30 Aralık 2012 Pazar

HUKUK AYIBI


                         HUKUK AYIBI

Bir devletin “Demokratik Hukuk Devleti” olabilmesi için, yargılamanın belli kurallar çerçevesinde yürütülmesi şarttır.
Yargılama yapılırken, şüpheli ve sanığın temel insan haklarına, en başta da adil yargılanma hakkına saygı gösterilmesi gerekir, zira şüpheli, sanık önce insandır.
İnsan Haklarına saygıyı kendine esas almış bir hukuk sistemi içinde yargı, hukuka/kanuna aykırı olarak elde edilmiş bir delilin geçersizliğine karar vermek zorundadır.
Yasalara aykırı olarak elde edilmiş delillere dayanarak yargılama yapılıp sonuca gidilmesi, başlı başına adil yargılanma hakkının ihlalidir.
Adil yargılanma hakkı, kanuna uygunluğun çok ötesinde,  adil yargılanma hakkına ilişkin anayasa gibi ulusal veya ulusal üstü hukuk kurallarına uygunluğu ifade eder.
Bu nedenledir ki, usul yasaları emredici kurallardır. Hâkime, kanuna aykırı delil konusunda herhangi bir takdir hakkı tanımadığı gibi, hukuk devletini korumak adına, insan haklarını tehlikeye sokacak tüm davranışları da engellemek yükümlülüğünü getirir.
Nitekim Yargıtay 8. Ceza Dairesi, bir ev aramasında savcının bulunmadığı hallerde, muhtar ve iki köy ihtiyar heyeti üyesi bulunmadan yapılan aramada, evde bir adet kaleşnikof silah bulunduğu için, sanığı beş yıl hapse mahkûm eden Birecik Asliye Ceza Mahkemesi kararını; hazır bulunması gereken şahıslar bulunmadan ev araması yapılmış ve sanığında suçu inkar etmesi nedeniyle, sanık beraat ettirilmeliydi, gerekçesiyle, hukuka, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatlarına, Anayasa Mahkemesi Kararlarına uygun olarak bozmuştu.
Bu karar aslında bu ülkede yaşayan her kişinin hukuk güvencesine sahip olması açısından çok önemliydi.
Ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu, bu güvenceyi insanımıza çok gördü ve aramada bulunması gereken kişilerin bulunmamasının, arama kararı usulüne uygun alındığından ve her hangi bir hak ihlaline neden olmadan arama yapıldığından bahisle 8. Ceza Dairesinin kararını kaldırarak, Birecik Mahkemesinin, hukuka, AHİM kararlarına ve yasalara aykırı kararını onamıştır.
Bu kararın içtihat haline gelmesi halinde, artık hiçbirimizin hukuki güvencesi kalmamış demektir.
Bu mantık, yasa dışı elde edilmiş delillerle de yargı önüne getirilmiş olan herkesi mahkûm etmeyi kafaya koymuş, sanığı peşinen mahkum etmiş ceberut devlet anlayışının yansımasıdır.
 Bu anlayış  “sizi buraya tıkan irade böyle istiyor”  anlayışından farklı değildir.
Bu anlayışın egemen olduğu hukuk düzeninde, Silivri Mahkemelerinde hukuka, yasaya aykırı olarak,  düzmece, yönlendirilmiş tanık ifadeleriyle verilecek kararlar karşısında sanıklar kime güvenecektir.
Ülkenin Başbakanı bile dinlediğini söyleyebiliyorsa, arama veya dinleme kararının hukuka uygun alınmış olması tek başına bir güvence değildir.
“Şekli” sayılan şartlar yerine getirilmeden yapılan bu arama sırasında suçlanan şahsa yönelik uydurma, düzmece delillerin yerleştirilebilineceğinin de gözden uzak bulundurulmaması gerekir
Silivri davalarında, hukuka uygun surette alınmış arama kararları sırasında avukat bürolarına nelerin yerleştirildiği, bilgisayarla nasıl oynandığı  ortadayken, salt arama  kararı hukuka uygun olarak alındığından bahisle, kanunun aradığı diğer şartları görmezden gelmek kişi güvenliğini ortadan kaldırır.
Artık Silivri Mahkemelerinden  “Her ne kadar hard disklerle oynanmış, telefona haricen yükleme yapılmış ama”  bu arama kararları hukuka uygundur, bu nedenle bu delilleri hukuka uygun kabul etmek gerekir diye kararlar beklenebilir.
Bu durum çürük bir temel üstüne bina inşa etmeye benzer. Yani hukuka aykırı, hukuka uygun olamayan yollarla elde edilmiş delillerle hukuka uygun bir karar kuramazsınız.
Bu kararı veren Yargıtay Ceza Dairesi üyelerine sormak gerekir, savcının, iki ihtiyar heyeti üyesinin veya iki komşusunun bulunmasını şart koşan yasal düzenlemeyi kanun koyucu niçin yapmıştır?
Kanun koyucu abesle mi iştigal etmiştir?
Kanun koyucunun burada korumaya çalıştığı hak, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığıdır.
Asıl bu tür hukuk ayıpları Türkiye’nin insan hakları puanını düşürür, dünya üzerindeki saygınlığını zedeler.

