29 Ağustos 2012 Çarşamba

SAYIN ÇEMİL ÇİÇEK'İN ÖNERİSİ



TBMM Başkanı Cemil Çiçek kamuoyuna tartışılmak üzere, “Teröre karşı Ulusal Mutabakat” önerisi sundu.
Öneri hakkında  iyi niyet kötü niyet tartışması yapmayacağım ama makamın ağırlığından çok uzak, sıradan, okuyanda hiçbir heyecan yaratmayan,  herkesin kaleme alabileceği bir metin.
Bence önerinin en zayıf noktası malum bölücü terör hareketinin asıl tahrik ve teşvikçilerinin ABD ve AB olduğu göz ardı edilerek kaleme alınmış bir öneri demeti olmasıdır.
Bu öneri demetinde terör sadece iç boyutuyla düşünülmüş ve kabaca değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Terörizm gerçekte uluslararası arenada devletlerin satranç tahtasındaki piyonlar gibi, terörist örgüt denen figüranlara oynattıkları bir oyundur.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ve özellikle Kafkaslar’daki çıkarları nedeniyle Türkiye ile ABD  arasında, Kuzey Irak’taki bölücü terör açısından görüş ayrılıkları vardır.
Nitekim ABD, PKK’ya karşı El-Kaide’ye gösterdiği hassasiyeti ve sertliği göstermemektedir.
Başkan Obama, TBMM Genel Kurulunda geçen dönem Milletvekillerine seslenirken, düşmanları olarak PKK ve El-Kaide’yi saymış ve fakat sadece El-Kaide’yi yerinden sökeceğiz, tahrip edeceğiz ve yeneceğiz, demiştir.
Türkiye’de yasalar önünde Kürt kökenli vatandaşlara hiçbir ayrımcılık yapılmamasına rağmen, “Siz PKK ile mücadelede Bağdat Hükümeti ile Barzani ile konuşun ve reform yapın” diyebilmiştir.
Nitekim daha çok yakın bir dönemde, Başbakan bile ülkemizde olan son saldırılardan sonra, terörün dış boyutunun olduğunu, bunun bölgede ve batılı ülkeler arasında olduğunu söylemek zorunda kalmıştır.
Ama  PKK terör örgütünün Kuzey Irak Kürt Yönetimi ve ABD tarafından desteklendiğini açıkça söylemeye cesaret edememiş ama ima etmeğe mecbur kalmıştır.
Bugün Ortadoğu da oynan oyunun sebebi, ABD ve AB’nin enerji kaynaklarını ve kaynaklara sahip olan ve bu kaynakların denize ulaştırılmasında aracı olacak ülkeleri kontrol etme arzularıdır.
Etnik bölücü terör, Türkiye Cumhuriyeti devletini  yok etmeyi değil,Sevr’de kendilerine verilmek istenen topraklarda bağımsızlıklarını sağlayarak yeni bir devlet yaratma çabasındadır.
Böyle bir Devlet defalarca yazdığımız gibi İsrail’i bölgenin en güçlü aktörü yapacak; ABD açısından da, İsrail’den sonra sözünden çıkmayacak ikinci  bir devlet yaratılmış olacaktır.
Sayın Cemil Çiçek, yukarıda belirttiğimiz dış güçlerin dışında, devletin egemenlik alanlarını daraltacak, ülke içindeki tarihten gelen dayanışma duygularını zayıflatacak,  ülkeyi  çatışmalara sürükleyen bazı kurum ve kuruluşların olduğunu, bütün bunları toplumun tartışarak teşhir edilmelerini isteseydi, işgal ettiği makamın ağırlığına yakışan çok daha faydalı ve ciddi bir iş yapmış olurdu.
En son yaşanan olaylarda, ülkenin bir bölümünde burada her şey benden sorulur, buranın tek egemen gücü benim algılaması yaratacak eylemler olurken, buna toplumsal bir tepki verilememektedir.
Terörle mücadele stratejilerini belirleme görevi İktidarlarındır. Burada muhalefetin görevi uygulanan stratejilerde eksiklik ve yanlışlık varsa bunu işaret etmektir.
İşin doğası da budur. Siyaseten ve hukuken her şeyden sorumlu olan iktidardır. Muhalefet sadece eleştiri ve uyarı görevini yapar.
Ama bazı ciddi olması gereken insanlar, “Muhalefet sadece eleştiriyor, çözüm yolları göstermiyor” gibi komik laflar etmekte, muhalefet partileri de bu komik ve zavallı söylemlere cevap vermeye çalışmaktadırlar.


