mektubunda “ Bana öyle geliyor ki tarih, General olarak kazandığınız  zaferlerden başka, Türk Cumhuriyeti’ni ikinci Cihan harbi’nin vahim tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından sert mücadelelerle kurulan liberal ve mutedi hükümet sistemini nasıl muhafaza ettiğinizi hayranlıkla kaydedecektir” diye yazmıştır.
Çağdaşlarınız sizden nasıl söz edecek bilemiyorum.        





16 Ocak 2017 Pazartesi

ÇANLAR LAİK CUMHURİYET İÇİN ÇALIYOR


AKP Bursa  Milletvekili İsmail Aydın  TBMM’de yaptığı konuşmada Anayasa’nın ilk 4 maddesinin değişebileceğini söyledi.
Bu beyan Cumhuriyete ve Cumhuriyetin temel değerlerine duyulan düşmanlığın dışa vurumudur.Parti yetkililerinin bilgisi dışında yapılmış olması da mümkün değildir.
İlk 4. Madde Cumhuriyetimizin temel değerlerini tanımlamaktır. Bu maddeleri değiştirebiliriz demek, Cumhuriyeti yıkacağız demektir.
Kuvvete başvurma veya keyfilik sadece bir azınlığın zora baş vurarak ihtilalle devlet gücünü ele geçirmesi halinde değil, aynı zamanda meşru yollarla iktidara gelen, yasama ve yürütme kuvvetinin açık yahut gizli bir darbesi ve hukuka aykırı kanunların yardımı ile bir diktatör haline dönüşmesi durumunda da söz konusu olabilir.
19 Mayıs 1919 dan başlayarak, yerel kongreler, ulusal kongreler süreci sonunda  1923 te millet egemenliğini Osmanlı sarayından alıp TBMM’ne getirmişken, bugün yapılmak istenen anayasa değişikliği ile millet egemenliği gasp edilerek Beştepeye götürülmek isteniyor. Böylelikle  Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstünde bir kuvvet yaratılıyor.
Nitekim, yapılmak istenen değişiklikle kuvvetler birliği sağlanarak, yasama, yürütme ve yargı tek elde toplanmak isteniyor.
Başbakan Binali Bey, ya bilgisizliğinden ya da kötü niyetinden “Meclis egemenliğini yıkıp halkın egemenliğini kuruyoruz, doğrudan demokrasi kuruyoruz” demektedir.
Doğrudan demokrasi, Roma Şehir Devletlerinde görülen, halkın meydanlarda toplanarak kararlar aldığı dönemlerde var olan bir sistemdir.
Gelişmiş demokrasilerde millet egemenliğinin belirdiği yer parlamentolardır.