26 Aralık 2012 Çarşamba

CHP VE DEMOKRASİ


      
Son zamanlarda Türkiye’nin gündeminde, ülkenin hangi değerlerinin kimlere, ne karşılığında peşkeş çekildiğini, iktidarın yolsuzluklarını halka anlatmak gerekirken, bazıları CHP’nin demokratlığını tartıştırmayı görev edinmişlerdir.
Bugün her geçen gün daha totaliter bir yönetim anlayışına kaymaya başlayan siyasi iktidar tek rakibi CHP’nin geçmişini karalama çabasındadır.
Siyaset bir algılatma sanatıdır. Onların bu toplumu yanlış yönlendirme çabalarına CHP yönetiminin anında ve sert söylemlerle cevap vermesi gerekmektedir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1923 den başlayarak 1946-50 arasını da tek parti düzeni olarak kabul edersek ülkeyi tek başına yönettiği süre toplam 27 yıldır.
1950 den bugüne kadar geçen 62 yıl boyunca CHP hiçbir zaman iktidara tek başına sahip olamamıştır.
Şimdi bir kısım aklı evveller çıkıp halk sizi tek başına zaten iktidar yapmaz diye insanların gözünün içine baka baka yalan söylerler; CHP’nin 1973 ve 1977 seçimlerinde aldığı oylar, ileri demokrasinin öncüsü(!) AKP’nin 2002 ve 2007 de aldığı oylarla bire bir aynıdır.
Ancak o zaman ki seçim sistemi CHP’nin tek başına iktidar olmasına imkan vermemiştir.
Yani CHP iki defa Türkiye’nin en çok oy alan partisi konumuna gelmiştir.
Bir CHP li olarak iftiharla savunulacak olan parti tarihinin 1923-1950 yılları sürecini Baasçı, Faşist, suçlamasında bulunanlara en güzel cevabı, Tayyip Erdoğan’ın isteği üzerine kendisine anayasa hazırlayan Prof. Dr. Ergun Özbudun “Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüsten bulunsun”  diyerek, vermiştir.
Bu insanlar mı faşisttir, Baascıdır.
Bu insanlar mı demokrat değildir.
Ben bu yazıyı yazarken Demokrat Parti mensuplarının çocuklarından hayatta olan akrabalarından bu yazıyı yazdığım için özür diliyorum.
Tarihten husumet çıkartanlardan değilim. Bundan da hep kaçınmışımdır.
O demokrat olmayan İsmet Paşanın Cumhurbaşkanlığı döneminde, Kurtuluş Savaşı sonrasında işbirlikçi olduğu için halk tarafından linç edilen Ali Kemal’in oğlu “hariciye Vekaleti imtihanını kazanmış ve İsmet İnönü’nün talimatıyla ataması yapılmıştır. Büyükelçiliğe ve Genel Sekreterliğe kadar yükselmiştir.
DP iktidarında “gereken lüzum” üzerine gerekçesiyle bir gece de kaç Yargıtay üyesi emekli edilmiştir biliyor musunuz?
Başkan dahil 38 Yargıtay  üyesi emekli edilmiştir.
Basın kanunu değişikliğinden sonra  800 gazeteci  cezevine konulmuştur. 80 Yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın hapis edilmiştir.
Ana Muhalefet Partisi Genel Sekreteri Kasım Gülek tutuklanmıştır.
Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı İsmet İnönü  il kongresine gidememiştir.
Topkapı, Balıkesir, Kayseri ve Uşak’ta siyasi iktidarın emriyle militan memur ve parti yöneticileri tarafından yolu kesilmiş, ölüm tehlikesi atlatmıştır.
Bir hukuk ayıbı, anayasanın ihlali olan “Tahkikat Komisyonu” kurulmuştur.
Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı ve o TBMM kuruluşunda Atatürk’ten sonra en büyük emek sahibi olan  İsmet Paşa’ya 12. Oturuma katılmama cezası verilmiştir.
Çift Meclisi, Yargı Bağımsızlığını, Kuvvetler ayrılığını, idarenin yargı denetimini, anayasa yargısını  o demokrat olmadığını iddia ettiğiniz insanlar hayata geçirmek için çaba sarf etmişlerdir.
Sendikal haklar?
Bunların hepsi bazı kendini bilmez zavallıların demokratik olmamakla suçladıkları CHP’nin bu ülkeye kattıklarıdır.
Sadece bu ülkeyi İkinci Dünya savaşına sokmayarak bu ülkenin çocuklarına verdiklerini düşünmek bile kâfidir.
Düzmece delillerle ülkenin aydınlarını, gazetecilerini, vatanperver askerlerini Silivri’ye, Hasdal’a tıkan zihniyeti, ODTÜ de topsuz, tüfeksiz üniversite gençliği üzerine 3500 polis, onlarca polis araçlarıyla saldırtan bu iktidarı demokrat olarak nitelemek eğer kötü niyetten kaynaklanmıyorsa olsa olsa  zeka sorunudur.  
Tek Parti dönemini baasçı, faşist olarak suçlayan bugün ki siyasi iktidar, insanların en mahremine kadar girilmesini büyük bir keyifle izlerken şimdi kendilerinin de dinlendiğinden bahisle mağduru oynamaya başlamışlardır.
Ana muhalefet partisi genel başkanının özel hayatı saldırıya uğradığında ellerini ovuşturanlar ve onların parti içindeki yardakçıları CHP tarihine saldıramazlar.