27 Ağustos 2012 Pazartesi

NASIL BİR DEVLET ADAMI



İzmir’in yiğit, omurgalı gazetecisi Yılmaz Özdil, 23 Ağustos tarihli “2010 hurmalar 2012 tırmalar” başlıklı yazısında, Tayyip Erdoğan’ın  2010 Ağustosu’nda Anayasa Referandumu öncesi, Gaziantep mitinginde yaptığı konuşmada, kendisinin  büyük vizyon sahibi olduğunu, bu nedenle Suriye ile kardeşçe ilişkiler kurulduğunu, vizenin kalktığını,  karşılıklı gidilip gelindiğini bir güzel anlatmış, tehditlerin korkuların boş olduğunun anlaşıldığını söylediğini, yazıvermiş.
Yazılanda ne bir eksik ne bir fazla var. Tayyip Beyin söylediklerinin  gazete sayfalarında, TV arşivlerinde de silinmediyse aynen duruyor olması lazım. Onun için inkar etmek mümkün değil.
Tayyip Bey bugünlerde de ABD li dostları öyle istedikleri  veya Türkiye’ye böyle bir görev biçtikleri için Essed yönetiminin baskıcı, kıyıcı bir rejim olduğunu, orada insan hakları ihlallerinin yoğun olarak yaşandığını, Türkiye’nin buna sessiz kalamayacağını söylüyor.
Halbuki Erdoğan Essed yakınlaşması eski Lübnan Başbakanlarından Refik Hariri’nin Şubat 2005’te öldürülmesinden sonra hem Lübnan içinde hem de dışında Suriye karşıtı grupların Şam’a, suikast planlayıcısı olduğu  savıyla uluslararası bir yaptırım uygulatma çalışması yaptıkları bir tarihte başlamıştır.
İlişkiler gelişerek ortak Bakanlar Kururlu toplantılarına, aile ziyaretleri yapma noktasına kadar geldi.
Türkiye, Arap Baharı denen siyasal çalkantıların domino taşı etkisi yaparak Suriye’ye gelmesi üstüne bir anda tavır değiştirerek, “Suriye’de zulüm hüküm sürdüğünü”  ve  Suriye’nin Türkiye’deki terörü tetiklediğini ima eden konuşmalar yapılmaya ve Essed Rejimi muhaliflerine her türlü destek sağlanmaya başlandı.
Elbette bu kadar radikal bir politika değişikliği durup dururken olamaz. Ülkeyi  500 milyar dolar dış borcun altına sokan bir iktidarın şahsiyetli bir dış politika izlemesi de beklenemez.
Sadece dış borç baskısı mı? Yoksa başka şahsi tehditler mi? Kısa süre içinde böyle radikal bir  politika değişikliğine sebep olmuştur.
Bu radikal politika değişikliği ABD’nin kışkırtmasıyla Suriye’ye bir askeri müdahale şeklini alırsa, bu Suriye’nin bölünmesine ve Güneyimizde de Kuzey Irak benzeri   bağımsız bir Kürt bölgesi oluşmasına neden olur, bu da  Türkiye için bölünmenin başlangıcı olur.
Eğer bu bölgede kurulacak bir bağımsız Kürt yapılanmasının oluşup oluşmayacağında, Barzani ve Talabani’nin söz sahibi olabileceğini düşünenler var ise, büyük yanılgı içindedirler.
Bu bölge’de oluşacak Kürt yapılanması İsrail’i bölgenin en güçlü ve dolayısıyla da Ortadoğu’yu tek başına kontrol eden  ülke haline getireceğinden Barzani ve Talabani’nin isteklerinin hiçbir kıymeti har biyesi yoktur.
Onlar sadece ABD’nin emirlerini yerine getirirler.
O nedenle Türkiye’nin, Suriye’nin bölünmesini önlemek için  her türlü çabayı göstermesi gerekir. Kişiler Türkiye için hiç önemli olmamalıdır. Önemli olan   Suriye’nin toprak bütünlüğüdür. 
Irak’ta da operasyon yapılırken Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağı söyleniyordu, bugün orası  bölünmüş  ve Kuzey’in de fiilen bağımsız bir Kürt Devleti vardır.
Suriye’ye dışarıdan bir müdahale de aynı sonucu doğurur.
Şimdi Tayyip Bey’in cevaplaması gereken bir soru var. Hakikaten Essed ailesi ile bir Devlet geleneği dışında laubali bir ilişki kurarken orada hak ihlalleri olduğunu bilmiyor muydunuz? Yoksa   ABD size böyle bir radikal politika değişikliği için,    dış borç yada  başka konularda baskı mı uyguladı?
Eğer hakikaten kapalı rejimlerde baskı uygulandığını bilmiyorsanız, vah bu ülkenin haline, sizin gibi Dünya’yı hiç tanımayan hiçbir vizyonu olmayan bir Başbakanımız var demektir.
Eğer herhangi bir baskı uygulanıyorsa, çıkın bunun ne olduğunu Türk halkına açıklayın, inanın bu halk size büyük destek verir.
Devlet adamlığı hamasi nutuk atmayı değil dış baskılara direnebilmeyi gerektirir; aynen 1974 Kıbrıs barış harekatında Türk Hükümeti’nin yaptığı gibi.