Meclisteki bir grubun, egemenlik hakkını TBMM’den alıp Beştepeye götürmek hakkı yoktur.
AKP iktidarı adım adım Cumhuriyetin temel değerlerini yıkmak için yeni düzenlemeler getirmektedir.
Önce adım adım yargı bağımsızlığının içi boşaltılmış, bağımsız yargının iki ayağı, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay çözüldükten sonra  şimdi de adli yargının bağımsızlığı tamamıyla ortadan kaldırılıyor.
AKP Milletvekilinin Anayasa’nın ilk 4 maddesi de değiştirilebilinir derken asıl hedefi, söyleyemediği, ortadan kaldırmayı hedefledikleri şey, yargı bağımsızlığını da ortadan kaldırdıktan sonra, laikliktir.
Laiklik ilkesinin  bugün etrafını kuşatan tehlike karşısında endişeye kapılmamak mümkün değildir.
Olağanüstü hal dönemlerinde ve hatta olağan dönemlerde bile, aynı zamanda çoğunluk partisinin genel başkanı da olacak Cumhurbaşkanı kararnameler yayınlayarak,  anayasadaki laiklik kelimesine dokunulmadan, laik devlet ve laik toplum düzenini zedeleyecek düzenlemeler yapılabilecektir.
Hatırlardadır, Cumhurbaşkanı, başbakanlığı döneminde   yargıdaki bir konu hakkında , “ Ulemaya sordunuz mu?”  diyebilmiştir.
 Bu görüş ve inançta olan bir insana hiçbir denetime tabi olmadan kararnameler çıkartma yetkisi verirseniz, anayasadaki laiklik ilkesine hiç dokunmadan, çıkarılacak Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle laiklik ilkesinin içi boşaltılarak, kavramın bütün anlam ve değeri yok edilebilecektir.
Yasama, yürütme ve yargı Beştepeye bağlandıktan sonra, laiklik sözü sadece kulağa hoş gelir. Fiilen anayasa’da yazmasının da hiçbir anlamı kalmayacaktır. Anayasa da ne yazarsa yazsın kararnamelerle bu laiklik ilkesinin içi boşaltılacaktır.
Laiklik ilkesi büyük tehlike altındadır.
Bugün yapılmak istenen anayasa değişiklikleri hayata geçirilirse, artık anayasanın üstünlüğünden değil, sadece Beştepe’nin üstünlüğünden söz edilebilecektir.
AKP iktidarının temel hedefi,  bir grup MHP’linin yardımıyla gerçekleştirmeye çalıştığı, Anayasa değişikliği ile kurucu felsefeyi ifade eden ilk dört maddeyi kararnameler yoluyla değiştirmek hatta tamamen ortadan kaldırmaktır.
Çanlar laik Cumhuriyet için çalıyor.