23 Aralık 2012 Pazar

İADE-İ İTİBAR


 İADE-İ İTİBAR
İade-i itibar: Yitirilen saygınlığın yeniden kazanılması demektir.
Yani bir insanın, toplumda var olan saygınlığını, haksız  itham ve eylemlerle yitirtildikten sonra, bu itham ve eylemlerin  yanlış olduğunun halk tarafından kabul edildiğinin  bir şekilde kamuya ilanıdır.
Yani olay hukuki bir sorun değil, tamamıyla toplumsaldır, manevidir.
Rahmetli Adnan Menderes’in avukatının TBMM Dilekçe komisyonuna verdiği, basına yansıdığı kadarıyla “Yassıada Mahkemesi Kararları’nın yok hükmünde sayılması” nı istemesi üzerine, son zamanlarda gündem değiştirmek için  mezarlardan medet uman AKP iktidarı bunun üstüne mal bulmuş Mağribi gibi  atlarken, karşı yandakiler de  hukuk cehaletinde onlardan daha aşağı kalmadıklarını ortaya koymak için, Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile  12 Eylül’ de idam edilenler için de aynı yolun izlenmesini istemişlerdir.
Öncelikle, bir mahkemenin olağanüstü dönemlerin ürünü olması, verdikleri kararların her türlü hukuki  eleştiriye açık olması, ya da   adil olmadıkları yolundaki toplumsal inanç,  o mahkeme kararlarını yok sayma hakkını kimseye ve hele parlamentolara hiç vermez.
Yassıada Mahkemelerini değerlendirirken, bu “Yüksek Adalet Divanı” nı kuran iradeye bakmak gerekir.
Yüksek Adalet Divanı’nı kuran irade, 12 Haziran 1960 tarih ve 1 Sayılı “1924 Tarih ve 491 Sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun” u yürürlüğe sokan iradedir,  birileri beğensin veya beğenmesin Kurucu İktidardır/kurucu iradedir.
Aynen  1789 Fransız, 1917 Rus,  12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra oluşan iktidarlar gibi.
Hiçbir hukuki ve siyasi sınırlamaya  tabii olmayan bu kurucu iktidarın kurduğu mahkemelerin, tabii hakim ilkesine aykırı olduğu iddia edilemez.
Ama aynı zamanda olağanüstü dönemlerin  mahkemelerinin verdiği ve kamu vicdanın da adil olmadığı yolundaki inanç yaratan kararları da, kişileri itibarsızlaştırmazlar.
İtibar toplumun kişilere atfettiği değerdir.Kişiyi itibarsızlaştırmak veya itibarlı kılmak toplumun o kişiler hakkındaki değer yargılarıyla oluşur.
Yakın siyasi tarihi biraz bilen birisi, özellikle de Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı kararlarıyla mahkum olanların siyasi haklarının iade edildiği 16 Nisan 1974 tarih ve 1801 sayılı yasa ile yapılan Anayasa değişikliklerinin tutanaklarını okumak zahmetine katlansaydı, o Anayasa değişikliği sırasında Yasıada’da mahkum olanlardan bir anlamda özür dilendiğini görürlerdi.
Zira af, devletin bir dönemde verilen Mahkeme kararlarına toplumda duyulan inançsızlığı kabul ederek, mahkumiyet kararlarını ortadan kaldırmasıdır.Yani bir nevi özür dilemektir.
Burada yapılabilecek olan af çıkartmaktır. Yassıada’da hüküm giyenler için bu yapılmıştır.
Nitekim bu Anayasa değişikliğinin yapılmasından sonradır ki, rahmetli Menderes’in adı Üniversiteye, Hava alanına, Caddelere verilmiş, devlet töreniyle de naşı kendisi için hazırlanan anıt mezara nakledilmiştir.
Budur iade i itibar
Eğer 12 Eylül mağdurları içinde böyle bir şey düşünülüyorsa onlar içinde bir af kanunu çıkartılabilinir.Yoksa Mecliste  hukukçulardan bir bilirkişi komisyonu kurup, o Mahkeme kararlarını irdeletip o kararların yok hükmünde olduğuna karar vermekle kişilerin itibarları iade edilmiş olmaz.
Meclisin böyle bir hakkı yoktur. Bu düpedüz Meclisin yargıya müdahalesi olur. Erkler ayrılığı ilkesinin ortadan kaldırılması,  anayasanın ihlali olur.
TBMM’ye Mahkemelerin kararlarını yok sayma hakkını bir kere tanırsanız, artık bunun nerede duracağı belli olmayacağı gibi Mahkemeleri de karar verirken, ileride böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalabileceğini düşündürmeye sevk edersiniz.
Milletvekilleri için bu konun ayrıntılarını öğrenecekleri o kadar çok insan var ki bugün örneğin, Sayın Hüsametin Cindoruk’a,  o Anayasa değişikliğinin hazırlanmasında fiilen görev almış Önder Sav’a olayın gerçeğini sorabilirlerdi.
Ama unutmayın ki, itibarın iadesi Meclis kararıyla değil, toplumun vicdani kanaatiyle olur.

19 Aralık 2012 Çarşamba

ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR?



