30 Mart 2018 Cuma

HUKUK DEVLETİ VE DEMOKRASİ




Hukuk devleti olmadan demokrasi olmaz. Hukuk devleti, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, yönetilenlere devletin keyfi işlemleri karşısında hukuk güvenliği sağlayan devlet tipidir.
Yönetilenlere hukuk güvenliği sağlamanın ön koşulu korkmadan, çekinmeden baş vurulabilecekleri, yansız,  bağımsız ve  güvenilir bir yargının varlığıdır.  
Hukuk güvenliği olmayan bir ülkede keyfi ve de zorba yönetimleri önlemek mümkün değildir. Zira; belli aralıklarla ortaya sandık konularak kişilerin oy kullanmasını istemek tek başına demokrasi demek değildir.
Hele demokratik geleneklerin yerleşmediği, parlamento çoğunluğunu ele geçirenlerin  ya da tek adamın her istediğini yapma hakkına sahip olduğunu düşündüğü ve bunu hiçbir sınırlamaya tabii olmaksızın kullandığı rejimlere demokrasi demek de mümkün değildir.  
Bütün totaliter rejimlerde ortaya bir sandık konur ve seçimler yapılır. Ama o ülkelerde demokrasi yoktur.
Yani bir seçimle  işbaşına gelmek tek başına demokrasi değildir. Bu yöntemlerle seçilenlerin yönetme yetkileri, özgürlükleri korumak ve keyfiliği önlemek adına anayasa ile sınırlanacaktır.
Kimi hukukçular da hukuk devletinin varlık şartı olarak  yargı denetimini görmektedirler
Yönetenlerin ya da yönetenin anayasal sınırlar içinde kaldığını kim kontrol edecektir. İşte o noktada hukuk devletinin vazgeçilmez koşulu olan bağımsız yargı devreye girecektir.
Bağımsız ve tarafsız yargıdan söz edemediğiniz , kuvvetler ayrılığının kurumsallaştırılamadığı toplumlarda  anayasa yok demektir ve o zaman da   ülkede de demokrasiden söz edemeyiz.
Bugün ülkemizde bağımsız yargının varlığından söz etmek mümkün değildir.
Son yapılan anayasa değişikliği ve siyasi iktidarı elinde bulunduran zihniyetin anlayışı tam bir tek adam rejimidir.
Yürütme, yasama ve yargı Tayyip Erdoğan’ın  emrindedir. Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’nin 15. Maddesi aynen: “Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının kurumsallaştırılmadığı toplumların anayasası yoktur”  diyor.
Bugün Türkiye’de Anayasanın tüm kuralları ile uygulandığını söylemek mümkün değildir. Olağan üstü hal uygulaması ile Kanun Hükmünde Kararnamelerle açıkça anayasa çiğnenmekte, Anayasa Mahkemesi de buna göz yummaktadır.
Zira bugün ülkemizde yürütme, adaletin yönetimindedir, halbuki olması gereken yürütmenin, adaletin hizmetinde olmasıdır.
Hiçbir koşul altında yargı yasama ve yürütmenin etkisine, siyasetin kuşatmasına sokulmamalıdır ama ülkemizde maalesef sokulmuştur.  
Ülkemizde yargı bağımsızlığı öyle acınacak bir hale gelmiştir ki; Türk asıllı bir Alman gazeteci için tahliyesinden iki gün evvel Almanya’ya uçabilmesini temin  için uçak kiralandığı ortaya çıkmıştır.
Bu ülkenin Cumhurbaşkanı görülmekte olan bir dava için mahkemeye  talimat verircesine  En ağır cezaları” alacaklar diye bilmektedir. Aslında çağdaş anayasalarda olduğu gibi, anayasamızda da yargının bağımsız olduğu ve hep böyle kalacağı düşünülerek, hiçbir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve yargıçlara emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı belirtilmiştir.
Anayasanın 153. Maddesine göre Anayasa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar, hükmüne rağmen gücünü siyasi iktidarın yandaşı olmaktan alan bir yerel Mahkeme hâkimi Anayasa Mahkemesi kararını haddi ve yetkisi olmadan  siyasi iktidara şirin görünmek uğruna reddede bilmektedir.
Ama tabii artık kuvvetler ayrılığı kalmadığı ve yasama yürütme  yargının tek şahsın emrine girmesinden sonra, Anayasanın ve anayasada yazanların hiçbir önemi ve kıymeti har biyesi kalmamıştır.  
Çok saygın bir Yargıtay Onursal Üyesi’nin söylediği üzere, “Bir ülkede, çağdaş hukukun öngördüğü yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen anayasa yargısı, çeşitli yargı yerleri ve kararlarını  denetleyecek  yüksek yargı organları ile savunma hakkının ustaları avukatlar bulunabilir.
Önemli olan ‘hak alınabiliyor mu ya da yargıya güveniliyor mu?’ Yargıç kimliği taşımaktan onur duyan kişi olarak  bu soruya olumlu yanıt verememenin sıkıntısı ve üzüntüsü içindeyim. Güneş balçıkla sıvanmaz ki’ “ diye yazmıştır.   

