28 Ocak 2020 Salı

AKP’NİN FUZULİ İKTİDARDA KALMA ÇABASI



Milli Savunma Bakanı  Hulusi Akar, 23 Ocak günü Aselsan'ı ziyareti sırasında yaptığı konuşmada, Yunanistan'ın Ege'deki kara suları 6 mil iken, hava sahasının 10 mil olduğunu iddia ettiğini, uluslararası antlaşmalarla silahsızlandırılmış 23 adanın 16'sını ise silahlandırdığını hatırlatarak, "hiçbir şekilde hakkımızı çiğnetmeyiz... Bu konuda kararlıyız" demiş.
Ege'de mülkiyeti uluslararası antlaşmalarla herhangi bir tarafa bırakılmamış 18 adacığın Yunanistan tarafından son yıllar içinde uluslararası  antlaşmalara aykırı olarak işgal edildiği haberlerine sade suya tirit açıklamalar dışında tepki vermeyen ve genel olarak çok uzun geçmişi olan (1960'lardan beri) Ege sorunlarına bugüne kadar fazla değinmeyen AKP'nin şimdi herhangi bir neden  yokken aniden Akar'ın ağzından yukarıdaki sert çıkışı yapması çok ilginç, ilginçliğin ötesinde tipik şark kurnazlığı.
Bu çıkış ister istemez Abdüllatif Şener'in şu sözlerini akla getiriyor:
"....İktidardan inmemek Sayın Erdoğan'ın (1) numaralı hedefi. Ölene kadar mutlak surette iktidarda kalmak istiyor. Bunu gerçekleştirmek için de yapmayacağı hiçbir şey yok. Her şeyi yapar.....bildiğim bir şey var, seçimi kaybetmemek için ne yaparım diye düşünüyordur...." 
Türkiye'yi olağanüstü kurallarla yönetmenin ve nihayetinde seçimleri süresiz ertelemenin bahanesi olarak kullanılmak üzere bir dış sorun yaratmanın hazırlığı mı yapılıyor? Şener'in tahminleri doğru mu çıkıyor? Diye düşünülebilinir. İzlemekte yarar var...
Tabii Akar’ın bu çıkışını  anlamak çok kolay. Irak ve Suriye’de Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Rusya’nın tutumları nedeniyle Türkiye’nin  tek başına bir şey yapması mümkün olmadığı ortaya çıkınca şimdi uluslararası hukuka göre silahlandırılması mümkün olmayan Ege adacıklarını gündeme taşıyorlar.
Eğer bu sorun  seçimlerin ertelenmesi için düşünülüyorsa, bunun çok tutacağını zannetmiyorum.
Zannetmiyorum zira, günümüz savaşları artık üç beş gün sürüyor Anayasamızın  78’inci maddesine göre, TBMM “seçimlerin bir yıl geriye bırakılmasına ‘ancak’  savaş sebebiyle yani seçimlerin yapılmasına imkan görülmezse” karar verebilir ve seçimleri de ancak bir yıl geriye bırakabilir. Bir yıl sonunda,  “geri bırakma sebebi ortadan kalkmamışsa, erteleme kararındaki usule göre, bu işlem yani geriye bırakma işlemi tekrarlanabilinir.”
Bu arada Erdoğan’ın seçimle iktidarı bırakmama olasılığı artık televizyon programlarında da açıkça dile getiriliyor. Bunun nedeni ise Ancak yıllardır AKP iktidarı tarafından görmezden gelinen ülkemiz için çok hayati bir olayın, biranda gündeme taşınması olabilir.
Bugün artık üç beş gün sürecek bir çatışmayı öne sürüp, seçimleri ertelemek mümkün değildir. Buna Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyelerinin de izin vermeyeceklerini düşünüyorum.
  Her ne kadar, Tayyip Erdoğan yandaşları kendisine bir “Başkomutanlık” sıfatı yakıştırmakta  iseler de, esasen Başkomutanlık Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir. Bu nedenle Cumhurbaşkanlarının Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanlığını temsil yetkisi, bir kısım yandaşların düşündüğü gibi icrai değil sembolik ve törensel bir yetkidir.
Bütün bunlar olurken muhalefetin kurumsal olarak bu olayı seyretmesi çok manidardır. Muhalefet sadece bu olayları seyretmekle kalmıyor, Babacan ve Davutoğlu gibi ülkenin bugün her alanda getirildiği krıtik eşiğin birinci derecede sorumluları ile ittifak işaretler veriliyor olması da ayrıca çok düşündürücüdür.
Son yıllardaki seçimlerde/halk oylamalarında, iktidarın Yüksek Seçim Kurulunu da yanına alarak yaptığı demokrasi ile bağdaşmayan bütün uygulamalarını sineye çekmiş olan bu Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin, maalesef, o uygulamalardan daha ileri giden adımları, seçimlerin ertelenmesi gibi uygulamaları da içine sindirebileceği kuşkusu bende uyanıyor. 