  
  
     


13 Ocak 2017 Cuma

BAĞIMSIZ YARGIDAN HOŞLANMAZLAR


Beyaza imza atılarak Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan anayasa taslağı,  12 Eylül 2010 değişikliği ile bağımsızlığı zaten ortadan kaldırılmış olan yargıyı, şimdi de  tek başına Cumhurbaşkanı’na teslim ediyor.
Aslında ülkemizde  Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nden şikayetler 1961 Anayasası yürürlüğe girdiği günden  beri vardır.
Ama 17-25 Aralık macerasından sonra, iktidar şimdi de  Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’dan sonra, adli yargıyı ele geçirmeye kararlı olduğu için, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nu da tek başına şekillendirmeyi kafasına koymuş görünüyor.
İktidarlar,kendilerini hukuka ve Anayasa’ya uygun davranmaya zorlayan, her istediklerini yapmaktan, ülkeyi kendi bildikleri gibi yönetmekten alıkoyan, yani demokratik düzenin vazgeçilmezi olan, hukukun üstünlüğünü egemen kılan yargı organlarından, hep şikayetçi olmuşlar, onları, kendileri için ayak bağı, engel olarak görmüşlerdir.
Demokratik hukuk devletlerinde yargı denetimi genel kuraldır. Bağımsız bir yargı denetiminin olmadığı ülkelerin Anayasalarında, kanunların anayasaya aykırı olamayacağı yer alsa bile, bunun bir kıymeti yoktur.
Alman Anayasa Mahkemesi Başkanlarından  Jufta Limbach’ın vurguladığı gibi, anayasanın üstünlüğü, gerçekte sadece kanunların anayasanın altında yer almasını değil, aynı zamanda kanun koyucularda anayasanın altındadırlar.  
Bu ilkenin hayata geçirilebilmesi için, kendisi de bizatihi anayasanın altında olan yasamanın  tasarruflarının da  bağımsız  yargı organı tarafından denetlenmesi gerekmektedir.
Bizde de geçerli olan bu durumun, AKP iktidarını çok rahatsız ettiği görülmektedir, Anayasanın üstünlüğünü işlemez hale getirmek için önce Anayasa Mahkemesi iktidar tarafından teslim alınmaya, arkasından da parlamentonun (aslında iktidar çoğunluğunun) üstünlüğü çarpık anlayışı  hayata geçirilmeye çalışılıyor.    
Bizim gibi demokrasiyi çoğunluğun tahakkümü olarak gören ülkelerde, siyasal iktidarı elinde bulunduranlar milli iradeyi temsil ettiklerini söyleyerek, istediklerini yapabileceklerini zannederler.
Siyasi iktidar tek başına milli irade değildir. Milli irade Türkiye Büyük Millet Meclisini oluşturan tüm partilerin toplamıdır.
İktidar o bütünün içinde büyük parçadır o kadar, yoksa tamamı değildir.
AKP gibi iktidarlar, her sıkıştıklarında kabahati anayasalarda ararlar, kendi istedikleri gibi bir anayasa yaparlarsa her şeyin düzeleceğini zannederler.
Anayasalar, her soruna çözüm getiren reçeteler değillerdir. Dünyada da bugüne kadar mükemmel anayasa yapılamamıştır. Her anayasanın eleştirilebilinir tarafı vardır.
Asıl olan devleti yönetenlerin, hukukun üstünlüğüne, evrensel hukuk kurallarına, anayasa ve yasalara saygılı davranmayı, demokratik değerleri içlerine sindirebilmeleridir.
Türkiye bugün yaşananları ilk defa yaşamıyor, tarihten husumet çıkartmaya karşı olanlardan biriyim, ama tarihten ders çıkartmak zorundayız.
1950-60 döneminde iktidarı elinde bulunduranlar, çoğunluğun azınlığa her türlü tahakkümü yapabileceği yanlışına düşmüşler, demokratik hürriyetler teker teker kısılırken, hukuk dışı ve anayasa dışı davranışlara gittikçe ağırlaşan birer baskı rejimine gidilirken de iktidar aynen bugün olduğu gibi “Biz milli iradeyi temsil ediyoruz. Hiç kimse ve hiçbirşey bu iradenin karşısına çıkamaz” diyorlardı.
Ogün de gazeteciler yazdıklarından ötürü hapse atılıyorlardı, aynen bugün olduğu gibi.
O günde siyasi iktidarın emrine girmiş, sıkıştığı zaman, “Ah ne yaparsın evde çoluk çocuk var” diyen yargıçlar vardı.
Bu halkın, tarihten ders almış, demokrasiyi içine sindirmiş, bağımsız yargının ayaklarına bağ olmadığını, tam aksine kendilerini hata yapmaktan koruyan bir zırh olduğunu anlamış ve kabullenmiş iktidarlara ihtiyacı var.  