26 Mart 2018 Pazartesi

AYDIN DOĞAN MEDYADAN ÇEKİLİRKEN



Doğan Medya Grubu, Tayyip Erdoğan’ın telefonunda ağlayan, yani tam bir iktidar yandaşına satıldı.
Hürriyet, Posta, Kanal D ve CnnTürk’ün bu gruba satılması sadece Türk Basınını değil, ama tüm Türkiye’yi şimdikinden çok daha kötü günlerin beklediğini gösteriyor.
Türk basının yüzde doksanı bu satış sonunda iktidarın, daha açık bir söylemle Tayyip Erdoğan’ın denetimine geçmiş oluyor.
Bundan sonra doğru, yansız haber alabileceğimiz medya kuruluşu, bir iki gazete ve Televizyon kanalına kaldı.
Tabii bu gazete ve televizyonların çoğu ve de özellikle de TV Kanalları D Smart’ta yer,gazeteleri de  kendilerini basıp dağıtacak matbaa ve dağıtım şirketi  bulabilirler  mi, ondan emin değilim.
Tayyip Erdoğan ve ekibi ilk günden beri adım adım tüm medyayı susturmayı ve böylece tek yanlı propaganda yapmanın olanaklarını arıyordu.
Şimdi kimsenin Aydın Doğan’ı dik durmadı diye suçlama hakkı yoktur.
Aydın Doğan eleştirilmez diye elbette bir kural da  yok ama eleştiri yapılırken insaflı olmak lazım.
Doğan Medya grubunu baskı altına alıp susturmak için bugünkü para birimiyle 4.5 milyar lira gibi vergi hukuku tarihinde eşi benzeri olmayan haksız, hukuksuz vergi cezası kesildiği zaman muhalefet partileri, Türk aydınları, hatta İstanbul’un Beyazları ne yaptılar.
Hiçbir şey yapmadılar sadece uzaktan o da karınlarından konuştular.
Basın özgürlüğü hakkında televizyonlarda konuşurken,  mangalda kül bırakmayanlar bugün Aydın Doğan’ı “dik duramadı” diye  hiç utanmadan, sıkılmadan eleştiriyorlar.
Aydın Doğan o haksız, hukuksuz vergi cezası ile susturulmaya çalışıldığı tarihte, Aydın Doğan basın açıklamasıyla kendini savunurken, İstanbul’un Beyazları arkasında durup fotoğraf bile vermek yürekliliğini gösteremediler.
Kendisini aydın diye nitelendirenler  Aydın Doğan’ın televizyonlarından başka her hangi bir televizyon kanalında  çıkıp mangal da kül bırakmayan konuşmalar yapabiliyorlar mıydı?
Ama şimdi Aydın Doğan’ı eleştiriyorlar.
İstanbul’un beyazları bunu yaptı da yıllardır ekmeğini yiyen gazeteci takımı ne yaptı. Hemen yeni patronu bir şekilde haberdar olur diye  geriye doğru gidip bir yıl evvel onun  hakkında attıkları twitlerini sildiler, sürüngenler.
Totaliterleşme eğiliminde olan iktidarlar tek bir muhalif sese bile tahammül edemezler.
Şimdi Türk basınının  yüzde doksanını kontrol altına alan iktidar, Türk halk’ını sürekli olarak propagandalarla meşgul etmek, propaganda  kampanyasının soğumasına imkan vermeyecektir.
Euro beş  liraya, dolar dört liraya dayanmış, benzin altı lira olmuş, size hala çıkıp ekonominin iyi gittiğinin propagandasını yapacaklar, İşte bunu ancak ve ancak yüzde doksanı susturulmuş, elde edilmiş basın sayesinde yapabilirler.
Bunu yaparken de, TSK’nın başardığı Afrin operasyonunu iç politikada kullanacaklar.
Basının yüzde doksanı iktidar tarafından kontrol altına alındığı içinde kimse çıkıp, “Ey Tayyip Bey, Amerika istiyor diye, bir zamanlar kardeşim dediğin  Esad’ı, bir anda müstebit diktatör ilan ettin, Suriye üstünde Amerika Birleşik Devletleri tarafından oynanan oyunu görüp, bu oyunda yer almasaydın bugün Suriye bölünmeyecekti. ve bizimde terör  örgütünü yok etmek, Suriye Hududumuzda güvenli bölge yaratmak  mecburiyetimiz kalmayacaktı” demeyecek, diyemeyecektir.
Suriye’de yaşanan  Amerika Birleşik Devletleri  destekli istikrarsızlığın, iç harbin, Türkiye’ye ekonomik  maliyetinin kaç milyar dolar olduğu, tartışılamayacak.
Bunun dışında artık  Esad’a  bir, iki hafta ömür biçen iktidar mensuplarının yüzünü kızartacak yorumlarda yapılamayacak.
Ben şimdi asıl ekonomik destek bulamayan ve fakat D samart’ta yayın yapan muhalif televizyon kanallarına acıyorum. D samart’ın yeni patronu Aydın Doğan’ın gösterdiği müsamahayı onlara gösterir mi?
Hiç zannetmiyorum.
Aydın Doğan’ın medyadan çekilmesi Türkiye’yi şimdikinden çok daha kötü günlerin beklediğinin habercisidir.