     


24 Ocak 2020 Cuma

KEMALİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ



Son günlerde Atatürkçülerin, Kemalistlerin demokrat olamayacaklarını ileri sürmek bir kısım insanlar tarafından görev sayıldı.
Bu özelliklede Türkiye’de Kemalizm’in Türkiye Cumhuriyetinden silinmesini isteyen emperyalistlerin isteğidir.
Diğer bir deyişle, Atatürk’ü silerek çağdaş olabileceğimizi, birilerinin söylediği gibi çağdaş sosyal demokrat olabileceğimiz algılatması, emperyalistlerin ve cumhuriyeti numaralandırma meraklısı entellerin söylemidir.
 Kemalizmin, Atatürkçülüğün hangi ilkesi çağdaş sosyal demokrasinin gerisindedir.
1-“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ülküsü, batılıların göstermelik “barışçı ilkelerinden” çok daha gerçekçidir. Batılı Sosyal demokratların barışçılığı göstermeliktir. “Göstermelik” diyorum, zira batılı sosyal demokratlar her zaman emperyalistlerle beraber onların hizmetinde olarak hareket etmiştir.
Irak’ta milyonlarca insan öldürülürken, Fransız ve İngiliz Sosyal demokratları ABD ile beraber hareket etmemişler midir?
Sarkozy  Libya’yı bombalatırken, Fransız Sosyalist Partisi kendisine destek vermedi mi?
Bu yakın tarihimizin dumanı tüten örnekleri çoğaltılabilinir.
Bizim Yurtta Sulh Cihanda Sulh anlayışımız, emperyalizmin bir makyaj yapılmış tarzı olan batılı sosyal demokratlardan çok daha gerçekçidir.
Atatürk milliyetçiliği, bağımsızlıkçı ve barışçıdır, saldırgan, irredentist (kaybedilmiş toprakları geri isteyen), rövanşist, yayılmacı bir yanı yoktur; dışa yönelik bir siyasi program değildir.
Nitekim bu  özelliğinin en net göstergesi, misak-ı milli sınırları dışında kalan Osmanlı topraklarını hiç talep etmediği gibi bunu “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesiyle de bir devlet felsefesi haline getirmiştir.
Türkiye, Lozan antlaşmasından bugüne kadar sadece Kıbrıs Barış harekatını yapmış, o da sadece soydaşlarımızın mal ve can güvenliğini sağlamak içindir.
Ayrıca o harekat sonucunda hem komşumuz Yunanistan’a ve hem de Güney Kıbrıs Rum bölgesine demokrasi gelmiştir.
1 Mart Tezkeresinin reddini sağlayan Türkiye  komşularının iç işlerine karışmama politikasını savunurken, hem Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmuş hem de aslında ABD’ye iyilik etmek istemiştir. ABD’ye bu bataklığa girme demiştir.
Nitekim ABD dış politikasında önemli değişiklikler yaşamış ve artık aynen Suriye’de olduğu gibi doğrudan kendi ana karası için tehdit oluşturmayan ihtilaflarda, ülkelerin iç işlerine doğrudan askeri müdahale yapmadan, o ülkenin kendi iç dinamikleri ve çevre aktörlerin işin içine girmelerini teşvik etmektedir.
Nitekim, Afganistan’dan çekilmeyi planlamaktadır.
Yani Kemalizmin, Atatürkçülüğün barışçı ilkeleri, Avrupalı Sosyal demokratların göstermelik barışçılığından çok daha ileri ve tutarlıdır.
2-Çağdaş sosyal demokrasinin hedeflediğini söylediği sınıflar arası barışçı denge, Kemalizm’de çok daha açık bir hedeftir.
Kemalizmin- özel girişimi de yadsımayan- devletin toplum yararına gerektiğinde ekonomiye müdahalesine açık olan DEVLETÇİLİK anlayışının sosyal demokrat söylemlerden nerede geridir veya farklılık gösteriyor.
BATI’DA İNSANLIĞIN KAN VE GÖZ YAŞI DÖKEREK ELDE ETTİĞİ; a) Genel ve Eşit Oy Hakkı b) Sekiz Saatlik İşgünü c) Çeşitli Sosyal Sigortalar, yaşlılık, analık, sağlık gibi… d) Grev ve Toplu Sözleşme Hakkı e) Gelir Düzeyine Göre Değişen Vergi Sistemi f) Parasız Eğitim, 
Sivil Toplum kuruluşları, Halk Evleri, Türk Dil ve Tarih Kurumları gibi kazanımlar “Kemalist Devrimcilik” anlayışı içinde çok daha kısa sürede ve acısız ve kayıpsız sağlanmıştır.
Onun için birileri istiyor diye Atatürkçülüğü bu topraklardan silmeye çalışmak, emperyalizmin uşakları olan “Yetmez ama Evet” diyen şarlatanların kurgulanmış söylem ve arzularıdır.