Ernest Hemingway’ın ünlü romanın ismi olan  bu başlık tahmin ediyorum bugüne kadar yüzlerce kere yazılara başlık olmuştur.
Roman, İspanya iç savaşında faşistlere karşı mücadele eden bir ABD’liyi anlatmaktadır.
Bu nedenle ülkede siyasi iktidarların otoriterleşme tavırlarının yükselme gösterdiği her dönemde bu başlık atılır.
Başbakan Pazar günü Konya’da işadamlarına seslenirken, kuvvetler ayrılığını, kendi yönetim anlayışı için ciddi bir engel olarak gördüğünü açıkça ilan etmiştir.
Başbakanın arzusu bütün gücü kendi elinde toplayarak bu ülkeyi yönetmektir. Nitekim, Türk tipi başkanlık sistemiyle, Konya’da söyledikleri çok örtüşmektedir.
Kendisinin şekillendirdiği ve yönlendirdiği  yargı bile artık Başbakana ayak bağı olarak gelmektedir, Başbakanın bu yargıya  bile tahammülü kalmamıştır.
Başbakanın bilmediği, yanındaki kendini anayasa hocası zannedenlerinde bilemediği bir şey var ki, hiçbir güç/sayısal çoğunluk “Anayasanın kimliğini imha” yetkisini onlara  vermemektedir.
Bu ne demektir?
Bu şu demektir: Anayasayı değiştirme iktidarının/gücünün, anayasanın belli temel özelliklerinin değiştirilmesini kapsamadığını, yani bizim anayasamızın temeli olan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırma yetkisini, bu meclise ve ileride oluşacak olan TBMM’lerine de  vermediğidir.
Bu kuvvetler ayrılığını 1961 ve 1982 Anayasalarında yürürlüğe sokan kurucu iktidarlar, mevcut değerlerle, örneğin kuvvetler ayrılığı, kuvvetler birliği gibi değerlerle, bu toplumun tarihinde yaşanmış olayların birlikte değerlendirilmesi sonucunda kuvvetler ayrılığını benimsemişlerdir.
Yani şuandaki TBMM’nin de  böyle anayasanın temel özelliklerini değiştirme hakkı ve yetkisi yoktur.
Ama bizim siyasi yaşamımızda, kendini  devleti yönetmekte yeterince özgür saymayan liderler,zaman zaman özellikle de  ekonomik bunalımların kapıda bulunduğu dönemlerde bu tür taleplerde bulunmuşlardır.
Başbakan çelişkiler içindedir. Bir taraftan askeri vesayetten, bürokratik oligarşiden bahis ederken, her şeye kendisinin egemen olduğu  güçlü ve merkezi bir devlet yapısını savunmaktadır.
Başbakanın hayal ettiği sistem yasama yürütme yargı her şey onun emri altında olsun, kimse onun devleti yönetme iradesine  müdahale edemesin.
Bunun bir adım sonrası Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in  CHP milletvekili Engin Özkoç’un  “ Başbakanın tek hedefinin eğitimi, kendi siyasal amacına ve kendi başkanlığına  biat edecek  nesiller yaratmak için kullanmak olduğunu” söylemesi  üzerine  “Aynen öyle” demesiyle de ortaya konmuştur. 
Cumhuriyet Halk Partisini tek parti diktatörlüğünün ürünü olarak suçlayan Tayyip Erdoğan, şimdi kendisi adım adım, nihai hedefi bir ailenin egemenliği olan otoriter bir rejime, Bonapartist bir diktatörlüğe yönelmektedir.
Önce basın susturuldu ve diz çöktürüldü. Modern demokrasilerde dördüncü güç olan basın diz çöktürülürken, buna tepki verilmedi.
29 Ekim ve  10 Kasımda verilen tepkiler, o zaman basına yapılan baskılar karşısında  verilseydi, bugün çok daha etkili, denetim görevini en iyi şekilde yapabilen, daha geniş  bir basınımız olurdu.
12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği ile yargının taraflılaştırılması, iktidarın bir organı haline getirilmesi; bu sistematik geçişin etaplarından biriydi, ona da tepki verilmedi, diz çöktürülmüş, uysallaştırılmış kalemşorlar tarafından da, yargıya  yapılan bu operasyonun halkın yararına olduğu yalanı pompalandı.
Tayyip Erdoğan’ın önünde kendisine dur diyecek hiçbir organ kalmamasına rağmen, her zaman yaptığı gibi mağduru oynayarak, “her şeyi düzeltecek ama hareket alanını daraltanlar var” yalanlarıyla halkın da desteğini almış olarak Bonapartist bir diktatörlük kurma hevesinde.
İşte bütün bu nedenlerden dolayı; çanlar Türk Ulusu için çalıyor.






16 Aralık 2012 Pazar

SİYASİ İKTİDARIN NAMUS BORCU



Hatırlanacağı üzere 2010 Anayasa reformu öncesinde CHP ile AKP arasındaki oy farkı  on-on bir puana kadar gerilemiş ve hatta toplumda AKP siz koalisyon hesapları yapılmaya başlanmıştı.
Tam bu aşamada yani 2010 Anayasa referandumuna gidilirken  CHP Genel başkanı, özel hayatın gizliliği ihlal edilerek,  ahlak dışı bir kaset saldırısına uğradı ve görevini bıraktı.
Olayın üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçti, bu olayın aydınlanması için siyasi iktidarın en ufak bir çabası olmadı.
 Kişinin her türlü suça karşı güvenliğini sağlamak devletin görevidir. Devlet dediğimiz organizasyonu siyasi iktidar harekete geçirdiğine göre, vatandaşlarını suça karşı korumakta, suç işlendikten sonra faili ortaya çıkartıp, yakalamakta siyasi iktidarın görevidir.
Şu ana kadar siyasi iktidarın böyle bir çaba sarf etmediği gün gibi ortadadır. Bu işe asıl saldırması, failin ortaya çıkartılması için gerekli takibi yapması gereken diğer kurumda, Genel başkanı saldırıya uğrayan CHP dir.
Ne iktidardan, ne de ana muhalefet partisinden ses çıkmayınca akla taraflar arasında bu konuda bir gizli mutabakat olabileceği gelmektedir.
İkisinin de bu hak ihlalinden yararlandıkları; iktidarın bu çirkinliğe göz yumarak failleri bilmesine rağmen koruduğu, CHP’nin de içinde bundan istifade edenler  olduğu düşüncesi akla gelmektedir.
CHP; bu olay yaşanmadan önce ki son yıllarda, ulusalcı ve anti emperyalist özelliğini daha ön plana çıkartması nedeniyle  oyları artış göstermeye başlamıştı.
Bu oy artışı,  hem AKP iktidarını ve hem de Türkiye’de Atatürkçülüğü ve laikliğin kazınması gerektiğini söyleyen ABD’yi rahatsız etmiştir.
ABD; Atatürkçülüğü ve laikliği Türkiye’den kazıya bilmek için  önce CHP’den kazınması gerektiğine inanıyordu.
Bu kaset operasyonuyla CHP’den ulusalcılar tümüyle tasfiye edilerek istenilen sonuca varıldı ve CHP’ye 2.Cumhuriyetçiler, BDP’liler,şeriat sempatizanları, ademi merkeziyet taraftarı olanlar yerleştirildi.
CHP de bu operasyon yapılıncaya kadar İttihat Terakkinin üç adamından biri olan Cemal Paşanın torunu Hasan Cemal ve onun gibi düşünen bazı köşe  yazarları tarafından,  zaman zaman alaylı bir şekilde   “İttihatçı alışkanlığı, İttihat  Terakki’den gelme”  gibi nitelemeler yapılarak alaya alınmaya çalışılırdı. Bu iddiaların haklı yanları olabilir, buda tartışılabilinir.
Ama şekillendirilen Yeni CHP  artık İttihat Terakkiye değil, olsa olsa  içinde Kürt Teali Cemiyetinin, İngiliz  Muhipleri Cemiyetinin  yöneticilerini, Prens Sebahatti’nin adamları olan ademi merkeziyetçileri, 31 Mart gerici isyanını gerçekleştiren şeriatçıları ve en önemlisi Saidi Nursi tayfasını barındıran  Hürriyet ve İtilaf fırkasına benzemeye başladı.
Yani tam anlamıyla AKP ve ABD’nin beğendiği şekle geldi.
Bu nedenle suçluları ortaya çıkartıp, yakalamak anayasal ve yasal sorumluluğu olan AKP, CHP tarafından bu konuda hiç  baskı altına alınmadı.
CHP Genel başkanının uğradığı  saldırı, sanki iktidar tarafından himaye edilen  bir merkezden ve  parti de içinden de yardım alınarak tezgahlanmış olduğu düşüncesini  akla getiriyor.
Bir noktaya okuyucularımızın dikkatini çekmek istiyorum, bütçenin eleştirisi sırasında tek kelime ile bile olsa bu hukuksuzluğun ahlaksızlığın  hesabı sorulmadı.
Yani bu işin takipsiz bırakılmasından rahatsızlık duyulmayan bir tavır sergilendi.
Bütün suçluları yakalamak siyasi iktidarı elinde bulunduranların görevidir.
Özellikle bir Ana Muhalefet Partisi Genel başkanının uğradığı haksız ahlaksız saldırının faillerini bulup perde arkasını aydınlatmak,  eğer bu işlere göz yummamışsa,   SİYASİ İKTİDARIN NAMUS BORCUDUR.
Ama diğer tüm konularda olduğu gibi bu konuda da iktidarı denetlemek, bu işi takipsiz bırakmamak, bu işten aralarında menfaattar olanlar yoksa ,o zaman da   Ana Muhalefet Partisinin NAMUS BORCUDUR.