  
              


23 Mart 2018 Cuma

BİLMEDİĞİN KONUDA KONUŞMAYACAKSIN



Geçen gün bir siyasetçinin, görev alanı ve bilgisi dışında olmamasına karşın, Suriye politikası hakkında tutarsız bir yığın laf ettiğini yazmıştım.
Geçtiğimiz günlerde çok daha büyük bir rezaletle karşılaştım. Bir Televizyon Kanalındaki  sabah programında aynı partiden bir başka siyasetçi de saçmalayarak. Aynen aşağıdakileri söyledi. 
"....Türkiye kendi bölgesinde caydırıcı güç olmalı. Caydırıcı güç olmanın yolu da caydırıcı altyapınızdan ve silahınızdan geçer. Türkiye gerekiyorsa caydırıcı silah bile yapmalı....Kendi savunma silahını yapmalı. Füze ise füze, nükleer ise nükleer. Caydırıcıdır bunlar. Bu silahlar bazen barışı getirir.... Bu silah İran'da var, Suriye'de var, İsrail'de var, tüm komşularımızda var. İncirlik'de Amerikalıların var. Bende niye olmasın. Bugün Kuzey Kore ile masaya oturdu Amerika. Niye oturdu? Kuzey Kore'de caydırıcı silah olmasaydı masaya oturur muydu Trump? Türkiye barış için, caydırıcı güç olabilmesi için bu tip silahlara sahip olmalı..."
Arkadaş açıkça Türkiye'nin nükleer silah yapmasını istiyordu. Kulaklarıma inanamadım. Program sunucusu da inanamadı. İfadeyi düzeltmeye çalıştı. Arkadaş ısrar etti. 
Söylediklerinin neresini düzeltebiliriz ki!
Birincisi, söyledikleri Türkiye'nin uluslararası yükümlülüklerine ters. Türkiye Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşmasına taraf. Nükleer silah üretimine teşebbüs ederse ağır sonuçlar ile karşılaşır. Büyük bir siyasi partinin üst düzey yöneticisinin böyle bir görüş açıklaması bile uluslararası alanda dikkat çeker.Devleti sıkıntıya sokar. 
İnanılmaz bir sorumsuzluk!
İkincisi, verdiği bilgiler yanlış. İran'ın ve Suriye'nin nükleer silahları yok. İsrail'de olduğu İsrail tarafından kabul edilmiş veya uluslararası bağımsız kuruluşlarca saptanmış değil. Kesine yakın bir şekilde olsa da, ancak tahmin edilebiliyor. 
Üçüncüsü, söyledikleri partisinin  programı ile de uyumlu değil. Programda aynen şu yazıyor: 
“……, Nükleer silahlardan arındırılmış bir global güvenlik konseptinin egemen kılınmasını her uluslararası platformda destekler".
Dış politika partiler üstü ve millidir herkesin aklına geldiğini söyleyebileceği bir alan değildir. Türkiye'nin uluslararası yükümlülükleri falan bazı parti yöneticilerinin  ve milletvekillerinin umurlarında değil. 
Bu arkadaşın mensubu olduğu parti her halde hiçbir şeye egemen değil ve de  özellikle üst düzey görev yapan mensuplarına. Toplum da, bu insanları seyredip onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Ama bu ara da olan Türkiye'ye oluyor.
Dördüncüsü, bir siyasetçinin  Türkiye'ye örnek olarak gösterdiği ülkeye bakar mısınız! Dünyadan kendisini soyutlamış, tamamen içine kapanmış, uygar dünyanın dışladığı, en zalim diktatörlükle yöneltilen Kuzey Kore!
Türkiye öyle mi olsun? O zaman "tek adam" rejiminden neden şikayetçisiniz?
Bunlar Türkiye'yi yönetebilecekleri konusunda halkı ikna edecekler, öyle mi? Bu siyasetçinin söylediklerini  "fıkra" sözcüğü bile yeteri kadar tanımlamıyor
         Bu arkadaşa birisinin  barışın bir bütün olduğunu, onun için Türkiye kendi iç  güvenliğini sağlarken , dünya barışına yönelen tehlikeleri mümkün olduğu kadar azaltan; böylece bölge ve dünya barışına katkıda bulunan bir politika izlemelidir. Uluslararası  silahlanma yarışının  önlenmesi sürecine sürekli katkı sağlamalıdır.Kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını teşvik etme  yerine tam aksine yayılması önlenmeli ve özellikle Türkiye’nin  içinde bulunduğu bölgede bu silahların ve fırlatma araçlarının  konuşlandırılmaması için özel çaba göstermelidir.
  