22 Ağustos 2012 Çarşamba

UTANIN EFENDİLER



Hürriyet Gazetesi  dün manşetten verdiği haberde, Gaziantep’te meydana gelen insanlık dışı saldırının  emrini,  PKK’nın Diyarbakır kırsalı sorumlusu ve ekibinin planladığının ortaya çıktığını yazdı.
Bu bir istihbarat eksikliğine dayanmıyor. Zira, şimdiki MİT Müsteşarı o tarihteki Başbakanlık Müsteşar yardımcısı Fidan, Başbakan’ın talimatıyla PKK ile Oslo’da yaptığı görüşmede katillerin ağababalarına “Şehirleri cephanelik deposu haline getirdiniz biliyoruz” demiş, bu basına yansıyınca Türkiye’de kıyamet kopmamış idi.
Bazı çok öngörü sahibi(!) siyasetçiler de devletin bu tür görüşmeler yapabileceğini, ama bunun halktan saklanmasının yanlış olduğunu dile getirdiler.
 Başbakan’a bağlı MİT sorumluları,  şehirlerde cephanelik haline getirilen evleri bilmelerine rağmen Gaziantep’teki insanlık dışı cinayetin işlenmesine engel olmadıkları için bu katliama yardımcı olmamışlar mıdır?
Hele bir kısım AKP milletvekilleri çıkıp ta, “İstihbarat eksikliği yoktur” demiyorlar mı, buna gülmek değil ağlamak lazım.
Eğer istihbarat eksikliğin yoksa, sen sırf Suriye’ye karşı bir askeri harekat yapmak için mi bu katliama göz yumdun?
Başbakan ve şürekâsı şimdi bu cinayetin hesabını Türk Ulusuna nasıl verecekler?
Dünyanın uygar ülkelerinde böyle bir iktidar bir saat bile yerinde kalamaz. Ama burası Türkiye, iktidarı ile muhalefeti ile yurt dışında şekillendirilmiş bir siyasi yapı.
Bu kadar hunharca bir cinayeti işleyip çocukları bile gözünü kırpmadan öldüren vahşilere nasıl “kardeşim, bizim çocuklar” denebilir.
Benim bebeklerimi, insanlarımı öldürenler, benim kardeşlerim olamayacağı gibi, o soysuzlara kardeşim diyen “ŞARLATAN DA”  benim kardeşim olamaz. Benim kardeşim olanlar, Uludere’de trafik kazası geçirip hayatını kaybeden Mehmetçiğe yardıma koşan Kürt kardeşlerimdir.
Oslo görüşmelerinin iznini verenle, buna sadece gizli yapıldığı için karşı çıkıp içeriğine itirazları olmayanlar da Gaziantep’teki faciadan beraberce sorumludurlar.
Terörle müzakere edilmez, mücadele edilir diyenleri, ırkçılıkla suçlayıp, “Barış Diliyle Konuşalım” diyenler ve bunlara destek verenler, yaktığınız ağıtlar, üzüntü belirten klişeleşmiş sözleriniz, tam bir  timsahın gözyaşlarıdır.
PKK ile içli dışlı olmuş, PKK militanlarıyla yol ortasında buluşup öpüşen, yarenlik eden bir siyasi partinin mensuplarına sesini bile çıkartamayan bir iktidar ve ana muhalefet, bu ülkede terör nasıl bitirilecek?
Hakkâri’de taşlanan, yuhalanan Bakan hakkında kendileriyle beraber gezmediği için “SALAK” demek cesaretini gösteren bir milletvekili, buna tepki bile veremeyen bir siyasi iktidar.
Bu küstahlığın sebebi Hakkâri alanını hükümetin PKK’ya teslim etmiş olmasıdır.
PKK’ya dışarıdan destek verildiği artık tartışmasız bir gerçektir.ABD ve diğerlerinin yanına iktidarın yanlış dış politikası, şimdi bir de Suriye eklenmiştir.
Sen yüz yıllık devlet politikası olan “Yurt’ta Sulh Cihan’da Sulh” ilkesinden vaz geçerek,  bir zamanlar aile ziyaretleri yaptığın, hatta vıcık vıcık bir ilişkiyle, kızını arkadaşlarıyla beraber o  aileye ziyarete gönderdiğin Esad rejimi, insan haklarını ABD sana söylediği zaman mı ihlal etmeğe başladı?
Sen orada ne olduğunu hakikaten bilmiyordu isen çok yazık bu ülkeye.
Sen adamın iç işlerine karışıp, onun muhaliflerine burada her türlü desteği verirsen, o da senin terör örgütüne elinden geldiğince destek verir.
İşte devlet adamı olabilmek, önce stratejik Ortağın(!) ABD’nin değil, senin ülkenin, milletinin menfaatlerini ön planda tutabilmektir.
İşte yukarıda tutumlarının ne kadar içler acısı olduğunu saydığımız bu zevat dün Antep’te Cenaze merasimine katıldılar. Hem de hiç yüzleri kızarmadan.
Aslında dün orada eksikler vardı, yol ortasında PKK lılarla tesadüfen karşılaşıp, öpüşüp, koklaşanlarla, dağdaki katillere kardeşlerim diyebilen, barış diliyle konuşalım diyebilenler de bu merasime katılma YÜREKLİLİĞİNİ GÖSTEREBİLSELERDİ. 
Bu ve diğer katliamların sorumlusu olan efendiler UTANIN.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

DEVLET İÇİNDE DEVLET


DEVLET İÇİNDE DEVLET



Terör örgütü PKK  CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ü kaçırdı.

 Bu kaçırma olayından sonra terör örgütü, Hüseyin Aygün’ün siyasi tavrı dolayısıyla yapılan “yoğun şikâyetler” üzerine “gözaltına” alındığını, Hüseyin Aygün 'ün Türkiye’de devletin “Dersim’e ve Dersim halkına” yönelik yürüttüğü politikalara ve ayrıca "Dersim’de geliştirilmek istenen barajlara" dikkat çekmek ve kendisinin bu politikaların hizmetine girmemesi gerekliliğini hatırlatmak amacıyla gözaltına alındığını, gerekli idari ve hukuki işlemlerinin tamamlanmasının ardından  serbest bırakılacağını açıklamıştır.

Bu kısa pasaja baktığınız zaman, küstahça sözde bir devlet ağzıyla konuşulduğunu görmemek mümkün değildir. Terör örgütü “" Hüseyin Aygün gerekli idari ve hukuki işlemlerinin tamamlanmasının ardından kısa bir süre içerisinde serbest bırakılacaktır” diyebilmektedir.

Artık tüm siyasi partilerin iktidarı ile muhalefetiyle akıllarını başlarına alarak bu bölünme sürecine dur demelerinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.

Bu söylemin bu kadar açık ve fütursuzca ortaya konulduğu bir ortam da, bu ülkenin bazı yerlerine devlet giremiyor diyen insanlara bu ülkenin Başbakanı, “Senin çapın ne? Kaç gramsın? General olsan ne olur, olmasan ne olur” diyemez.

Sayın Başbakan önüne gelene “aynaya bak” demeyi bir belagat ustalığı zannediyorsa, büyük bir yanılgı içindedir,  tarih onu bir belagat ustası diye değil ama bitme noktasında aldığı terörü azdıran, ülkeyi bölünme tehlikesiyle yüz yüze getirmiş bir siyasetçi olarak anacaktır.