12 Aralık 2012 Çarşamba

“TUTUKLU ADALET”



Yazı başlığı bana ait değil, başlık toplumda  “Balyoz Davası” diye bilinen, bana göre de verilen kararın kamu vicdanını kanattığı davanın, Atatürkçü ve laik tutuklu sanıklarının onurlu haykırışlarına attıkları başlıktır.
Lütfedip bu küçük risaleyi bana da göndermişler. 32. Sayfalık risalenin/kitapçığın hepsini buraya almak elbette imkânsız. Ama asıl bence “son söz” çok önemli onu buraya aynen alıyorum.
“  ‘SUÇLU İNSAN BUNLARI YAPAR MI?’
1.Suçlu insan; ‘Duruşmalar Televizyondan canlı Yayınlansın’ diye imza kampanyası başlatıp, 50.000 imza ile Adalet Bakanlığına  başvurur mu?
2.Suçlu insan; savcının iddianamede ‘darbeyi önlemiştir’ dediği kişinin tanık olarak dinlenmesi için ısrar eder mi?
3.Suçlu insan; aleyhine delil olarak gösterilen CD’lerin ‘sahte’ olduğunu gösteren, üniversitelerden (ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi v.s) yeminli kişilerden ve yurtdışı adli bilişim kuruluşlarından30 adet bilirkişi raporu alabilir mi?
4.Suçlu insan; ısrarla mahkemeden ‘kimi seçersen seç, yeter ki mahkeme olarak sen bir bilirkişi tayin et’ der mi?
5.Suçlu insan; aleyhine rapor verdiği iddia edilen bilirkişilerin mahkemede dinlenmesini talep edebilir mi?
6.Suçlu insan; Türkiye Büyük Millet Meclisi darbeleri Araştırma Komisyonu’na ısrarla bu davayı da inceleyin der mi?
7.Suçlu insan;Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurur mu?
8.Suçlu insan; Birleşmiş Milletler Konseyi Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’na müracaat eder mi?
9.Suçlu insan; mahkemenin çağırmasını beklemeden yurt dışından gelip beni yargılayın der mi?
10.Suçlu insan; Ömür boyu hapis cezası ile yargılanırken, mahkemeyi uzatmamak için ‘1 dakika’ savunma yapar mı?
11.Suçlu insan; savunma yaparken mahkeme heyetine ‘Lütfen gözümün içine bakarak beni dinleyiniz’ der mi?
12.Suçlu insan; çapraz sorgu esnasında ‘Lütfen bana soru sorunuz’ der mi?
13.Suçlu insan; hazırladığı söylenen listede görev verdiği veya TSK’dan atılmasını teklif ettiği iddia edilen kişilerin tanık olarak dinlenmesini talep eder mi?
14.Suçlu insan’ın kendi avukatı, müvekkili için suç duyurursunda bulunmayı göze alır mı? Mahkeme suç duyurusunda bulunduğu zaman ‘Bu benim için şeref madalyasıdır’ der mi?
15.Suçlu insan; aleyhine bilirkişi raporu düzenleyen, bilirkişiler, polisler, savcılar ve hakimler hakkında suç duyurusunda bulunur mu?
16.Suçlu insanın haksız yargılandığı Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda yazar mı?
17.Suçlu olduğu iddia edilen 326 kişinin aleyhine Allah rızası için tek bir sanık olmaz mı?
18.Suçlu insan hakkında, hadi tanık bulunmadı, tek bir imzalı belge, telefon dinleme kaydı v.s herhangi bir şey olmaz mı?
19.Suçlu olduğu iddia edilen 326 kişinin, toplumda, sicillerinde  20.000’in üzerinde takdir belgesi, göğüslerinde  100’lerce madalya, vücutlarında 10’larca PKK mermisinin izi olur mu?
20. Suçlu insan toplumun her kesiminden bu kadar destek görür mü?
SEN SÖYLE EY HALKIM, SUÇLU İNSAN BU KADAR DİK, BU KADAR ONURLU OLABİLİR Mİ?
Diye haykırmışlar.
Öncelikle şunu söyleyeyim hepiniz çok suçlusunuz, çünkü sizler, Atatürkçüsünüz ve laiksiniz.
Bundan daha büyük suç olabilir mi?
Sizler, bu nitelikleriniz nedeniyle,  ABD’nin ordudan tasfiye edilmeleri gerekir dediği subaylarsınız.
Bende, bu ülkedeki yüz binlerce hukukçudan biriyim,   kendi adıma , böyle bir hukuk faciası karşısında sizlerden yüzüm kızararak  özür diliyorum.
Dünyanın en büyük hukuk devrimini yaptık, ama maalesef  evrensel hukuk kurallarını uygulama donanımına sahip  hukukçu yetiştiremedik.
İnsan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik laik, sosyal hukuk devleti ancak ve sadece hukukun üstünlüğüne inanmış, hukukçular tarafından, evrensel hukuk kuralları uygulanarak korunabilinir.
Zira; bu niteliklere sahip bir hukukçunun tek yol göstericisi, vicdanı ve hukukun üstünlüğüne olan inancıdır.
Bugün yaşanan hukuk facialarının sebebi bu nitelikte hukukçular yetiştirememiş olmasıdır.