21 Ocak 2020 Salı

MUHALEFETTEN ESER YOK



                              
Kemal Kılıçdaroğlu ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin bugünkü yönetimi, halk kitlelerini muhalif siyasete katmak konusunda hiçbir gayret göstermedikleri gibi, kitlesel bir muhalefet hareketinin ortaya çıkmasının önünü de yıllardır tıkıyorlar. Bunu bilerek yapıyorlar. Halk, bunların muhalefet yaptıklarını sanarak, kendi içindeki itiraz ve tepki dinamiklerini harekete geçiremiyor.
Kemal Kılıçdaroğlu 15 Ocak  günü yaptığı konuşmasında, sadece başörtüsü ile Türbanı karıştırma yanlışını yapmadı "eskiyi" de eleştirdi.
Neymiş, eskiden vatandaşın ayağına gidip dertleri dinlenmiyormuş, şimdi artık vatandaşa gidiyorlarmış.
Binlerce dönüm tarım arazisi bankalara ipotekli, çiftçi borçları için hangi çabayı gösterdiniz?
Türkiye’nin herhangi bir bölgesinde çiftçi mitingi mi yaptınız. Bu mitingde çiftçinin tarımda kullandığı mazotun üstündeki vergi yükünü azaltılması gerektiğini mı dile getirdiniz. Çiftçinin tarımda kullandığı elektriğin fiyatı konusunda ne düşündüğünüzü, iktidarınızda ne yapacağınızı mı söylediniz. Çiftçi üretim kooperatifleri için ne düşündüğünüzü mü dile getirdiniz?
Kendi kendine yetebilen Dünyanın yedi ülkesinden biri iken, şimdi saman ithal eden ülke haline geldik, bu konuda ne düşündüğünüz dile mi getirdiniz.
Siz, milletin efendisi olan Türk çiftçisi, köylüsü hakkında ne söylediniz?  
 Ama on yıl içinde TBMM çatışı altında faydasız, kimsenin ilgisini çekmeyen boş konuşmalar yapmanın dışında, halka doğrudan dokunan faaliyetler yapıldığına dair bir örnek görmedim.
Belki bu söylediğimin tek istisnası “Adalet Yürüyüşü” idi; onun da yönü yanlıştı. Türkiye de adalet veya hak İstanbul da değil, Ankara’da aranır. Zira bu ülkenin başşehri Ankara’dır.   
Dedikleriniz  doğru olsa bile, AKP'nin yıllardır Türkiye'ye verdiği yaşamsal önemdeki zararların hiç olmazsa bazılarına engel olabilirdiniz ama hiçbirine engel olamadınız.. Neye engel oldunuz? Suriye politikasına mı? Ekonominin sadaka ekonomisi haline dönüştürülmesine mi? Ülkemize doluşturulan milyonlarca Suriyeli üzerinden toplumumuzun Araplaştırılması projesine mi? Eğitimin giderek yaygınlaştırılan imam hatipler ve tarikatlar üzerinden medreseleştirilmesine mi?
Bu ülkede bakan koltuğunda oturan insanlar Anayasanın bir parçası olan Devrim Yasalarına aykırı olarak “Medreselerden” söz ediyor, bu konuda tek kelime söylemiyorsunuz. Laikliği savunmak sizin açınızdan “Dincilerin” oyunu  kaçıracak bir söylem olarak görülüyor.
Türkiye için laikliğin değer taşıdığını söyleyen gerçek Cumhuriyet Halk Partililer  hiçbir şekilde bir din düşmanlığı duygusuyla hareket etmediler/etmiyorlar. Tam tersine  dine derin bir saygı göstererek, dinin değerini, önemini çok iyi bilerek, laik bir devlet düzeninin din bakımından da, toplum bakımından da ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştılar/çalışıyorlar.
AKP İktidarı döneminde şehirlerin yaşanmaz hale getirilmesine mi karşı çıktınız?
Bu konuda ne yaptınız?
Siz aslında bir şey yapmadınız. Oluşanlar halkın toplumsal tepkisiyle oluştu. Büyük kentlerdeki seçim başarısı adayların çabası ile toplumsal tepkinin doğru yönlendirilmesiyle oluştu.
Anayasa ile birlikte laikliğin de rafa kaldırılmasına mı? Rejimin demokrasiden otokrasiye dönüştürülmesine mi karşı çıktınız?
Bu ülkenin Cumhurbaşkanı Anayasaya aykırı olarak, Metin İyidil kararına tepki verirken yargı için “gereken talimatı verdik” diyebiliyor. Siz bu açıklamaya karşı yapsanız yapsanız Salı Grup konuşmasında çokta etkili olmayan birkaç kelime edersiniz. Bu konuşmalarınız da kimse tarafından pek de ciddiye alınmıyor zaten.
Partili Cumhurbaşkanı Anayasaya aykırı bir davranış içinde bulunurken, bu ülkede etkin bir ana muhalefet var, beni siyaseten zor duruma sokar diye düşünmüyor.
Kısaca Cumhuriyet Halk Partisi’nin bugünkü yöneticilerine sorulacak soru şudur: Madem değişmişsiniz ve çok başarılısınız, bugüne kadar Recep Tayyip Erdoğan/AKP'nin yapmak isteyip de sizin yaptırmadığınız ne var? Bir örnek verebilir misiniz?