19 Mart 2018 Pazartesi

SURİYEDEKİ GERÇEKLER



     Mevlüt Çavuşoğlu'nun 13 Mart günü yaptığı açıklamalar Suriye politikamızın ABD'nin dümen suyuna girdiğinin itirafı gibiydi.
Bakan, Menbiç'den PYD'nin çekilmesi konusunda ABD ile anlaşmaya varıldığını söyledikten sonra şöyle dedi: 
"..Menbiç'ten YPG çekilince orada ABD ve Türk askerleri olacak. YPG'nin çekilmesine nezaret edeceğiz. Buranın güvenliğini kim sağlayacak, ABD ve Türkiye. Önce bu modeli Menbiç'te uygulayacağız daha sonra diğer yerlere götüreceğiz. Bu rakka için de Fırat'ın doğusunda YPG'nin kontrolündeki yerler için de geçerli olacak"
Çavuşoğlu, bu mutabakatın ayrıntılarının ve takviminin iki ülke arasında kurulmuş olan komisyonun toplantılarında belirleneceğini de ilave etti. 
Ama Bakan Çavuşoğlu'nun Menbiç konusunda ABD ile bir mutabakata varıldığı yolundaki açıklamaları ABD dışişleri bakanlığı sözcüsüne, “Türk dışişleri bakanı, YPG savaşçılarının Menbiç'i terk etmeleri konusunda ABD ile anlaştıklarını açıkladı. Sizin anlayışınız da böyle mi?” Diye soruldu.
Sözcü bu soruya verdiği cevapta “Bizim anlayışımız o değil.....Türkiye ile bir anlaşmaya varmak için hala çalışıyoruz.” Dedi
Bu cevaptan anlıyoruz ki, Bakan Çavuşoğlu'nun mutabakat olarak çizdiği ve  Türkiye'nin çıkarına olmayan çerçeve dahi ABD'ni tatmin etmemiş. Daha fazlası peşindeler.
ABD'nin Fırat'ın batısındaki Menbiç'i bir "pazarlık kozu" olarak elinde tuttuğu baştan itibaren zaten belliydi. Şimdi PYD/YPG'nin oradan çekilmesine onay vererek ağzımıza bir parmak bal çalıyor ve Fırat'ın doğusundaki PYD varlığını pekiştiriyor.  Cumhurbaşkanı daha dün ABD'nin Suriye'de 20 üs tesis ettiğini söyledi. 
Nitekim, Bakanın açıklamalarından Fırat'ın doğusuna ilişkin gelişmelerin "komisyona" havale edildiği, yani ucu açık olarak ertelendiği anlaşılıyor. TSK'nın Afrin'de meşgul edilmesinden memnun olan ABD, Fırat'ın doğusu bakımından tam da bunu istiyor. 
Bakan, söylediklerinin ne anlama geldiğinin farkında mı acaba?
YPG'nin Menbiç'den çekilmesine Türkiye "nezaret" edecekmiş. Yani, teröristlerin ellerini kollarını sallayarak Menbiç'i terk etmelerini seyredecekmiş. Hani Afrin'de başlattığımız harekat Irak sınırına ve bir tek terörist kalmayana kadar sürecekti!
ABD basınında ve düşünce kuruluşlarında yayınlanan yazılarda olası gelişmeler uzun zamandır şöyle özetlenmekteydi:
1. PYD, PKK'dan kendisini (sözümona) ayrıştıracak. Bu görüşü desteklemek için, PYD/YPG'nin PKK'ya silah aktarmama sözünü büyük ölçüde tuttuğuna dikkat çekiliyor.
2. Böylece, Türkiye'nin PYD ile yeniden doğrudan teması kolaylaşacak. Bu kapsamda, Türkiye ile PYD arasında 2015'e kadar samimi ilişkiler oluğuna ve Kobani'nin İŞİD'den kurtarılmasına Türkiye'nin yaptığı yardıma dikkat çekiliyor.
3. Bu gelişmeler sağlandıktan sonra, ABD, PYD/YPG'nin Türkiye içinde PKK ile işbirliği içinde olmayacağı konusunda Türkiye'ye güvence verecek. Aynı şekilde, PYD/YPG'ye ise, Türkiye'nin kendilerine karşı harekata girişmeyeceğini garanti edecek. ABD'nin Suriye'deki askeri varlığı bu tablonun ortaya çıkmasını kolaylaştıracak.
4. Fırat'ın doğusunda böylece oluşturulacak "PYDistan"ın yeniden imarı için, tıpkı "Barzanistan"da olduğu gibi, Türk firmalarına pay verilecek (böylece Türkiye'nin acı ilacı yutması kolaylaştırılacak).
Dışişleri Bakanının son açıklamalarında, tümüyle ABD'nin çıkarına olacak bu olası gelişmelerin engelleneceği işaretini veren herhangi bir ifade var mı?
ABD ile varılan ve Türkiye'nin çıkarlarına aykırı olan Menbiç mutabakatı nispeten "ılımlı" Tillerson ile gerçekleşti. Şimdi Pompeo zamanında işimiz çok daha zor olacak.
Bu tablo karşısında yapılması gereken Suriye'nin toprak bütünlüğünün korunması amacıyla, Şam rejimi ile temas edilmesidir.
Ancak CHP Genel. Başkan Yardımcısı  Öztürk Yılmaz'ın birkaç gün önce yaptığı açıklamadan anladık ki, CHP, eskiden seslendirdiği bu tutumundan vazgeçmiş. 
Yılmaz, Türkiye'nin Afrin'de yerel halktan (yani Afrin'de büyük çoğunluğu oluşturan kürtlerden) bir "halk meclisi" kurmasını ve yönetimi bu meclise bırakmasını önerdi. Yani, ABD'nin Suriye'yi bölmek için Fırat'ın doğusunda yapmakta olduğunu, Suriye'nin batısında Türkiye'nin yapmasını istiyor. Bu teklif sadece  Suriye'nin bölünmesine hizmet eder.
ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey geçtiğimiz ocak ayında bir panelde yaptığı konuşmada Türk yetkililerin gerekirse ABD ile de savaşılacağı yolundaki tehditleri ile açıkça alay etti. Aynen şunları söyledi (YouTube):
"...Suriye'de DEAŞ'a karşı ABD destekli bir savaş var. Bizim rolümüz de PKK'nın bir kolunun yönettiği büyük bir orduyu Türkiye'nin güneyinde inşa etmek. Türkiye her gün bizi azarlıyor. Ancak, bu orduyu DEAŞ'e ve kısmen Ruslara ve Suriyelilere karşı destekleyen uçaklar nereden geliyor? Büyük oranda Türk üslerinden. Erdoğan buna her gün izin veriyor..."
İçeride taraftar tribünlerine esip gürlemeler başka, sahadaki gerçekler başka.