9 Aralık 2012 Pazar

KÜLTÜR VANDALLARI



Bazı şehirler vardır ki bunlar tarihi şehirlerdir. Bunları yaşatan,değerli kılan, onların sahip oldukları, insanlığın ortak mirası olarak nitelenen kültürel miraslarıdır.
Miras,geçmişten geleceğe  aktarılan maddi ve manevi değerler toplamıdır.Uygar toplumlar manevi değerlerine, kültürel mirasına sahip çıkan toplumlardır.
Bunları hoyratça tahrip eden, dünyaya ve olaylara salt para olarak bakan milletler uygar olamazlar.
İşte dünyanın en güzel kenti İstanbul bugün maalesef böyle hoyratça tahrip edilmektedir.
Bugün biraz yukarıya çıkıp olaylara objektif olarak baktığınız zaman, İstanbul, ince ruhlu, zarif, hassas ve güzel bir kadını, onu yönetenlerde onu kullanan  kaba saba hoyrat bir erkeğe benzemektedirler.
Bugüne kadar İstanbul’u yöneten sağ belediyecilik anlayışı  ona layık olmayanlardır.
Bugün İstanbul’u yöneten zihniyet,  Sanata ve sanatçılara hiçbir uygar ülkede görülmeyen baskılar yapa bilen,  heykelleri yıkmakta mahsur görmeyen, böylece sanatçının yaratıcılık özgürlüğüne müdahale eden, yayınlanmamış kitapları toplatabilen, kültürel etkinliklere ve sanatta sansürü mubah görenlerdir.
12 Eylül askeri cuntasının bile düşünemediği, Tv dizilerini bile yasayla yasaklamayı devlet yönetmek zanneden bir anlayışın, sadece bu nedenle bile darbelerle yüzleşiyoruz yalanlarına kimse inanmaz.
Bugün İstanbul’un tarihi mekanlarını yıkıp üstüne devasa alış veriş merkezleri yapmak, maddi ve manevi zenginlikten hiç nasibini alamamış kişilerin  olduğunu gösterdiği gibi, buna imkan tanıyan şu anki otoritenin de “kültürel Vandalizm”e ne kadar yatkın olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bütün bunları da modernleşme olarak algılatmaktadırlar.
Koca koca dikine yükselmiş alış veriş merkezleri açmayı bir zenginlik,  modernleşme  kabul eden; mirasın sadece maddi kısmıyla ilgilenen, mirası da kendi çocuklarına  bırakılacak para olarak algılayan bu  kafa yapısı, kültürel mirasın iyi değerlendirildiği zaman, topluma çok daha büyük kazanımlar sağlayacağını düşünemezler.
Türkiye ve İstanbul bu kültürel vandallığı  ilk defa yaşamıyor, hatırlanacağı üzere rahmetli Menderes de, İstanbul’un trafik sorunu çözmek iddiasıyla İlber Ortaylı Hoca’nın anlatımıyla beş adet Mimar Sinan “Mescidi” ni ve  Beyazıt’ta Kemankeş Kara Mustafa Paşa külliyesi yıktı.
Aslında bu yapılanlar, bilerek ve bilmeyerek modernleşmeyi, zenginleşmeyi şuursuzca yeni binalar ve yollar yapmak olarak algılamaktan  kaynaklanmaktadır.
Tarihi eseri “çanak çömlek” diye niteleyebilen bir kafa yapısı ile karşı karşıyayız.
Haliç’e yapılacak köprünün tarihi eser olan bir Caminin siluetini bozup bozmamsı onları hiç ilgilendirmemektedir.
Nitekim, Saraçhane’deki Belediye Sarayının da “ecdat” diyip toz kondurmadıkları Sultan Süleyman’ın, en sevdiği şehzadesi adına yaptırdığı Şehzade Mehmet Camii’ni gölgelediğini göremezler.
Bu duyarsızlık sadece İstanbul için değil Anadolu bozkırı içinde söz konusudur. Bozkırın ortasında yol yaparken kervansaraylar yok edilmedi mi?
Konya şehir merkezinde ana yollar açılırken, Anadolu Selçuklu sarayı tahrip edilmedi mi?
Erken Cumhuriyet döneminin en güzel eserlerinden biri olan ve şimdi etnografya müzesi denilen güzelim bina, önündeki kaba çirkin binalarla gölgelenmedi mi?
Yüz yıllar/bin yıllar sonucu meydana gelen maddi manevi kültürel birikimleri biz yaratmadık. Onları hunharca yok etmek hakkına da sahip değiliz. Ne bizlerin ne de başkalarının yüzlerce/binlerce  yıl evvel yaşamış insanların yarattıklarını yıkıp yok etmek hakkına sahip değiliz.
Bakın çok yakınımız da Irak’ta işgal kuvvetleri, bu ülkenin Başbakanı o askerlerin sağlığına duacı olurken, onlar hem milyonlarca Müslüman’ın ırzına geçip ve hem de   bir tarihi yok ettiler, şimdi de Suriye de dış destekli adamlar bir başka tarihi yok etmektedirler.
Bu nedenle bizim veya bir başkasının diyorum.
İnsanlığın ortak değerlerini yok edenler, ayakta kalamazlar, bugüne kadar bunun örneği de yoktur.
 Rahmetli Menderes her şeyi yapabileceğine inandığı andan itibaren erimeye başlamıştı, Tayyip Erdoğan da aynı şekilde erimeye başladı.