https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gif



17 Ocak 2020 Cuma

OLMADI KEMAL BEY



Kemal Kılıçdaroğlu 15 Ocak  günü yaptığı konuşmasında Genel Başkanı olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin,  başörtüsü konusundaki tutumunu eleştirerek, "Bizim hatalarımızdan birisi; kadının başörtüsü sorununu Türkiye'nin bir numaralı sorunu haline getirdik. Sana ne kardeşim. Vatandaş işsiz, iş istiyor. Çiftçinin durumu ortada, başka dertlerimiz var. Fakirlik, yoksulluk, anarşi var. Bunları unuttuk; 'kadınlar başörtüsü taksın mı takmasın mı' bunu konuştuk. Bu da yanlış. Çok samimi içten, söylüyorum. Yanlışa her zaman yanlış diyeceğiz.”
Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşı çıktığı konu, dini simge olan “TÜRBANDIR”
Başta Kılıçdaroğlu’nun çok iyi bilmesi gereken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşı çıktığı konu,  hiçbir zaman başörtüsü olmamıştır. Eğer soruna başörtüsü sorunu dersek, bu bir şeyi saklamak olur.
Ne gerçek Cumhuriyet Halk Partililer ve ne de aklı başında herhangi bir insan Türkiye de başörtüsü sorunu olduğunu söyleyemez. Türkiye’de başörtüsü sorunu diye bir sorun hiç olmamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin de, siyasi bir simge olmayan, Anadolu kadının yüzlerce yıldır kullandığı başörtüsü ile hiçbir zaman bir sorunu olmamıştır, Geçmişte de olmamıştır, bugün de yoktur, gelecekte de olmayacaktır.
Cumhuriyet Halk Partisi açısından başörtüsü hayatımızın, yaşamımızın, tarihimizin kültürümüzün içinden çıkan geleneksel bir giyinme biçimidir.
Türkiye’deki problem başörtüsü problemi değildir. Türkiye’deki problem, siyasal bir simge olan türban problemidir.
Gerçek Cumhuriyet Halk Partililerin sorunu ilkokullara kadar inen, siyasal simge olan türbanladır. Yoksa Anadolu kadının başörtüsü ile hiçbir zaman sorunu olmamıştır. Zaten bunu sorun olarak da görmemiştir.
Türban üniversitede serbest bırakıldığı zaman, bu ilkokullara kadar iner diyen insanlara karşı çıkmıştı Kemal Kılıçdaroğlu. Bugün ilkokullara kadar indi. Siyasal simge olan türban; laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin Gazi Meclisine girdiği gün de, onun laiklik karşıtı bir simge olduğunu görmezden gelerek,  “hayatımın en mutlu gününü yaşadım” demişti.
Laikliğe karşı çabalar, din üzerinden siyaset yapmak siyasi getirisi olur  diye düşünülerek destekleniyorsa, eksik olsun  o siyasi getiri.
 Aynı konuşmasında Kılıçdaroğlu “ Ben size şunu da söyleyeyim son 10 yılda en büyük değişimi yaşayan parti: Cumhuriyet Halk Partisidir" ifadelerini kullandı.
Bu denilen değişim laiklikten taviz vermek ise bu söylenen, maalesef çok doğru.
AKP iktidarı laiklikten sıkılmış, bunalmıştır. Köşesinden kenarından kemirmeye çalışmaktadır.
Bu tür konuşmalarla bilerek ya da bilmeyerek   buna destek olunuyor.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin şanlı tarihine bakıldığında, hiçbir baskı ve dış müdahale olmadan, ne kadar muhteşem değişikliklerin yaşandığı görülür.
Kılıçdaroğlu’nun “Biz 1930’ların CHP’si değiliz” dediği, dönemdeki Cumhuriyet Halk Partisi, ihtilal hukukundan, kanun devletine, kanun devletinden, hukuk devletine, tek partili hayattan çok partili hayata yani kendi iradesiyle demokrasiye geçmiş bir partidir.
 Ülkemiz çok kritik günlerden geçerken, bugün AKP’nin tehlikeli yanlışlarını  tartışacağımız yerde,   rotası, doğrultusu çok tehlikeli bir istikamete sürüklenen Türkiye için doğru rota ve istikameti göstermek daha doğru olmaz mıydı?
Kemal bey, bu konuşmasında, Cumhuriyet Halk Partisi’ni tartışacağı yerde “Kanunlara göre değil Vicdanınıza göre karar verin” diyerek, Anayasaya aykırı olarak hakimlere talimat veren, en hafif söylemiyle telkinde bulunan  AKP Genel Başkanının Anayasayı yok sayan bu konuşmasını eleştirse, tehlikenin boyutlarını ortaya koysa daha doğru olmaz mıydı?
Artık birilerinin  Kemal beye, ulu Önder Atatürk’ün koltuğunda oturduğunu hatırlatması gerekiyor.