16 Mart 2018 Cuma

BOYKOT ÇARE DEĞİL



Halkın önünde tartışılmasından korkulduğu için gece yarısı Meclisten geçirilen “ittifak yasası” CHP tarafından, seçimde hilenin önünün açıldığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine götürülüyormuş.
Bu elbette hukuka saygılı bir anlayışın davranış şeklidir ama bu tek başına yeterli değildir. Bir kısım CHP Milletvekili de seçimlerin “boykot” edilmesini tartışmaya açtılar.
Demokrasinin olmazsa olmazı hür ve demokratik seçimlerdir ama tek şartı bu değildir.
Tarihin akışı demokrasi yönündedir. Bu akışı tersine çevirmeyie hiç kimse başaramıyacaktır. Ancak unutmamız gereken şey, toplumsal hayatta aydınlık günlerin gelişi,  güneşin her sabah doğudan doğması gibi kendiliğinden olmamaktadır.
Siyasi partilerin de, basının da, üniversitelerin ve sivil toplum kuruluşlarının da, meşru bütün yol ve vasıtalardan faydalanarak, demokrasi ve onun olmazsa olmazı olan  özgür ve hilesiz bir seçim için mücadele etmeleri  gerekir.
Ama maalesef bu yapılmamıştır. Yüksek Seçim Kurulu’nun tam kanunsuz kararı karşısında tek sesi çıkan Cumhuriyet Halk Partili olmayan bir milletvekiliydi.
Yüksek Seçim Kurulu’nun önünde kararı protesto ediyordu.
15 Nisan 2017 günü halk oylamasında kullanılan mühürsüz zarfların, geçerli sayılması yönünde Yüksek Seçim Kurulu’nun kanunun emredici hükmünü hakkı ve haddi değilken kanuna aykırı şekilde uygulamasına tepkisiz kalanların bugün artık söyleyecek sözleri yoktur.
Halktan kaçırılarak çıkarılan yasa, Yüksek Seçim Kurulu’nun tam kanunsuzluk hali yaratan kararını biraz daha genişleterek yasa hükmüne bağlamaktır.
Halktan saklanarak Meclisten geçirilen yasa hükümleriyle yapılacak, her türlü yolsuzluğa açık bir  seçim Baas rejimlerinde olduğu gibi  sonucu önceden belli seçimlere benzeyecektir.
Seçim güvenliği, seçim adaleti olmadan yapılan seçimlerle milli irade gerçekleşemez saptaması, CHP’nin Adalet Kurultayı bildirisinde yapılmıştı.
Şimdi sormak lazım, talep edilen adil ve meşru seçim düzenin oluşturulmasını kim zorlayacaktır.
 Mecliste yasalaşan ittifak yasası sadece Cumhuriyet Halk Partisinin ya da diğer siyasi partilerin sorunu mudur?
Elbette değildir. Bu ülkenin Üniversitelerinin, aydınlarının, sivil toplum kuruluşlarının ve  basının da sorunudur daha doğrusu olması gerekir.
Bu ülkenin Üniversiteleri olayı bu konu hiç kendilerini ilgilendirmiyormuşçasına sessizce seyretmektedirler, ki bu üniversitelerin pek çoğunun da hukuk fakülteleri vardır.
Kendisini aydın diye tarif edenler de bu konuda tek kelime söylememektedir. Korkmuş ve sinmişlerdir.
Basından bir iki iktidar muhalifi  kuruluş dışında seçim güvenliği konusunda hiç ses çıkmamaktadır.
Unutulmamalıdır ki, bu tek adam rejimi şaibeli bir seçim sonucu iyice yerleşirse, çok sıkıntılı günler bizi beklemektedir.
Her gazeteci, her üniversite hocası, her sanatçı, milli iradenin tecellisi ve tek adam rejiminin yerleşmemesi için,  hiç korkmadan, mücadele ederlerse gerek bu ülkeye  olan borçlarını ödemiş olurlar  ve gerekse de kendi onurlarını korumak için  en büyük mücadeleyi yapmış olurlar.
Yasayı Anayasa Mahkemesine taşımak elbette bir yoldur, toplum başta Cumhuriyet Halk Partisi ve aydınlardan, daha yaratıcı, daha cesur, daha sonuca odaklı siyaset üretmelerini bekliyor ama maalesef bu konuda bir ışıkta görülmüyor.
Hatırlanacağı üzere sivil milislere yargı bağışıklığı tanıyan KHK  ve gece yarısı halktan kaçırılarak yasalaştırılan seçim güvenliğini ortadan kaldıran yasa ile iktidar hukuk dışına çıkmıştır. İşte bu hukuk dışına çıkan iktidar sahiplerini anayasa ve kanunlar çerçevesinde ve yetkili devlet organları eli ile (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay) yola getirmek gerekir.
Böyle olduğu takdirde de kurtarıcı beklemekten vaz geçip gerçek demokrasiyi kendi ellerimizle kurmuş oluruz.    