5 Aralık 2012 Çarşamba

SAYIN GENEL BAŞKANLAR BU GÖREV SİZİN



Başbakan Tayyip Erdoğan Salı günü grup konuşmasında, okullarda tek tip kıyafet için  her zaman yaptığı gibi gene İsmet Paşa üstünden bilerek ve isteyerek Atatürk’e saldırdı.
Tek tip kıyafet uygulamasının faşizan bir uygulama olduğunu söylerken CHP’yi  faşist parti olarak nitelemiş, hızını alamamış Seyit Rıza’nın “katledilmesine göz  yumulduğunu” söyleyerek, o devirde devletin başında bulunan Atatürk ve İsmet Paşayı, katil ilan edip, kendince itibarsızlaştırmaya çalışmıştır.
Cumhuriyeti kuranlara karşı bu kin ve nefreti anlamak mümkün değildir.
Dünyanın her tarafında devletlerin kurucuları şükranla anılırlar.
Siz hiç George Washington’un işkenceci olmakla suçlandığını duydunuz mu? Bir yerde okudunuz mu? Duymadınız ve okumadınız, ama George Washington ABD ordularının Başkomutanı olarak zor şartlar altında geçirilen savaşta başarıya ulaşmak için pek de demokratik olmayan, insan haklarına uymayan kararlar almıştır;örneğin nöbette uyuyan veya içki içen askerlere verilecek ceza 39 kırbaçtan 100 kırbaca çıkartmıştır.
Ama kimse George Washington’u işkenceci olmakla suçlamaz,suçlamadığı gibi de  böyle bir şeyi aklından bile geçirmez.
Hatta Başkan Obama son seçimlerde ayırımsız kendisinden önce bu görevi yapan bütün önceki Başkanlara teşekkürlerini sundu.
Biraz aklı selim sahibi insanlar kendisinden önce aynı görevi yapan kişilerin de o ülkeye muhakkak bir şeyler verdiklerini bilirler.
Tayyip bey, bu devleti kuranların neleri yaptıklarını  bilmeye bilir, ne yetiştiği çevre, ne aldığı eğitim bunları öğrenmesine müsait olmadığından,  Prof. Dr Bilsay Kuruç’un “Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye” isimli kitabını okursa, bugün gelinen noktada o insanların katkısını çok iyi anlayacaktır.
Bu kitapta yer alan Ramiz Gökçe’nin 1923 de çizdiği “Osmanlı saltanatının Türkiye Cumhuriyeti’ne son mirası” isimli  karikatür de, bir yarasanın bir gencin boğazını ısırması çizilmiş, yarasanın üzerinde de Duyun-ı Umumiye, boğazlanan gencin üzerinde de Türkiye yazdığı görülecektir.
Bu  devleti kuranlar, büyük  badirelerden geçerek devleti kurdular.
Siz hiçbir Fransız’ın General de Gaulle dil uzattığını gördünüz mü?
Veya bir İngiliz siyasetçinin Winston Churchill’e insafsızca saldırdığını duydunuz mu? Okudunuz mu?
Duymamışsınızdır. Okumamışsınızdır.
Çünkü orada siyasetle uğraşanlar, ülkelerinin bugün bulundukları noktalara gelebilmeleri  için kendilerinden evvelki siyasetçilerin, yönetenlerin üst üste koydukları taşların üstüne bastıklarını bilirler.
Bugün Tayyip Erdoğan’ın faşistlikle suçladığı iki liderden ilki olan Ulu Önder Atatürk, bir dostumun söylediği gibi, top yekun ölmüş, bitmiş halkını mezardan çıkartıp devlet kurmuş….ikincisi, “densizlerin” faşist dediği İsmet Paşa, halkının top yekun mezara girmesini önlemiştir.
Elbette bunları anlayabilmek için orta düzeyde tarih bilgisine sahip olmak gerekir; zaten ben de Tayyip Beyden böyle bir derinlik(!) beklemiyorum 
Ama Tayyip Bey, tipik bir şark kurnazı olarak, işine geldiği zaman Alevileri suçlayacak, işine geldiği zaman da bir İngiliz ajanının çıkarttığı ayaklanmayı, genç Cumhuriyeti koruma refleksiyle bastırıp astıkları için Atatürk ve silah arkadaşlarını itibarsızlaştırmak gayretiyle ajan Seyit Rıza’ya sözde sahip çıkacaktır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin geçmişine  yapılan, bu haksız ve çirkin saldırıya CHP’nin bugünkü yöneticilerinin tepki vermesi gerekirdi.
Bu yazıyı kaleme aldığım şu ana kadar CHP içinden bu çirkin ve haksız saldırıya bir tepki gelmediği gibi geleceğe de benzemiyor. Çünkü Atatürk ve İsmet Paşayı itibarsızlaştırmak konusunda Tayyip Erdoğan’dan farklı düşünmedikleri anlaşılıyor.
O zaman bu saldırıya layık olduğu cevabı,  bu partide geçmişte Genel Başkanlık yapmış   olan Sayın Hikmet Çetin, Sayın Altan Öymen ve Sayın Deniz Baykal’ın  vermeleri gerekmektedir ve bunu da bekliyoruz.
 SAYIN GENEL BAŞKANLAR BU GÖREV SİZİN.