Bu ülkenin Sayın Başbakan tarafından görevlendirilmiş bir kamu görevlisi, eğer Oslo’da Terör Örgütü’nün mensubu olan muhataplarına “Sizi üzen, Vali, Kaymakam, Emniyet Mensubu ve komutanlar varsa bana isimlerini verin ben gereğini yapayım” diyebilmişse, gelinen noktanın tek sorumlusu bu siyasi iktidardır.

Gelinen bu noktada artık ülkenin bölünmesine giden yolu dizayn eden, terör örgütüne destek veren, iç ve dış mihraklara karşı milletçe top yekun maddi ve manevi bir seferberlik ilan etmek gerekir.

Bakın iktidarı ile muhalefetiyle maalesef olayın vahameti henüz anlaşılamamıştır. Kaçırılanın bir Milletvekili olmasından çok daha önemlisi, terör örgütünün “Devlet ağzıyla konuşma” cesaretini bulabilmesidir.

İşin bu tarafını görmezden gelerek kaçırılan kişinin sıfatının ön plana çıkartılması işin iktidarı ile muhalefetiyle anlaşılamadığını ortaya koymaktadır.

Kaçırılan kişi  Milletvekili olmayıp, bir başka kamu görevlisi olsaydı olay daha mı göz yumulur olabilecekti.

Daha birkaç gün önce kaçırılan üç askerimizin babalarından birinin çocuklarının kurtarılması için Bakanın ayaklarına kapanarak yalvarması daha mı az vahimdir.

Bu kadar açık bir olayı göremeyen siyasetçilerin karşılıklı atışmalarına bakarsanız, olayın ne kadar hafife alındığını görürsünüz.

Bakın bir facebook arkadaşım ne güzel özetlemiş memleketin halini “Birkaç kahraman Silivri de, Birkaç general Hasdal’da birkaç Mehmet cennette,birkaç polis,subay,H.Aygün, vs PKK’nın elinde, AKP vekilleri tatilde!”

Onlar tatildeyken de  diğerleri de , ülke bölünme tehlikesiyle karşı karşıya iken, “barış diliyle konuşalım” diyebilmektedirler.

Terör örgütü tahmin ediyorum, iktidarın ve muhalefetin bu kadar aymaz olduklarını gördükçe muhakkak ellerini ovuşturmaktadır.

Artık yapılacak tek şey Vatan Gazetesi’nde Can Ataklı’nın yazdığı gibi “Türkiye yitirdiği değerleri tekrar kazanmak, Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti felsefesine tekrar dönmek zorundadır. Aksi takdirde, bölgemizdeki savaşın bizi de yutması kaçınılmaz olacaktır. Herkes bunu iyi bilmelidir.”

Evet durum bu kadar vahimdir.  

15 Ağustos 2012 Çarşamba

TBMM MAALESEF TOPLANAMADI


TBMM MAALESEF TOPLANAMADI
CHP ülkenin içinde bulunduğu durumu göz önünde bulundurarak, tatilde bulunan TBMM’yi Suriye’deki gelişmeler ve Terör konularını görüşmek üzere olağanüstü toplantıya çağırdı.
Başbakan’ın buna vermiş olduğu cevap, iflas etmiş dış politikasının hesabını vermekten kaçmaktan başka bir şey değildir.
Bu Meclisin Kurtuluş savaşı sırasında , Polatlı’dan top sesleri gelirken bile devamlı çalıştığı göz önüne alınırsa, ülke bir savaşın eşiğine geldiği, bölücü terörün tırmandığı bir dönemde toplanmayacak da ne zaman toplanacaktır.
Ancak Başbakan, kendi Milletvekillerine, “Meclise Gelmeyin , seçim bölgenizdeki iftar yemeklerine katılın” talimatı vermiştir. Bu talimat KUTSAL DİN DUYGULARI siyasete alet edilerek, Meclisten kaçmanın gerekçesi yapılmıştır.
Tabii bu arada Kemal Kılıçdaroğlu’da Atatürk’ün bu Meclisi çalıştırdığını söylememeye özen göstermesi ve bu arada da Tayyip Erdoğan’ı taklit etmek zorunluluğu varmış gibi “Suriye’de mübarek Ramazan ayında insanların eline silah verip birbirlerini vurdurtuyorsunuz” demesi de en az Tayyip Erdoğan’ın “Meclise gelmeyin bölgelerinizdeki iftar yemeklerine katılın” demesi kadar, kutsal din duygularının istismarıdır.
Yani Ramazan ayı olmasa idi, insanların eline silah verip birbirlerini öldürtmelerini mi teşvik edecektik. O zaman günah olmayacak mıydı?
Her şeye rağmen ben son dakikaya kadar AKP içinde Tayyip Erdoğan’dan korkan değil, ama kendilerine yetki veren Türk Milletinden utanacak milletvekillerinin olduğuna, bu nedenle de Meclisin çalışacağını düşünmüştüm yanılmışım.
Çağrı yapılırken, AKP’nin bu çağrıya zorunlu olarak uyması gereken ortamın yaratılması gerekirdi. Eğer tek başınıza Meclisi toplayıp, otururumu açmaya sayısal gücünüz yetmiyorsa, o zaman Meclis içinde uzlaşmalar arayıp kamuoyu yaratmak gerekirdi.
MHP’nin de Suriye’deki gelişmelerden rahatsız olduğu bilinirken onlarla ve en üst düzeyde Sayın Bahçeli ile temasa geçilir, onlarında desteği alınır ve hatta bir ön almak şeklinde değil ama beraberce bir basın açıklaması ile iki partinin ortak bir talebi olarak kamuoyunun gündemine taşınırdı.
Sadece CHP ve MHP değil parlamento dışında kalmış bir çok parti de hükümetin Suriye politikasından son derece rahatsız olduklarından böyle bir çağrıya Meclis dışından destek verirlerdi. 
İşte Parti’nin medyadan sorumlu Genel Başkan yardımcısı o zaman devreye girer, gazetelerin Genel Yayın Yönetmenlerini, hatta ve hatta gazete patronlarını ziyaret ederek ikna eder ve Meclisin toplanması için basın desteği de sağlardı.
Yani yapılması gereken şey Meclisi sadece “Suriye Olayı” ile ilgili olarak toplantıya çağırmaktı.
Bunu başarmak MHP ile beraber hareket ederek mümkündü, ama maalesef Kemal Kılıçdaroğlu doğru bilgilendirilmediği ve kendisi de öngöremediği için bu gerçekleşemedi.
Siz olağanüstü toplantı çağrısını, Suriye’deki gelişmeler ve Terör olarak belirlerseniz, MHP’nin burada sizinle beraber hareket etmeyeceğini görmemek için çok saf olmak gerekir.
Ülkede terör nedeniyle kan gövdeyi götürürken,HANGİ DÜŞÜNCEYE SAHİP OLURSA OLSUN BİR MİLLETVEKİLİ KAÇIRILABİLİNİYORKEN ve bir Kürt siyasetçi, Birleşmiş Milletlerin müdahalesinden bahis ederken, sizde yangına körükle gidercesine, PKK ve onun Katil Başının ağzıyla “BARIŞ DİLİYLE KONUŞALIM” diye açıklama yaparsanız, MHP’yi yanınıza alamazsınız, sizinle beraber hareket etmesini bekleyemezsiniz.
Siyasi partiler, gerek kendi partisel ve gerekse ülke çıkarları için zaman zaman siyasi manevralar yaparlar. CHP çok deneyimli bir parti olduğu için bu manevraları en doğru yapması gereken partidir. Ama maalesef partinin belleği ortadan kaldırıldığı gibi ve eski deneyimli siyasetçilerin ya görüşlerine itibar edilmemekte ya da anlattıkları doğru olarak anlaşılamamaktadır.
    