 



8 Ocak 2017 Pazar

KARŞI DEVRİME HAYIR DE!


Binali bey  “Vesayet rejimini yıkıyoruz” diyor. Dürüst olalım, eğri oturup doğru konuşalım.
Siz, bir kültür devrimi, bir çağ atlama ve  uygarlık değişimi olan Cumhuriyet yıkarak; Ülkemi Orta çağa taşımak istiyorsunuz.  
Siz eğer gerçekten  askeri vesayeti ortadan kaldırmayı düşünseydiniz, 1982 Anayasasında askeri cuntanın lideri Kenan Evren’e göre düzenlenmiş,  Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini parlamenter rejimlerde olması gereken noktaya çekerdiniz.
Hiç ağzınıza bunu aldınız mı? Ne gezer. Tabii bu sadece sizin günahınız değil, muhalefet partileri de bunu hiç dile getirmediler.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa bunu sadece başından beri herhangi bir partiyle  organik bağı olmamış Sayın Ahmet Necdet Sezer, Anayasa Mahkemesi başkanı iken dile getirmişti.
Siz Türkiye Büyük Millet Meclisini ayak bağı, bir engel, bir pranga gibi görüp, anayasa değişikliği ile onu etkisizleştirmeye çalışıyorsunuz.
Ulusal bağımsızlık savaşı veren, Cumhuriyeti kuran Türkiye Büyük Millet Meclisini, kanun bile yapamaz hale getirmeye çalışıyorsunuz.
Cumhurbaşkanı’na tanınan Kanun Hükmünde Kararname çıkartma yetkisiyle, Gazi Meclisin yasama alanını daraltılıyorsunuz.
Siz yıkılmış Osmanlı’nın küllerinden laik bir Cumhuriyet kuran Gazi Meclisten öç almaya çalışıyorsunuz.
Niye laikliği getirdi diye. Niye bu ülkenin çocuklarını kul, ümmet  olmaktan kurtardı, özgür birey,  vatandaş yaptı diye.
Onun için biz vesayet rejimini yıkıyoruz diye aklımızla alay etmeyin.
Sizin derdiniz, çağdaş demokrasilerin olmazsa olmazı, hukuk devletinin, kişi güvenliğinin ve özgürlüğünün güvencesi olan yargı bağımsızlığıyla.
Siz “Hakim bize gelmez biz hakimin ayağına gideriz” diyenlerden değilsiniz, tam aksine yargıç ayağıma gelsin isteyenlerdensiniz.
Sizin istediğiniz yargıç,  sizin tarafınızdan yüksek yargıya atandıktan sonra, üniversite öğretim üyesi iken söylediklerini yutup  sizin istediğiniz gibi oy kullanan yargıçtır.
Sizin istediğiniz yargıç, Yargıtay’dan geçerek olmadığı kesin hüküm haline gelmiş bir olay hakkında, Cumhurbaşkanı öyle söyledi diye, o kesin hükmü yok sayabilecek yargıçtır. 
Siz yargının bağımsızlığından yana değilsiniz. Yargı “bağımsız ve tarafsızdır” derken yani “tarafsızı” oraya eklerken, gerçek düşüncenizi saklıyorsunuz. Yargıç, laik, demokratik, hukuk devletinden yana taraftır, siz bu konudaki taraflılığını ortadan kaldırmaya çalışıyorsunuz.
Siz FETO ile el ele aynı menzile yürürken, Türk Silahlı Kuvvetlerine indirdiğiniz darbeleri yeterli bulmadınız, şimdi de Anayasaya aykırı Kanun Hükmünde Kararnamelerle orduyu iyice iğdiş etmeye çalışıyorsunuz.
Vatan evladı bu ülkenin bölünmez bütünlüğü için canın verirken sizler sadece nutuk atıyorsunuz, “Allah şehit olmayı nasip etmiş” diyorsunuz ama bu arada bir bedelli askerlik yasası hazırlığı içindeymişsiniz, askerlik çağına gelen çocuklarınız mı var?
Korkmayın canım siz onların askerlik hizmetini vali amcalarının dizlerinin dibinde yaptırırsınız.
Binali Bey doğru söylüyor, bu bir rejim değişikliğidir diyor. Doğrudur, ama bu rejim değişikliği Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürme, kul olma, ümmet olma, şeyh-ül İslam’ın fetvasından medet ummanın özlemidir.
Bu Mecliste görev yapan AKP’li MHP’li  milletvekillerinin  Tayyip Erdoğan veya Devlet Bahçeli’nin emir erleri olmadığına inanıyorum. Bu meclisin saygın milletvekilleri, birilerinin ihtiras çığlıklarına aldırmadan 1 Mart 2003’ tezkerenin  reddedilmesine nasıl öncülük etmişlerse, bugünde, ülkeyi ortaçağ karanlığına götürecek bu karşı devrime hayır diyeceklerine inanıyorum.  

    