12 Mart 2018 Pazartesi

DAHA RAHAT OYNANABİLİR BİR TÜRKİYE PROJESİ



Neo liberal  batıcı çevrelerce  “ CHP 30’lu yılların otoriter laiklik anlayışıyla büyüyemez kampanyası yürütülmektedir. Anlaşılıyor ki; bu propaganda CHP yönetim kadrolarını da etkilemiş ki “Biz 1930’ların CHP’ si değiliz” deyiverdiler.
Bu kampanyayı yürütenler yazılarında, Partide “Kürtler gibi dindarlar da yok”  CHP, “Sosyal Demokrasiyi üst şemsiye olarak kullanıp, etnik  ve jakoben din karşıtı zihniyeti aşabilir” diye yazdılar. (Y-CHP, Turhan Özlü 2015 Kaynak yayınları sayfa 206)
Neo liberal batıcı çevreler ya da daha gerçekçi bir tanımlamayla emperyalizmin yerli uşakları, Atatürk ve silah arkadaşlarının emperyalizme karşı verdikleri mücadele içinde kurdukları Partisinin büyümesi için “Sosyal Demokrasiyi üst şemsiye olarak kullanıp etnik ve jakoben din karşıtı zihniyeti aşarsa büyüyebilir” diye yazıp propaganda yaptılar.
Bu propaganda da, haklarını teslim etmek lazım başarılı da oldular. Bu tam Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı, kitlesel propagandanın “Büyük Yalan” olaɾak bilinen tekniğini kullanma ustası, Gobbels’in propaganda tarzıydı.
Bu propagandanın ana teması yani büyük yalanı,  CHP’nin “Kemalizm Prangasından kurtulması şarttır” şeklinde dile getirilerek, gerek CHP tabanı ve gerekse yönetimi bu propagandayla etki altına alınmaya çalışıldı. Büyük oranda da bunda başarılı olundu.
Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP kadroları, bu eksen kaymasıyla, hem  AKP ye oy verenlerden ve hem de demokrasiye küsenlerden oy alınabileceği düşüncesine kapıldılar.
AKP’ye giden oylardan   geri alınabilecek olanlar için izlenecek yol ile Demokrasiye, partiye  küsen oyları geri kazanmak için izlenecek yol birbirine taban tabana zıt bir birinden yüz seksen derece farklıdır.
AKP’ye giden oylardan geri alabilmek için Atatürkçülükten, yani devrimcilikten, laiklikten taviz verilmesi gerekir.Yani halkı kandırmanız gerekir. Demokrasiye, partiye  küsenlerden tekrar oy alabilmek için ise olabildiğince açık sözlülüğe, dürüstlüğe dayanan bir tutum takınılmalıdır.Yani devrimci reformcu olunmalıdır.
CHP yönetiminin bu yanlışını gören  Deniz Baykal 8 Kasım 2010 tarihinde Star Tv de yayınlanan Uğur Dündar’ın  Arena Programında”,  İktidar olmak hafif eksen kaydırmasıyla olsaydı bugüne kadar olurdu. Daha derin bir durum var.Bu bir tuzaktır; CHP’yi  AKP’lileştirmektir.Daha rahat oynanabilir bir Türkiye Programının sonucudur.”  Diye uyarmıştı.
Nitekim. Emperyalizmin yerli uşaklarının bu  propagandası da çok başarılı olmuş ki  “ Cumhuriyet Halk Partisi Sosyal Demokrat Bir Partidir” cümlesi parti tüzüğüne girdi.
Bunu yapınca bir anda emperyalizm ile dünya da ilk mücadeleyi yapan mazlum milletlere önder olan, ışık olan 6 oku kendisine prensip edinen çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine geçmeyi hedefleyen  Cumhuriyet Halk Partisi, Baykal’ın deyişiyle “daha rahat oynanabilir Türkiye Programının bir parçası haline getirilmiştir.
Atatürk’ün en büyük eserim dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni gençliğe emanet etmesinin ve kendisini tamamlamalarını istemesinin  sebebi, her düşünce sisteminin kendisini gelişen tarihsel koşullara uyduramazsa yok olup gitmeye mahkum olduğunu öngörmesine  dayanmaktaydı. Yani değişime açıktı bu devrimcilik ilkesinin de gereğiydi.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin AKP’ye giden bir kısım seçmeni geri alabilmesi veya demokrasiye ya da partiye  küsenleri kazanabilmesi için, ekseniyle oynamaya ihtiyacı yoktur. İtalya’da sol siyasi düşüncenin  teorisyenlerinden Gramsci’nin söylediği gibi “Siyasi partiler, Program, proje, ve örgütlü tutkudur”.
Buradan varılacak sonuç, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kaybettiği küstürdüğü oyları eksen kaymasıyla geri alamaz. Bu oyları geri alabilmek için önce Türkiye’nin ihtiyaçlarına uygun, program ve o programı hayata geçirebilecek projeler geliştirmesine; bu program ve projelere inanmış, devşirme olmayan, partisine tutkulu bir örgüte ihtiyacı vardır.           