12 Ağustos 2012 Pazar

YORUM ÖZGÜRDÜR



Otuz yedi yıllık avukatlık meslek hayatımın en az otuz yılı basın avukatlığı yaparak geçti.
Bu süre içinde,  haberin kutsal ama yorumun hür olduğunu öğrendim.
Haberin gerçek olması basın meslek ahlakının bir zorunluluğu olduğu kadar; halkın doğruları öğrenme hakkının da gereğidir. O bakımdan gazeteci haberi verirken sadece gerçeğe bağlı kalmak zorundadır.
Yorum ise bir olayı, belli bir görüşe göre açıklama ve değerlendirmektir. O zaman yorumcunun da, düşüncesini özgürce açıklaması işin doğası gereğidir.
Ama yorum yaparken de gerçeklere, en azından hakkında yorum yapılan olayın oluş şeklindeki gerçeklere bağlı kalmak gerekir.
Örneğin, 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM de reddedilmesinin sonuçlarını gazeteciler, yazarlar kendi dünya görüşlerine, siyasi duruşlarına göre yorumlamakta özgürdürler.
Ancak, böyle önemli bir konu hakkında yorum yaparken, ABD taleplerinin neler olduğunu da en azından kalın çizgileriyle anlatmaları gerekir. Olay sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Amerikalı Askerlerle birlikte Kuzey Irak’a girmesi değildi. En kaba çizgileriyle seksen bin ABD li Askerin,  yüzlerce ABD uçağının ülkemizde kurulacak üstlerde ve hava alanlarında konuşlanacak, Mersin, İskenderun, Samsun asıl, İzmir ve Trabzon Limanları’nın da yedek olarak kullanılacak olmasıydı.
Irak’a yapılacak bir operasyonda Samsun ve Trabzon limanları hangi amaç için kullanılacaktı!
ABD sadece bir kısmını saydığımız bu kadar geniş askeri gücü bugüne kadar Kuveyt dışında kaç ülkede konuşlandırabilmiştir. Türkiye Kuveyt midir?
1 Mart Tezkeresi’nin gündemde olduğu günlerde ABD harekattan sonra nasıl bir Irak planladığını ne Türkiye’ye ve ne de beraber harekat yapacağı İngiltere ve Avustralya’ya bile açıkça beyan etmemiştir.
ABD,Türkiye’nin toprak bütünlüğüne tehdit oluşturan Kuzey Irak’taki Kurt oluşumuna, Türkiye’nin müdahalesine bugün olduğu gibi o günde izin vermemiştir.
Değerli dostum, Silivri ve Hasdal zindanlarında tutulan  şerefli Askerlerden biri olan Hurşit Tolon Paşa, “ABD BENİM DEDİĞİM OLACAK DEDİ. TBMM DE REDDETTİ. ABD’NİN DAYATMASI BU NOKTADA GEÇERSİZ HALE GELDİ” diyerek, o tarihteki CHP yönetiminin kararlı duruşu ve Mecliste onunla beraber hareket eden bir grup dürüst AKP linin desteğiyle, ABD dayatmalarına dilenildiğini ortaya koymuştur.
Ama asıl acı gerçek,bizim köşe yazarlarımız oylanan  Tezkere’nin ne getirip ne götürdüğünün Milletvekilleri tarafından  BİLİNMEMESİNİ, yani Mutabakat Belgesinin Meclisten saklanması ayıbını dile getirmezler. Ondan sonra da her fırsatta demokrasiden bahis ederler.
Böyle bir demokrasi ayıbına rağmen, bunu görmezden gelip, Tezkere’nin reddi yolunda oy kullananları ima yoluyla da olsa eleştirmek AYIPTIR. Hele bunu PKK’nın Kandil’e yerleşmesinin sebebi olarak belirtmek daha büyük AYIPTIR.
ABD’nin Irak’a girmesinden dört yıl önce, o tarihte görevde bulunan Ecevit Hükümeti’nin Suriye’ye yaptığı baskı sonucunda bu ülke hem Abdullah Öcalan’ı hudut dışı etmiş hem de Beka’da bulunan PKK kamplarını boşalttırmıştır.
Buradan çıkan PKK militanları 1. Irak harekâtından sonra Devlet otoritesinin kalmadığı Kuzey Irak’taki Kandil dağına yerleşmiştir.
Yani bazılarının söylediği gibi, PKK Kandile 1 Mart Tezkeresi’nin reddinden sonra yerleşmemiştir. Olsa olsa Tezkere’nin reddinden sonra ABD nin de yardımıyla tahkimini güçlendirmiştir.
Emperyalistlerin asıl hedefi, Güney sınırlarımızda yapay bir Kürt Devleti kurarak, bunu Türkiye’ye karşı bir istikrarsızlaştırma kozu olarak kullanıp, gelişmesini ve güçlenmesini engellemektir.
Türkiye tarihten gelen devlet geleneği, insan birikimi, demokrasi deneyimi, her şeye rağmen, kolu kanadı kırılmış olsa da, ordusu ile bölgenin en büyük gücüdür.
Bugün Türkiye’nin en büyük şansızlığı, dünyayı ve bölgemizdeki gelişmeleri gözlemleyip ve doğru yorumlayamayan vasat altı siyasetçilerin iş başında olmasıdır.
Bu nedenle köşe yazarlarının yorum yaparken de gerçeklere, en azından hakkında yorum yapılan olayın oluş şeklindeki gerçeklere bağlı kalmaları gerektiği kanısındayım.