2 Aralık 2012 Pazar

BİZİ APTAL YERİNE KOYMAYIN



Türk yetkililerin açıklamalarına bakınca, aptal yerine konmaktan çok rahatsız oluyorum.
Ülkemize yerleştirilecek olan patroit füzeleri güya Türkiye’yi koruyacağı gibi Avrupayı da koruyacakmış.
Neresinden bakarsanız bakın çocukça bir kandırma, insan bilgisi ve zekasıyla alay etmek.
Bir dostum bilgi notu göndermiş, İran’ın elinde menzili 2000 kilometreyi aşan füze yok.
Bu ne demek?
Şu demek.
İran füze rampalarını  Türkiye hududuna kadar getirip füzeleri fırlatsa. Balkanlara ya ulaşır ya ulaşmaz.
Hadi ulaşabilir var sayalım. İnsan biraz mantıklı olur, İran’ın herhangi bir Balkan ülkesiyle en küçük bir sorunu yok ki onlara niye füze fırlatsın.
Şimdiki İran yönetimini beğenirsin beğenmezsin, ama iki bin yıllık devlet geleneği olan İranlı yöneticiler Avrupa ya füze atıp durup dururken onların düşmanlığını üstüne çeker mi?
Böyle bir durumda Avrupa’nın silah gücünün kendisinde taş taş üstünde bırakmayacağını bilmez mi?
İşte bu basit nedenlerden dolayı, hem Küreciğe kurulan radar sistemi ve hem de önleyici füzelerin buraya yerleştirmesinin sebebi sadece İsrail’i korumaktır.
Tabii, Tayyip bey ve onun derinliği kendinden menkul, hayalperest  Düş İşleri  Bakanı da aslında olayın gerçeğinin bu olduğunu bilirler de, bunu Milletimize anlatamazlar.
Zira; öyle üst perdeden atıp “one minute”, “sen çocuk öldürmeyi iyi bilirsin” dedikten sonra, şimdi çıkıp da Türk halkına nasıl bu radar ve önleyici füzelerin Türk halkının canı pahasına İsrail’i korumak için kurulduğunu anlatsınlar.
Başka anlatacak adam da kalmadı, Ana Muhalefet Partisi, İngiliz Ajanı Seyit Rıza ve biri hariç arkadaşlarının itibarını iade etmekle meşguller, böyle konular kendileri için önemsiz olduğundan bunlarla uğraşmazlar zaten.
Halkımız da henüz hangi ilimize yerleştirileceği bilinmeyen bu füzelerin, görevinin ülkemizi korumak olduğunu zanneder.
Hepimizin bilmesi ve görmesi gereken gerçek, Acemlerin İsrail’e karşı ilk hamleyi yapıp saldırmak gibi bir niyeti yok ve  zaten de olamaz.
Baksanıza Filistin ile ilgili BM oylamasından sonra Almanya  da İsrail’in arkasında olduğunu açıkladı.
Bütün bu gerçekler ortadayken, batının bütün acımasızlığıyla darmadağın edilecek bir İran’ın, İsrail’e karşı ilk saldırıyı yapması düşünülebilinir mi?
Bu yerleştirilen radar ve koruyucu füzeler, İsrail’in İran’ı vurmasından sonra, İran’ın kendini savunmak için İsrail’e karşılık vermesini engellemeye yöneliktir.
Yani bir başka anlatımla, İran bu radar ve önleyici füzeler sistemi sayesinde  İsrail’e karşı mahkum durumdadır.
Aslında dikkatle izlenmesi gereken bir başka konu daha var. ABD ve Hollanda ile beraber bize Patroit füzeleri verecek Almanya, bu füzelerin verilip verilmemesi konusunu gelecek ay Alman Parlamentosu Bundestang’da görüşeceklermiş.
Hani o benzemeye çalıştığımız aslan Alman Sosyal Demokratlar ve Yeşiller de buna şimdiden desteklerini açıklamışlar.
İnsanın aklına hemen, bu aslan Alman Sosyal Demokratlar ve Yeşiller değil miydi, bağış yoluyla bize verilen Doğu Alman postalları ve miğferlerinin Güneydoğu Anadolu’da kullanılmasına karşı çıkanlar, sorusu geliyor.
Demek ki asıl amaç, Türkiye’yi falan korumak değil, İran füzeleri’nin Almanya’yı Hollanda’yı  vurması da mümkün olmadığına göre bir başka devleti, yani  İsrail’i korumaktır.
Gönderen ülkenin Parlamentosu füzelerin gönderilmesini tartışacak oylayacak, aslan Sosyal demokratların desteğiyle de geçecek, peki siz, buraya yerleştirilecek patroit füzeleri ve onu kullanacak yabancı askeri personelin buraya gelmesi konusunun da TBMM görüşme yapıldığını duydunuz mu?
  Birde hafızanızı zorlayın, ya da gazete arşivlerine girip bir bakın ulusalcılık elbirliği ile itibarsızlaştırmaya çalışılmadan evvel 1991 de ve 2003 de ne olmuştu.
Bu ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olduğunu söyleyenler, lütfen Türk halkını aptal yerine koymayın, onlara gerçekleri anlatın