14 Ocak 2020 Salı

CUMHURBAŞKANLARI ANAYASAYI KORUMAK ZORUNDADIR


           


.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hakimlere yönelik "Kanuna değil vicdanınıza göre karar verin" cümlesi neresinden bakarsanız bakın yanlış ve korkutucudur.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Cumhurbaşkanı yasaları dinlemeyin demiştir ve bunu  hakimlere  talimat olarak nitelenecek şekilde söylemiştir.
Anayasamızın 138. Maddesi “ Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar.Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre karar verirler.
Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere  emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmünü getirmiştir.
Anayasanın getirdiği bu hüküm, hakimlerin kararlarını verirken hür olmalarını, hiçbir dış baskı tesiri altında kalmamalarını sağlamak içindir. 
Anayasa’nın bu açık hükmü karşısında AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, anayasayı yok sayarak hakimlere yönelik olarak “Kanuna değil, vicdanınıza göre  karar verin demesi açık bir şekilde anayasayı ihlaldir.
Bu açıklamayı yapan kişi, düz, makam sahibi olmayan bir kişi değildir. Herhangi bir insan için bile yasaklanmış bu durum Partili de olsa Cumhurbaşkanını bağlar.
Çünkü Anayasanın 6. Maddesine göre, cumhurbaşkanı da dahil bütün kamusal yetki kullanan gerçek ve tüzel kişiler, görev ve yetkilerinin kaynağını Anayasa’dan almak zorundadırlar.
Anayasa hiçbir makam, merci ve kişinin hakimlere emir ve talimat veremeyeceğine amir olduğundan Recep Tayyip Erdoğan, Anayasanın kendisine tanımadığı, yasakladığı bir davranış sergilemiştir.  
Birde o makama seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın göreve başlarken ettiği yeminde, “…Anayasaya, hukukun üstünlüğüne ……..bağlı kalacağıma ……..büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda , namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diyerek yemin etmişse, bu anayasayı korumak onun  birinci görevidir.
Tabii Recep Tayyip Erdoğan, korumak zorunda olduğu anayasayı o kadar çok ihlal ediyor ki, bu Cumhurbaşkanının anayasal görevinin ağır ihmalidir.Son yaptığı hakimlere talimat verir şekilde ki açıklaması da buna örnektir.
Ayrıca Türk Ceza Kanununun “Yargı görevini yapanı etkileme” başlıklı 277. Maddesi yargı görevi yapanlara emir ve talimat veren veya baskı yapan veya nüfuz icra eden veya her ne suretle olursa olsun adı geçenleri hukuka aykırı olarak etkilemeye çalışanları etkilemeye çalışanların hapis cezası ile cezalandırılmasını öngörmektedir.
Cumhurbaşkanını “kanuna göre değil vicdanınıza göre karar verin” cümlesini bir baba,bir anne, bir kardeş kendi aralarında konuşurken söylerse bu insani bir tepki olarak kabul edilebilinir. Ama bir Cumhurbaşkanı böyle bir söz söyleyemez.
Siyasetle uğraşan, ülkeyi yöneten ya da yönetmeye talip olan herkesin hukukçu olmak mecburiyeti yoktur, ama hukuka uygun konuşmak mecburiyetleri vardır.   
Türk tipi Cumhurbaşkanlığı sistemi  döneminde yargı bağımsızlığından söz etmek artık mümkün değildir. Yargının  Yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı’nın  emrine girdiği bir  gerçektir. Halbuki  günümüzde liberal rejimlerde, yönetilenler için güvencelerin başlıcası olan yargı güvencesi, bağımsız yargı organları eli ile sağlanmaktadır.  
2017 Anayasa değişiklikleri sonunda Cumhurbaşkanı artık yürütmenin başıdır.
Bir hakim karar verirken hür olabilmesi için yürütme organına karşıda hür olması gerekmektedir. Özellikle başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, tüm yürütme organı mensupları bu konuya çok dikkat etmelidirler