8 Ağustos 2012 Çarşamba

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ



24 Temmuz iki mutlu olayın yıldönümü, biri Lozan Antlaşmasının imzalanmasının, diğeri ise “sansürün” kaldırılışının, aslında ikisi de özgürlüğü ve  bağımsızlığı simgeliyor.
Biri bir ulusun özgürce yaşamasını, diğeri ise ulusu oluşturan bireylerin veya onlar adına aslında bir kamu görevi yapan gazetecilerin özgürce yazmalarını güvence altına alıyor.
Aslında kamuoyu yanlış bir düşünceyle, aynen hâkim teminatında olduğu gibi, basın özgürlüğünü  de sanki gazetecilere tanınmış bir imtiyaz gibi algılıyor.
Nasıl hâkim teminatı, yargılamanın taraflarının haklarını güvence altına almak için ise, basın özgürlüğü de vatandaşın haber alma özgürlüğünün teminat altına alınması için gereklidir..
Yıllarca biz basın özgürlüğünün, düşünce ve ifade özgürlüğünün siyasal iktidarlar tarafından baskı altına alındığını söyleye geldik.
Eğer bu ülkede sade kitap makale yazdıkları, bilimsel görüşlerini açıkladıkları için, eline  silah değmemiş insanları zindanlara tıkabiliyorsak, bu ülkede basın özgürlüğünden, düşünce ve ifade özgürlüğünden bahsede bilmek mümkün değildir.
Basın özgürlüğü engellendiği zaman, halkın ülkede olup bitenlerden haberdar olması engellenmektedir. Yani vatandaşlar gerçekleri öğrenemediği zaman demokratik tercihlerini de doğru yapmaları engellenmektedir.
Basın özgürlüğü kısıtlandığı zaman, aslında haber alma hakkı engellenen vatandaşımız hiç tepki verir mi? Vermez.
Bunca gazete TV basıldı arandı, kendi haber alma hakları engellenen on binlerin o aranan binaların  önünde sessiz tepki toplantılarına tanık olduk mu? Hayır, mümkün mü? Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.
Hâlbuki gerçekleri öğrenme hakkı elinden alınan vatandaşa yılan dokunmaya başlamıştır bile.
Hayret edilecek bir olay yaşıyoruz Silivri cezaevinde yüzlerce gazeteci, düşün adamı zindanlarda çürüyorlar, herkes kendi arkadaşı için ağıt yakıyor, kendi arkadaşları tahliye olduktan sonra diğerleri unutuluyor.
Kendi haber alma özgürlüğü sınırlanmasına rağmen buna tepki vermeyen bir toplumun uygar olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bazı meslekler dikta rejimlerinde bile en iyi şekilde yapılabilinir.Belki bu kişiler sadece çevresinde olup biten, hırsızlıklardan, soysuzluklardan haberdar olamamanın sıkıntısını yaşayabilirler, ama kendi mesleklerini en iyi şekilde yapabilirler.
Nitekim, totaliter ülkelerden ünlü birçok baletler, balerinler, sinema, tiyatro, resim sanatçıları, sporcular, mühendisler, doktorlar, bilim adamları çıkmıştır. Belki bir çırpıda bazılarının  isimlerini bile sayabiliriz.
Ama böyle bir ülkede bir basın mensubunun mesleğini bizim anladığımız şekilde  yapabildiğini söylemek mümkün müdür?  Değildir.
Bunun için bir gazeteci, fikirlerine iştirak etsin veya etmesin, düşünce bazında en sert tartışmalara girdiği karşıt fikirdeki gazetecinin özgürlüğünü savunmak zorundadır. Bu gazetecilik etiğinin gereğidir.
Geçmiş yıllarda ART Televizyonu basılıp aranırken, CHP Milletvekili olarak oraya gitmiş ve binanın önünde çekim yapan TV kameralarına ve gazetecilere “Bugün burada bu olayın çekimini yapıyorsunuz, ama eğer buna bugün tepki vermezseniz yarın sizin kurumlarınıza da aynı operasyon yapılırken,  sizi çekecek kimse de olmayacak” demiştim.
Olaylar o kadar geliş tiki, Özgürlüğü savunması gereken basın kendi kendini sansürleyerek, halkın haber alma özgürlüğünü kısıtlar hale geldi.
Aydınlı Gazetesi altmış bin tiraja sahiptir. Gerçek tirajı yani bayi satış rakamı altmış bin olan Gazete, sabahları TV kanallarının tamamına yakını tarafından görmezden geliniyor.
Bu siyasal iktidarın suçu değil, “acaba ne derler”  kompleksinin dışa vurumudur.
Burada suçlu gazete patronları değil, kraldan çok kralcı olan gazete yöneticileridir.
Ben hiçbir  gazete patronun telefon açıp ta, TV veya gazetece yöneticisine şu gazeteyi görmeyin, buna atıf yapmayın dediğine inanmıyorum.
 Sansürün en tehlikelisi olan, basının kendi kendini sansür etmesi başladı.