9 Mart 2018 Cuma

CHP’NİN SORUNU TÜZÜK MÜ ?



CHP’nin sorunu tüzüğü değildir. Tüzük partinin iç işleyişini düzenleyen bir belgedir.Sadece aktif parti üyesini ilgilendirir. Milyonlarca seçmeni hiç ama hiç ilgilendirmez.
CHP’nin bu günkü sorunu  halka güven ve umut verememesidir. Ama bu sadece son yedi sekiz senenin sorunu değildir. Çok uzun zamandan beri halka umut veremiyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi sağ partilerin söylemlerini kopyalayarak değil, ülke sorunlarıyla ilgili olarak anlaşılır çözümler ve hedefler ortaya koymalıdır.
İşte ancak o zaman yeni bir güçle halkın partisi olmak konumuna yükselebilir.
Yoksa parti tüzüğüne “Sosyal Demokrat bir partidir” yazmak  ilericilik değildir.Olsa olsa emperyalizmin oyununa gelmektir.
Nitekim Bülent Ecevit CHP’nin başındayken sosyal demokrasi yerine demokratik sol sıfatını yeğlemesini değişik vesilelerle açıklarken önemli bir gerçeğe parmak basarak; CHP’nin  Marksist kökenden gelen bir parti olmadığı için sosyal demokrat olarak nitelendirilmesinin yanlış olacağına işaret etmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi kimsesizlerin kimsesi olmanın öncülüğünü yapmalıdır.
Türk çiftçisi için ne yapacağını aynen 1926 yılında çıkarttığı 752 sayılı yasada yaptığı gibi, Ziraat Makinelerinde ve Ziraatta kullanılan Yanıcı, Harekete Geçirici/Ateşleyici (Yakıt) Maddeler ile Kimyasal Ürünlerin Vergileri Hakkında Kanun da olduğu gibi anlatmalıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidara geldiği zaman Çiftçinin Tarım da  kullandığı, yakıttan (mazot benzin), gübreden, ilaçtan vergi almayacağını, ürün planlaması yapacağını açıkça ilan etmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında her türlü ayrımcılığın reddedileceğini, yasalar önünde eşitlik ve bütün sınıflar arasında işbirliği ve dayanışmanın  sağlanacağını açıklamalıdır.
Türk toplumunun  yararının sınıflar arası çelişkiden değil dayanışmadan geçtiğini anlatmalıdır. Nitekim bu ülke bağımsızlığını sınıflar arası çelişkiyle değil, tam bir dayanışmayla kazanmıştır.
Ekonomik bağımsızlık savaşımızın da ancak  böyle kazanılabileceğini halka anlatmak zorundadır.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidara geldiği zaman gerek  yerli sermayeyi, gerekse yabancı sermayeyi üretken yatırımdan alı koyan, kaçıran AKP iktidarının yok ettiği hukuk güvenliğini nasıl sağlayacağını halka ve dünyaya anlatmalıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında yıllarını, alın terini  bu ülke için akıtmış emekliler için ne yapacağını onlara anlatmalıdır.
16 yıllık AKP iktidarı döneminde dinselleştirilen eğitimin Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında nasıl tekrar Milli Eğitim haline getirileceğini halka ve özellikle de geleceğimiz olan gençlerimize anlatmalıdır.   
Cumhuriyet Halk Partisi iktidara geldiği zaman, Türk Dış Politikasında AKP iktidarının yaptığı gibi emperyalistlerin kuyruğuna takılmayacağını, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesini hayata geçireceğini, komşuların içişlerine karışmayacağını  halkımıza ve dünyaya ilan etmesi gerekiyor.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidara geldiğinde, AKP’nin Türk Devriminden geriye dönüş çabalarını boşa çıkartıp geriye dönüşü tersine çevireceğini, bunun devrimcilik ilkemizin gereği olduğunu halka ilan etmelidir.
Bu gün, “Yeni Bir Dünya kuruluyor” bu Dünya, uluslararası  sermayenin kayıtsız şartsız egemenliği temelinde bir dünyadır. Elbette ki böyle bir Dünyayı kurmak isteyenler, yani Dünyayı küresel bir köy haline getirmek isteyenler ve onların takipçileri, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini kendisine bayrak edinmiş bir hareketi, bir inancı yok etmek, etkisiz kılmak için  böyle iki günlük tüzük kurultayları ile avuturlar.
Cumhuriyet Halk Partisi iktidara geldiği zaman tek adam hemagonyasını dayatan, Türk Tipi Başkanlık Sisteminden, güçler ayrılığı sistemine dayalı Parlamenter sisteme  geçmenin yol ve yöntemini anlatmalıdır.
Her şeyden evvelde “Devri Sabık” yaratıp, tüm hukuksuzlukların, yolsuzlukların hesabını soracağını dosta düşmana ilan etmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisinin tarihi günlerce süren Kurultaylara sahne olmuştur.O Kurultaylardan birinden “İlk Hedefler Bildirgesi” çıkmıştır. Onun için böyle iki günlük dostlar alışverişte görsün kıvamında, ideolojik olarak hiçbir şey söyleyemeyenlerin bir uğraşısı olur.
İdeolojik olarak söyleyecek sözünüz var mı?   