10 Ocak 2020 Cuma

İFLAS EDEN IRAK VE SURİYE POLİTİKALARI



 Barış Doster’in “Türkiye Kime Kalacak” isimli kitabının muhakkak okunması gerektiğine inanıyorum.
Türkiye üzerine oynan oyunları, yurt içindeki bölücü, besleme, devşirme aydınların her zaman olduğu gibi, emperyalizmin oyununda figuran olduklarını yazmış.
Bu emperyalizmin yurt içindeki figüranları olanlar, “demokrasi, özgürlük, insan hakları, sivil toplum, açılım gibi kavramlarla ve bölünme yönünde ülkeyi önemli ölçüde hazır hale getirmişlerdir.
Bunlara direnç gösteren kurum ve kişilerin, sahte delillerle, sahtekarlığı müseccel tanıklarla düzmece belgelerle, kumpas-tertip davalar eliyle hapse atılarak sindirilmeye çalışıldıklarını yazmış.
Hakikaten milyonların gözü önünde Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda bu ülkenin devşirmeleri değil gerçek aydın ve vatanseverleri yargılandı, sonra da “aa yanlış yapmışız, belgeler ve tanıklar düzmeceymiş dediler” ve insanlara yıllarca maddi manevi işkence yaptıktan sonra pardon dediler.
Aslında devletin yapması gereken, bu maddi ve manevi işkence görmüş insanlardan özür dileyerek, bir af çıkartmaktı. Ama bunu akıl edemediler.Kimse de bu konuda öncü olmadı.
17 yıllık AKP İktidarında sadece içerde yapılan yanlışlarla kalınmadı, bu ülkenin geleneksel "Arapların içişlerine karışma, Araplar arası ihtilaflarda taraf olmama” Yeni Osmancılık Hayaliyle vazgeçildi.
Bu Yeni Osmanlıcılık Ham Hayali  sadece emperyalistlerin işine yaradı. Bu yanlış Yeni Osmanlıcılık Hayali ile emperyalistler Türkiye’yi cepheye sürdüler ve en önemlisi yalnızlaştırdılar.
Bir anlamda ateşin üstündeki kestaneleri bize aldırmaya çalıştılar.
Ve bunu da en büyük yalanlarını söyleyerek “demokrasi getiriyoruz” diye bunu yaptılar. Irak üçe dörde bölünüyor, Suriye parçalanmaya çalışılıyor ve bunlar Irak ve Suriye’ye demokrasi getirmek adına yapılıyor.
Biz de maşa olarak kullanılıyoruz.
Ama burada çok dikkat edilmesi gereken bir noktada, Esad’a karşı savaşan ve Türkiye’den büyük destek gören İslamcı gurupların İsrail’e karşı tek kelime etmemeleridir.
Bu İslamcı gurupların, emperyalizmin günümüzdeki temsilcisi ABD’nin emrinde olmalarından kaynaklanmaktadır.
Esad’ın kendi ülkesinin geleceği için dik durması, elbetteki arkasındakı Rus desteği de elbette kendisine yardımcı olmuştur. Ama Esad’ın en büyük şansı, kendisine karşı olan muhaliflerin parçalı yapıları, saygın bir temsil kabiliyetine sahip olmamaları, batıda da  bunların sorgulanmaya başlamalarına neden olmuştur.
Bunların perde arkası en büyük destekçisi olan ABD bile bunlarla bir yere varılamayacağını anlayınca el altından ve dolaylı yollardan Esad’la görüşmeye başlamıştır.
ABD’nin Ortadoğu politikası, İsrail’in güvenliği ve petrol ve doğal gaz yataklarını kontrol etmektir. Sayemizde de bu bir anlamda gerçekleşmiştir.
Nitekim, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel Kürt yönetiminin en büyük siyasi, iktisadi ve diplomatik  dayanağı Türkiye. Türkiye Kuzey Irak’ta çıkan petrol ve doğal gazı Bağdat’taki Merkezi hükümeti devre dışı bırakarak, Türkiye üzerinden dünyaya satma işinde aracılık yapmaktadır. Bu otonom Kürt yönetiminin en büyük hamisi  de ABD’dir.
Türkiye’de terör örgütü PKK ve yardakçıları; İran’da PJAK; Irak’ta da Barzani ABD’den emir almaktadırlar.
Bu kadar açık herkesin gözü önünde oynan oyunları göremeyen Türkiye’nin Irak ve Suriye politikaları çökmüştür. 
   
  