5 Ağustos 2012 Pazar

AÇILIM MI? YOKSA BÖLÜNME Mİ?


AÇILIM MI? YOKSA BÖLÜNME Mİ?

Kifayetsiz ve öngörüsüz iktidar ve muhalefetiyle ülke bölünmeye doğru  koşar adım gidiyor.
Dünya’da ve bölgesinde yaşananları algılamaktan aciz, olayların nereye gittiğini görmeyen bir iktidar ve muhalefet.
Irak fiilen bölünmüş, merkezi otoritenin Kuzey Irak Kürt Yönetimi üzerinde hiçbir ağırlığı yok.
Suriye bizim de isyancılara verdiğimiz destek ve bölge üstünde planları olan ABD ve İsrail’in istekleri doğrultusunda bölünürken, yani Büyük Kürdistan hayalinin ikinci ayağı da hayata geçirilirken, Türkiye’de de iktidarı ile muhalefeti el ele tutuşup Güneydoğu Anadolu’nun bölünmesini kolaylaştıracak “Açılım çalışmaları” yapıyorlar.
Orta doğu ülkelerini milli kimliklerinden uzaklaştırmak için küçük küçük enik, mezhepsel devletçikler yaratma çabasında olan ABD, kendi ülkesinde tam aksine  yetmiş iki milletten oluşmuş insanlarına bir ulusal kimlik vermeye çalışıyor.
 İş Türkiye’ye gelince de bunun tam aksine milli kimliklerin yok edilmesinin önünü, “Etnik Kimliklerin Tanınması” “İnsan Hakları”, “Anadilde Eğitim”, “Yerel Yönetimlere Özerklik Verilmesi” gibi söylemlerle açmaya çalışıyorlar.
Bütün bunları Türk ulusuna mutluluk, demokrasi ve refah getirmek için yapmıyorlar.
Farklı kökenlerden, kültürlerden, mezheplerden gelen insanlar ancak, kesin kuralların ve yasaların uygulanmasıyla bir potada eritilip, milli kimliği olan  bir ulus meydana getirilebilinir. 
Milli kimliğin işareti milletin adıdır. Yani burada “Türk Milletidir”.
AKP İktidarı bunu tartışabilir, ama bu Devleti kuran, Devletten evvel var olan CHP’nin, bırakın bunu tartışmayı, aklından bile geçirmeye hakkı yoktur.
Ancak Parti içinde bazı milletvekilleri bunu partiye dayatmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken aslında kafalarına koydukları veya kendilerine verilen görev CHP’nin parçalanmasını sağlamaktır. CHP parçalandığı zaman ülkenin Güneydoğu Anadolu’sunda özerkliğin ve devamında da bağımsızlığın hayata geçmesinin önünde  hiçbir engel kalmayacaktır.
Bugün Türk Anayasasının 66. Maddesinde yer alan ifade tamamıyla bir hukuki formilasyondur.
Buradan çıkan sonuç, burada yaşayan herkes Türk’tür, Türk’ten başka yaşayan kimse yoktur, anlamında değildir. Ayrıca bu tanım Kurtuluş Savaşı yıllarında doğmuş ve 1924 Anayasa’sına da bu şekilde girmiştir.
Ortadoğu’yu, incelediğiniz zaman, güçlü bir milli bir devlet olarak sadece Türkiye’yi görürüz. Bu nedenle, Ortadoğu’yu şekillendirmek isteyenler Türkiye’nin bu niteliğinin yok edilmesini sağlamak için özel çaba sarf ederler.
BOP projesinin amaçlarından biri, Ulus devletleri federal devletler haline getirerek bunları federasyon çatısı altında birleştirmektir.
 
Bu nedenledir ki; Türkiye bugün her hangi bir adım atarken, bu atılan adımların ulusal değerleri ve ülke bütünlüğünü zaafa uğratıp uğratmayacağını iyice düşünmesi gerekir.
Ulusal bütünlüğü zaafa uğratabilmenin ilk adımlarından bir tanesi,  Türkiye’nin temel niteliklerini koruyabilecek olan Siyasi Partilerini, Silahlı Kuvvetlerini, Üniversitelerini ve basınını etkisiz hale getirmektir.
Oyunun plancıları bu konuda tahminlerin üstünde başarılı olmuşlardır. Türkiye’de siyasi partiler kendilerinin varlık nedeni olan ve bağlı kalacaklarına yemin ettikleri Anayasa’yı çiğnemek pahasına Türk Milleti kavramını tartışır hale gelmişlerdir.
Türk Silahlı Kuvvetleri yasal bir örgütlenme değil, sanki bir yasa dışı terör örgütü muamelesine maruz bırakılmıştır.
Bütün bunlar Türkiye’ye Türk insanına mutluluk, demokrasi ve refah getirilmesi için yapılmıyor.
Kimse Ortadoğu ülkelerinde demokratikleşmenin peşinde değil. Buna inanmak büyük saflık olur, peşinde olunan Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının daha mutlu ve daha müreffeh yaşamasıdır.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