6 Ocak 2017 Cuma

KURULMAK İSTENEN ERDOĞAN VESAYETİ


Başbakan geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşmalarda “değişen rejimdir ama vesayet rejimidir” dedi.
Anlaşılıyor ki Başbakan vesayet kelimesinin anlamını bilmiyor.
Onun kullandığı anlamda vesayet, bir ülkede demokrasinin olmaması veya yahut doğru ve tam bir şekilde uygulanmaması demektir.
2002 de seçimle iktidara geldiler, yani 14 yıldır tek başlarına iktidardalar, neyi yapmak istediler de yapamadılar. Kim hukuk dışı yollarla buna engel olmaya çalıştı.
Eğer vesayet anlayışı kuvvetler ayırımı, yani denge fren meselesi  ise o 2010 Anayasa değişiklikleri ile iktidarları döneminde zaten ortadan kalktı.
Demokratik rejimlerin en büyük güvencesi yargı bağımsızlığıdır.
Büyük bir başarıyla yargı bağımsızlığını ortadan kaldırdılar, yargı üstünde öyle büyük bir baskı kurdular ki, Anayasa Mahkemesi, kendi üyelerinin anayasal güvencelerini hiçe sayarak, önce üyeliklerini düşürdü, sonrada  bir sulh ceza hakimi tarafından tutuklanmalarına sessiz kaldı.
Tabii bu durum yaratılan korku imparatorluğu içinde çok doğaldı. Tayyip Erdoğan tarafından Anayasa Mahkemesine atanan  Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, 2011 yılında bir panelde, 1990 yılındaki Anayasa Mahkemesi’nin KHK’ları ile ilgili verdiği kararı “örnek karar” diye övdükten sonra, bugün aynı konuda, tam aksi yönde oy kullanabilmiştir.
Yani söylediklerini bir anlamda yutmuş, bilimsel doğrusu yönünde oy kullanmaya, halk diliyle de “gözü yememiştir”.
Daha birkaç gün evvel, Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiş bir olayda, Bölge Adliye Mahkemesi, aynı konu hakkında Cumhurbaşkanı’nın söylemini Yargıtay Kararından da üstün sayarak hüküm tesisi etmiştir.
Bu  yargı mı iktidarın ayağına bağdır?
Bu AKP iktidarının fiilen ortadan kaldırdığı yargı bağımsızlığının ve yarattığı korku imparatorluğunun sonucudur.
Düne kadar el ele aynı menzile yürüdükleri FETO’nun yardımıyla hiçbir hukuki ve demokratik  dirençle karşılaşmadan, önce yargıyı sonra Türk Silahlı Kuvvetlerini, Emniyeti, iç ve dış istihbaratı bitirdiler.
Şimdi sıra demokrasinin tecelligahı olan parlamentoyu, yani Gazi Meclisi bitirmeye geldi.
AKP Milletvekili, Cumhurbaşkanı danışmanı Prof. Dr Burhan Kuzu, KHK konusunda yazdığı kitabında, “Olağanüstü durumlarda anayasanın değiştirilmesi kabul edilemez” buyurmuştu.
Daha iki gün evvel Olağanüstü Hali uzattılar, bu süreçte anayasa değişikliğini tartışmak demokrasinin temel prensiplerine zıtlık teşkil etmeyecek mi?
Olağanüstü hal döneminde ve muhalefetin mecliste bile sesi kısılarak “rejim” değişikliğine neden olacak bir anayasa değişikliği, yapıldığı dönem ve şartlar açısından, meşruiyet tartışmalarını da beraberinde getirmeyecek mi?
İki partiye mensup birkaç kişinin kapalı kapılar arkasında hazırladığı ve milletvekillerinin “beyaza imza atarak” TBMM’ye sunduğu bu anayasa değişiklik teklifi eğer yasalaşırsa, Cumhurbaşkanına tanınan kararname çıkartma yetkisi,  meclisin çalışma alanını çok daraltılacağı için, diğer çağdaş demokratik ülkelerdeki demokrasinin yeşerdiği kurum olan, bunu ülkemizdeki iz düşümü   Gazi Meclis, etkisiz, yetkisiz, aciz, ve sembolik bir meclis haline gelecektir.
Gazi Meclisi bu hale getirmeye kimsenin hakkı yoktur. Bu meclis ülkenin tüm sorunlarının konuşulacağı yerdir.
Nitekim Ulu Önder 1921 yılında “Millet ve memleket adına ve hesabına tek başvurulacak yer burasıdır; yani yüksek meclisinizdir. Bu yasal hakkı, doğal hakkı hiçbir sebep ve bahane ile ve hiçbir düşünce ile, hiçbir kimseye veya hiçbir kurula terk edemeyiz” demiştir.
Bu anayasa değişikliği geçerse, Binali Bey’in  anlattığı gibi demokrasi üstündeki vesayet kalkmayacak tam aksine Tayyip Erdoğan’ın kişisel vesayet rejimi yani antidemokratik tek  adam rejimi kurulacaktır. Meclis Anayasal haklarını Tayyip Bey’e devir edecektir.


      

   





   


2 Ocak 2017 Pazartesi

KATLİAMLARIN NEDENİ İKTİDARININ İÇ VE DIŞ POLİTİKA YANLIŞLARIDIR.