7 Ocak 2020 Salı

DAVUTOĞLU FEVKALADE TEHLİKELİ İMİŞ



CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın partilerinin ‘millet ittifakı’ içinde yer alıp almayacağı sorusuna karşılık ‘parlamenter sistem, güçler ayrılığı gibi demokratik temel kurallar noktasında görüş birliği olduğunu’ söyleyerek, “‘Millet İttifakı’nın öngördüğü ortak noktalarda benzerliklerimiz çok fazla. Hatta yüzde 99 oranında diyebilirim” dedi.
Tahmin ediyorum Sayın Kılıçdaroğlu, Sayın Ahmet Davutoğlu hakkında yeterli bilgiye sahip değil.
Davutoğlu'nun henüz Türkiye'de tanınmadığı  yıllarda yayınlanan çalışmalarına yansıyan felsefi görüşleri Türkiye'de hemen hiç irdelenmedi. Oysa, ABD'deki Yansız Politika Merkezi isimli düşünce kuruluşu Aralık 2013'de yayınladığı ayrıntılı bir raporda Davutoğlu'nun 1993/94 yıllarıa ait doktora tezine ve Malezya'da yayınlanan bir kitabına dayanarak, Davutoğlu'nun felsefi düşünceleri hakkında çok ilginç saptamalar yapılıyor.
Düşünce kuruluşunun raporunda bildirildiğine göre, Davutoğlu'nun söz konusu çalışmalarına yansıttığı görüşleri özetle şöyle:
--Allah'ın "tek"liğini simgeleyen "tevhit" kavramı, "din" ve "devlet"i ayıran laik anlayışa karşı, hayatın bütün yönlerinin "bir"liğini de ifade etmektedir.
-- Batının modernist modeli insan merkezli kurama dayanması nedeniyle kınanmalıdır. İslam'ın tevhit kavramına karşılık, batının aydınlanma düşüncesi vahiy ile, yalnızca akıl ile aydınlanan anlayışı birbirinden ayırmaktadır.
--  Bilgi kaynağı böylece ikiye ayrılınca, modern çağda vahiy kenara itilmiş ve güvenilir bilgi kaynakları olarak Batı'nın bireyin akıl ve deneyimine ağırlık vermesi ile sonuçlanmıştır. Sosyal ve siyasal dünyayı düzenlemesi için insan aklına güvenmekle, Aydınlanma, şiddetli bir batı medeniyeti krizi yaratmıştır.
--Batı ve İslam dünyaları arasındaki bu ayrılık, Türkiye’nin uzun süredir gösterdiği “batı”nın bir parçası olma çabasının hem imkansız, hem de sakıncalı olduğunu göstermektedir.
-- Toplumdaki gerçek kültürel, tarihi, sosyal ve siyasal güçleri görmezden gelerek tümüyle bir medeniyetsel değişim sağlamayı amaçlayan hırslı ve ütopik bir proje olan Cumhuriyet projesi, bir medeniyetin reddedilmesinin, medeniyet değiştirmenin ve (başka) medeniyete uyumun başarılı olamayacağını kanıtlamıştır. Batı medeniyetinin bir Müslüman ülkeye aşılanması sakıncalıdır.
Türkiye, Müslüman kimliğine vurgu yaparak, hem diğer Orta Doğu devletleriyle yakınlık , hem de, bölgeye dayatılmış yoz ulus devlet modeline alternatif jeostratejik bir vizyon tesis edebilir.
Özetin özeti şudur: Davutoğlu, medeniyet kavramını, bireyi odak alan insan hakları gibi evrensel değerler üzerinden değil, din üzerinden yorumlayan, batı uygarlığına "Hristiyan medeniyeti" olarak bakan ve Cumhuriyetin aydınlanma düşüncesini reddeden bir kişiliktir.
Davutoğlu'nun Cumhuriyet'in temsil ettiği değerleri reddeden bu felsefi arka planı, dış politika pratiğinde yeni Osmanlıcılık ve"İslam Dünyası" liderliği hayali ile, Sünni İslam mezhepçiliği olarak kendisini göstermiştir.
Davutoğlu'nun nasıl bir karakter yapısına sahip olduğuna da kısaca göz atmakta fayda var. Davutoğlu geçtiğimiz Temmuz ayında üç gazeteciyle yaptığı bir TV söyleşisinde "Dışişleri Bakanlığındaki FETÖ yapılanmasının sorumlusu kim?" sorusuna muhatap oluyor. Bu soruya verdiği cevap ibretlik: 
".....o zamanki müsteşarımız Sn. Feridun Sinirlioğlu'na bu yapıya dönük olarak bakanlıkta gerekli teftişleri soruşturmaları yapın ve bu yapının bakanlığı nüfuz etmesi konusunda tedbirler alın diye (talimat verdim). Bütün bu yetkililer şu anda görev başındalar hala. Dolayısıyla elimizden geleni yaptık".
Davutoğlu'na göre, bürokratlarına talimat vererek gereğini yapmış. Bürokratlar kendilerine düşeni yapmadı ise, onun kabahati değilmiş. Bürokratlar bakanlığın teşkilat yasasını, sınavlarla ilgili bütün yönetmelikleri, sınav sistemlerini. sınav komisyonlarının kuruluşunu cemaatçilerin içeri doldurulmasına göre düzenlemiş ve bu işlerin siyasi sorumlusu Bakan'ın haberi olmamış. 
Davutoğlu'nun karekter yapısını anlamak için başka bir örneğe gerek var mı?
Kılıçdaroğlu’nun bunları bilerek, Davutoğlu ile bir işbirliğine gideceğine inanmıyorum, daha doğrusu inanmak istemiyorum.
ABD eski büyükelçisi Eric Edelman, Aralık 2004'de Vaşington'a gönderdiği kriptoda, zamanın Milli savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün, dönemin başbakanlık/dışişleri bakanlığı danışmanı Ahmet Davutoğlu'nu "fevkalade tehlikeli" olarak tanımladığını bildirmişti. Bu kripto Wikileaks tarafından açıklanmıştı.
Vecdi Gönül'ün teşhisinin gerçekten ne kadar haklı olduğu Davutoğlu'nun sonraki yıllarda Dışişleri Bakanı ve Başbakan olarak, Suriye başta, Orta Doğu'da yaptığı uygulamalarla ortaya çıktı. CHP Genel Başkanı şimdi Türkiye için "fevkalade tehlikeli" olduğu kanıtlanmış bu şahıs ile işbirliği peşinde..