ÇÖKEN DIŞ POLİTİKA


         ÇÖKEN DIŞ POLİTİKA
Bölgeyi doğru bir şekilde algılayamamış, hayal aleminde yüzen, dışarıda tezgahlanan oyunları anlamaktan aciz bir  Dışişleri Bakanı ve hükümet sayesinde Türk dış politikası çöktü.
Türkiye ister istemez bir sıcak çatışmanın içine sürükleniyor.
Buna gerekçe olarak da, Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt yönetiminin oluşmasına Türkiye’nin izin vermeyeceği gösteriliyor.
Başbakan bu bölgede PKK, PYD yapılanmasına asla izin verilmeyeceğini bunun Türkiye tarafından cevapsız bırakılmayacağını açıkladı.
Bu açıklama ile  başta Başbakan olmak üzere sorumlu herkesin ayaklarının suya ermeğe başladığı anlaşılıyor.
Aslında, Hükümeti rahatsız eden şey, Kuzey Irak Kürt yönetimi benzeri, Bir Kuzey Suriye Kürt Yönetiminin oluşması.
PKK, PYD birleşmesini bir terör ortamı yaratacağı düşüncesiyle bu yapılanmayı  müdahale gerekçesi olarak kabul eden  siyasi iktidar, yıllardır Kuzey Irak’tan Türkiye’ye yönelen terörist faaliyetleri sadece seyretmiştir.
Asıl askeri yönden müdahale edilmesi gereken bölge Kuzey Irak’tı. O bölgeden Türkiye’ye yapılan saldırılara karşı, uluslar arası hukuktan doğan haklarımızı kullanarak, niçin zamanında askeri önlemler alınmadığını sormak gerekiyor.
Irak Anayası’na göre bölgedeki terörist faaliyetleri önlemek Irak Devleti ve Kuzey Irak Kürt yönetiminin sorumluluğunda olmasına rağmen, bu bölgeden Türkiye’ye yönelik terörist eylemler yapıldığı zaman BM antlaşmasına göre sıcak takip hakkımızı hiç kullanmadık.
Şimdi hangi gerekçeyle PKK, PYD arasındaki ilişkiye dayanarak Suriye’ye  bir askeri harekat yapacaksınız ve  bunu Dünya’ya nasıl anlatacaksınız.
Burada yapacağınız bir askeri harekât ile Halep’i de içine alacak şekilde bir tampon bölge yaratmak, Suriye’yi parçalanmaya götürür;  bu da sadece İsrail’in işine yarar.
Suriye’nin parçalanması ve o bölgede özellikle bir Kürt yapılanmasının ortaya çıkması, İsrail’in Orta Doğu’da tek güç haline gelmesine neden olur.
Ama Türkiye’nin bir gerçeği iyi görmesi gerekmektedir.Bölünmüş bir Suriye Orta Doğu’da Türkiye’yi de içine alacak bir istikrarsızlık bölgesi yaratır.
Çok dikkatli olmamız gereken konu Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak Kürt Yönetimi benzeri bir yapılanmanın ortaya çıkmasıdır.
Kuzey Irak’ta meydana gelen oluşumda ABD böyle istediği için bu kadar sessiz kalan bir siyasi iktidarın ABD den izin almadan “Kuzey Suriye’de PKK, PYD işbirliğine izin vermeyiz” sözü, pek inandırıcı olmamaktadır.
Kuzey Irak Kürt Yönetimi, nihai hedefleri olan Büyük Kürdistan hayallerinde  Güneydoğu Anadolu coğrafyasını o kadar kendilerinden görmektedirler ki, Kuzey Irak bölgesinden bahis ederken “Güney Kürdistan” diyebilmektedirler. Türk hükümeti de buna ses çıkarmayarak ülkeyi adım adım bölünmeye götürmektedir.
 
Çünkü hem ABD’nin ve hem de İsrail’in en büyük emelleri İran Türkiye, Irak ve Suriye’den koparılmış bir coğrafya da “Büyük Kürdistan” hayalini gerçekleştirerek, İsrail’in Orta Doğu’nun tek egemen gücü olmasını sağlamaktır.
ABD hemagonyasının bir diğer adı olan Yeni Dünya Düzeni, artık böl, parçala, hükmet yerine bir yazarın da makalesinde söylediği gibi, KÜÇÜLT BİRLEŞTİR, YÖNET şeklini almıştır.
Suriye’nin toprak bütünlüğü, Türkiye ve Ortadoğu istikrarı için çok önemlidir. Bugün Suriye üstüne oynanan oyunun sebebi Ortadoğu’yu kontrol altında tutabilmektir. Zira Suriye, kontrol edilemeden, Ortadoğu kontrol edilemez.
Herkesi çok bildiği bir söz vardır. Otadoğu’da Mısır’sız barış, Suriye’siz savaş olmaz.
Türkiye “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” anlayışı ile önce kendi güvenliğini sonrada Suriye ve diğer komşularının toprak bütünlüğünü ve güvenliğini savunmalıdır.
Bizim teslimiyetçi dış politikamızdan sonra  bölgeye istikrarın mı, yoksa çatışmanın mı, egemen olacağına Suriye üstünde tasarrufta bulunmaya kararlı bizim taşeronluğunu yaptığımız güçler karar verir.