5 Mart 2018 Pazartesi

KUVVETLER AYRILIĞI YOKSA HÜRRİYETTE YOKTUR.



Bundan 268 sene önce Montesquieu’nun söylediği gibi, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tek elde toplandığı bir sistemde hiçbir şekilde hürriyet olamaz.
Böyle durumlarda kişi güvenliği kalmaz.
Çağdaş demokrasilerde kişi için en büyük güvence bağımsız yargının varlığıdır. Zira kişi uğradığı bir haksızlık karşısında kendisi için güvencenin bağımsız yargı olduğunu düşünür ve ona güvenir.
Modern dünyada her kişi bir şekilde, davalı, davacı, sanık, müşteki (şikayetçi) olarak yargı önüne çıkabilir.
Eğer o ülkede yargı gerçekten bağımsızsa, yargı karşısında kişi kendisini güvencede hisseder.Adaletin tecelli edeceğine inanır.
Ama ülkemizde durum maalesef böyle değil, bu ülkede kendisini Başbakan zanneden kişi çıkıp Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan 28 Şubat davası sanıkları hakkında “En ağır cezaları” alacaklardır, diyebilmektedir.
Maalesef bu saçmalık karşısında bu ülkenin ne basını, ne üniversiteleri ve ne de kendisini aydın zannedenleri en ufak bir tepki vermemişlerdir.
Uygar bir ülkede böyle bir söz söylense en önce parlamento ayağa kalkar, o saçma sapan lafı söyleyen siyasetçiden bunun hesabını sorardı.
Ama maalesef parlamento da bunu yapacak, daha doğrusu bu vahameti algılayarak buna demokratik bir tepki verecek  siyasi parti kalmamıştır.  
Sorarsanız bunlar demokrasinin vaz geçilmez unsurlarıdır.
Parlamentoda bulunan ana muhalefet partisi, açıkça Anayasaya aykırı bu davranış karşısında, “Bize askeri vesayetçi derler” kompleksi içinde, bir diğeri zaten iktidar partisinin yancısı olduğu için, diğer üçüncüsü ise Türkiye partisi olamadığı ve Türk Silahlı kuvvetleri 40 yıldır bölücü PKK terörüyle mücadele ettiği ve  Türk Silahlı Kuvvetlerine düşmanlık duymaları nedeniyle askerlere yapılan bu haksızlıktan mutlu olduğu için, yani bir anlamda düşmanımın düşmanı dostumdur mantığı içinde, sessiz kalmaktadır.
Türkiye’de yargı özellikle 2010 Anayasa  değişikliğinden bu yana  siyasi iktidarın güdümü altındadır.
Şimdi kalkıp da kimse “bizde yargı bağımsızdır” demesin. Kendisini  gerçekten başbakan zanneden kişinin bu saçma sapan eyleminden önce de yaşadığımız bir Türk asıllı Alman gazeteci olayı var ki, evlere şenlik.
Türk asıllı Alman gazeteci bu ülkede Cumhurbaşkanı’nın söylemiyle, eldeki belgelere göre ajan provokatör iken ve hatta Cumhurbaşkanı kendisi bu görevde olduğu sürece serbest kalamayacak bir kişi olarak tanımlanırken, Binali Bey’in Alman şansölyesiyle görüşmesinden bir gün sonra, duruşma yapılıp ifadesi bile alınmadan bir yıldır yattığı cezaevinden tahliye edildi ve Alman sefareti tarafından tahliyeden iki gün evvel kiralanmış bir özel uçakla Almanya’ya uçtu.
Şimdi siz Dünya da kimi inandıracaksınız bizde Yargı bağımsızdır diye. Bu olayın en yakın tanığı Almanlar. Demek ki, Binali Bey Almanlara Türk asıllı Alman Gazetecinin tahliye edileceğinin sözünü vermiş ki, Alman Şansölyesi de kendisine randevu vermiş.
İnsan olarak bir gazetecinin gazetecilik faaliyetinden ötürü hapsedilmesini kabul etmemiz mümkün değildir. Ama adamı önce casus diye suçlayıp sonra, Almanlardan randevu alabilmek uğruna tahliye ediyorsanız, bu Türk Milletinin onuruyla oynamaktır.
Onun için Binali Bey’in 28 Şubat davası sanıkları ile ilgili söylediği “ En ağır cezayı alacaklar” cümlesi açıkça yargıya emir vermektir.Bunu kendi başına yapamaz ancak başkalarından aldığı emri seslendirebilir.
Anayasamızın 138. Maddesinin 2. Fıkrası “ Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin  kullanılmasında  mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmünü taşımaktadır.
Binali Bey, Anayasa’nın bu hükmünü çiğneyerek, sadık kalacağına yemin ettiği Anayasayı çiğnemiştir. Zaten  bu husus AKP iktidarı tarafından vakıa adi yeden olmuştur.
Bu ülkenin aydın geçinenleri son bir sözde sizlere, yargı bağımsızlığı yoksa ne kişi güvenliği kalır ve ne de hürriyet.