2017’nin ilk saatlerinde, İstanbul’dan gelen katliam haberleri ile umutlarımız, başka yeni yıllara kaldı.
Türkiye son bir yılda 33 bombalı saldırı sonunda sivil, asker, polis 1252 canını yitirdi, 1500 den fazla yaralı verdi.
Terör kaynağında kurutulmadığı müddetçe engellenmesi mümkün olmayan bir olgudur, Doksan dokuz terör hazırlığını gerçekleşmeden yakalasanız bile, birini kaçırdığınız da, o  onlarca cana mal olur, bu nedenle terörle mücadelede  başarılı olmak için kaynağın kurutulması gerekir.
İstanbul’da yeni yılın ilk saatlerinde gerçekleştirilen bu aşağılık saldırı geçtiğimiz yılda Paris’te gerçekleştirenlerle benzerlik gösterdiğinden İŞİD’in işi gibi görünüyor.
Bu terör faaliyetinin kaynağı, devlet düzenleri yıkılmış, iç çatışmalarla devlet otoritesi yok olmuş Orta Doğu ülkeleri ve özellikle de Irak ve Suriye’dir.
Irak ve Suriye’nin bizim güvenliğimiz açısından olmazsa olmaz olan  toprak bütünlüğü, 14 yıllık Tayyip Erdoğan  İktidarının yanlış dış politika tercihleri nedeniyle bozulmuştur.
Maalesef bu coğrafya’da ki çıkarlarının peşinde koşan emperyalist ülkeler, teröre karşı ayırımsız bir tavır almadıklarından ve her biri kendisine hizmet eden teröristin sırtını sıvazladıkları için bu bölge,  terör gruplarının toparlanmaları ve gelişmeleri için bulunmaz bir alan olmuştur.
Bu terör örgütleri, koruması altında bulundukları ülkelerden, silah, mühimmat ve en önemlisi istihbarat desteği almışlardır.
Bu ülkelerdeki iç çatışmalar, mal ve can güvenliği kalmayan insanların ülkemize sığınmalarına yol açarken, hudutlarımız da yol geçen hanına dönmüştür.
Terör örgütleri içimizdeki hainlerden de destek alarak çok rahat hareket edebilir hale gelmişlerdir.
Bu arada teröre karşı tek vücut olalım diye, her gün hamasi nutuk atan yönetici kadroları, ülke insanını ayrıştırmak için de ellerinden geleni yapanları da sessizce seyir ediyorlar.
Uyguladığımız takvime göre, hiçbir dini anlamı olmayan 31 Aralığı 1 Ocağa bağlayan gece eğlenmeyi dinen “gayri meşru” ilan eden Diyanet İşleri Başkanlığıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen Cuma Hutbesinde, yeni yıl kutlanmaları gayrimeşru ilan edilmiştir, bir ilimizde efe kıyafeti giymiş kişiler, temsili Noel baba’nın  kafasına tabanca dayamış; bir gazetede çıkan karikatürde kafasında sarık olan bir şahıs Noel Baba giysili bir şahsa yumruk atarken karikatürize edilmiştir. Bunlar halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılamaya yönelik faaliyetler olmasına rağmen, iktidarın hoşlanmadığı her gazeteciye karşı en şedit şekilde davranan  Cumhuriyet Savcıları bunlara sessiz kalmışlardır.
Bu davranışların yeni yıl kutlaması yapan günahsız insanları katleden eli kanlı teröristlere malzeme verdiğini düşünememişlerdir.
Cuma Hutbesinde yeni yıl kutlamasını gayrimeşru ilan eden Diyanet İşleri Başkanlığı katliamdan sonra saldırıyı vahşet, dehşet, cinayet olarak niteleyebilmiştir.
İktidarın hoşlanmadığı gazetecileri “Ayaklarını denk almaları” yönünde tehdit eden Hükümet sözcüsü, halkı ayrıştıran, kin ve nefreti tahrik eden davranışlara hükümet adına sessiz kalmıştır.
Çok dikkat çekici bir başka nokta da, olayı değerlendiren CHP Genel başkanının ve diğer yetkililerinin Diyanetin bu yanlış davranışını tek kelimeyle eleştirmemiş olmalarıdır.
Yabancı istihbarat teşkilatlarının bilgi olarak vermiş olmalarına rağmen demek ki güvenlik tedbirleri alınmamıştır.
Tedbir alınmamıştır ama olaydan hemen sonra yayın yasağı getirilmiş,  twitter engellenmiştir.
Yaşanan bu  ve bundan evvelki faciaların  sorumlusu  14 senedir bu ülkeyi tek başına yöneten Tayyip Erdoğan iktidarının iç ve dış politikadaki yanlışlarıdır.