3 Ocak 2020 Cuma

ADAM OLMAK YA DA ADAM’A HASRET KALMAK


   
Trabzonspor Kulübü teknik direktörü Ünal Karaman’ın, İktidar sahiplerinin Trabzonspor yönetimine verdikleri talimatla Trabzonspordaki   görevinden ayrıldığı ya da ayrılmaya zorlandığı haberi sosyal medyada yer aldı.
Sosyal medya haberlerine göre bu üç nedenden olabilirmiş. Birincisi Ekrem İmamoğlu ile çekilen resim.
 İkincisi her maça çıkıldığında şeref türbününe dönüp İstiklal Marşı okumakla şerefli olunmaz diyerek takımını Türk bayrağına döndürüp İstiklal Marşını okutmak.
Üçüncüsü ise Berat Albayrak’la olan maç sonu  tartışması, o tartışmaya Koray Aydın’ın da şahit olduğu söyleniyor. Ünal Karaman’ın Trabzonspor dan gönderilme sebeplerinden birisi de ve en önemlisi de buymuş.
Olay şöyle cereyan etmiş, Trabzonspor Denizli’ye 2-1 mağlup olduğu maçtan sonra,  Berat Albayrak, maç sonu Ünal Karaman'a ''Bu nasıl futbol hoca'' diye çıkışınca Ünal Hoca'nın da muhatabına ''Bu nasıl ekonomi diye biz size soruyor muyuz?'' cevabının  sonun başlangıcı olduğu söyleniyor.
17 yıldır ülkeyi yöneten iktidar sahipleri her şeyi bildikleri düşüncesine sahip olduklarından, futboldan da  iyi anladıklarını düşünüyor  olacaklar  ki, takımın oynadığı futbolu eleştirince hiç alışmadığı “kişilikli” bir tavır ile karşılaşıyor.
Olay hakikaten bu nedenlerle  mi gerçekleşmiştir, ilgilileri açıkça çıkıp konuşmadıkça işin iç yüzü anlaşılamayacaktır.
Kıyasıya rekabet içindeki bir ligde, ilk yarıyı 3'ncü tamamlamış, 3 Büyük İstanbul Takımlarının üstünde ve hem de bu İstanbul takımlarından Fenerbahçe’ye 1,Beşiktaş’a  2 ve de Galatasaray’a 5 puan fark yapmış. Ligin en fazla gol atan 2'nci takımı olmuş bir teknik direktörü "Göze hoş gelen top oynatmıyor" diye kovmak gerekçesi pek de inandırıcı olmamıştır.
17 yıllık AKP iktidarı Futbol Federasyonu Başkanlığına yandaş bir işadamını getirdikten sonra, kulüplere de el atmaya başladılar demek ki.
Bunun ilk denemesi hatırlanacağı üzere Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı için Aziz Yıldırım’ın karşısına da böyle bir yandaş iş adamı çıkartılmasıydı.
Büyük Fenerbahçe camiası kendilerine gereken dersi vermişti. Ama maalesef sosyal medyada yazılanlar doğru ise Trabzon Kulübü yöneticileri aynı dirayeti gösterememişlerdir.    
AKP iktidarı mensuplarında, iktidar zehirlenmesinin belirtileri başladı. Bunların bilmediği konu yok daha doğrusu öyle zannediyorlar.
Aslında sosyal medyaya düşen gerekçeler ve son konuşma toplumun kişilik sahibi insanlara duyduğu özlemin dışa vurumudur.
Ünal Karaman ile Berat Albayrak arasında böyle bir konuşma olmuş mudur, olmamış mıdır, bu tam anlamıyla bilinmemesine rağmen bu konuşmanın büyük sempatiyle karşılanmasının   tek sebebi var; toplumun kişilik sahibi insanlara  duyduğu özlemdir.
17 yıllık AKP iktidarı döneminde öyle kişiliksiz, kişisel menfaati uğruna her türlü şekle giren insanlar gördük ki, normal  davranış sergileyen insanlar bile insanlarımızı mutlu ediyor.
İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yemek fiyatlarıyla ilgili yaptıkları barışçıl eylemlerini dahi polis gereksiz güç kullanarak dağıtırken, partili Cumhurbaşkanı aynı gün yaptığı konuşmada Avrupa da polisin nasıl acımasızca güç kullandığını, böyle bir şey Türkiye’de olsa Avrupa’nın kıyamet koparacağını  söyleyebiliyor ve dinleyenlerde bu konuşmayı alkışlıyorlar.
Bu ülkede iktidar cenahı böyle de muhalefet çok mu farklı. O kesimde de, nabza göre şerbet verip oy devşireceğini zannettikleri için “Türk” adı Anayasadan çıksın diyen insanlar, TBMM ilk Türbanlı Milletvekili girdiği zaman hayatımın en mutlu günü diyen liderler bile  gereken tepkiyi görmediler.
Bu ülke okumuşlarının ihanetine uğramış bir ülke olduğundan, nabza göre şerbet veren insanların arasından zaman zaman kişilikli insanların çıkması bile toplumda bir umut yaratıyor.